Hayatı dört unsurdan dokuyan Allah, insanı da dört mevsimin mekiğinde dokur. Mevsimler insan hayatına bizim daha azını anladığımız bir şekilde hizmet ederler ve onu yaşatırlar. Muhtelif tesirlerden doğan bir güzelliktir insanın güzelliği, alemde tek boyutlu nesneler ve olaylardan dokunan güzellikler çok unsurdan oluşan güzelliklerden daha azdır. İnsan birbirine muhalif sayısız unsurun bir bedene doldurulmasından yerleştirilmesinden, dokunmasından, tenasübünden, itkan ve ittikanından doğmuş bir canlıdır. Bu yüzden insanın hilkati hilkati acibe yani pek de kimsenin anlamadığı bir yaratılış ve dokuyuş ve her şeyin yerli yerine konmasıdır. Şeyh Galip
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Der bu garipliği anlatır ve insana kendine hoşça bak yani sen önemlisin der.Bu ceset zarfına yüklenen bu kadar harika özellik ve kuvveleri ancak büyük zatlar ve âlimler ve peygamberler anlayabilmiş bütün varlığın anahtarlarını taşıyan bu bedeni yerinde kullanmışlardır.
Bediüzzaman kavram ve temaların felsefesini yapar. Kışın da içli dışlı yorumlarını yapar. Ahsene külli şeyin haleke isimli ayet hüsün ve ahsenden doğan kuranın estetik yapısını en iyi yansıtan bir ayettir, Bediüzzaman onu seçmiştir, Onu estetik feylesoflarının anlamadığı bir düzeyde anlatır. Herşeyin güzel olduğunu ancak Kur’an anlatmıştır, batı felsefesi çirkin ve şeytanın güzelliğini ancak yirminci yüzyılda anlamış ve çirkinin fonksiyonel güzellik olduğunu anlatmıştır.
”Ahsene külli şeyin haleka, âyetinin bir sırrını izah eder. Şöyle ki:
Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var. Ezcümle:
Bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. Ve güz mevsiminin haşin tahribatı, hazin firak perdeleri arkasında, tecelliyât-ı celâliye-i Sübhâniyenin mazharı olan kış hâdiselerinin tazyikinden ve tâzibinden muhâfaza etmek için, nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin hayvancıkları vazife-i hayattan terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında nazenin, taze, güzel bir bahara yer ihzar etmektir. Fırtına, zelzele, veba gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok mânevî çiçeklerin inkişafı vardır. Tohumlar gibi neşvünemasız kalan birçok istidat çekirdekleri, zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sünbüllenip güzelleşir. Güya umum inkılâplar ve küllî tahavvüller birer mânevî yağmurdur.
Fakat insan hem zâhirperest, hem hodgâm olduğundan, zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına ait binlerdir. Meselâ, kudret-i fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki, serçe kuşunun istidadı, o taslitle inkişaf eder. Meselâ, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Hem insan, hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri hilâf-ı edep zanneder. Meselâ, alet-i tenasül-ü insan, insan nazarında bahsi hacâlet-âverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gayât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edeptir, hacâlet ona hiç temas etmez.
İşte, menba-ı edep olan Kur’ân-ı Hakîmin bazı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki, bize görünen çirkin mahlûkların ve hadiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitâbet-i kudsiyedir.
Fakat insan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan, zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına ait binlerdir. Meselâ, kudret-i fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zahirenrahmete uygun gelmez. Halbuki, serçe kuşunun istidadı, o taslitle inkişaf eder. Meselâ, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.
Hem insan, hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri hilâf-ı edep zanneder. Meselâ, alet-i tenasül-ü insan, insan nazarında bahsi hacâlet-âverdir. Fakat şu perde-i hacâlet, insana bakan yüzdedir. Yoksa, hilkate, san’ata ve gayât-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edeptir, hacâlet ona hiç temas etmez.
İşte, menba-ı edep olan Kur’ân-ı Hakîmin bazı tâbirâtı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasıl ki, bize görünen çirkin mahlûkların ve hadiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar; ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar; ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.
Felsefe fakültelerinde duvarlara kazınacak bu metin o günlerini bekleye dursun. Karı ve kışı kimse beğenmez ama alem için gerekliliğini anlatır Bediüzzaman, “kar”ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez.”
Kışı dirilmek için karın kefeni altına giren alemin yeniden dirilme sürecine benzetir Bediüzzaman. Beyaz kefen ile beyaz kar birbirini çağrıştırır. Karda hararetli gayeler ve şeker gibi tatlı neticeler vardır. Erzurum’da karı sağlık ve toprağın mayalanması olarak yorumlarlar. Toprağın belli bir limitindeki mikropları öldürür ve suyun derinlere nüfuzunu sağlar ve kışın rahminde baharı hazırlar kâinat. Toprak herşeyin ana rahmidir oraya konan herşey dışarıya misli misli ile çıkar.
Edebiyatımızda kışı en iyi anlatan şiir Cenap Şahabettin’in Elhan-ı Şita şiiridir. Kışın musikisi demektir. Çok güzel ve artistik bir şiirdir.
Yahya Kemal zorunlu Avrupa sürgününde çok vatan hasreti çeker, o aslında yeni rejim sahiplerinin kafasını aralarında görmek istemedikleri bir adamdır. Halide Edip, Mehmet Akif, Bediüzzaman, Yakup kadri gibi bir insandır. Eğer onlar yerlerini alsaydılar cumhuriyetin yanında yapı daha farklı olur bugünkü bunalımlar yaşanmazdı.
Bugün rejimin tökezlemesinin nedeni bu insanlara hala yapıda yer olmamasıdır. Yeni anayasa da inşallah anası ağlamayan bir anayasa olur. Onun bir yerlerinde Abdülkadir Geylani, Yunus, Bediüzzaman, Mevlana, Ahmet Yesevi , tasavvuf ve Kur’an ve ehadisi şerifeye hürriyet veren bir durum olmazsa yine tökezler , bizim oğlan bina okur döner döner yine okur. Ak Partinin kara tarafı kültür felsefesi yok, kültür felsefesini götürecek büyük adamlar yok. Cumhurbaşkanlığı ödüllerinde benim otuz eserim var, yine eski adamlar ilk başta. Necip Fazıl’la ilgili dünya çapında Avrupa’dan istenilen bir kitap yazdım, gönderdim. Bizimkiler ne anlasınlar, arkadaşlarım görmezlikten geldi, ödülü belirleyen adam biliyor o kitabı ama “ben o kitabı anlamadım ki“ diyor. Bu kıskançlık ve kadirbilmezlik, yalakaları çıkarır göklere, kartalları yere indirir. Sanat adamı yok, sanata çalışan yok bir iki üç dört yukarısı olmayan üdeba ve meşahir.
Yahya Kemal Varşova’da yazar, anlayana söylüyorum onun kadar İslam’ı ve Türk milletini mecz eden bir insan yoktur bizim kültürümüzde. Ama anlayana yoksa şimdi bir aklı evvel çıkar bu hükmü de eleştirir.
KAR MUSİKİLERİ
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu.
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.
Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı,
Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı.
Bir erganun âhengi yayılmakta derinden…
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta.
Birdenbire mes’udum işitmek hevesiyle
Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar Ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez’deyim artık!
Varşova 1927 (Kendi Gök Kubbemiz)
Şair İstanbul’dadır ve Tanburî Cemil beyi dinlemektedir. Ve körfezde yani İstanbul’dadır. Kışı ancak bu kültür öğeleri ile şenlenir ve bahar olur. Gariban Yahya Kemal bir kenara itilmiş ve hüznünün mezarına gömülmüş bütün büyük adamlar gibi .
Elhan-ı Şita’yı Cenap Şahabettin yazar. Avrupai bir şiirdir, ama klasik dünyamızın temalarını da taşır. Türk şiirinin en büyük dehasıdır bir yönden cenap.
Elhân-ı Şitâ
Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş
Eşini gaaib eyleyen bir kuş
Gibi kar
Geçen eyyâm-ı nevbahârı arar.
Ey kulûbun sürûd-ı şeydâsı,
Ey kebûterlerin neşideleri,
O baharın bu işte ferdâsı:
Kapladı bir derin sükûta yeri
Karlar
Ki hamûşane dembedem ağlar.
Ey uçarken düşüp ölen kelebek,
Bir beyaz rîşe-yî cenâh-ı melek
Gibi kar
Seni solgun hadîkalarda arar.
Sen açarken çiçekler üstünde
Ufacık bir çiçekli yelpâze,
Na’şın üstünde şimdi ey mürde,
Başladı parça parça pervâze
Karlar
Ki semâdan düşer düşer ağlar.
Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
Küçücük, sersefîd baykuşlar
Gibi kar
Sizi dallarda, lanelerde arar.
Gittiniz gittiniz siz ey mürgaan,
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar.
Yuvalarda yetim-i bî efgaan!
Son kalan mâi tüyleri kovalar
Karlar
Ki havada uçar uçar ağlar.
Destinde ey semâ-yı şitâ tude tudedir
Berk-î semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter…
Dök ey semâ, revân-ı tabiat gunûdedir.
Hâk-i siyâhın üstüne sâfi şükufeler!
Her şâhsar şimdi -ne yaprak ne bir çiçek! –
Bir tûde-yi zılâl ü siyeh_reng ü nâümid..
Ey dest-i âsumân-ı şita, durma durma çek
Her şâhsârın üstüne bir sürte-yî sefid
Göklerden emeller gibi rîzân oluyor kar,
Her sûda hayalim gibi pûyan oluyor kar,
Bir bâd-ı hamûşun per-i sâfında uyuklar
Tarzında durur bir aralık, sonra uçarlar
Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girizân
Gah uçmada tüyler gibi, gah olmada rîzân
Karla, bütün elhanı mezâmîr-i sükûtun ,
Karlar, bütün ezhârı riyâz_ı melekûtun.
Burada karların melekutun sırlarını taşıdığını söyler ünlü şair. Sükunetin mezamiridir. Yani varlık ötesinden sırlar taşır karların her bir parlak parçası bize göre yere düşen bir parça ama alemin büyük manalar okyanusunda ne manadadır onu ancak büyükler anlar.
Dök hâk-i siyah üstüne, ey dest-î semâ, dök;
Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök;
Ezhâr-ı baharın yerine berf-i sefidi,
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi.
Karlar ümidin sessizliğidir, baharın ümidi kardır, çünkü bahar kışın dolan tezgahlarını işletir. Tanpınar Kış bahçesi şiirinde kışın nasıl baharın rahmi olduğunu anlatır.
Kastamonur’un yeni çehresi güzel, Allah payidar eylesin.
- Çanakkale Şehitlerine - 18 Mart 2023
- 12 Mart Erzurum’un Düşman İşgalinden Kurtuluşu ve İstiklâl Marşı - 11 Mart 2023
- Mustafa Kavurmacı ile İlgili Bir Hatıra - 20 Kasım 2022
- Zafer Ayı Ağustos - 28 Ağustos 2022
- Kırkıncı Hoca, Hikmet Parıltıları - 22 Temmuz 2022
- Orhan Pamuk Maceram - 28 Ocak 2022
- Bir Yayıncıdan Rica - 3 Kasım 2021
- Resim ve Heykel Sanatı ve Denizli - 25 Ekim 2021
- Türkiye’nin Romanı Olarak Gün Doğmadan.. - 20 Ekim 2021
- Henri Troyat ve Lev Tolstoy Biyografisi - 9 Eylül 2021