Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Bediüzzaman'ın Talebeleri / Bediüzzaman'ın Yakın Talebeleri / Merhum Abdullah Yeğin ağabeyle yapılmış en geniş röportaj

Merhum Abdullah Yeğin ağabeyle yapılmış en geniş röportaj

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Merhum Abdullah Ağabeyle yapılan en büyük röportaj

Merhum Abdullah Yeğin ağabeyin, İman ve Kur’an hizmeti ile geçen bereketli ömrünü bir röportaja sıkıştırmak mümkün değil. Merhum Hasan Feyzi abi Tarihçe-i Hayat’ta geçen bir şiirinde şöyle söyler:      

“Kısa görüp denizleri damlalara çevirme,

Hakikatte her damlada gizli birer derya var.             

Öyle de Risale-i Nur hizmetlerinde derya misal Merhum Abdullah Yeğin ağabeyimizin Üstad’la geçen her dakikası bizim için sırlarla dolu birkaç yıl gibidir. İşte biz bu dakikaları açmaya, dilimizin döndüğü kadar size tanıtmaya çalışacağız.Merhum Abdullah Yeğin Ağabeyi bu röportaj için ikna etmek bizim için kolay olmadı. Çünkü saff-ı evvel ağabeylerimiz kendilerinin nazara verilmesinin yerine haklı olarak her zaman Risale-i Nurun nazara verilmesini istiyorlar. Fakat bizim de arzumuz, Üstadın talebeleri olmaları hasebiyle onları tanımak, canlı bir misal olarak onları tanıdıktan sonra gelecek nesillere de bu örnek şahsiyetleri tanıtmak gibi bir hakkımız var.

Bu hakkı bize tanıdığı için Abdullah Yeğin ağabeye teşekkür ediyoruz. Allah aziz ağabeyimizi Rahmet deryasına gark etsin. Onu üstadımızla birlikte Fahr-ı kainat efendimize komşu etsin. Amin. Bu röportajı Araştırmacı Gazeteci Yazar Mehmet Ali Bulut beyefendi ile birlikte yaptık. Bu vesile ile hem sayın Bulut’a hem de teknik desteğini bizden esirgemeyen Yapımcı-Yönetmen Abdulkadir Özsoy beyefendiye teşekkürü borç biliriz.                                                            

CUMHURİYET DEVRİNİ HATIRLIYORUM YENİ YAZI İLE OKUDUK

Muhterem abi nerede ve ne zaman dünyaya geldiniz?

Kastamonu vilayeti, Araç kazası, Gıyan köyünde doğdum. O köyde de şimdi kimse kalmamış, hep yol kenarına taşınmışlar, Gıyan köyü şimdi var. Gıyan köyünün nüfusuna kayıtlıydık. 6-7 yaşlarından beri ayrıldığımız için hatırımda kalan bu kadar.

Babam Kastamonu Muallim Mektebi mezunlarından, sonra İstiklal harbi gazilerinden, 8 sene yedek subay olarak -muallim olduktan sonra- harplere iştirak etmiş, askerlik yapmış. Daha evvel Süleyman Sırrı olarak yazarmış ismini. Sonradan Süleyman Sükuti demiş, sonra soyadı kanunu çıkınca da “Yeğin” soyadını almış. Yani, Süleyman Yeğin…

Babam ilkokul öğretmeniydi. Doğum tarihim Nüfus cüzdanımda 1340, yani miladi 1924 diye yazıyor. Babam “iki yaş küçük yazdırdım” demişti bu durumda 1922 ediyor. Askere geç gitmem için… Ağabeyim Mehmet Münip Yeğin, Erzurum’da profesördü vefat etti. Allah rahmet eylesin. Onu da iki yaş küçük yazdırmış. Eskiden nüfus memuru gelirmiş köylere bu sene “kim doğdu” diye geçen sene doğanları bu sene doğmuş gibi yazarmış. Her ne ise o bakımdan yaşımız 94 yani 1922’de doğmuşum.

Babanız askerliğini nerede yapmıştı?

Filistin’de harbe girmiş, Galiçya derdi, Çanakkale derdi, Romanya derdi böyle bazı memleketleri söylerdi, 8 yıl… Yaralanmış, kendisinden küçükken duyduklarım bunlar. Buvanlar köyü vardı bizim köye iki kilometre uzakta, o köyde babam muallimdi. O zaman küçüktük 6-7 yaşında idik, babamla okula giderdik. Köyün çocukları ile giderdik… Yürüyerek giderdik. Babam öğretmenlik yapardı. Fakat ben Cumhuriyet devrini hatırlıyorum yeni yazı ile okuduk.

ANNEM DİNDARDI, NAMAZINI KILARDI, HEP ALLAH’TAN BAHSEDERDİ

Eğitim öncesi hayatınızı çocukluğunuzu hatırlıyor musunuz?

Yok hatırlamıyorum. Mektepten evvel, başka bir kimseden ders almadım. Biz dört kardeştik, Selahattin en büyüğümüz, Hakkı küçüğü, Mehmet Münip onun küçüğü, ben en küçükleriydim. Ağabeylerimden babamdan ne öğrendiysem öyle başladık.

Annenizle ilgili anlatacaklarınız neler olabilir?

Annem bir köylü kızı, Gürme köyü diye bir köy var bizim köye yakın, babam oradan evlenmiş. Kız kardeşini de benim dayıma vermişler. Bize Çavuşoğulları derlermiş…

Peki neslinizin nereden geldiğine dair bir bilgi var mı?

Babam bir zaman söylemişti biz çok eskiden “Bağdat tarafından gelmişiz” derdi.

Annenizin üzerinizdeki etkisiyle ilgili olarak neler söyleyebilirsiniz.?

Annem dindardı, namazını kılardı, böyle hep Allah’tan bahsederdi. Annem okuryazar da değildi. Hiç okumamış bir köylü kadını idi. Yalnız bizim onlarla bir alakamız varmış ki babam onlarla tanışmış ve vermişler. Anamın babası, ismi Mehmet imiş vefat etmiş harpte mi bilemiyorum, küçük çocukluk hatıramda kalanlar bunlar.

BABAM KÖYÜN TÜM ÇOCUKLARINA EN TEHLİKELİ DEVİRDE KUR’AN ÖĞRETİRMİŞ

Abdullah Yeğin abi çocukluğunda nasıldı? Yaramaz mıydı, heyecanlı mıydı, uysal mıydı?

Ben çocukluğumda uysal bir insandım. Babamın yanında konuşamazdım, babam sertti. Kızdı mı bize tokat atardı. Ben babamın yanında 25 yaşıma gelinceye kadar serbest konuşamazdım.

Sokakta nasıldınız? Uysal mı, sakin mi? Yoksa afacan mı?

Yok, öyle bir yaramazlığımız yoktu.

İlkokulu yeni yazı (Latince) ile mi yoksa Osmanlıca mı okudunuz?

Yeni yazı ile okuduk. Buvanlar mektebine dört sene devam ettim, üç sınıf geçtim. O zaman ilkokul üç sene idi. Babamın yanında okudum. Babam -sonradan duydum- köyün tüm çocuklarına -en tehlikeli devir- Kur’an öğretirmiş. Yani namaz sürelerini “Elemtere”den aşağısını çocuklara ezberletirmiş.

Bir nöbetçi bırakırmış kapıya, yabancı biri gelirse haber versin diye. Böylece onun mezun ettiği “üç senelik” çocuklar kimisi imam oldu, kimisi eğitmen oldu, o zaman tabi mektepler az, millet fakir, harpten yeni çıkmış öyle bir devirde. Babamın ismi Süleyman’dı, annemin ismi de Ayşe.

Anne ve babanızla ilgili hatıralarınız var mı? Bizimle paylaşır mısınız?

Annemin babası erken vefat etmiş, harpte vefat etmiş. Anneannem tekrar kaynı ile evlenmiş. O da imamlık yapardı. Araç Merkez Camisinde Aziz Efendi derlerdi. Kız kardeşim olmadı.

EVDE BABAM İMAM OLURDU BİZLER DE AİLECE CEMAAT OLURDUK

Dini eğitiminizi ilk defa nasıl aldınız?

Din eğitimimi kendi çabalarımla öğrenerek aldım. Ağabeylerimden babamdan duyduklarımla öğrenmiştim. Kur’an-ı Kerim’i sonradan öğrendim. Kur’an’ın aleyhine hep yanlış şeyler işitirdik, “öğrenmek zordur, iki üç senede ancak öğrenilebilir” falan. Gözüm yoktu, korkmuştum, Kur’an öğrenmeye cesaret edemiyordum. Fakat daha sonraları babam bir zaman İstanbul’a gitmişti. Bilhassa Şemsettin Yeşil’in çıkardığı küçük el kitaplarından getirmişti, hadis kitapları, hadis mealleri gibi. Onları okumuştum. İlk bilgileri onlardan almıştım.

Küçüklüğümden beri hatırlıyorum evde babam imam olurdu ,bizler de ailece cemaat olurduk, birlikte namaz kılardık, mesela Ramazan’da teravihi yine cemaatle hep birlikte kılardık. Köyün imamı olmadığı zaman da köy camiinde babam Cuma namazı kıldırırdı. 40-50 kişi bulur kılardık. Okulda öğretmenler içerisinde dindarlardandı. Dindar olduğu için babamızdan öğrendik ne öğrendikse. Dini bilgiler verirdi, hocaları ziyaret ederdi. Bütün ahbapları ve konuştuğu kimseler dindar kimselerdi.

Çok konuşur muydu? Hitap eder miydi insanlara?

Camide falan bazen konuşurdu. Sükutiymiş zaten.

Sükutun bazen iyi olduğunu anlamış ki..

ARAÇ KAZASI MEKKE’NİN VAKFI OLARAK YAZILIDIR

Evet, yalnız bizim Araç Kazası Melik Gazi isimli bir zatın zamanında herhalde 1071 den sonradır. Rumlardan… Kastamonu ve havalisi alınmış. Araç kazası Mekke’nin vakfı olarak yazılıdır. Bütün gelirat tarlalardan şuradan buradan vesair ne gelirse Mekke’ye gönderilirmiş. Bizden birkaç sene evvel bir müftü vardı o eski dosyaları okumuş oradan öğrenmiş.

Araç’ın Mekke’nin vakfı oluşu çok garip. Tarihi bir bilgi öğrenmiş olduk.

Mesela orta Gürne, aşağı Gürne ismi vermişler, annemin köyüne orada da vakıf Gürne. O köyün de vakıf olduğunu söylerlerdi. İsmi Vakıf Gürne’ydi.

Kardeşleriniz hep okudular mı?

Bütün kardeşlerimi de babam okuttu. İlkokulu bitirmedi belki üç sene okudu. En büyük abim okumadı. Ondan sonrası da çok okumadı, askerde jandarmaydı. Hakkı ismindeki kardeşim askerden geldikten sonra ben orta ikinci sınıfta iken vefat etti.

Abi köyünüzün adı Gıyan, komşu köyün adı Gürne bunlar çok ilginç isimler, yani ben şeyin peşindeyim burası fethedildiğinde acaba buraya ekstra bir gurup mu getirildi?

İhtimal… Yalnız Melik Gazi türbesinde yazıyor buranın İslamlaşması için çalışmışlar. Bazı Müslümanları hicret ettirmişler sağdan soldan öyle anlaşılıyor. Buvanlar; dini lider, dini önderler demektir.

Nasıl? Kısaca anlatır mısınız?

İran’da Farsça dini lider demekmiş. Buvanlar dini anlatan imam demektir. Zerdüştler’de imam demektir. Ben onu bilmiyordum. 

Mahallede çoluk çocuklarla ne yapardınız?

Mahalle dediğiniz, köyümüz otuz haneydi. Çocuk azdı. Dışarı çıkıp oynarsakta çok kimse yoktu. Öyle hatırlıyorum. Kendi evimize bağlı insanlardık yani.

BEDİÜZZAMAN’I GÖRDÜĞÜM RÜYA VE İLK ZİYARET

Ortaokulu nerede okudunuz?

Babam beni okutmayacakmış, annemin ısrarıyla ilkokulu iki sene Araç’ta bitirdim. Okul Araç’taydı. Köylerde üç sınıf vardı. Üç ve dördü yine Araç’ta okudum. Ondan sonra babam beni anamın ısrarıyla Kastamonu’ya ortaokula, orta mektebe verdi. 1939 yılları zannediyorum. Liseyi de yine Kastamonu Lisesi diye şimdi Abdurrahman Paşa Lisesi diyorlar orada bitirdik. Bir sene yatılı okudum, ortaokul birde veya ikide iken Münip Yeğin abim liseyi bitirmişti. O da liseyi okumuştu, sanat mektebinde öğretmen yardımcılığı yapıyordu. Onunla ikimiz bir yer tuttuk. Habip Neccar Mahallesi diye bir mahalle. O mahallede ne olduysa ben orada Üstadı rüyada gördüm. Habibi Neccar Mahallesinde Hz. Pir’in türbesi var, Şaban-ı Veli’ye doğru giderken bir mahalle. Üstada da yakın.

Üstadın evi biraz Belediye tarafında kalıyor. Ben öyle birini hiç görmemiştim, beyaz sarıklı, sırtında siyah cübbe… Rüyamda bizim oturduğumuz evin kapısını çalıyor, ben aşağıya indim kapıyı açtım, kapıdan o zat girdi. Elini öptüm bana bir şeyler söyledi ne söyledi bilmiyorum. Sonra işte birkaç ay sonra ziyaret ettim nasip oldu sonradan baktım o zat Üstadmış.

Hangi dersi severdiniz?

Edebiyatı severdim. Hesaptan kitaptan pek hoşlanmazdım.

HALK BEDİÜZZAMAN’I BÖYLE TASVİR EDİYORDU

Okulda arkadaşlarınızla daha çok neler konuşurdunuz?

Dinden imandan konuşurduk. Babamızdan ne öğrendiysek, ağabeylerimizden yahut okuduğumuz şeylerden, Allah’ın varlığından birliğinden konuşurduk lisedeyken. Ortaokul ikinci sınıftayken, resmi var, Rıfat isminde o arkadaşla beraber bir sırada oturuyorduk aynı sırada teneffüste öğretmen gelmemişti konuşurken “Yav! Burada -halk söylüyor- bir Hoca efendi var herkesten görüşmüyor, hediye kabul etmiyor, sonra diyorlar ki herkesin kalbini okuyor böyle bir Hoca efendi var diyorlar. Ben merak ettim bu Hoca efendiyi görebilir miyim?” diye yanımdaki arkadaşa sordum. O da “O zat bizim komşumuzdur. Bir gün beraber ziyaret edebiliriz” dedi. 1939 senesi, orta birdeydim. Üstada beraber gittik.

Rüyanızda görmüştünüz, karşılaşırken ne hissettiniz?

İlk gittiğimde fark etmemiştim, sonradan farkına vardım rüyamdaki budur diye, birkaç sene sonra, resimlerini falan görüyorum ama irtibat kuramıyorum. Sonra fark ettim “Yahu!..” dedim. “Rüyada gördüğüm buydu…” sonradan kanaatim geldi.

BEN SENİ AĞABEYİM ABDULLAH VAR, ONUN YERİNE KABUL ETTİM

İlk ziyaretinizi anlatıyordunuz. Nasıl geçti?

İlk ziyaretim işte yanımdaki çocuk Rıfat ile beraber gittik -bu arkadaşım geçen sene vefat etti Allah rahmet etsin- “Ben” dedi “ara sıra ziyaretine gidiyorum. Çok iyi bir insandır.” Beraber gittik. Oturduğu ev karakolun karşısında, karakol da iki katlı, üst katından bakıldığı zaman, Üstadın evinde ne yaptığı görülüyor. Pencerelerde perde yok. Balkon pencerelerinde cam da yok. Ahşap, eski bir ev.

Kapıdan girince tahta merdivenlerden yukarıya ikinci kata çıktık. İki katlı bir evdi altı odunluk veya ahırdı, üst katta iki oda vardı. Merdivenden çıkıp sağa dönünce bir kapı vardı, kapıyı Rıfat çaldı, içeriden ses geldi. Üstad yalnızdı, kimse yoktu, sedir gibi bir yerde oturuyordu. Evde ne halı ne kilim vardı, bir döşeme yok tamamen tahtanın üzerinde, sadece oturduğu yerde sedirde bir şeyler vardı. Çok fakirane bir odada oturuyordu.

Neyse, biz kapıyı tıkladık, içeriden ses geldikten sonra içeri girdik, Rıfat’ı tanıyor. Komşusu olduğu için sonradan bunları söylüyorum o anda bir şey düşündüğümüz yok. Böyle bir zat var, başında sarık gibi bir şey, saçları uzun gibi, gözünde gözlük, elinde de kitap var. Rıfat’a sordu “bu kim?” dedi. Rıfat da “bu benim mektep arkadaşım” deyince… “Ha öyle mi?” dedi. Bana döndü “Gel” dedi. “İsmin ne senin” dedi. “Abdullah.” Ben “Abdullah” deyince, “şöyle yakına gelin” dedi. Sonra “ben seni ağabeyim Abdullah var onun yerine kabul ettim” dedi. Memnun oldu, “Maşallah” dedi. Bizimle konuşmaya başladı. Yanına yaklaştık dizüstü oturduk, bize verdiği dersin başlangıcında dediği, “Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.” Söylendiği tarzda yazıldı, tanzim edilmedi.

YENİ YAZI İLE VEYA HANGİ YAZIYLA BİLİRSENİZ O YAZI İLE YAZIN

Müsveddede yazıyor. Öyle bir yazıyla başlıyor, sonra bize “kabir var” diyor, “hiç kimse inkâr edemez.” 13. sözün ikinci makamını bize ders olarak anlattı. O zaman ilk ders fakat yine anlamıyoruz, yani ne demek istediğini anlıyoruz da her kelimesini anlayamıyoruz, anlamıyordum. Rıfat’la ben dinledik. Birinci ziyaretimizi böyle hatırlıyorum.

İkinci ziyaretimizde kiminle gittim onu da hatırlamıyorum, “sizin dersiniz mühimdi onu yazın” demişti. “Yazdık” dedim. Meğer o dönem Feyzi Efendi gelmiş ona hizmet ediyor. Söylediklerini yazıyor. Fakat o gün Feyzi Efendi yoktu. Feyzi efendi bir kısmını yazmış, ona verdiği dersi bize yazdırdı. “Yeni yazı ile veya hangi yazıyla bilirseniz o yazı ile yazın” dedi. Biz yeni yazıyla yazdık. On üçüncü Söz’ün ikinci makamından bir bölüm şöyle başlıyor:

Kabirin üç yolu var.”

“Birinci yol ehl-i İman için bu dünyadan daha güzel bir alemin kapısıdır.”

“İkinci yol, ahirete inanan ve iman eden bir kimsenin inandığı gibi hareket etmediği takdirde haps-i münferit kapısıdır.”

“Üçüncü yol, İdam-ı ebedidir. Hiç bir şeye inanmayan dinsiz olursa orda da öyle muamale görecek” diyor izah ediyor…  O derste… O dersi yazdığımı iyi biliyorum.

Feyzi Efendi söyledi biz yazdık. Lise sonrası gittiğimizde, Ayet-ül Kübra’dan, Küçük Sözlerden, Gençlik Rehberinden bazı bahisler Feyzi Efendiye tembih etmiş yazdırmıştı Üstad.

ÜSTAD KİMSEDEN DUYMADIĞIMIZ DERSLER VERDİ

Yanına kaç defa gittiğinizi biliyor musunuz?

Sayısını bilmiyorum. Fırsat buldukça giderdim. Hoşumuza gitmişti. Bizim tam istediğimiz bir şeydi, ahirete ait bilgiler veriyor, Allah’tan Peygamberden bahsediyor, kimse bize böyle ders vermemişti. Babam, okulda, şurada, burada veya camide konuşurken ondan da duymadığım, başka kimseden duymadığımız dersler verdi.

Kaç kişi yanına gidiyordunuz?

Hatırladığım bazı kimseler var, isimlerini de unuttum. Dağıldılar. Kimisi vefat etti. Suat isminde biri yarbay oldu. O şimdi vefat etmiş. Birisi tüccar oldu İstanbul’a gitti. Birisi Doktor Mustafa Ramazanoğlu’ydu, daha çok onunla giderdik. Safranbolulu onun babası da babamın arkadaşıymış o da öğretmendi. Onun babası da bir camide imamdı.

ÜSTADA SORDUĞUM SORU

Üstadı ilk ziyaretinizden önce, Bediüzzaman Said Nursi ismini veyahut Risale-i Nur Külliyatını hiç duymuş muydunuz?

Hiç duymamıştım. Halk “Hoca efendi” diyordu. “Hoca efendi var, Hoca efendi şöyle evliya” diyordu. Mesela bir sarhoş vardı. Deli Mümin derlerdi Üstada hayrandı. Üstadı bize öyle tanıtmışlardı; “Büyük adamdır, evliyadır” vesaire. Fakat biz öyle evliya ne demektir? Sonra “menfi” diyorlardı, menfi ne demek bilmiyorduk.

Kastamonu’da yanıma parlak birkaç genç geldiler” ifadesinde geçen geçlerden biri olarak Üstadı ziyaret ettiniz öyle mi?

Sonradan benden başka gençler de gitmiş o meselede ben yoktum. Ben 6. meseledeki soruyu sonradan lise ikide iken sormuştum.

O soruyu sorarken “muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyor” dediğinizde o günkü psikolojiniz nasıldı? Nasıl bir halet-i ruhiye içerisindeydiniz? O görüşmeyi bu gün düşündüğünüzde aklınıza ne geliyor?

Doğrusu o zaman niye sormuşum pek iyice bilmiyorum ama o zaman talebeler arasında hep böyle; ahiretin varlığı, Allah’ın varlığı, dinin hak olduğu, Kur’an-ı Kerim’in Kelamullah olduğu vesaire konular üzerine münakaşa ediyorduk, tartışıyorduk… Malum o zaman Hasan Ali Yücel Maarif Vekiliydi. (Milli Eğitim Bakanı) Onun zamanında Köy Enstitüleri açılmıştı, Köy Enstitülerinde kısa süreli eğitim ile çabucak muallimler yetişiyordu, köylere gönderiyorlardı. Bunların çoğu inançsız insanlardı. O nedenle, bazı öğretmenler, bazı talebeler, “ahireti kim görmüş” diyordu, “Allahın varlığı ispat edilemez” diyorlardı. Biz de Üstaddan aldığımız ders ile okuduklarımızla onlara cevap veriyorduk. Davamızı savunuyorduk. Onun için öyle sormak icap etmiş o zaman lise ikideyken.

Öğretmenler de inkâr ediyorlar mıydı? Fikirleri bozuk olabiliyor muydu?

Allah’tan bahseden yoktu. Sadece Allah’ı tanıyan dindar hocalar vardı. Ama hiç Allah’tan, Peygamberden bahsedemezlerdi. Zaten o zaman mekteplerde Allah’tan bahsetmek yasaktı. Mesela bizim resim hocamız vardı, yaşlı bir zat, çok sabırlı bir insandı. Bir talebeye kızdığı zaman “mahlûk” diye bağırırdı en kötü sözü oydu. Başka bir tarih hocası vardı peygamberimizi çok severdi ama İsa (AS)’ın aleyhinde konuşurdu. Ha bire İsa (AS)… Yani babası yok diye çok fena konuşurdu, aleyhinde konuşurdu. Cahilmiş demek.

Kur’anı okuyan İslamiyet’e iman eden bir insan İsa (AS)’ın aleyhinde konuşur mu?

Konuşuyor işte. Felsefe dersine girerdi bazen kızdığı zaman bütün dinleri inkâr ederdi. “İslamiyet tarikat şeklinde başlamış sonra umumileşmiş” derdi. “Mesela diyorlar Allah her şeye kadirdir. Olamaz böyle şey Allah her şeyi yapamaz” (hâşâ) diyordu.

Böyle yani öğretmenler karışıktı… O zamanın, o devrenin adamları için, “gericilik” kabul ediliyordu. Osmanlıların daima aleyhinde bulunurlardı, eski adamların aleyhinde bulunurlardı, “örümcek kafalı” derlerdi, genelde insanlar böyleydi. Dindar adam olarak bir kişi vardı, sadece o tarihçiyi görürdüm biraz dinine bağlıydı o da sadece Cuma namazına gelirdi.

BEDİÜZZAMAN YENİ YAZIYLA YAZMAMIZI İSTEDİ

Siz o dönemde Risale-i Nurları okuyorsunuz ve Üstadı ziyarete gidiyorsunuz. Okulda bunu herkes görüyor. Peki, bu durum bir sıkıntı vermiyor muydu? Size zorluk çıkaran olmuyor muydu?

Oluyordu ama biz oraya gidince kuvvet alıyorduk. Denizli hadisesi 1943’te meydana çıktı. 1943’te ben lise ikideydim. Mustafa Ramazanoğlu’yla mektep tatil oldu biz üçüncü sınıfa geçtik. “Birlikte gidelim Üstada” dedik. “Üstad” demiyoruz o zaman “Hoca Efendi” diyoruz. “Hoca Efendiyi ziyaret edelim”… Memlekete gideceğiz “Allah’a ısmarladık” diyelim.

Araç köyü Kastamonu’ya 50 kilometre… Mustafa Ramazanoğlu da Safranbolu’lu onun babası da babamın arkadaşıymış orası 100 kilometre…  İkimiz “Allahaısmarladık” demeye Üstadı ziyarete gittik. Gittik baktık Üstadın yanında birkaç kişi daha var. Oturmuşlar böyle halka olmuşlar, Üstad onlara nasihat ediyor konuşuyor, diyor ki, “ben gittiğim bir memlekette sekiz sene kalırım, şimdi sekiz sene yaklaştı ben buradan ya gideceğim, ya öleceğim. Siz ben gitsem de ölsem de, Risale-i Nurdan ayrılmayın, beraber olun Risale-i Nurdan ayrılmayın ve birbirinizden de ayrılmayın.” Sonra bir ara dedi ki “bir zaman gelecek her tarafta Risale-i Nurun talebeleri olacak. O zaman siz birbirinizden ve Risale-i Nurdan ayrılmayın, Risale-i Nur’u devamlı okuyun” dedi.

Bize yeni yazıyla yazmamızı istedi. O soruyu sorduğumda yanımda kim vardı bilmiyorum. Fakat sonra öğreniyorum ki, Mustafa Ramazanoğlu da varmış, Allah’ın varlığını nasıl ispat ederiz? Allah hakkında hiç kimse bir şey bahsetmiyor, muallimler Allah’tan bahsetmiyorlar. Üstad da diyor ki “siz okuduğunuz derslere dikkat edin, öğretmenleri değil dersleri dinleyin, dersleri iyi dinleyin” diyor. İşte o yazılı olan, zaten sonradan onları da defterimize yazdık.

BEDİÜZZAMANI MÜDAFAA EDERSE BİRİSİ “BEDİÜZZAMANCI” DERLERDİ

Sohbet olarak mı anlattı?

Şifahi olarak anlattı ilkin daha sonra bize anlattıklarını Feyzi Efendiye yazdırmış. Sonra bize de yazdırdı. Maşallah!.. Üstad hiç kimseye böyle devamlı konuşurken görmedim o zaman o konuşmasında bu tembihatı yapmıştı “bir zaman gelecek her tarafta Risale-i Nur’un talebeleri olacak” demişti. Şimdi o sözleri tahakkuk etti işte şimdi dünyada her tarafta Nur talebeleri var. “Siz o zaman birbirinizden ve Risale-i Nurdan ayrılmayın” demişti. Çok mühim tavsiyesiydi bu. “Sonra ben gideceğim” deyince, “ben buradan gideceğim ben sekiz seneden fazla kalmıyorum” deyince bazılarımız çok müteessir oldu bir daha göremeyeceğiz diye üzülmüştük. Sonra “merak etmeyin tekrar görüşeceğiz” dedi.

Hakikaten biz ayrıldıktan sonra tatil oldu, yaz geçti tekrar okul açıldı geri mektebe geldik, Üstad olduğu yerde duruyor. Gittiği filan yok. Fakat sonra bir gün lisenin bahçesinde teneffüsteydik, baktım Üstad fayton arabasından iniyor, etrafında jandarmalar, polisler var. Üstadı Hükümete (Vilayet binası) doğru götürüyorlar. Hükümete giden yol lisenin önünden, lise bahçesinin önünden geçiyor. Tam böyle, karşıdan gelirken Üstadı uzaktan gördük. Üstad yolda yaya yürüyor, başında sarık var, sırtında cübbe, polisler etrafta, Kastamonu da şapka inkılâbı yapılmış bir yer. Şapkayı ilkin orda giydirmişler, orda olduğu için Üstadın o kıyafeti hiç başka kimsede yok.

Hatta duyduğumuza göre, bir polis Üstadın kıyafetine karışıyor “orada bu kıyafetle, bu şalvarla, bu cübbeyle, bu sarıkla gezemezsin” diyor. Karakolda onu alıkoyuyorlar. Bir ay mı? İki ay mı? Ne kadar kaldı bilemiyorum, misafir kalıyordu. Gözaltında tutuyorlardı. Karakolun üst katında, üç ay kalıyor o zaman bir polis varmış komiser, ismi de Nuri. Üstadın kıyafetine karışmış, demiş “bu kıyafetle sen burada duramazsın, böyle gezemezsin, sen kıyafetini değiştir” demiş. Üstad çok müteessir olmuş, müteessir olunca adam hasta olmuş, -sonradan duyuyoruz bunları- hasta olmuş doktorlara gidiyor, doktorlar sende bir şey yok diyorlar, Ankara’ya gidiyor doktorlara Ilgaz dağını geçince baş ağrısı geçiyor, geri dönüyor baş ağrısı başlıyor. Ankara’da da gitmiş muayene olmuş “sende bir şey yok” demişler. Ama eve geldikten iki gün sonra ölüyor. Bu durum polisleri çok etkiledi.

O öldükten sonra Üstadın kılığına kıyafetine karışan yok. Üstadın yanında polisler Üstada hizmet ediyor. Üstadı getiriyor, istediği yere götürüyor böyle bir serbestlik olmuş ondan sonra. İşittiklerim yani.

Neyse o lise bahçesinde, çocuğun birisi, “Bediüzzaman’ı yakalamışlar” diye bağırdı. Üstadı gördü ya polislerin yanında öyle bağırmıştı onu hatırlıyorum. O zaman Nurculuk falan yoktu. “Bediüzzamancılar” derlerdi bize, Bediüzzamanı müdafaa ederse birisi bu “Bediüzzamancı” derlerdi.

Bir defasında “Bediüzzamancı, Bediüzzamancılar var içimizde” diye öğretmene şikâyet etmişti bir çocuk. Coğrafya hocasına şikâyet etmişti. Hoca sınıfa gelince sordu “kim onlar?” dedi. “Hocanın yanına gidenler.” El kaldırdık dört beş kişi, bunun üzerine bizi tehdit etti “ben gösteririm size” dedi. Kızdı bize “niye gidiyorsunuz yabancı bir adam o” diye ikaz etmek istedi kendince.

ÜSTAD BİZİ HEP KORURDU

Sonra Üstadı Hükumete götürmüşler, valiye çıkarılmış daha sonra da tevkif etmişler. Ankara’ya doğru Üstadı yolcu etmişler. Ziya isminde bir zat Üstadın yanına oturmuş otobüste giderken, kendini gizlemek için şapka giymiş, Üstad bakmış “sen Ziya mısın değil misin?” diye sormuş. Ziyayım demiş, polisler bunun da Nurcu olduğunu anlayınca, onu da Çankırı’da indirmişler, onun da ifadesini almışlar ve orada tevkif etmişler. Kastamonu’da hatırladıklarım bunlar.

Bu arada öğretmenler bizi disiplin kuruluna verdiler, kurulda 6 kişiye birden bir hafta okulu terk cezası, uzaklaştırma cezası verdiler. Bir hafta mektebe gidemedik, menettiler. Sonra biz Mustafa Ramazanoğlu’yla beraber bir ev tuttuk. Kastamonu Uzun sokakta, babamın bir arkadaşının eviydi. Orada kalıyoruz, Üstadı Denizli’ye götürmüşlerdi.

Üstad Denizli’ye gittikten sonra on beş gün süreyle evde yatamadık. Zelzele oluyordu. Bu mesele Risale-i Nur’da var, Üstad da bahsediyor. İşte diyor “ben gidiyorum, yarın biri gelecek gücünüz yetiyorsa onu çıkarın” demiş. O nedenle o gittikten sonra zelzele başladı.

Saat 10 oluyor zelzele başlıyor, bazen 12’de başlıyor. Bazı günler olmuyor ama korkudan yatamıyoruz… Yani her akşam zelzele olma ihtimali var. Onun için korkumuzdan evin bahçesine çadır kurduk ev sahibi ile beraber çadırda yatıyoruz on beş gün kadar. Kar yağmıştı, hava çok soğuk, öyle bir durumda zelzele de oluyor. Halk da bizim gibi, evde yatan yok, kimse içeride yatamıyor.

Böyle bir müddet geçti. Sıkıntı had safhada, halk arasında da şunlar konuşuluyor. “Hoca Efendiyi müteessir etmişler onun için zelzele oluyor.” Halk öyle konuşuyor.

1940 ile 1943 arasında da zaman zaman Üstadı görürdük. Hacı İbrahim Karadağ denen yere Üstadla beraber, çaycı Emin Efendi vesaire, ara sıra giderdik. Havalar iyi olduğu zaman… Çam kozalaklarını toplar çay yapardık. Feyzi Efendi çok güzel çay yapardı… Orda çay içerdik, ders dinlerdik, beraber namaz kılardık.

Bir gün şöyle bir şey oldu; ben, Feyzi Efendi, Üstad üçümüz gidiyoruz, giderken Feyzi Efendi dedi ki, şu ibriği al şu derenin aşağısında su var, doldur gel dedi. Ben gittim, aşağıya doğru indim baktım orada hastane var su mu yok. Döndüm geldim dedim “su filan bulamadım su yok orada derede” dedim. Meğer sürekli takip ediliyormuşuz. Onları yanıltmak için sanki su olan bir çeşmenin yanına gidiyoruz gibi görünmek için. “Bir çocuk bunun arkasında ne geziyor” demesinler diye, Üstad daha sonra, kaç sene sonra söyledi “seni yanılttık” dedi. Bu şekilde tedbirli idi, daima tedbirliydi. Ya yalnız giderdi, ya biz önden giderdik. Bu ve benzeri tedbirlerle yanındakileri korurdu. Devamlı kapalı bir evde kalırdı, ancak bazen pencereye otururdu pencereyi açardı sokağı seyrederdi.

ÜSTADIN YANINA GİDİYORUZ DİYE İKMALE BIRAKMIŞLARDI

Kastamonu’dan ne zaman ayrıldınız?

1945-46’da liseyi bitirdim, 47’de olgunluk imtihanına girdik. Böyle birkaç sene köyde kaldım, Üstad gittikten sonra biraz ayrı kaldık, Risale de okumuyorduk. Sadece “Feyzi Efendi gelmiş” dediler.  Feyzi Efendiyi ziyaret ettik.

Sonra 1944 senesinde, Denizli Mahkemesinden beraat etti, kitapların iadesine karar verildi. “Bütün kitaplar geri verilsin” diye karar verilmişti. Sonra temyize sevk ettiler,temyiz de beraatı tasdik etti. İşte o seneye kadar Üstaddan ayrı kaldık. Ne mektup, ne haber, yalnız Feyzi Efendi geldi onu ziyaret ettik. Ziyarete gitmeden önce ben o zaman köyde hasta olmuştum. Apandisit olmuştum.

Abim avcılığa meraklıydı, saçmalı bir tüfeği vardı, ben onu alıp kuşları, tavşan, keklik avlayacağım diye, namazı bırakmıştım. Fakat apandist hastası olunca babam beni Kastamonu’ya götürdü, doktora muayene ettirdi. Doktor “apandisit olmuş ameliyat etmek lazım” dedi. Onun üzerine bir müddet hastahanede yattım, ilaç falan kullanınca o ağrı geçmişti. Ama bırakmadılar “ağrın geçse de ameliyat olman lazım” dediler. Ağabeyim Ankara’da okuyordu, oraya gittim ve onun yanındaki bir doktor beni apandisitten ameliyat etti.

Üstad Kastamonu’dan sizden önce mi ayrıldı?

Evet, Üstad 1943’te ayrıldı. 1943’te ben lise ikideydim. İki-üç sene boş kaldım yani aynı sürede bitirdim, sınıfta kalmadım. Üstadın yanına gidiyoruz diye ikmale bırakmışlardı, ikinci sınıfta, tarihten ve bazı derslerden bırakmışlardı ama daha sonra geçtik.

ÜNİVERSİTE TALEBELERİNE RİSALE-İ NUR DAĞITIYORUZ

Yani Üstad’dan sonra bir boşluk mu oldu? Feyzi Efendi hapishaneden dönünce tekrar sohbete derslere başladınız mı?

Evet, o boşlukta ben biraz dersleri ve ibadetlerimi ihmal etmiştim, üstüne üstlük hasta da olunca Feyzi Efendiyi ziyarete gittiğimizde bana “sen tokat yemişsin” dedi. “Bak, apandistten ameliyat olman Allah’ın bir ikazıdır, bundan sonra dikkatli ol” dedi.

1947-48’de Ankara’ya gittim, üniversiteye, Hukuk Fakültesine kaydoldum. Olgunluk imtihanı vardı, o imtihanı verdi mi bir insan istediği üniversiteye girerdi. O zaman öyleydi. Ben o sınavı başarı ile verdikten sonra Hukuk Fakültesine kaydoldum. “Neden Hukuk Fakültesi” derseniz. Nedeni şuydu İslam Hukukunu öğrenecektik, İslamiyet’i öğreniriz diye kaydolmuştuk. Bin kişiden fazla birinci sınıfa kayıt yaptıran vardı. Yani o kadar çok talebe var. Daha sonra çoğu sınıfta kaldı, ben de sınıfta kaldım, ikmale bıraktılar beni, Roma Hukukunu okutturuyorlardı. Bütün kelimeleri ezberlettiriyorlardı. Ayrıca hukuki tabirleri öğreniyorduk. Latince Roma hukukunda “şu şöyledir bu böyledir” bir sürü kelime, velhasıl çok zor gelmişti. Sonra duydum ki Dil Tarih Coğrafya diye bir mektep var, orada Arapça öğretiyorlarmış, Şark Dilleri Enstitüsü varmış… Ben hukukta sınıfta kalınca çektim gittim Dil Tarihe kaydoldum. Dil Tarihte üçüncü sınıfa kadar okuduk, fakat bu arada boş durmuyoruz İnebolu’dan teksir edilmiş yeni yazı, kitap geliyor, Konya’dan kitap geliyor, Üstad kitap gönderiyor, Asay-ı Musa falan. Üniversite talebeleri arasında dağıtıyoruz.

ZÜBEYİR ABİ YÜKSEK ZİRAAT MÜHENDİSLİĞİNİN MESCİDİNDE BİR KONFERANS VERDİ

Demek ki, Üstad sizi boş bırakmıyordu sürekli irtibat sağlıyordu

Evet devamlı irtibat sağlıyordu. Gelen gidenlerden haber gönderiyordu, gelen giden olursa biz selam gönderiyoruz, kitap gönderiyor vesaire. 1949-50’ye kadar yani üniversitede hem okuduk hem de dindar talebelerle beraber fakültenin mescitlerinde Risale-i Nur dersi yapıyoruz. “Nurculuk” demiyoruz, “dini konular bahsi var diyoruz” çağırıyoruz. Bir gün Zübeyir abi geldi. Yüksek Ziraat Mühendisliğinin mescidinde bir konferans verdi. Zemin katta genişçe bir mescitti, konferansa mebuslardan, profesörlerden kimseler de gelmişti. Demokrat Parti zamanıydı o zaman 1950. Bir ders okudu Risale-i Nur’dan hazırlamış biz o zaman tanıdık Zübeyir ağabeyi.

Kim davet etmişti Zübeyir ağabeyi? Hatırlıyor musunuz?

Yok hatırlamıyorum. Ya Üstad göndermişti ya da kendisi gelmişti. Bu konferans yankı yapmıştı, duyulmuştu, herkes “Üniversite’de ders yapılıyor” diyordu. Biz Dikimevi’nde Hukuk Fakültesinin arkasında iki üç odalı bir yer tutup orada kalıyorduk. 7-8 kişi bir evde birlikte kalıyorduk.

ÜSTAD BİR GÜN BANA DEDİ Kİ

Dershane şeklinde mi?

Biz oraya dershane demiyoruz tedbir olsun diye. Soranlara “talebeyiz orada kalıyoruz” diyorduk. Ama geleni de kabul ediyoruz, orada sürekli Risale-i Nur okuyoruz, aslında dershane idi. Üstad bir gün dedi ki “senin iki sene Ankara’da durmanı, iki sene vazife yapmanı yirmi sene camide vaaz vermiş gibi kabul ediyorum.”

1943’ten kaç yılına kadar üstadı görmediniz?

1943 den sonra 1947’ye kadar Üstadı görmedik. Daha sonra ziyaretine gittik Emirdağ’ında zannediyorum.

Peki, siz üniversitedeyken Üstad’la muhavereyi nasıl sağlıyordunuz? Mektuplaşarak mı? Üstad’dan hiç mektup geldi mi?

Gelen giden oluyordu, o zaman Afyon Mahkemesi de devam ediyordu. O Mahkemeye giden oluyordu. Konya’dan gelenler oluyordu, Üstadın yanına ziyarete gidip gelenler oluyordu. Kastamonu’dan gelenler oluyordu. Oraya gidip gelenler bizi tanıyorlardı o nedenle gelince yanımıza geliyorlardı. Onlarla haberleşmeyi sağlıyorduk.

ELMA SANDIKLARI İÇERİSİNDE RİSALE-İ NUR GETİRİRLERDİ

Üstad’dan size o dönemde hiç mektup gelmedi mi?

Hatırlamıyorum, belki gelmiş olabilir. Çünkü on beş günde bir Üstad lahika mektubu yazıyordu ve o mektubu her tarafa gönderirdi. Orada, İnebolulu Nur talebeleri vardı. Fakazlılar.. Elma satarlardı, elma sandıkları içerisinde kitap getirirlerdi. Üstüne gazete koyarlardı, gizli kitap gelirdi bize, Ankara’ya…  Onlardan da haber alıyorduk. Devamlı muhabere ediyor gibiydik… Ne oluyor ne gidiyor haberimiz vardı.

YAHU RİSALE-İ NUR HİZMETİNDEN DAHA İYİ BİR HİZMET Mİ VAR?

Emirdağ’daki ziyaretiniz Üniversite döneminde miydi?

Evet, o zaman dördüncü sınıfa geçmiştik, diploma tezi, mezuniyet tezi vermişlerdi. Arapça okumuştuk, Arapçayı oldukça iyi öğrenmiştik. Farsça öğrenmiştik, Almancayı da öğrenmiştik, Almanca muafiyet imtihanını vermiştim mesela… Bir de felsefe tarihi dersi vardı dört ders okuyorduk. Derslerimiz bu gibi derslerdi.

Dördüncü sınıfa geçince mektep tatil olmuştu, biz devamlı Risale-i Nur okuyoruz… Bize öyle bir şey geldi, his geldi Tarih Coğrafya Fakültesi en çok kız talebe var, erkek talebe çok az. Sıkılıyoruz bir taraftan Risale okuyoruz ,bir taraftan kızlar arasında Almanca öğreniyoruz. Farsça, hepte kız talebe. Sıkılıyoruz o arada böyle bunalım içindeyiz adeta. Dedik “Yahu Risale-i Nur hizmetinden daha iyi bir hizmet mi var?” Mehmet isminde Konya’lı bir arkadaş daha var onunla ikimiz dedik “gidelim Üstadın yanına orada kalalım. Devamlı Üstada hizmet edelim. Bundan iyi hizmet mi olur?”

abdullah yeğin ile ilgili görsel sonucuRisale-i Nurdan gelen gidenlerden, Zübeyir abi’den öğrenmiştik. “En mühim hizmet iman hizmetidir” diye… Üstad’dan gelen mektuplar var, lahika mektupları var ve bundan aldığımız derse binaen böyle düşünüyoruz. Mektep tatil olunca gittik, Emirdağ’ına daha evvel de gittim zannediyorum, bir iki defa daha gitmiştim sanırım ama unutmuşum.

Neyse!.. Üstad dedi “benim yanıma gelenler benim şartlarıma uymaları lazımdır. Benim şartlarım var. Herkes benim yanımda kalamaz” dedi. Bekledik biz. “Bir şey istemiyoruz” dedik.  “Ne için benim yanımda kalacaksınız acaba? Benden hiçbir şey istemeyeceksiniz. Biz elini öperiz duasını alırız, ilminden istifade ederiz öyle bir şey yok. Sırf Allah rızası için hizmet ederseniz kalabilirsiniz” dedi. Yusuf Ziya vardı İstanbul’dan Felsefe bölümünü okurken bırakmış. Bir o vardı Üstadın yanına gelmiş, bir de ben gitmiştim, bir de Konyalı Mehmet. Konya’lı ikinci gün dayanamadı bıraktı gitti.

ÜSTAD BENİ URFA’YA GÖNDERDİ

Şartlar mı zor geldi?

Artık ne için gitti bilmiyorum. Biz Ziya Arun ile kalmaya başladık. Ziya Arun hastaydı biraz, bazı şeylere kafası çalışmıyordu neyse, felsefe bölümünde okumuş. O şekilde Ankara’da dört beş ay mı ne kaldık. Bir gün dedi “Urfa mühim bir yerdir, Urfa’ya mutlaka gitmek lazım, Urfa’da Risale-i Nura çalışırsınız” dedi. “Hanginiz gitmek istiyor” dedi. Ziya ile bana söylüyor, ikimize söylüyor. Biz dedik ki, “siz bilirsiniz, siz nasıl isterseniz.” Sonra Üstad bana işaret etti “sen git” dedi. Urfa’ya ne için gönderdi onu sonradan öğrendik.

Daha evvel orada Hulusi ağabey şube reisliği yapmış, bir cemaati var. Bütün Urfa’nın ileri gelen yaşlı hacıları, hocaları, Hulusi abiden ders dinlemişler. Fakat Hulusi abi dersi şöyle yapıyor, cebinden bir defter çıkarıyor okuyor “bu Üstadındır, Said Nursi’nindir” demiyor. Dersi Hulusi abi kendi yapıyor zannediyorlar. Yalnız çok yakınında kabul ettiği ihtiyarlara söylüyor. Bu “Said Nursi’nin sözleridir” diye… O şekilde bir cemaati var.

ÜSTAD BENİ ÇAY İSTASYONUNA KADAR ARABASIYLA GÖTÜRDÜ

Ondan sonra Ceylan Çalışkan Mehmet Çalışkan ağabeyin oğlu. Mehmet Çalışkan abi Ceylanı Üstadın emrine vermiş, “sen Üstadın emrinde çalışacaksın ona hizmet edeceksin” demiş. Ceylan’ı ne kadar sonra bilmiyorum ama Urfa’ya göndermiş Üstad. Ceylan Urfa’da birkaç ay kalmış fakat polisler şiddetle Ceylan’ı takip ediyorlar, Ceylan’dan şüphe ediyorlar, Urfa’lılar bunu görüyor, bakıyorlar ki polisler bununla çok alakadardır. “Bu ne için burada duruyor” diye takip ettikleri için tedirgin olmuşlar. Daha sonra Urfa’lılar kendi aralarında istişare ediyorlar ve Üstada haber göndermişler “Ceylan buradan gitsin burada bir hadise çıkacak mahkemelik oluruz iyi olmaz” diyorlar. “Risale-i Nur için iyi olmaz” ve onun üzerine Ceylan gidiyor. Üstadın yanına dönüyor. Ben de bunu Ankara’da duyuyorum.

Henüz bu olay olmadan önce biz Ankara’da dershanede Risale-i Nur okuyoruz, Asay-ı Musa okuyoruz. Ziya ile arada bir bunu da konuşuyoruz. “Gitsek Üstada hizmet etsek bizi de kabul etse” diyoruz… Zaman zaman da aklımdan şunlar geçiyor. “Üstad bizi de kabul etse, Ceylan gibi vakıf olsak, bizi de öyle Urfa gibi bir yere gönderse, falan…” hatırımdan da geçmişti aynen. “Hatırıma gelen başıma geldi” misali, bir dua olmuş, o niyetimi, duamı Cenab-ı Hak kabul etmiş demek ki, daha sonra Urfa’ya gittim. Beni Üstad Çay İstasyonuna kadar arabasıyla götürdü, Bolvadin’den geçtik Çay İstasyonuna Trene bindirdiler.

Azık verdi mi size?

75 kuruşluk peynir, bir de çeyrek ekmek “bu senin azığın” dedi. Ondan sonra Trene bindik gittik… Bir gün evvel Hüsnü Bayramoğlu gelmişti Emirdağ’ına, Üstadı ziyarete gelmiş, onu da babası vakfediyor; “Üstadın emrine git, Üstadın emrinde çalışırsın.” Ona da diyor ki sen de Urfa’ya git. Benden sonra Hüsnü de geldi Urfa’ya. Sonra dedi ki, “İslahiye’de Zübeyir var onu da görürsünüz.” Trene bindik, İslâhiye’de indik. Zübeyir abi postahanede telgrafçıydı onu ziyaret ettik. Oradan bizi tekrar trene Zübeyir abi bindirdi.

Gece kaldınız mı?

Bir gece kaldık. Urfa’ya gittik.

ÜSTAD NASIL YAŞIYORSA ZÜBEYİR ABİ DE ÖYLE YAŞIYORDU

Zübeyir abi ne yedirdi size?

İkinci defa Hüsnü ile gelişimizde yedirdi. Rıfat isminde bir gümrük memuru var orada akşam bizi yemeğe çağırdı, Zübeyir abi ile beraber yemeğe çağırdı, sade pilav yapmış, bir de ayran… Akşam yemeği. Zübeyir abi dışarıya çıktığında dedi ki, “kusura kalmayın kardeşim Zübeyir abi tek çeşit yemek yapacaksın ve bir kap yemek yapacaksın dedi. Onun için kusura kalmayın ben fazla yemek yapamadım” dedi. Sade pilav ve ayran… Dedik “zararı yok iyidir yeter.” Bunu ben birçok yerde anlattım. Zübeyir abi çok az yerdi. Çok iktisatçıydı. Yani Üstad nasıl yaşıyor aşağı yukarı öyle yaşıyordu.

MEZUN OLMAMIŞTIM, SON SINIFA GEÇTİM ÜSTAD URFA’YA GÖNDERDİ

Karar verdiniz vakıf olmaya. Okuldan mezun olmuş muydunuz?

Hayır, mezun olmamıştım. Son sınıfa geçtim Üstad Urfa’ya gönderdi.

Okulu terk ettiniz yani. Peki, o arada hiç babanızla görüştünüz mü?

Mektup yazıyorum babama.

Ne diyorsunuz mektupta babanıza okulu terk ettiğinizi yazdınız mı?

Yazıyorum… Her şeyi anlatıyordum. Üstadın yanına gittiğimi, sadece ders okuduğumuzu yazıyorum, ama o hiçbir şey demiyordu. Her ay 50 lira harçlık gönderiyordu. Babamın ahbabı kazanın müftüsü Seyyit Tosunoğlu diye biri var. Nur talebesi. Üstadı ziyaret etmiş biriydi. Babam itiraz etse hemen o susturuyor, devamlı bizim avukatlığımızı yapıyor, bizi savunuyor. Hem İnebolu’lular geliyor babamın ziyaretine, İnebolu’lular “oğlun çok iyi, hizmet ediyor bir sıkıntısı yok” gibi şeyler söyleyerek beni destekliyorlar. Babam çok sonra itiraz etmiş, ama benim yazdığım mektupları, müftüyle beraber okuyorlar Müftü “Yahu” diyormuş “ne istiyorsun böyle bir oğlun var iftihar etmelisin” diye ikna ediyormuş.

Bu arada evlenme teklifinde bulunuyor mu babanız?

Evet, babam değil de daha çok annem istiyor. Malum anneler ister. “Oğlan bu kadar okudu çalıştı, büyüdü, artık evlenmeyecek mi?” diye serzenişte bulunuyormuş. Ama neyse ki onu da susturanlar oluyormuş.

ÜSTAD GENÇ İKEN HÜRRİYETİ ANLATMAK İÇİN URFA’YI DA ZİYARET ETMİŞ

İslâhiye’den devam ediyoruz.

İslahiye’den devam ettik geldik Urfa’ya… Vahdettin Gayberi var. Vahdetti Gayberi Üstadı ziyaret etmiş, ıtriyat satıyor. Koku falan satıyor dükkânında… Tuzcu hanında dükkânı var. Doğru onun adresine gittik. Şimdi Akçakale’de trenden indik, Akçakale’de o zaman bir istasyon binası var, İstasyon binası yanına bir cip geldi, postacı Urfa’dan gelmiş, jipe bindik…

Ama Akçakale’den Urfa’ya yol yok, köy yollarından gidiyoruz. Toz duman içinde bir de yaz idi veya son bahar galiba neyse Urfa’ya vardık… Doğru Vahdet Gayberi’nin yanına. Vahdet Gayberi çok iyi karşıladı bizi, orada Emniyet Oteli diye bir otel var, güneş görmeyen bir oda tuttu, orada hava çok sıcak olur. Ucuz tarifeli kaç liraydı bilmiyorum. Oraya yerleştik. Orda dururken Muhittin isminde Ziraat Fakültesinden bir arkadaşımız vardı, dedi ki “bu otel size pahalı gelir buranın Müftüsü, Abdurrahman efendi çok iyi bir zattır gidelim ona, sizin Üstadın talebesi olduğunuzu söyleyelim. Müftü efendi size göl kenarında, camilerin odaları var oralardan size yer bulalım.”

Gittik… Hakikaten Müftü Efendi bizi çok iyi karşıladı, şefkatli bir adam, Üstad genç iken o hürriyet zamanı hürriyeti anlatmak için gezmiş vilayetleri, Urfa’yı da ziyaret etmiş, meşrutiyet hakkında konuşmalar yapmış o nedenle Üstadı biliyorlar, Müftü efendi babasıyla -çocukmuş o zaman- Üstadı ziyaret etmişler. Takip etmişler, konferansını dinlemişler… Velhasıl bize bir oda verdiler göl kenarında, otelde 15-20 gün geçirmiştik. Sonra Hüsnü de geldi. Hüsnü ile beraber oraya yerleştik.

Geçenlerde Urfa’ya gidişimizde o odada birlikte oturmuştuk hatıralarınızı orada da anlatmıştınız?

Evet. Hatıraları anlattığımız yer Üstadın kabrinin yanıydı. Ders okunan kenardaki yer en son kaldığımız yer daha evvel tuvaletlere yakın bir yer vardı oradan bir yer vermişti, sonradan oralara taşındık.

Ne yapıyordunuz orda?

Gelenlere Risale-i Nur okuyorduk, “yazarım ben bunu” diyenlere el yazması kitaplar vardı onlardan veriyorduk. Isparta’da yazılıyor Üstada geliyor, Üstad da bize postadan gönderiyordu. Biz bu kitapları ya parasıyla satıyorduk, kimisi 2,5 lira kimisi 1 lira, kimisi 5 lira, büyük kitap olursa 7,5 lira, hep el yazması kitaplar sonra sonra matbu kitaplar basılmaya başladı. 1950’den sonra velhasıl kitap veriyorduk bir de çocuklara yazı dersi veriyorduk, bir taraftan yazı yazıyorduk, boş kaldığımız zaman Risale-i Nur yazardık, o zaman matbaa falan yok yazan kitaba sahip çıkıyor, o çocuklarsa soruyorduk şimdi, çocuk ilk mektebe başlamış ikinci veya üçüncü sınıf, soruyorduk “sen Kur’an’ı hatmettin mi?” “Ettim “diyordu. Orada Kur’an’ı hatmetmeden ilkokula göndermezlermiş. Kur’an okumasını bildikleri için kolayca Kur’an yazısını öğreniyorlardı.

ÜSTAD “BEN DE GELECEĞİM” DİYE EŞYALARINI URFA’YA GÖNDERMİŞ

Urfa’da ilk hizmeti başlatmanız nasıl oldu?

Başlatmamız işte orada kuyumcu Mehmet Efendi ve Gayberi, Ceylan’ın en yakın arkadaşları onlara kitapları bırakmışlar, Üstad Mevlana Halit Hazretlerinin cübbesini, seyyar karyola, yatak vesaire, “ben de geleceğim” diye oraya göndermiş, onlarla beraber başlatmamız bu işte. Ders okuyoruz, toplanıyoruz derse gelen oluyorsa, dinliyorlar veya yazıyorlar, daha çok çocuk okutuyorduk.

Çocuklar çok fazla gelince dikkat çekmiş galiba?

Evet, çocuklar fazla gelince geldiler, baskın yaptılar, “siz gizli mektep açmışsınız” diye…

Geçiminizi nasıl temin ediyordunuz?

Babam harçlık gönderdiği gibi, Üstad kitap gönderiyordu… Sekizde birini bize veriyordu. Satılan kitapların sekizde birini. 25 kuruş her gün tayinat veriyordu. Hatta dershaneye devam eden çocuklara bile, beş kişi devam ediyorsa, beş kişilik 25 kuruş gönderirdi.

BEDİÜZZAMAN’IN ÖZELLİKLE URFA’YI TERCİH ETME NEDENİ

Zübeyir abi ne zaman Urfa’ya geldi?

Biz oraya gittikten kaç ay sonra geldi bilmiyorum. Tayinini oraya aldırmış, telgrafçıydı İslâhiye’de idi… Kaç ay sonra geldiğini hiç hatırlamıyorum.

Türkiye’de o zaman 67 vilayet var. Bediüzzaman’ın özellikle Urfa’ya göndermesinin, Urfa’yı tercih etmesinin sebebi ne olabilir?

Bir mektupta izahı var. Diyor ki Urfa hem Türkistan, hem Kürdistan, hem Arabistan’ın merkezi hükmündedir. Oraya Nurlar yerleşse üç memlekete de faydası var.

GAP Projesi… Harran Ovasının sulanması… Urfa’da havaalanı da yapılıyor, Japonya’dan bir uçak kalkıyor ta Urfa’ya kadar durmadan uçuyor. Amerika’dan kalkıyor uçak Urfa’ya kadar geliyor. Urfa’yı merkez yapıyorlar. Kocaman bir havaalanı yapılıyor/yapıldı.

O zamanlar çok takip var mıydı?

Takip vardı polisler ara sıra gelirlerdi.

Üstada birini gönderdiğiniz zaman ona ne tavsiye ediyordunuz? Nasıl bir yol izliyordunuz?

Herkes gideceği yolu biliyordu, bize sormuyordu ki. Yalnız Abdulkadir Badıllı “ben Üstadı ziyarete gideceğim” dedi, ona dedik “bir kitap yaz, Küçük Sözler’i yazdı onunla gönderdik. Şimdi Üstada sorsak “böyle böyle gelmek isteyen var” desek, “gelmesin” diyecek, “Risale-i Nur okusun” diyecek. O nedenle sormadan gitti, görüşmüş Üstad’la.

Abdulkadir Badıllı abiye bu konuyu sorduk. Üstadı görmek, ziyaret etmek istediğini size söylemiş, siz de bir kitap vermişsiniz “bunu yazıp gel” demişsiniz. O yazarken siz Üstada sormak niyeti ile bir mektup göndermişsiniz. “böyle bir zat var gelmek istiyor” diye. Abdulkadir Badıllı kitabı hızlı bir şekilde yazıp gelmiş, bu defa siz demişsiniz ki “biz mektup yazdık ama siz cevap gelmeden giderseniz iyi olur, çabuk gidin” deyip göndermişsiniz.

Unutmuşum ben.

POLİS HÜSNÜ KARDEŞE TOKAT ATINCA “YAŞASIN CEHENNEM” DEMİŞ

Üstad’la iletişimi nasıl sağlıyordunuz?

Mahkeme olurdu o nedenle gelen giden oluyordu, mesela Van’dan çıkıyorlardı Üstadı ziyarete gidiyorlardı, giderken Urfa’ya uğruyorlardı, bize misafir oluyorlardı. Takip ediyorlardı amma biz farkında değiliz, polisler sadece derslere mani olmak istediler, birkaç defa bizi böyle korkutup Urfa’dan kaçırmak istediler, baskın yaptılar sonra Müftünün verdiği odalardan çıkarmak istediler, biz direttik. Biz dedik “gitmeyiz.” Kalede boş virane yerler vardı. “Oraya gidelim orada kalalım” dedik, Ashabı Kehf gibi.

Sonra bir gün baskın yaptılar. Onun üzerine Müftü de “buradan çıkın” dedi. Müftü değişmişti o zaman, “çıkalım” dedik. Ben bir oda aramaya başladım, “bir han odası falan tutalım” dedik. Aramaya çıktım, polisler gelmiş. Üç-dört kişi vardı orada Hüsnü Bayram, Abdulbaki vardı almışlar götürmüşler karakola. Karakolda Hüsnü kardeşe bir tokat atmışlar, “yaşasın cehennem” demiş. “Siz çıkın oradan gidin” demişler “gitmiyoruz, biz gitmeyeceğiz biz Urfa’dayız” demiş. Bir iri tokat daha atmış Ahmet Kanat diye bir polis vardı, Hataylıydı. Bir daha tokat vurunca, Hüsnü Bayram “yaşasın cehennem” demiş.

Ben onları jipe binerken gördüm, “ben de bunlardanım” dedim… Ama bana karışmadılar sadece onları aldılar götürdüler, götürürken, “Sen sonra, senin sıran sonra gelecek” dediler. İbrahim İzgör diye bir kuyumcu vardı o da gitmiş karakola “bu talebelere bir daha dokunursanız, karakolu uçururum, billahi de bombalarım” demiş. Cesur bir şey, gayet Üstadı seven birisi, zengin de oldukça, öyle sinirli de birisi, sonra bizi çıkarmak istediler çıkaramadılar. Yani bizi böyle kaç sefer çıkmamız için sıkıştırdılar. Neyse oradan çıktık bir zaman Abdulkadirgilin bir evi vardı, tabakhanede, o evin bir odasını tamir ettirdi, yaptırdı Abdulkadir. Bir iki sene orada kaldık. Abdulkadirgilin evinde kaldık. Halasının, -bibi derlerdi, bibi ne demek, hala demek- yaşlı bir kadın, onun komşusu gibiydik.

EMNİYETE “BİSMİHİ SUBHANEHU”LU DİLEKÇE YAZILIR MI?

Zübeyir abi oradan ne zaman ayrıldı?

Biz Kadıoğlu Camiindeydik, yukarıdaydık o zaman, emniyet kitaplarımızı aldı vermiyor. O günlerde bir lahika mektubu gelmişti. O lahika mektubunda diyor ki, “Risale-i Nurun okunması sadaka-i makbuledir. Ne zaman Risale-i Nur okunursa, bela ve musibeti def eder. Ne zaman Risale-i Nura mani olurlarsa okunmasına vesaire mani olurlarsa musibet gelir. Zelzele, sel baskını gibi şeyler olur.” O mektup hoşumuza gitti. “Bunu yazalım emniyete, valiliğe, savcılığa verelim kitaplarımızı bir an evvel versinler” dedik.

Kitaplarımızı aldılar vermiyorlar. Mektupları Zübeyir abi daktilo ile yazdı, güzel daktilo yazardı. “Bismihu Subhanehu” ile başlıyordu, yazarken konuşuyoruz. “Bismihi Subhanehu yazalım mı? Yazalım. Suç mudur? Suç değil.” Yazdık. “Urfalı Nur talebelerinden Hüsnü Bayram, Abdullah Yeğin” diye imza attık. Gittik Emniyet Müdürüne, “Selamün aleyküm, Aleyküm selam.” “Niye geldiniz” dedi. Dedik “kitaplarımızı aldılar bize geri vermiyorlar, kitaplar serbesttir. Hiç bir mahkeme bunu yasak etmemiş, şimdiye kadar hep kitaplar iade ediliyor, bunun için istida (dilekçe) yazdık.”

EMNİYET MÜDÜRÜ “BEDİÜZZAMAN’DAN UZAKLAŞIN DEYİNCE” ZÜBEYİR ABİ ÇOK KIZDI

Aldı dilekçemizi okudu “Bismihi Subhanehu bu ne yav” dedi. “Sizin tahsiliniz ne?” dedi. Ben “Üniversite talebesiyim” dedim. O (Zübeyir Gündüzalp) dedi “ben telgraf memuruyum”, Hüsnü dedi “ben ortaokul mezunuyum,” bunun üzerine “istida böyle yazılmaz” dedi. “Bismillah yazılır mı? Besmele yazılmaz” dedi. “Peki, yazıldıysa suçu var mı? Biz suçumuza razıyız” dedik. Biraz okudu “sel felaketi olur, deprem olur” falan. “Siz bizleri tehdit ediyorsunuz” dedi.”Yok” dedik “tehdit etmiyoruz.” “Yahu, ben size bir şey tavsiye edeyim mi? En iyisi siz Bediüzzaman’a fazla yaklaşmayın. Çok tehlikeli adamdır” dedi.

Bunun üzerine Zübeyir abi, “Müdür Bey, sen ne diyorsun, biz Bediüzzaman’dan asla vazgeçmeyiz, bizi parça parça doğrasanız, biz Bediüzzaman’dan ayrılmayız” dedi. Canı sıkıldı, kızdı, çekti gitti.

Ondan sonra gittik Vali beye. “Vali Bey yok” dediler yardımcıları var. Gittik Vali beyin yardımcıları aldı dilekçeyi şöyle bir baktı “bu ne” dedi. Dedik “kitaplarımızı vermiyorlar size müracaat ediyoruz.” “Benimle alakası yok savcılığa verin” dedi. Onlar daha evvel konuşmuşlar zaten. Gittik savcılığa, birkaç tane savcı var bizi karşılarına aldılar, hep Risale-i Nur hakkında sual, “Risale-i Nur niye okuyorsunuz? Niye başka kitap okumuyorsunuz? Niye Urfa’da kalıyorsunuz?” Sual sual. Biz bildiğimiz kadar cevap verdik. Ondan sonra kitaplarımızı vermedikleri gibi bizi tevkif ettiler. Üçümüzü de tevkif ettiler.

BİZ İSTİŞARE EDERDİK HEPİMİZ KABUL ETTİK Mİ TAMAM, İTİRAZ YOK

 Kitapları kurtaracağız derken kendinizi de kaptırdınız öyle mi?

 Evet

 Kaç yılında olmuştu bu olay?

 Senesini tam olarak hatırlamıyorum ama 1955’ten evveldi.

1951-52 olabilir mi?

Evet olabilir. Çünkü 1952’de Üstad İstanbul’a geldi Gençlik Rehberi için. Biz oraya yetiştik. Hapisten çıktık oraya gittik.

Bu günün şartlarında bile bazı insanlar Emniyet Müdürlüğüne, Valiliğe derdini anlatamazken o zamanki şartlarda Emniyet Müdürüne valiye çıkmak için serden geçmek lazım değil mi?

Biz istişare ederdik hepimiz kabul ettik mi tamam, itiraz yok. Neyse!… İçeri aldılar, bazı gardiyanları tanıyorduk, hepsi bizi çok iyi karşıladılar, misafir ettiler. Macunlu Hoca diye bir hoca cinayet işlemiş, onun odası genişmiş onun odasına verdiler. Orada Macunlu Hocaya kitap verme imkânı doğdu, kitap verdik. Risale-i Nurlardan dolayı içerideyiz ama bir taraftan da kitapları celp edebiliyoruz. Dost gardiyanlar var, dışarıdan yemek getiriyorlar, bize itimat ettikleri için yemeklere bakmıyorlar. Beraberinde kitap da geliyor. Yani içeriye kitapları istediğimiz gibi alabiliyorduk. Velhasıl orada çok rahattık. Macunlu Hocanın iki-üç kişilik odasında kaldık.

Hapis arkadaşlar sık sık geliyorlar, gidiyorlar, “Nurculuk nedir? Sizi niye hapsettiler? Niye bu kitapları okuyorsunuz?” gibi sorular soruyorlar biz de onları ikna için devamlı ders yapıyoruz, Risale-i Nur okuyoruz. O ara Macunlu Hoca da derslerin tesirinde kaldı ve o da yazmaya başladı. Şualar’ı içeride el yazısıyla yazdı.

 BU TALEBELERE DOKUNURSANIZ EĞER, SİZİ MAHVEDERİZ

Böyle devam ederken savcılar haber almışlar “mahkûmlara ders yapıyoruz” diye. Bunun üzerine savcılar, gardiyanlara “bunları mahkûmlarla temas ettirmeyin, iki-üç kişi sığacak bir oda verin ve o odadan da çıkmasınlar, her zaman çıkamasınlar, izinle çıksınlar” demişler.

Küçük bir oda verdiler, alt katta, biz o odaya geçtik. Fakat hapishanede öyle mahkûmlar var birkaç adam öldürmüş, onlar hepsi öyle bizi seviyor ki, gardiyanlara demişler ki “bu talebelere dokunursanız eğer, sizi mahvederiz. Bizi biliyorsunuz, biz burada cinayet çıkarırız. Kapılarını kilitlemeyeceksiniz. Kilit koyun fakat kilitlemeyin” demişler. Kilit koydular ama açık, istediğimiz zaman girip çıkıyoruz. Bu şekilde her akşam bir koğuşa gidiyoruz ve ders yapıyoruz. Bu akşam filan yerde, diğer akşam diğer yerde hep davet ediyorlar, yani her akşam ders. Bu şekilde çok büyük hizmete vesile olmuştu.

MENDERES ISPARTA SAVCILIĞINDAN NURCULARLA İLGİLİ RAPOR İSTEMİŞ

Bir de onlar bizi mahkeme etmekten çekinmişler, 27 Mayıs’tan sonra Mahkeme etmekten çekindiler. Ankara’ya havale ettiler mahkememizi oraya gönderdiler. Hüseyin Üzmez, Malatya’da Ahmet Emin Yalman İslamiyet aleyhine bir yazı yazmış, bunun üzerine “onu öldüreceğim” diye… Hüseyin Üzmez Lise talebesiymiş Elazığ’da okuyormuş, her halde Hulusi abiye de devam ediyormuş… İşte o Ahmet Emin Yalman’a kurşun atmış, yaralamış. Bunun üzerine Halk Partili muhalifler yaygarayı basmışlar. “İrtica var irtica hortluyor” diye. “Menderes irticayı körüklüyor” falan diye.

Sonra Menderes -Allah rahmet eylesin- emir vermiş Isparta Savcılığına, “Nurcular bir cemiyet midir? değil midir? Araştırıp bir rapor yazıp vereceksiniz” diye talimat vermiş. “Nerede irticai faaliyetler varsa, bunların evrakı sana gelecek, sen hepsini okuyacak araştıracaksın rapor yapacaksın.” O nedenle bizim de evrakımızı istemişler, Urfa bizi başından defetmek için sadece evrakımızı değil de bizi de göndermiş.

JANDARMA BİZE KELEPÇE VURMADI

Isparta’ya gönderirken bir Rizeli jandarma onbaşı, bizi üç kişiye teslim ediyor. Biz de üç kişiyiz. Isparta’ya sevk ediyorlar. Yani savcıların gayesi bizi oradan kaçırtmaktı. Yani hapsedip oradan kaçırmak istiyorlardı. O yüzden evraklarımızla beraber bizi de gönderiyorlar. Urfa’dan ayrıldık. Antep’e geldik. Yola çıkarken jandarmalar birbirlerine diyorlar ki, “bunlar din yüzünden hapse girmişler bunlar cinayet işlemez bunlara biz kelepçe vurmayalım.” Kelepçe vurmadılar, bizi serbest Antep’e götürdüler. Antep’ten tren gidiyor Isparta’ya, Konya’dan geçiyor.

(Hüsrev Altınbaşak)

BURADA BİR DE HÜSREV ABİMİZ VAR

Antep’te “gece dörtte tren gelecek” dediler “siz şu otelde yatın, istirahat edin. Biz silahları bırakalım size. Dışarı gezmeye gideceğiz” dediler. Silahları başımıza astılar çekip dışarı gittiler. Dörtte geldiler bizi uyandırdılar. Yani biz istirahat ettik, sonra gittik trene bindik, Konya’ya da uğradı tren, Konya’da biraz durduk, Zübeyir abinin tanıdıkları geldiler orada istasyonda konuştular. Sonra tekrar yola çıktık ve öğleden evvel Isparta’ya vardık. Şimdi jandarmalar bu kadar müsait bizimle de dost oldular biz bunlara Risale-i Nuru anlatıyoruz, Zübeyir abi konuşuyor, jandarmalar dindar hepsi de, biz ne desek yapıyorlar. Isparta’ya varınca biz dedik “kaç gündür hapisiz, doğru düzgün yıkanamadık, müsaade edin bir banyoya gidip yıkanalım. Burada bir de Hüsrev abimiz var, Hüsrev abiyi de ziyaret edelim, biz sonra geliriz bu otelde buluşalım, ondan sonra siz bizi adliyeye götürürsünüz.” “Peki” dediler biz gittik Hüsrev abiyi ziyaret ettik, yıkandık, temizlendik, geldik.

JANDARMALARI BAŞIBOŞ BIRAKMAMAK LAZIM BUNLARA ZARAR GELİR

Bu kadar serbestiyete rağmen hiç kaçmayı düşünmediniz mi?

Yok. Ne yapabiliriz, hükümet emretmiş hem biz müspet hareket ediyoruz, hiç kanuna aykırı hareket olur mu? Hatta Hüsrev abi Zübeyir abiye demiş ki “Yahu!.. Bu jandarmaları başıboş bırakmamak lazım bunlara zarar gelir. Siz bir an evvel gidin adliyeye teslim olun.” O da jandarmaları düşünüyor.

Biz öğleden sonra ikindiye doğru gittik savcılığa. Savcı aldı evraklarımızı “ben sizin evraklarınızı istedim, sizi istemedim” dedi. “Sizi niye gönderdiler? Hem sizi niye hapsettiler? Ben kitapları biliyorum. Bunda suç yok. Deccal Mehdi gibi bölümleri çıkarın basın bunları herkes istifade etsin bunlardan. Suç yok, ben sizin tahliyenizi isteyeceğim” dedi.

Onun üzerine Telgraf çekti Urfa’ya “bunların suçu yoktur, bu kitaplar suç değildir. Bunları tahliye edin” diye. Fakat onlar gene de uzattılar. Bir ay mı ne uzattılar. Ramazana on beş gün kala savcı hapishaneye geldi, sormaya geliyor. Demiş ki “bunları ayrı bir yere verin.” Hapishane müdürü de Nurcuları sevmezmiş, “ayrı bir yer” deyince ağır suçlu birisinin yanına, tek başına hapis, yani hücre hapsi, lağımın geçtiği, gündüz devamlı elektriğin yandığı karanlık bir odaya veriyor. Orada onbeş gün yattık. Ama çıkınca “Yahu, burada insan on beş gün kalsa hasta olur oysa size hiçbir şey olmadı” dedi gardiyanlar.

BAŞIMIZDAN GEÇENLERİ BİR BİR ÜSTADA ANLATINCA…

Savcı gelmiş demiş “nerde bizim aydıncılar.” Onlar da “bir teğmen var komünistlikten dolayı ordudan kovulmuş, onun yanına verdik” demişler. Savcı da “ben size öyle yere verin demedim ayrı ama serbest iyi bir yere verin dedim” demiş.

Sonra Ramazan geldi, tam tevafuk oldu. Ramazanın birinde bizi ayrı bir odaya verdiler, içinde abdest alacak imkânı var, tuvaleti var, yani her şeyi var. Üçümüz orda serbest orucumuzu tuttuk, icabında herkesle ders yapabilecek imkânı buluyorduk, kitap veriyorduk, okuduklarında tekrar alıyoruz. Böyle güzel bir ortama kavuşmuştuk.

O ordudan atılan teğmen Allah hakkında şüphesi var, bize sual soruyor biz de anlatıyoruz. Daha sonra işitiyoruz ki, şöyle demiş meğer, “bunlar dindar, bunlar beni öldürürler.” O nedenle korkudan uyuyamıyormuş. Hulasa bir ay sonra telgraf geldi Urfa’dan bizi tahliye ettiler. Bayramda çıktık. Biz oradan tahliye olunca doğru Bursa’ya gittik Üstadı sorduk. Dediler “Üstadın Gençlik Rehberi davası var o nedenle İstanbul’a gitmiş.” Bunu öğrenince hiç durmadık biz de hemen İstanbul’a geldik. Üstadın yanına gittik ve bu yaşadıklarımızı bir bir anlattık. Üstad bunları duyunca sevindi memnun oldu tebrik etti.

ÜSTAD “BEN GİDECEĞİM SİZ DE URFA’YA GİDERSİNİZ” DEDİ

Bu durumda Üstad Hazretlerini kaç yıl sonra görmüş oldunuz?

Demek ki, üç sene sonra tekrar görüşme imkânı olmuştu. Urfa’da kalışımız üç sene olmamıştı zaten. Bizi oradan kaçırtmak için emniyet böyle şeyler yapıyordu. Kaçırtmak istiyorlardı. O nedenle taciz ediyorlardı. Velhasıl, Üstad baktı biz biraz sıkıntı çekmişiz o nedenle “madem gelmişsiniz kalın” dedi. 20 gün Üstadın yanında İstanbul’da Çarşamba’da kaldık. Sonra Üstad dedi “ben gideceğim siz de Urfa’ya gidersiniz.”

O yirmi gün zarfında ne yaptınız, tashih mi yapıyordunuz?

Daktiloyla bir şeyler yazıyorduk ama ne olduğunu hatırlamıyorum. Üstad bir şeyler yazdırıyordu daktiloyla. Sonra oradan gittik, Üstadımız da Eskişehir’e gitti. “Sizin, Urfa’ya yalnız gitmeniz doğru olmaz, yine birlikte gidin” dedi. Biz de hep birlikte doğru Urfa’ya vardık, üçümüz birlikte yine savcılığa gittik. “Niye geldiniz? Artık serbestsiniz” dediler. Biz de “tamam bizi bıraktınız biz serbestiz ama kitaplarımızı istemeye geldik” dedik. Onlar da “Kitapları ehli vukufa gönderdik ama daha gelmedi” dediler. Bizi bir bahane ile saldılar. Ondan sonra tembih etmişler müftülüğe “onları oradan çıkarın” demişler. Dergahta kaldığımız odadan çıkarılmamızı istemişler. Onun üzerine oradan çıktık ve bir müddet Abdulkadir’in (Badıllı) evinde kaldık. Bir müddet Tabakhanede kaldık. Sonra benim askerlik vaktim geldi, 1955 tarihinde askere gittim.

ZÜBEYİR ABİ ÜSTADIN “DUYDUM Kİ, ZÜBEYİR İSTİFA ETMİŞ” SÖZÜNÜ EMİR KABUL ETMİŞ

Tahliyeden sonra Zübeyir abi Urfa’dan ayrıldı değil mi?

Evet, O’nu vekâlet (Bakanlık) emrine aldılar. Ankara’ya tayin etiler. Onu gözaltında tutuyorlardı. Sonra Ankara’da iken Üstad ona “Duydum ki, Zübeyir istifa etmiş” demiş. O da bunu bir emir kabul ederek istifa edip Üstadın yanında hizmet etmeye başlamış. Biz de Hüsnü’yle, Abdulkadir de gelmişti.Urfa’da kalmaya devam ettik. Hüsnü ondan evvel miydi sonra mıydı askere gitti.

Askere Manisa’ya mı gittiniz?

Ben yoklama kaçağıydım, kaç sene öyle kaçak gezdim askere gitmiyordum. Üniversite talebesiyim diye. Şeyden -ismini hatırlayamadım- bir selam götürdüm Şube reisine, teğmendi, iyi bir arkadaştı. Selamün aleyküm, Aleyküm selam “filankesin size selamı var” dedim. Ondan sonra ben asker oldum. Götürdüğüm selam nedeniyle o teğmen dedi “ben seni Mahkemeye vermiyorum, ama işlemlerini yaptık, sen doğru yedek subay olmak için Ankara’ya gideceksin” dedi. Ve beni yedek subay okuluna gönderdiler.

ÜSTAD MEKTEPLERİ ÜÇ ŞEYDEN DOLAYI SEVMİYORDU

Son sınıfta ayrılmıştınız üniversiteyi ne zaman bitirdiniz?

Bitirmedim. Üstad “mektebe git bitir” demedi. Birisi Üstada şikâyet ediyor diyor ki, “bunlar üniversite talebesi”, benle Ziya beraber kalıyorduk. Ziya sonra İstanbul’a mı gitti yoksa başka bir yere mi gitti, doğrusu nereye gitti bilmiyorum. Ziya kalmıştı Üstadın yanında. “Bunlar Üniversite talebesi sizin yanınızda ne yapıyor. Mezun olsun bunlar bize lazım” demişler. Üstad da onlara “Bunlar Risale-i Nura çalışıyorlar ben gidin diyemem” demiş. Zaten Üstad mektepleri üç şeyden dolayı sevmiyordu; “Mektepte üç şey öğretiyorlar. Bir kendini beğenmek, iki tembellik, üç şüphecilik. Biriyle karşılaşınca bu adam nasıl bir adamdır araştırmayı öğretiyorlar. Bu üçünün de bizim mesleğimizde yeri yoktur” diyordu.

Yani tecessüs etmeyi öğretiyorlar öyle mi?

Yani evet. Tecrübe, tembellik, kendini beğenmek, kendine itimat etmek. Hatırımda kalmadı, çok şeyleri Üstad nasihat ile anlatırdı.

27 MAYIS İHTİLALİNDEN SONRA DEMOKRAT FİKİRLİ ASKERLERİ HEP ORDUDAN ATIYORLARDI

1955’de askere gittiniz ondan sonra ne oldu?

Yedek subay olduktan sonra Ankara’da kura çekmiştik bana Manisa Eğitim Tugayı çıkmıştı.

Askere gitmeden önce Üstada gittiniz mi? “Askere gidiyorum” diye görüşmeniz oldu mu?

Askere giderken Üstadın ziyaretine gittim. Üstad bir şey demedi. “Sen vazifeli gidiyorsun” dedi. Takım kumandanı olarak. Bir yüzbaşı vardı ağabeyimin arkadaşıymış, ağabeyim de yüzbaşıydı, veteriner yüzbaşısıydı, veteriner çıkmıştı abim.

Hangi ağabeyiniz?

Mehmet Münip Yeğin abim.

O sivil değil miydi?

Sivil değildi, sonradan onu 27 Mayıs’tan sonra demokrat fikirlidir diye binbaşı iken emekliye ayırdılar. Askeri veterinerdi. Askeri baytardı. Aynı zamanda rütbesi de binbaşı olmuştu. 27 Mayıs ihtilalinden sonra demokrat fikirli askerleri hep ordudan atıyorlardı. Abimi de binbaşı olduktan sonra askerlikten mecburen istifa ettirdiler.

O sonra gitti Üniversiteye müracaat etti kimyadan imtihana girdi ve başarı ile verdi asistan oldu tıp fakültesine. Oradan Almanya’ya gönderdiler, kimya doktoru oldu, ondan sonra Türkiye’ye geldi, Erzurum’dan istediler kendisini orda profesör yaptılar. Oranın rektörü milliyetçi bir adamdı Kemal Bıyıkoğlu diye onunla ikisi arkadaştı. Profesör oldu o şekilde hizmet etti, çok faydalı oldu Erzurum’da. İkisi sonra dekan oldu.

Siz Manisa’dayken o nerede yüzbaşı olmuştu?

Bilemiyorum… Edremit’te miydi? Yoksa Ankara’da mıydı? Tam takip edememiştim.

ASKERLER İÇERİSİNDE FAZLA KONUŞMA, SENİN LİSANI HALİN YETER

Manisa’da neler yaşadınız ilk nereye gittiniz?

Manisa’ya indim önce otelde kaldım daha sonra ev tuttum, evde kaldım. Ali Hoca (Katıöz) bilir. Neyse orada, evde her akşam -aşağı yukarı söylüyorum- ders var. Risale-i Nur dersi var. Hep geliyorlar ders okuyoruz. Anlatmıştım… Üstad giderken dedi ki, “sen oraya vazifeli gidiyorsun, sen askerler içerisinde fazla konuşma, senin lisan-ı halin yeter. Onların içinde namaz kılman yeter. Fazla konuşmaya lüzum yok” dedi. Hakikaten askerde de bize ders verdiriyorlar. Eğitim Tugayına acemiler geliyor onlara, havan dersi, makineli tüfek dersi, tabya dersi veriyorum ondan sonra fırsat bulsak dinden bahsediyoruz, imandan Allah’tan falan. Bir şey demediler o zaman fakat bir ay kaldı bitmesine ben izin aldım, Üstadın yanına gideceğim. İznimi son bir aya bırakmıştım.

Ondan önce Manisa da Muzaffer abiyle hizmetleriniz var biraz onlardan bahseder misiniz?

Ben oradayken İzmir’e gitmiştim Muzaffer Aslan’la orada tanıştık. Muzaffer Aslan’a dedik ki “sen gel Manisa’da imamlık yap, hem hizmet de edersin. Bir imam var yaşlı bir zat fahri imamlık yapıyor, ihtiyardır sen gençsin zaten o diyor ki, ‘ben maaşımı ona vereceğim o imamlık yapsın ben de emekli gibi devam edeyim.” Onun üzerine ona bir cami verdik Muzaffer Arslan hem orada ders yapıyordu hem imamlık yapıyordu. Ben de evde ders yapıyordum. Bazen buluşuyorduk.

Biz izne gidince orada postahanenin önünde istida yazan bir memur vardı. Mustafa isminde… O memur bir kart bastırmış, üzerine Üstad’dan birkaç vecize yazdırmış, bir hayır işi için para toplamaya çalışıyormuş. Nur talebeleriyle ilgili kendi imzasını atmış… Bunun üzerine bu şahsı sorguya çekmişler “Nur talebeleri ne demek? Sen kimsin, neysin?” O da -artık kim dediyse- “burada bir teğmen var Nurculuk yapıyor. Nurculuk propagandası yapıyor” demiş. Sıkışınca beni ihbar etmiş.

Ben oraya vardım… Daha önce izin dönüşü Üstada uğramıştım. Üstad “orayı masonlar karıştırmış ama bir şey olmaz merak etme” demişti. Ben gittim iki bavul da kitap aldım götürüyorum. Üstad o sırada Isparta’daydı. Kunduracı Hakkı Efendi diyorlar ehl-i tarik birisi, şeyhmiş. O herkese Risale-i Nur’u tavsiye ediyor. Risale-i Nuru okuyor.

İKİ BAVUL KİTAP ODADA AÇIKTA DURUYOR AMA “SANA İTİMADIMIZ VAR” DEYİP ARAMADILAR

Ben vardım kitapları onun dükkânına koymak istedim, korktu “olmaz” dedi. Şimdi arama yapacaklar seni soruyorlar, bir teğmen varmış burada ‘Nurculuk tarikatı yapıyormuş’ diyorlar” dedi. Onun üzerine hemen eve gittim, kiralık evim vardı bir odasında yatıyordum, diğer yatmadığım odaya, başka bir odaya koydum kitapları. İki bavul kitap… Gittim kışlaya. Kışlaya varır varmaz yarım saat sonra askeri İnzibat subayları geldi, başka polisler de geldiler, dediler “üzerini arayacağız.” Dedim “neden arayacaksınız?”, “sen de Kitap varmış” dediler. Aradılar üzerimde bir şey bulamadılar. “Evin var mı senin?” dediler. “Var” dedim. “O halde eve gideceğiz” dediler.

Jipe bindik eve giderken anlattım “arkadaşlar tarikat diye bir şey yok, sadece kitaptır bunlar Risale-i Nur’dur bunlar, Kur’an’ın tefsiridir. Bütün mahkemeler bunu iade etmiş, böyle bir tarikat falan yok sadece kitap okuyoruz” dedim. “Peki” dediler “bizim sana itimadımız var sen ne kadar kitap varsa getir “dediler. Gittim yattığım odada birkaç kitap vardı, onları aldım getirdim. O ara polisler geldiler oraya, iki bavul kitap öteki odada açıkta duruyor. Burada ne var dese girse hepsini görecek, ama “sana itimadımız var” deyip aramadılar. Verdiğim birkaç kitabı sadece aldılar.

NURCULUK SERBEST OLDU ONDAN SONRA

Oradan savcılığa gittik. Savcılığa vardık, savcı yardımcısı vardı sanırım. “Yahu sen askersin böyle şeylerle niye uğraşıyorsun” dedi. Ben de “Ben bir şey yapmıyorum, bu kitaplar serbest kitaplar, herkes okuyor bu kitapları ben okudum diye birkaç kişiye verdim diye beni savcılığa veriyorlar” dedim. “Peki, sen git şimdi seni serbest bırakıyoruz, biz sana sonra haber veririz, ya bu kitapları iade ederiz veya sizi mahkemeye veririz” dedi. “İyi” dedim. Ayrıldım geldim. Bir kaç gün sonra haber geldi “gel kitaplarını al, serbestsin” dediler.Nurculuk serbest oldu ondan sonra.

Üstad “masonlar biraz karıştırmış ama bir şey yapamayacaklar” demişti değil mi?

Evet, Üstad, “bir şey olmaz merak etme” demişti. Aynen oldu. Ondan sonra da zaten oradan terhis olduk.

ÜSTAD MEHDİ Mİ DEĞİL Mİ KEŞFEDECEKMİŞ

Terhis olmadan önce, birkaç konu daha var? Mesela Mehmet Zeyrek Hoca varmış orada. Sizin oraya gitmenizle bu hoca Nurları tanımış ve hizmete başlamış. Kimdir, biraz ondan bahseder misiniz?

Evet, Zeyrek Hoca oranın en âlimlerinden bir zattı Muzaffer Aslan’la münakaşa etmişler, Muzaffer Arslan demiş ki, “Üstad Mehdi’dir.” O da demiş “yok mehdi değil. Mehdinin şöyle şöyle işaretleri var” demiş. Ondan sonra kaç defa Üstadı ziyarete gitti. Bu zat âlim zat, Üstadın yüzündeki benlere bakacakmış, benler varmış. Onlara bakacakmış mehdi mi değil mi keşfedecekmiş. Ama Üstad bir kere olsun kabul etmemiş. Ona mektup yazmış “ben onu talebeliğe kabul ettim gitsin hizmet etsin” diye. O da bu mektup üzerine hemen Manisa’ya gelmiş kaldığı caminin bir büyük odasını dershane yapmış ve orada ders okumaya başlamışlar. Yani bir anlamda hizmetin inkişafına sebep olmuş. O olay cereyan ettiğinde ben Urfa’daydım. “Bayram beni Üstad’la görüştürmüyor” diye haber göndermişti.

BULUNTU HOCA SAF BİRİYDİ HALK PARTİLİLER ONU KANDIRIYORDU

Bir de Buluntu Hoca var Urfa’da, onunla da bir olay olmuş biraz da ondan bahseder misiniz?

Buluntu Hoca Urfa’da. Yaşlı bir zat, camilerde vazediyor. Bunun etrafına toplanmışlar, bizim muhaliflerimiz. Çoğu Halk Partililer, biraz da saf biri, ona ne derlerse inanıyor. Yani adamın bir kabahati yok. Ona, “sen en büyük âlimsin, senin iznin olmadan bunlar camide ders yapıyorlar, bunlar senden ders aldılar mı? Almadılar, bunlar bir Kürdün talebesi” gibi şeyler diyorlar. Onlar ne demişse bu hoca vaaz ederken bu söylediklerini anlatıyor. Aleyhimizde vazediyor, biz de o zaman -27 Mayıs’tan evvel- çok yerlerde camilerde ders yapıyorduk. Risale-i Nuru camide açıp okuyoruz. Hocalar hürmet ediyor, mikrofonu veriyor bize, bağıra bağıra Uhuvvet Risalesini okuyorduk. Böyle Urfa’da camilerde okuyorduk.

O ara nasıl olmuşsa Buluntu Hoca’nın, Üstadla bizim aleyhimize konuştuğunu Üstadımız duymuş. Hocaya selam göndermiş, bizden mi kimden bilemiyorum. Yaşlı bir zattı, mektup göndermesi yokta, selam gönderiyor sade, biz Salih Özcan’la -Salih Özcan Urfalıydı- Hocayı ziyarete gittik. Dedik ki “Hoca efendi, bizim size hürmetimiz var, biz ders yapıyoruz amma biz kitaptan okuyoruz, biz sizden de ders alacağız sizin ziyaretinize geleceğiz, biz sizin de talebeniziz” dedik. Onun üzerine “bundan sonra ben sizin aleyhinize konuşmam” dedi. “Bir daha konuşmam” dedi. Bir-iki gün geçti, yine adama ne dedilerse adamı kandırmışlar yine aleyhimize konuşmuş, yaşlı bir adamdı ne ettiğini bilmiyordu. Onun bir suçu yok. Onu öyle kandıranlar vardı.

ALEYHİMİZDE OLAN BİNBAŞI “SUÇU YOKMUŞ BUNUN” DEDİ

Üstad ona selam gönderiyordu öyle mi?

Evet, ona selam göndermişti, selamını söyledik kabul etti, memnun oldu hoca fakat sonradan yine kandırıldı.

Urfa’ya dönmeden önce Üstadı tekrar ziyaret ettiniz mi?

Evet, Üstad “orası yalnız olmaz burada çok kalma” dedi. Askerlik bitince tekrar Urfa’ya döndük. Gittim, Abdulkadir de vardı o zaman, o da dershanede, zaten onun evinde kalıyorduk.

Kaç ay askerlik yaptınız?

Bir buçuk sene… Yedek subaydan sonra bir sene de teğmenlik yaptık. Aleyhimizde olan binbaşı teşekkür ettiler memnun oldular bizden, “suçu yokmuş bunun” dediler. 1956’da Urfa’ya geri döndüm.

SANA BAŞIN SAĞ OLSUN DİYECEKLER” 

– Peki, ağabey askerden sonra Üstad’a uğradınız, Üstad “Urfayı boş bırakmamak lazım” mı dedi?

– O zaman ne oldu pek hatırlamıyorum, ama görüştüğümüz zaman derdi ki, “sana başın sağ olsun diyecekler.” Urfa’ya bizi ilk gönderirken dedi ki “ben de geleceğim, siz şimdi gidin ben sonra geleceğim.” Vefatına bir ay kala, bana bir telgraf geldi “Üstadın yanına gel” diye, Üstadın etrafında hizmetinde kaç kişi varsa hepsini tevkif etmişlerdi. Son zamanlarıydı.

Olay şöyle: “Üstad tarikatçılık mı yapıyor?” diye mektup yazanlar olmuş. Üstadın talebeleri de “Üstad tarikatçılık yapmıyor” diye onlara mektup yazmış, müdafaa etmişler. Ve o mektubu her tarafa göndermişler. O mektubu yazdıkları ve dağıttıkları için de onları tevkif etmişler. Üstad yalnız kaldı diye bana telgraf gelmişti. “gel” diye… Gitmiştim zaten sadece bir gece kaldım. Üstad dedi “Urfa yalnız olmaz git” dedi, tekrar Urfa’ya döndüm. Abdulkadir ile biz de o mektubu aynen Urfa’da daha önce neşretmiştik. Teksir makinesiyle çoğaltıp her kese göndermiştik tabi adresler vardı. Neyse ben vardım Urfa’ya, beni de Abdulkadir ile beraber tevkif ettiler. O mektup ne zaman beraat etti, serbest oldu ise bizi de o zaman serbest bıraktılar. Yani Ankara’dakiler serbest olunca bizi de serbest bıraktılar.

Bizi oradan çıkardılar ya, Müftünün verdiği yerden. Üstad o zaman demişti ki “Urfa Valisi demokratsa benden selam edin” demişti. Adını unuttum Valinin. “Babo” diyorlardı Urfalılar. Bu daha çok babacan bir insandı, mesela Alevileri korurdu. Urfa’yı harekete getirdi. Hakikaten hizmet ediyordu.

URFA MÜFTÜSÜ “YAHU SİZİN ŞEYHİNİZ ÇOK YAMAN BİR ADAM” 

Ben gittim o valiyi görmek istedim, at yarışlarına gitmiş, yanında koruması var yanına yaklaştırmıyor. Sonra ben Vali beye bir mektup yazdım, Üstadımız Vali demokratsa, halk Partili değilse size selam gönderdi. Sonra beni çağırdı vali, sen dedi ne istiyorsun? Ben dedim Müftü efendinin verdiği bir oda vardı, o odada serbest çalışıyorduk o odadan ayırdılar biz tekrar o odamıza dönmek istiyoruz.” “Peki” dedi “ya bu gençler çalışsın ya” Binbaşıyı çağırdı Binbaşı kalem kâğıt getirdi. Müftü Efendiye eski yazı bir yazı yazdı, Müftü Efendi de o zaman neymiş ya nahiye Müdürüymüş, Nahiye Müdürlüğünden Müftü olmuş, eskiden ilim okumuş, mollalardan. Âlim bir zat, fakat bizi sevmezdi. Eski müftü değişmiş vefat mı etmiş ne olmuş, yeni müftü o geçmiş o da bizi sevmezdi, ona biz giderdik hiç bize yüz vermezdi, sonra ona Valinin mektubunu getirince, şöyle bir baktı “ha işte böyle olacak ya” dedi. Üstadın bir selamıyla hemen bize oradan tekrar yer verdi. “Yahu” dedi “sizin Şeyhiniz çok yaman bir adam” dedi. Biz dedik “şeyh değil hocadır.”

“Sen” dedi “ne zaman başladın bu işe” ben dedim “liseyi bitirdikten sonra, din adamı olmak istiyordum, Risale-i Nur’u okudum, şöyle iyi, böyle iyi derken, ben şimdi Risale-i Nur’a çalışıyorum.” dedim. “Sen nerelisin?” dedi, “Kastamonuluyum” dedim. “Yok ya sen Kastamonulu musun?” dedi. “Evet” dedim. “o zaman yeter” dedi, ben seni şarklı falan sanıyordum”… Vanlıyım sanıyormuş, doğudan Kürtçülük yaptığımızı sanıyormuş. Velhasıl o valiyle de iyi olduk sonradan. Adam tekrar yerimizi verdi bize.

Askerlikten sonra, Urfa’ya döndükten sonra Üstadla görüşmeniz oldu mu?

Üstadın vefatına bir ay kala, ne için gittim? Bu telgraf için mi? Ne içinse şimdi unutmuşum. O zaman görüştüm. Gittiğimde dedim ki “siz her yere gidiyorsunuz, İstanbul’a Konya’ya vesaireye, Ankara’ya gidiyorsunuz, Urfa’ya da söz verdiniz, geleceğim dediniz, şimdi gelmeyecek misiniz?” , “Urfalılar sizi bekliyor” dedim. Benim bu isteğim üzerine “orada Risale-i Nur yok mu?” dedi. “Var” dedim. “Risale-i Nur’un olduğu yerde bana ihtiyaç yoktur.” dedi. Beni gönderdi.

“SEN ZATEN BÜTÜN NURCULARIN ABİSİSİN” 

– Abi size “başınız sağ olsun diyecekler” dediğini söylemiştiniz. Bu sözü ne zaman söyledi? 

– Daha evvel demişti.

– Bir ziyaretiniz sırasında “sen Nurcuların abisi olacaksın” demiş diye bir ifade kullandığını biliyoruz. Bunun aslı nedir? Ne zaman nasıl söyledi? 

– Son ziyaretine gittiğimde dedim ki “Diyarbakır’da Mehmet Kayalar var, o çok iyi hizmet ediyor, dershane açmış, ben onun ziyaretine gideceğim bir gece olsun ziyaretine müsaade eder misiniz?” dedim. “Yok dedi lüzum yok” Dedim “Hüsrev abiyi ziyaret edeyim” “Yok dedi sen bir şey soracaksan işte Zübeyir’e sor, “sen” dedi “zaten bütün Nurcuların abisisin” Allaah!… bir iltifat etti. Bu konuşmamızı takside giderken yaşadık.

– Yanınızda başka kimse var mıydı? 

– Zübeyir abi de vardı, bir de Mehmet Çalışkan veya Ceylan olabilir. İyice bilemiyorum. Yani daha evvelde bir konuşmamızda -nerede konuştuk bilemiyorum- “Sen” dedi “birinci derece talebem değilsin, ikinci derece talebem değilsin, üçüncü derece talebemsin” dedi. Mesela Hüsrev abi olsun, Hafız Ali olsun, Refet abi olsun, Hulusi abi olsun onlar ilk talebeler. Siz bana ilkin dediniz ki “Üstadın ilk talebelerisiniz” dediniz, “saff-ı evvel” ben saff-ı evvel olamıyorum ki, çünkü biz çok sonradan geldik.

ÜSTAD BİZE YEMİN ETTİRDİ: “BİZİ PARÇA PARÇA ETSELER RİSALE-İ NUR’DAN AYRILMAYACAĞIZ” 

– Doğru…

– Onlar hizmetlerini yaptılar herşey aşikâr oldu, bin kalem sav köyünde, bin kalem Risale-i Nur’u yazıyordu. Kim yazdırıyordu? Hüsrev abi yazdırıyordu, Hafız Ali Efendi yazdırıyordu. Mesela Hulusi abi Üstad’ın her zaman hizmetindeydi, ama askerlik vazifesini de yapıyordu, onun için Üstad böyle iltifat ederdi. Bizi şevke getirmek için, böyle çoklarına demiştir. “Sen benim evladımsın, hem vekilimsin, varisimsin” böyle çoklarına demiştir. Bize yemin de ettirmişti. İstanbul’da bir ara bulunduk ya, Muhsin Alev vardı şimdi Almanya’da. Ondan başka Hüsnü vardı, ben vardım, Ziya vardı. Bize Kur’an-ı Kerim’e el bastırarak yemin ettirdi, “Risale-i Nur’dan sizi parça parça etseler ayrılmayacağınıza…”

– O isimleri bir daha sayar mısınız? Zübeyir abi de var mıydı?

– Yoktu Zübeyir abi… Beni takside yolcu ederken, Çay İstasyonuna, Trene götürürken söylemişti. Veyahut Bolvadin’e beraber giderken bu yemini ettirmişti. Kaç defa gittik.

O zaman İstanbul’da değil Emirdağ’ında oldu bu hadise…

– Başka kimler vardı bu yeminde? 

– Yok, yok yemin yaptırdığında İstanbul’daydı, Hüsnü bir, Yusuf Ziya iki, Muhsin Alev üç, Ahmet Aytimur dört, ben beş.

Beş kişiye yemin ettirdi. “Sizi parça parça doğrasalar Risale-i Nur’dan ayrılmayacağınıza söz verin” diye, Yusuf Ziya demiş ki, öyle bir münakaşa oldu, İnşallah, “İnşallah desek olmaz mı?” “Burada İnşallah olmaz” dedi. Üstad… “Söz vereceksin” Kesin söz istiyordu bizden.


– Garip bir şey!

– Her neyse Allah kusurumuzu affetsin, bizi Üstad’a talebe kabul etsin.

YENİ YAZIYLA YAZILAN KİTAPLARDA ABDULLAH’IN HİSSESİ VAR” 

– Abi sizin neşrolunan Risalelerde hissenizin olduğunu söylemiştiniz. O ne anlama geliyor? 

– O Sungur Ağabeyin sözü, diyor ki yeni yazıyı siz ilkin yazdığınız için, yoksa yeni yazıya müsaade etmezdi Üstad. Kastamonu’da biz ilk yeni yazı ile yazdık, “Gençlerin hatırı için ben yeni yazıya müsaade ettim” demişti Üstad. “Ecnebi, gayr-ı müslimler de bu risalelerden istifade etsinler diye yeni yazıya müsaade ettim” Bunda Sungur abinin dediğine göre, “Abdullah’ın hep hissesi var” demiş. “O vesile olduğu için” demiş. “Ben onun hatırı için yazdırdım” demiş. Yeni yazı için. Yani öyle ben bazı şeyleri söylüyorum ama ben tam bilmiyorum unutmuşum.

AYASOFYA CAMİ OLUNCA NURCULAR ADINA GAZETE ÇIKARILABİLİR 

– Gazete ile ilgili de bir hatıranız var. Biraz da ondan bahseder misiniz? 

– Evet, gazete ile ilgili olay şöyle; yine biz İstanbul’da iken oldu bu iş. Salih Özcan mektup yazıyor Üstadımıza diyor ki, “Biz Nurcular namına bir gazete çıkarmak istiyoruz, müsaade istiyoruz sizden.” Üstadımız mektubu alınca cevabi bir mektup yazdırdı. Mektupta neler yazdı tam bilmiyorum, yalınız mektubun hulasasını biliyorum. “Bizim şimdi gazetemiz olmaz, ne zaman Ayasofya cami haline gelirse, yani Türkiye ne zaman Ayasofya’yı cami haline getirirse, o zaman gazete de çıkabilir. Bazı milletvekillerin veya vekillerin himayesi altında bizim bir gazetemiz olabilir, çünkü bu zamanda muhalif olsak hizmete zarar gelir, biz gazete çıkarırsak mutlaka siyasete gireceğiz, siyasetin dili gazetedir, siyasete gireceğimiz için, muhalif olsak hizmete zarar gelir, muvafık olsak ihlâsa zarardır. Ne zaman Ayasofya Cami haline gelir o zaman bizim gazetemiz olabilir. Vekillerin vesairenin himayesi altında olmalı” demişti. Yani öyle dediğini biliyorum. Salih Özcan bilir, Salih Özcan bunu daha iyi bilir ona yazıldı çünkü.


– Üstadın şartı olmadan Yeni Asya çıktı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

– Bunu Zübeyir abi sadece Mehmet Kutlulara salahiyet vermiş, demiş ki “sadece sen alakadar olacaksın gazete ile, gazeteyi Nurcuların çıkardığını kimse bilmeyecek, eğer bilirse gazete kapatılacak. Bu şartla gazetenin başında kalabilirsin.” Zübeyir abi ona öyle demiş. Maalesef siyasete de karışıyor.

Üstadın şöyle bir sözü var, bana söylemişti. “Kimde Risale-i Nura bir muhabbet hâsıl olsa, o istihdam altındadır.” Yani Risale-i Nur’u seven herkes Allah’ın rızası yolunda Risale-i Nur’a hizmet eder, ben böyle düşünüyorum. Onun için ayrı ayrı çalışmalara, ayrı ayrı dershanelere, ayrı ayrı baskılara Üstad demek ki razıdır, bu şekilde bütün dünyaya yayılıyor, ihtilaf gibi oluyor fakat iş bölümü oluyor, herkes bir işi üzerine alıyor her yere dağılıyor. Benden darılan sana gidiyor, senden darılan ona gidiyor bu şekilde oluyor.

Program Risale-i Nur. Bak hutbe-i Şamiye’nin zeylinde ne diyor. “Mesleklerde ve meşreplerde ittihat olmadığı gibi caiz de değildir.” Gaye bir ise hepsi bir demektir. Hepsinin gayesi İslamiyet’e hizmet etmek mi? Risale-i Nur’a hizmet mi? Hizmet… Yani gayesi bir ise hepsi bir demektir.

– Abi bir şey söylediniz de Zübeyir ağabeyin Mehmet Kutlular’a sen bu gazetenin başında durman şartıyla salahiyet vermiş diyorsunuz. Başka ne gibi şartlar söylemiş? 

– Beş altı şart koşmuş ama ben o şartları bilmiyorum.

– On sekiz maddeden söz ediliyor. Yani siz bu olayı bilmiyor musunuz? 

– O zaman ben yoktum, ya Urfa’daydım ya da başka bir yerdeydim. Ya Adana’daydım.

– Peki, bu meseleyi hiç Zübeyir abi ile konuşmadınız mı? 

– Onu konuşacak vakit olmadı. Ben Adana’da hapsedildim, tevkif edildim Zübeyir abi vafet etti. 71 de vefat etti. 1 Nisan’dı zannediyorum.

– Ayasofya açılacağına dair her hangi bir şey söyledi mi? Bunun zamanlamasıyla ilgi, İttihadı İslam’ı sağlamak için Ayasofya’nın açılması gerekir gibi. Ayasofya’nın açılmasına çok ehemmiyet veriyordu. Onunla ilgili bir işareti oldu mu? 

– Hiç hatırlamıyorum. Yalnız Başbakanımız Allah razı olsun söz vermiş diyorlar.

Allah cümlemizi Risale-i Nura sadık talebe olarak kabul etsin, Risale-i Nura sadık. Yani bazı ilaveler yapılıyor. Risale-i Nura bazı ilaveler yapılıyor, Risale-i Nur’da olmayan tertipler yapılıyor, bunun için merak ediyoruz. Üstadımız son zamanlarda Sungur abiye sorun Hüsnü Bayramoğlu’na sorun, Ahmet Aytimur’a sorun, yani Risale-i Nur’u değiştirerek lügat ilave ederek veya şerh yaparak neşrine Üstad müsaade etmemiş o zaman ve “böyle müsaade etmiyorum” demiş. Bunu onlar biliyorlar. Üstadın son zamanda yanında olan, Hüsnü Bayramoğlu, Ahmet Aytimur, Mustafa Sungur bunlar biliyorlar. Onun için dikkat etmesi lazım neşriyat yapanların Üstad’ın tertibinden ayrılmaması lazım. 


SADELEŞTİREREK YAZARSAN O SENİN ESERİN OLUR” 

– Aynı şeyi Abdulkadir Badıllı abi de söyledi. Biri lugatçe hazırlıyormuş Üstad Hz.leri ona demiş ki “sen o kitaba kendi adını yaz.” 

– Yok, yok Lügat değil! Ahmet Feyzi Efendi -Allah rahmet eylesin- Üstada söylemiş ,”ben gençlik rehberini şimdiki gençlerin anlayacağı şekilde sadeleştirerek yazmak istiyorum” demiş. O da “öyle bir şey yazarsan o senin eserin olur, benim eserim olmaz” demiş.

M. Ali Bulut: 

– Abi ben gazeteciyim ve köşe yazarıyım. Bazen Üstad’dan bir cümle alıyorum Haber-7 com.da yazıyorum. Çok okunan da bir site. Bazen aldığım cümle mealen oluyor, mealen üstadımız şöyle demiştir dediğimiz oluyor, bunun bir sakıncası var mıdır? Yani direk kitaptaki cümleleri değil de mealen. 

– Aslını siz yazın, mealin altına kendi imzanızı atın. Üstad bunu nerede yazıyor bilmiyorum.

“Bakınız benim tarzı ifadem bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor, kimsenin ihtiyar ve biçimiyle biçilmez ve kesilmez. Kur’anın bir nevi tefsiri olan sözlerdeki hüner ve zerafet ve meziyet kimsenin değil, belki muntazam güzel, Hakaik-i Kur’aniye’nin, mubarek kametlerine yakışacak, mevzun muntazam üslup ve libasları kimsenin ihtiyar ve şuuruyla biçilmez ve kesilmez. Belki onların vücududur ki öyle ister ve desti gaybidir ki o kamete göre keser biçer giydirir. Biz ise içinde bir tercüman, bir hizmetkârız. Benim ifadem bu zamanın Türkçesine uygun gelmiyor, bir parça dikkat ve teenni ister” demiş.

Belki bununda bir hikmeti var. 6. deva, 6.ncı devayı görüyoruz iki defa yazılmış, onu bir yerde de demişler. Üstad da, “onun bir hikmeti vardır ben kalem karıştıramam, geldiği gibi kalsın” demiş. Kimsenin kalem karıştırmasını istemiyor.

– Allah razı olsun...

– Cümlemizden… Sonra benim kalbimde şöyle bir şey vardı. Emirdağ’ında Ben üniversiteyi terk ediyorum, babam harçlık gönderiyor, Üstadımız hediye kabul etmiyor, biz de bir hediye kabul etmemiz iyi olmuyor, “nasıl geçineceğiz.” diye içimde böyle bir şey vardı. Üstad bir gün geldi açtı kitabı eski yazı el yazısı, dedi “sen bu yazıyı okuyabiliyor musun?” Dedim “okuyorum.” Yavaş yavaş eski yazıyı okudum. Şu mektuptu gelirken evraklar arasında bu mektup… Okuyayım mı size?

– Buyurun… 

– “Aziz Sıddık kardeşlerim.

Ben pek kati bir surette ve bine yakın tecrübelerim neticesinde kat’i kanaatim gelmiş ve ekser günlerde hissediyorum ki, Risale-i Nur’un hizmetinde bulunduğum günde, o hizmetin derecesine göre, kalbimde, bedenimde, dimağımda, maişetimde bir inkişaf, bir inbisat, bir ferahlık ve bir bereket görüyorum. Hem oradayken hem burada çok kardeşlerimden aynı haleti hissettim ve ediyorum. Çokları da itiraf ediyor ki biz de hissediyoruz diyorlar. Hatta geçen sene size yazdığım gibi benim pek az gıda ile yaşadığımın sırrı o bereket imiş. Hem imamı şafiden (RA) rivayet var ki, “halis talebe-i ulumun rızkına ben kefalet edebilirim” demiş Peygamberimiz. Çünkü rızkında vüsat ve bereket olur. Madem hakikat budur ve madem halis talebe-i ulum unvanına Risale-i Nur şakirtleri tam liyakat göstermişler. Elbette şimdiki açlık ve kahta mukabil Risale-i Nur hizmetini bırakmak ve zaruret-i maişet özrüyle, maişet peşinde koşmak yerinde en iyi çare şükür ve kanaat ve Risale-i Nur talebeliğine tam sarılmaktır.”

“Evet, her tarafta bu derd-i maişet herkesi sarsıyor. Ehl-i dalalet bundan istifade eder, ehl-i hidayet de kendini mazur bilir, “zarurettir ne yapalım” der. Demek ki Risale-i Nur şakirtleri bu açlık ve zaruret musibetine karşı yine Nurla mukabele etmeli. Her şakirdin vazifesi yalnız kendi imanını kurtarmak değil, belki başkalarının da imanlarını muhafaza etmeye mükelleftir. O da hizmete ciddi devam etmekle olur.

Size yazmıştık ki, muarızlara adavetle mukabele etmeyiniz, mümkün olduğu kadar ehl-i takva, ehl-i ilme karşı dostane vaziyet alınız. Fakat bu noktaya dikkat ediniz ki, Risale-i Nur’un zararına ve şakirtlerinin salâbet ve metanetlerine ilişecek bir tarzda daireniz içine sokmayınız. Eğer enaniyetli ve hodfuruş ise Risale-i Nur şakirtlerinin metanetlerini kırarlar, nazarlarını Risale-i Nur’un haricine çevirirler. Şimdi çok dikkat metanet ve ihtiyat lazım.”

Lillahiltaalel fatiha. 

BEDİÜZZAMAN: “RİSALE-İ NUR KAFİ, BANA LÜZUM KALMAMIŞ”

Üstad Hazretlerinin Urfa’ya geleceğini ilk defa ne zaman duydunuz?

Üstadın Urfa’ya geleceğini başkasından duymadım yalnız, bizi ilk defa Urfa’ya gönderirken demişti “siz gidin ben de geleceğim.” Bir de son Urfa’ya gelmeden bir ay bir vesile oldu, ziyaretine gitmiştim. Sordum “Siz Ankara’ya gidiyorsunuz, Konya’ya gidiyorsunuz her tarafa gidiyorsunuz, Urfa’ya da söz verdiniz geleceğim dediniz, Urfa’lılar sizi bekliyor, Urfa’ya ne zaman geleceksiniz?”

Üstad, “orada Risale-i Nur yok mu?” dedi. “Var” dedim. “Risale-i Nur kafi. Bana lüzum kalmamış” dedi. “Gelmeyecek misiniz?” dedim. Sükût etti hiçbir şey söylemedi. Böyle söyledikten sonra düşündüm, Üstad “geleceğim” demişti ama söylemiyor.

Yani o şekilde ayrıldık. İşte bir ay sonra bir gün öğle vakti pazartesi günü Ağaoğlu camisinin avlusunda abdest alıyordum tam ayaklarımı yıkayacağım, Zübeyir abi kapıdan koşarak geldi, caminin kapısından, içeri girmiş, “Üstad geldi, Üstad geldi nereye gideceğiz” dedi. Ben “geliyorum” dedim hemen ayaklarımı yıkadım çıktım cami avlusundan baktım arabayla Üstad gelmiş oraya, caminin önünde. Hemen beni de aldılar. Binerken Urfalı birisi dedi ki, “İpek Palas’a gidin, iyi bir oteldir” dedi, bize tarif etti.

BU KİM?” DİYE SORDULAR “BEDİÜZZAMAN” DEDİK “YA ÖYLE Mİ” DİYEN KAYBOLUYOR

Arabada Üstadımız, Zübeyir abi, Hüsnü var, bir de Bayram Yüksel vardı… İpek Palas oteline doğru gittik. İpek Palas’ı sorduk “şurada” dediler, gösterdiler. Doğru İpek Palas’ın önüne vardık, Üstadı arabadan indirirken, orda birkaç insan vardı bir kısmı tanıdık, bazıları tanımadık, polisler var. “Bu kim? Bu kim?” diye sordular. “Bediüzzaman Said Nursi” dedik. “Ya öyle mi” diyen kayboluyor. Hemen dağılıp gittiler. Sanki Üstad’ı arıyorlarmış gibi, öyle bir şey oldu. Sonra sanırım bir iş için ben başka bir yere gittim. O nedenle orada otelle kim anlaştı, kim pazarlık etti, nasıl yerleştirdiler, onları bilmiyorum. Döndüğümde onlar otele yerleşiyorlardı. Vakit öğlene bir saat kala falandı. Pazartesi günüydü.

ÜSTAD LİSAN-I HALİYLE, “BANA BAĞLANMAYIN, BEN FANİYİM” DİYOR

Size “Başınız sağolsun diyecekler” sözü tahakkuk ediyordu, bunu ne zaman söylemişti?

O sözü ziyaretine gittiğimizde konuşurken arada bunu da söyleyivermişti. “Sana başın sağ olsun diyecekler” demişti.

Demek ki daha o zaman sizin ev sahipliği yapacağınızı ve taziyeleri kabul edeceğinizi gaybi olarak bilmiş ve söylemiş. Isparta’ya son gittiğiniz ziyarette veya daha önceki ziyaretlerinizde hiç elini öptüğünüz oldu mu? Yani, Üstadla ilk mülaki olduğunuzda elini öper miydiniz?

Çok zaman elini öperdik ama vermek istemezdi. Bazen kucaklardı. Başımızın tepesini öperdi. Yalnız o hasta halinde benim arabada aklımdan geçen, aslında Üstad lisan-ı haliyle bize diyor ki, “bana bağlanmayın, ben faniyim gideceğim, ben acizim diyor” diye kendi kendime tefekkür ediyordum. “Bana bağlanmayın” diyor. Lisanı hal ile Üstad bize ders veriyor diye düşünüyordum.

Beni tanıyacak halde değildi çok ağır hastaydı ateşi vardı ve bitkin vaziyetteydi. Bir gün sonra beni çağırdılar. “Üstad çağırıyor” diye, o zaman Üstad beni tanıdı elini öptüm kulağıma fısıltıyla, “merak etmeyin küfür ölmüştür” dedi. Bundan sonra “bir halt edemezler” dedi ve ona benzer şeyler söyledi, hatırımda yok ama hatırladığım kadarıyla bizi sevindirecek şeyler söylemişti.

BU URFA’YI ÜSTAD NE KADAR SEVİYOR BAŞKA YERDE BÖYLE YAPMAZDI

Otelin önünde tanıdık tanımadık polisler var demiştiniz? Üstadın Urfa’ya geldiğini emniyete onlar mı bildirdi?

Ankara’dan haber vermişler veya sormuşta olabilirler “geldi mi” diye. Zaten emniyet alarmda, adeta her taraftan soruyorlardı. Doğrusu ben bilemiyorum. Sadece biliyorum ki, o gün iyiydi, duyan Üstadı ziyarete geliyordu.

Halkın haberi nasıl oldu?

O zaman Urfa bu kadar büyük değildi birisi duydu mu hepsi duyuyordu, yayılıyordu bir anda. Mesela caminin önüne geldiğinde görenler olmuştu, onlar hemen söylemişlerdir. Ama duyan geliyor. Risale-i Nuru okuyan, okumayan dershaneye derse gelenler hemen gelmeye başladılar. Biz diyoruz ki “Üstad çok rahatsız, rahatsız etmeyelim sonra görüşürsünüz, Üstad burada kalacak.” Bazılarını savıyoruz “gidin” diyoruz, fakat bazıları “ben gitmem” diyor. “Ben Üstadın elini öpeceğim” diyor. Üstada haber veriyoruz, Üstad da “gelsinler” diyor. Sonra çaresiz herkesi bıraktık. Zaten kimseye “gelmesin” demedi. Hep “gelsinler” dedi. Elini kaldırmış böyle gelen elini öpüyor. “Ya” dedik “bu Urfa’yı Üstad ne kadar seviyor başka yerde böyle yapmazdı.”

ÜSTAD URFA’YA GELDİ SİYASETE KARIŞACAK DİYE DÜŞÜNÜYORDUK

Elini öptürmesi, ziyaretine gelenleri geri çevirmemesi hilafı adet bir şey miydi?

Evet, öyle hilafı adet bir şeydi. Daha önce hiç öyle yapmamıştı.

Üstadın son yolculuğa çıktığını bilmediğiniz için size tuhaf geliyor belki de?

Evet, hiç aklımıza gelmiyor. Daha çok şunlar aklımıza geliyor. “Üstad Urfa’ya geldi siyasete karışacak herhalde. Burada vazifesi var.” Öyle şeyler düşünüyoruz, aklımızdan geçiyor. Çok şeyler geliyor aklımıza ama vefat edeceği hiç aklımıza gelmiyor. Ama Abdulkadir Badıllı’ya demiş ki “ben Urfa’ya gelirsem siyasete karışmam” demiş, bunu daha sonra öğreniyoruz.

BEDİÜZZAMAN İÇİN POLİSE SİLAH ÇEKTİ

O iki günü nasıl geçirdiniz, bizimle biraz paylaşır mısınız?

Telâşe içerisinde geçti. Her işe biz koşuyorduk. Ne iş var biz oradayız, koşuşturuyoruz. Telefon edenler oluyor, onlara cevap veriyoruz. Bu günkü gibi cep telefonu yok veya telsiz telefon yok sabit telefonlar kaldığımız yere telefon geliyor gidip cevap veriyoruz.

İlk gün akşama kadar bir şey yoktu. O günün akşamı mıydı yoksa ertesi gün müydü tam bilemiyorum. Birden polisler gelmeye başladı. Gelir gelmez de hemen bize tebligatta bulundular. Dediler “İçişleri Bakanlığından emir var Hoca Efendinin burada kalmaması lazım, burada durmasın, derhal buradan gidin.”

Zübeyir abi ile konuştular. Polisler ikinci gün Hüsnü kardeşten arabanın anahtarını almışlar. Bir karışıklıklar vardı, hissediyorduk, ama ben o işlerle uğraşmadığım için fazla detaylı bilmiyorum.

Daha sonra bu emir İçişleri Bakanlığından geldiği için, biz her tarafa, tanıdıklarımıza, çevre illere Maraş’a Ankara’ya, tanıdık bütün Nur talebelerine telefon ediyoruz. İçişleri Bakanlığı “böyle böyle demiş, Üstadımız Urfa’da hastadır rahatsızdır, şimdi yola çıkamaz gelemez gidin Menderes’le veya içişleriyle temasa geçin, müsaade etsinler burada kalsın” diye telgraflar çekiyoruz, telefonlar ediyoruz. Daha sonra oranın Demokrat Parti başkanı Mehmet Hatipoğlu geldi. “Bediüzzaman bizim misafirimizdir, biz onu hiçbir yere veremeyiz. Bizim misafirimiz Allah misafiridir, kimseye vermeyiz” dedi.

Sonra Emniyete gitmiş Zübeyir abi ile emniyet müdürü ile aralarında tartışma olmuş silahını masanın üstüne koymuş, “benim icabında silahım konuşur. Buradan gitmez. Bu bizim misafirimiz” demiş. O şekilde sert çıkışları olmuş. Ben beraber gitmediğim için daha sonra bunları duydum.

BAŞBAKAN MENDERES’E TELGRAF ÇEKTİM

Bu şekilde mücadelemiz devam etti, her tarafa telefon çekiyoruz. Pazartesi, salı günü böyle, mücadeleyle geçti. Hep geliyorlar konuşuyoruz. Üstadı ziyaret ediyorlar, ziyarete geliyorlar. Salıyı çarşambaya bağlayan gece merhum Adnan Menderes’e telgraf çekmek için postahaneye gittim. Saat gecenin dördüydü, Ramazan ayındayız. Telgrafta ne yazdığımı şu anda iyi hatırlamıyorum. Sadece bir kaç cümle hatırımda. İşte “Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Urfa’ya geldi, bu insan dinine, vatanına geçmişte çok hizmet etmiş hala da ediyor, iman ve Kur’an yolunda hayatını hizmete vakfetmiş, bu uğurda çok zahmet görmüş bir insandır. Bunun suçu nedir ki burada durmasın deniyor? Niye böyle yapıyorsunuz? Bu zulüm nedendir? Bu zulmün neticesi ne olacak? Kimse ceza görmeyecek mi?” işte böyle bir şeyler soruyorum.

Kırk lira verdiğimi hatırlıyorum, o zaman kırk lira çok kıymetli bir para, bir telgrafa vermiştim. Menderes’e Park Palas otelinde, İstanbul’da toplantı varmış. Telgrafı oraya çekiyorum.

ÜSTADIN DAHA VAZİFESİ ÇOK, ONLARI BİTİRMEDEN VEFAT ETMEZ!

Tabi cevap gelmiyor. Gece geç vakit idi dediğim gibi döndüğümde kardeşlerin hepsi oradaydılar. Zübeyir, Hüsnü, Bayram orada duruyorlar, “Üstad nasıl oldu?” diye sordum. “Üstad bayıldı” dediler. “İstirahat ediyor, gürültü etmeyelim, konuşmayalım” dediler. Ben yanına gittim elini tuttum ve bileklerine baktım bilekleri atmıyor, damar atmıyor. Göğsüne baktım hiç hareket yok, nefes alıp vermiyor, kalbini dinledim kalp atmıyor durmuş “ya Üstad hiç böyle bayılır mı? Üstad vefat mı etmiş acaba?” dedim. Zübeyir abi, “yok Üstad eskiden de böyle oluyordu, Üstadın daha vazifesi çok, onları bitirmeden vefat etmez. Şimdi duralım” dedi.

İNNA LİLLAH VE İNNA İLEYHİ RACİUN, ÜSTAD VEFAT ETMİŞ

(Abdullah Yeğin Bediüzzaman Said Nursi’nin vefat anlarını anlatıyor…)

Saat dört sıralarıydı sanırım. Sabaha kadar bekledik, sesimizi çıkarmadık. Üstadın vefatını hiç kimseye söylemiyoruz. “İstirahat ediyor” diyoruz, “rahat olun, Üstad rahat” dedik. Bayram vesaire hiç biri bir şey demiyorlar. Susuyorlar. Sabah oldu yine Ütadı ziyaretler başladı. Gelen geliyor biz kimseye diyemiyoruz. Orada iyi tanıdığımız münzevi Mehmet Efendi isminde kurra hafız bir hoca efendi vardı. Osmanlı zamanında imamlık yaparmış, yaşlı bir zat, biz onu ara sıra ziyaret ederdik. Risale-i Nur okurdu, çok severdi Üstadı. Mahmut Hasırcı’yla beraber otele gelmiş. Kapıda karşıladım, “ben Üstadı ziyarete geldim. Bana Üstadı gösterin” dedi. Dedim “Üstadımız rahatsız baygın halde yatıyor hastadır, şimdi olmaz” dedim. “Yok. Ben rahatsız etmeyeceğim. Siz bana kapıyı açın şu mübareğin yüzünü bir göreyim. Buraya kadar gelmişim bir yüzünü gösterin başka bir şey istemiyorum” dedi.

Sonra orda diğer kardeşler de vardı. Kapıyı açtık şöyle yüzünü gösteriverdik, “İnna Lillah ve İnna ileyhi raciun. Üstad vefat etmiş. Niye söylemiyorsunuz?” dedi. O öyle deyince polisler de duydu. Herkes duydu. Doktor çağırdık geldi, baktı. Doktora dedik ki “Üstad yatıyor, baygındır.” Doktor da anlayamadı ve “Eskiden de böyle oluyorsa öğlene kadar bekleyelim” dedi. Velhasıl öğleye kadar bekledik. Ondan sonra vali miydi emniyet müdürü müydü tam hatırlamıyorum geldi baktı. Artık “gidin” demekten de vazgeçtiler. Vali Şerafettin isminde bir zattı, Üstada hürmet eden, cenaze namazında da bulunmuştu. Menderes merhum haber göndermiş demiş ki “Üstad vefat etmiş istedikleri gibi merasim yapsınlar, yardımcı olun sen de git demiş.” Valiyi göndermiş. Yani bunlar hep yardımcı olarak.

ÜSTAD MEZARIM GİZLİ OLACAK DEMİŞ, SİZ NİYE AÇIK MEZARA KOYUYORSUNUZ?

Türkiye’nin her tarafından geliyorlar istişare ediyoruz, bize soruyorlar, “Üstad mezarım gizli olacak demiş, siz niye açık mezara koyuyorsunuz?” diyorlar.

Abdulkadir Saraç vardı, “Üstadın mezarı nerede olacak” diye tartışırken “Üstadın mezarı dergâhta. Oraya mezar yapılmış” dedi. Şeyhmus isminde bir şeyh vardı, Nakşî Şeyhi o zat rüyasında İbrahim Peygamberi (AS) görmüş ona “camiyi tamir et demişler” o da cemaatle beraber bir cemiyet kurmuş, Dergâh camisini tamir ettirmiş. Tamir ettirirken kubbeli iki yer yaptırmış, iki oda görmüşsünüzdür. Demişler “bu kubbeli yeri sen kendin için mi yapıyorsun? Türbe olacak gibi bir yer.” “Yok, buranın sahibi gelecek” demiş. O şeyh Müslim. “Buranın sahibi gelecek” demiş. İşte o, Abdulkadir Saraç da orayı kastederek “Üstadın yeri belli. İşte o yerdir, orası yapılmış hazır” dedi.

Orası deyince orada mezar kazınmaya başlandı. O mezarın kazıldığı yerin ilerisine cami yapıldı. Orada Üstadı yıkadılar. Başta Molla Hamit diye bir zat vardı, Arapça dersi verirdi, işte oranın imamı, Dergah camisinin imamı, bir de Elazığ’dan gelmiş, Hacı Ömer, vaiz, gezici vaiz o da gelmiş ordaydı. İşte onlar hep orda toplanmışlar Üstadı yıkıyorlar. Hep beraber biz de yardım ettik su döktük.

ÜSTADIN VEFAT ETTİĞİNİ BİLİYORUZ DA CANLI GİBİ PEK BİR FARK ETMEDİM

– Yıkanırken bizzat gördünüz yüzünü. Hatırlıyor musunuz?

– Evet, evet hatırlıyorum. Eski hali gibi gözleri açık gibi, aynı bildiğimiz Üstad. Vefat etmiş gibi değil vefat ettiğini biliyoruz da canlı gibi pek bir fark etmedim. Zübeyir abi Molla Hamid Efendiye haber göndermiş, Üstad Şafii olduğu için, “Üstadı o yıkasın” diye. Molla Hamit de itikaftaymış, demiş “ben itikaftayım itikafım bozulur mu” diye istihareye yatmış, rüyasında Üstad kendisini görmüş, demiş ki “Mülteka kitabının filan sayfasını aç bak.” Oraya bakmış, “itikafta olan cenazeye giderse, cenazeyi yıkarsa itikafı bozulmaz” fetvasını görmüş. Uyanınca doğru gidip o kitaba tekrar bakmış hakikaten doğru. Onun üzerine gelmiş. Başkasından duydum hatırayı kendisinden sormadım.

Molla Hamid Efendi Üstadı çok severdi, Cevşen okurdu, Risale-i Nur okurdu, dinlerdi. “Şeyh Seyda” diye bir zat var, onun müridiydi.

O GECE HATİMLER İNDİRİLDİ ULU CAMİNİN BİR KÖŞESİNDE, DUALAR EDİLDİ

– Şeyh Seyda Cizre’de değil mi?

– Evet, Cizre’de olabilir. İşte onun müridiydi, devamlı bu Seyda’ya mektup yazardı Molla Hamid Efendi. Devamlı o da Üstada selam gönderirdi. Bizlere selam gönderirdi. Selamlaşırdık çok muhterem bir zatmış. Onlar o gün yıkadılar.

O gün çarşambaydı. Çarşambayı Perşembeye bağlayan gece yıkanmış ve kefenlenmiş olarak Ulu Caminin avlusuna getirdik. Millet hep iştirak ediyor, yardım ediyor. Biz mümkün mertebe Üstadın hemen kaldırılmasını istemiyoruz, bekletiyoruz, kardeşlerin, arkadaşların gelmesini bekliyoruz. Bir kısım arkadaşlar uzak yerlerden telefon ediyorlar “geleceğiz, bekletin” diyorlar. “Cenaze namazına yetişelim” istiyorlar. Onlar da acele ediyorlar böyle bir karmaşa var. Velhasıl o gece hatimler indirildi Ulu Caminin bir köşesinde, dualar edildi herkes geldi her taraftan gelenler vardı. Toplandı insanlar, gazeteciler vardı devletin adamları vardı, çok insan geldi o zaman toplandılar. Biz bekletmekten yanayız. Bir sonraki gün Vali Bey geldi.

ULU CAMİ ÖNÜNDE CENAZE NAMAZI KILINDI

– Üstad yıkandığı, kefenlendiği zaman her hangi bir olay yaşandı mı?

– Ben bir şey hatırlamıyorum. Vali bey geldi. Mehmet Kayalar vardı Diyarbakır’dan, Vali ile konuştu, münakaşa eder gibi. Vali bey, “fazla bekletilirse mevsim yaz, havalar sıcak, kokuşma falan olur, fazla bekletmeyelim” dedi. Mehmet Kayalar dedi ki “o öyle bir zattır ki ona hiçbir şey olmaz.” Methetti. Valiyi tersledi. “Sen ne karışıyorsun der” gibi. Çok sertti, asker menşeli olduğu için o böyle yüksek sesle konuşurdu.

Netice bekledi, beklettik Perşembe günü sabahleyin mi öğle vakti mi tam hatırlamıyorum. Baktık dediler “Ulu cami önünde cenaze namazı kılındı” ben cenaze namazını kim kıldırdı hala bilmiyorum. Soruyorum herkes başkasını söylüyor, Ya Molla Hamid Efendi mi, Ömer Efendi mi, vaiz mi? Kim kıldırdı daha bilmiyorum bilen vardır muhakkak. O zaman telaşlıyım sağa sola koşturuyorum. Bir şeyler araştırıyorduk, misafirleri yönlendiriyordum. Misafirleri aç bırakmamak için Urfalılar o zaman caminin avlusuna kazanlar koydular, yemekler yaptılar, kimseyi aç bırakmayacak şekilde, çok misafirperverler Urfalılar. Velhasıl çok hürmet ettiler, hizmet ettiler Allah razı olsun. Dershanede konuşuyoruz, Mehmet Kayalar, Ceylan Çalışkan, Tahiri abi Üstadın eski talebeleri… İşte kim geldiyse.

BUNDAN SONRA KİM İDARE EDECEK NURCULARI?

– Hulusi abi de var mıydı?

– Hulusi abi sonradan geldi. “Bundan sonra kim idare edecek Nurcuları” diye Mehmet Kayalar böyle bir söz attı. Dedi ki “biz şarkı hallettik, iş garpta” dedi. Batıda da birleşin bir cemaat gibi olun ve “ben burada reisim” der gibi konuşuyordu. Ceylan oradan söze karıştı, “şimdi, bizim mesleğimizde şahıs yok, ferdiyet yok, biz şahs-ı maneviyiz, cemaati, istişare idare eder. İstişare ile bundan sonra cemaat idare edilir” dedi.

Sonra mezar konusu gündeme geldi. Bize sordular,

– “Üstad mezarının gizli olmasını istemiş vasiyet etmiş siz aşikâre yapıyorsunuz.” Biz dedik ki

– “Üstad ihlâsından öyle söyler. Üstad teşhiri sevmiyor, herkes tarafından bilinmek istemiyor. Elbette bu söylediklerinin bir hikmeti vardır.” Yani o şekilde cevap verdik. Hulusi abiye sormuşlar başka zaman, demiş

– “Bekleyin muhakkak bir hikmeti vardır, çıkar” demiş. Velhasıl böyle çok münakaşalar, konuşmalar oldu. Tabi üzerinden çok zaman geçti ben bu konuşmaların çoğunu unuttum zaten. İşte hayal meyal hatırımda kalanları söylüyorum.

MEZARA KARŞI YAPILAN YANLIŞLAR

O sıralarda çok değişik insanların geldiğini ve bir takım yeşil kuşların cenazenin üzerinde gezdiğini, Halilürrahmana konduğunu söylüyorlar. Siz böyle bir şey fark ettiniz mi?

Ben sonradan duydum farkında değildim. Telaşeden hiç öyle bir şey hatırlamıyorum. Sonradan böyle çok şey söyleyenler oldu. Şimdi Üstadın mezarı oradayken oradayız bekliyoruz. Üstad mezara konuldu, onu söyleyeceğim; Geliyorlar Üstadın mezarı üstüne bir kilo şeker koyuyorlar. Üstadın mezarı topraktı henüz taştan yapılmamıştı. Birisi geliyor bir şişe su koyuyor. Götürüyor o suyu hastasına içiriyor. Şekeri götürüp şerbet yapıyor hastasına içiriyormuş. Sonra bazıları geliyor mezarın üstündeki toprağı cebine koyuyor. Mezarın üzerinde toprak kalmıyor. Biz söylüyoruz “böyle yapmayın” kimse bizi dinlemiyor. Polisler, askerler nöbet bekliyor. Biz de ordayız. “Yav tapıyorlar” polisler öyle diyor. Bazıları Şafii. Şafii mezhebine göre altı ay içinde mezara karşı namaz kılınırmış. Köylerden geliyorlar cenaze namazı kılıyorlar, mezara karşı. Böyle şey görmemişiz. Polisler o kılınan cenaze namazını sanıyorlar ki Üstada tapıyorlar.

27 MAYIS’TAN SONRA “BURADA KİMSE KALMASIN” DEDİLER

Yani bunları ne için söylüyorum; Üstadımızın “benim mezarım gizli olacak” demesi dört ay evvel bize mektup yazarak “benim mezarım açık olmayacak” demesi, kardeşine Konya’da söylemesi, bu hususta mektup da var. Emirdağ lahikasında o mektup var. Yani biz o manzarayı gördükten sonra mezarı demir parmaklıklarla örttük, kapısını da kilitledik. Anahtarı da cebimize koyduk. Ama insanlarla baş etmek mümkün değildi. Bu defa başka şeyler yapıyorlardı. Toprağını alamıyorlardı ama dediğim şeyleri yapıyorlardı.

Bu defa Polisler geldi dediler ki “siz buradan gideceksiniz.” “Niye” dedik. “Vali Beyin emri” dediler. Üstadın mezarı definden sonra yapıldı, her şey tamam. Ondan sonra bize dediler ki “siz burada durmayacaksınız.” Yukarıdan emir mi geldi, ne oldu bilmiyorum. Benle Zübeyir abi kalmıştık Urfa’da. Dediler “Vali emrediyor buradan gideceksiniz.” 27 Mayıs’tan sonra bunu söylediler. “Burada kimse kalmasın” dediler. Biz oradan gittik. İkimiz de memleketimize gittik. Zübeyir abi Konya’ya gitti, ben de Kastamonu Araç’a gittim.

BAKTIM O BENİ TAKİP EDEN POLİS KARŞIMA ÇIKTI

Bir kaç gün geçtikten sonra birisi Cumhuriyet Gazetesi verdi bana; “Said Nursi’nin mezarı yıkıldı, cesedi meçhul bir semte götürüldü” haberi var. Ben onu görünce dedim “Üstadın kerameti çıktı.” Üstad mezarım gizli olacak diyor ya. Nereye götürüldüğü belli değil. 111 gün geçti ondan sonrasını anlatıyorum. Üstad mezardan çıkarılıp götürüldüğünde ben takvime bakmıştım tam 111 gün ediyordu. 

Onun üzerine kendi kendime dedim ki “bana Üstad sen Urfa’dan ayrılma. Senin vazifen Urfa’da” demişti. “Oysa ben buraya geldim. Sadakatsizlik oluyor. Gizli gideyim. Hiç olmasa Urfa’da bir müddet kalayım” dedim.

Bir otobüsle gittim gece Urfa’ya vardım. Bir tanıdığın evinde 20 gün kadar kaldık. Bekliyorum, gelen giden oluyor, gizli kalıyoruz. Dedim bundan sonra bu kadar zaman geçti Üstadın mezarını da kaldırdılar. “Ne olacak dışarı çıkayım.” Çıktım hemen baktım o beni takip eden polis karşıma çıktı, 15-20 adım gittim baktım karşımda polis. Benim orda olduğumun farkına varmışlar demek. “Sen ne geziyorsun burada” dedi. “Gezmek yasak mı? Ne var ne olmuş?” dedim. Hemen beni aldı karakola götürdü, Valiye haber verdiler. İşte “burada durması yasak olan Abdullah Yeğin gelmiş.” O da demiş “askeri ceza evine hapsedin.” O zaman Valiler değişmişti asker Vali atanmıştı. Bir ay askeri cezaevinde hapsettiler. Sade beni hapsetseler neyse, yaşlı bir zat vardı Halil Babe derlerdi. Bizimle çok alakadardı, Üstadı çok severdi. Risale-i Nuru okurdu, tüccar bir zat, onu da hapsettiler. Demişler “bunları himaye ediyor” onu da benimle beraber hapsettiler, ikimiz beraber bir ay kaldık.

ŞİMDİ SİZ GİDİN, ZAMAN DEĞİŞİP, ORTALIK DÜZELİNCE GELİRSİNİZ

– Evinde kaldığınız zat mıydı?

– Hayır, başka bir zat, onu eskiden beri tanıyoruz, evlenmemiş, kardeşi vefat etmiş olduğundan kardeşinin çocuklarına bakıyor. Bekâr bir zat, fakat çok takva, İstanbul’da da akrabaları var, çarşıda manifaturacılık yapıyor, o da bizimle beraber hapsoldu. Bir ay hapsolduktan sonra, çıkardılar. Polisler yine geldiler “gideceksin” dediler. “Biz ne yapmışız biz vatandaş değil miyiz?” diye itiraz ettik. “Yok gideceksiniz. Vali beyin emri var eğer gitmezlerse yine hapsedin” dediler. İstişare ettik, istişarede dediler “şimdi siz gidin, sonra zaman değişip, ortalık düzelince gelirsiniz.”

İlk gidişimiz şöyle olmuştu. Bize gidin dedikleri zaman 27 Mayıs’tan sonra 15-20 kişi Jandarma karakolunda topladılar, o zaman bizim ifademizi aldılar. Meşhur şahısları Sivas’ta topladılar kampta. Mehmet Kayalar oraya gitti. Biz Urfa’da iken bir Üsteğmen vardı ifademizi alan Akif üsteğmene dedik ki, “bizim buradan gitmemizi istiyorlar.” Daha Zübeyir abi gitmeden, daha ilk defa… Üsteğmen, “bunlar askerdir, bunlar emir verir askerler yapar bir şey diyemiyoruz, şimdi gidin sonra ortalık düzelince gelirsiniz” dedi. 27 Mayıs’tan sonra asker olduğuna göre, her yere asker bakıyor artık, ifademizi aldıktan sonra “ben sizin kitaplarınıza baktım ifadeleriniz hiç bir suç teşkil etmiyor, siyasiler bunu abartıyorlar. Bu kitaplarda bir suç yok. Ben iade edeceğim kitapları” dedi. Teypler var, camide ders okutuyorduk. Ne varsa iade ettiler, Üsteğmenin sözüne itimat ettik, “madem öyle gidiverelim” dedik. Oradan çıktık herkes gitti memleketine. Ben gitmedim. Daha doğrusu ben geri geldim. Zübeyir abi yoktu o zaman. Gizlice dönüp gelmiştim ondan sonra beni tekrar gönderdiler. İşte o gittiğim, tekrar gönderdikleri zaman ben dedim “nereye gideceğiz.” Dediler, “nereye gidersen git yeter ki Urfa’dan git.” Dedim, “en yakın neresidir?” Gaziantep. Oraya gittim.

GİTTİKÇE ÜSTADI DAHA ÇOK BÜYÜTÜYORUM

– Gaziantep’ten önce Urfa’yla ilgili sorumuz var. Rıdvaniye Medresesinde ilk dersi yaptınız, ondan biraz bahseder misiniz?

– İlkin Emniyet Oteli diye bir otelde kaldık, sonra caminin meşrutasında yaptık. Medrese olarak ders yapıyorduk, polisler geriden bakıyorlardı biz ders okuyorduk.

– Şimdi Urfa’da kaldınız, Rıdvaniye medreselerinde ders yaptınız, o odalar bugün Nur medresesi olarak hizmet veriyorlar. En son ne zaman gittiniz? O günleri nasıl hatırlıyorsunuz? Nerdeyse elli yıl geçti. O mekânları görmek size nasıl bir duygu verdi?

– Ben şimdi oraları ziyarete gidince Üstadımızın verdiği haberlerin çıktığını hatırlıyorum, Risale-i Nurun dünya çapında genişlediğini hatırlıyorum. Üstadımızın öyle lalettayin bir âlim olmadığını gözümüzle görüyoruz. Üstadın hakikaten söylediklerinin hep doğru olduğunu, doğru çıktığını, anlıyoruz. Üstadımızın hakikaten kıymetini biz bilemedik, keşke o zamana dönsek de, Üstad’ın yanında Üstaddan ayrılmadan Üstad ile daima hizmet etsek diye düşünüyorum. Katiyen Üstadın büyüklüğünü anlıyorum. Gittikçe Üstadı daha çok büyütüyorum. Dünyanın halini görüyoruz, dünya hadiselerini görüyoruz. Gittik dünyanın bazı yerlerine, gezdik, gördük hep oralarda Nur hizmeti başlamış. Yani bu üstadın kerameti değil de nedir?

POLİS BİZİ ADIM ADIM TAKİP EDİYOR

– Size “Urfa’dan gidin” dedikleri zaman siz de Urfa’ya en yakın olan Gaziantep’e gittiniz?

– Gaziantep’i seçtik. Gaziantep’te Saçaklı Mahallesi diye bir mahallede eskiden otobüs garajı vardı, orada bir gecekondu bulduk, bir köylünün evi. Orayı tuttum, otuz beş lira aylığı, orada kalıyorduk. Yine Risale-i Nurla ilgileniyorum. Risale-i Nur neşroluyor, resmen Ankara’da basılıyor. Bize kitaplar geliyor, yine herkesle ders yapmıyoruz, fakat kitap veriyorum, gidiyorum konuşuyorum, o şekilde hizmetimizi sürdürüyoruz.

Bir taraftan polisin de beni takip ettiğinin farkındayım yani… Oranın muhtarı geldi ilkin yanımıza, “ben de sizdenim” dedi. Birisi geldi “Selamün aleyküm ve aleyküm selam “ben de demokratım, ben de sizdenim” dedi. “Nasılsınız? İyi misiniz?” “İyiyiz sağol” dedik. “Kitap versek okur musunuz?” “Okurum” dedi. Verdik ona Küçük Sözleri. Almış Küçük Sözleri doğru emniyete gitmiş. Bir daha geldi, Uhuvvet Risalesini verdik, almış emniyete götürmüş vermiş kitapları, yani takip edildiğimi anlıyorum. Dışarıya gitsek kiminle görüşsek polis bizi adım adım takip ediyor. İşte böyle üç buçuk ay geçti zannediyorum, orda bir kitapçı vardı. İhtilalden evvel zannediyorum Risale-i Nur neşrediliyordu. Bir gün Abdulkadir Özsimitçi. Türkeş’in kitaplarını sattığı için onu öldürdüler, tam evine girerken Antep’te arkasından geldiler vurdular. Hem Nur talebesiydi hem de Türkeş’in kitaplarını satıyordu. Solcular vurdular onu.

– İhtilal günlerini hatırlıyor musunuz?

– İhtilal biz Urfa’dayken oldu.

HEY NERDESİNİZ?” DİYE BİRİ BİZE ÇAĞIRIYOR BAKTIM SUNGUR ABİ GELMİŞ

– Gaziantep’te o zaman kimler vardı?

– Abdulbaki Özsimitçi’yi bilirim, ondan sonra Nazım Gökçek, Ali İhsan Genç, Feyzi Allahverdi vardı, Birecikli. Lise talebesiydi bunlar. Necmettin Şahiner vardı. Bunlar gibi çok gençler bizimle alakadardılar. Mehmet Kaya vardı, Kilis’ten gençler vardı. Gelip giderlerdi. Velhasıl orada da aynı hizmetlere devam ettik. Risale-i Nuru okuyorduk okutuyorduk, kitap veriyorduk.

– Üç buçuk aydan sonra ne oldu?

– İşte bu Abdulkadir Özsimitçi dedi “kavaklığa gidelim orda bir kahvaltı yapalım.” Hep derdi “burada kapalı duruyorsun.” O da geliyor, çekinmiyor, cesur bir yapısı var. Kitapları gizli kapaklı satıyordu. Kavaklığa gittik kahvaltı yaptık. Kavaklık diye bir yer vardı oralar hep değişmiş şimdi şehir olmuş. Velhasıl orada bir duvarın arkasında, yeşillik bir yer, kahvaltı yaptık baktım “heey nerdesiniz?” diye biri bize çağırıyor. Baktım Sungur abi gelmiş, Allah Allah “nerden geldin yav?” dedim. “Siz neredesiniz, zor bulduk sizi” dedi. Bir jeep ile Yusuf isminde bir sakallı şoför Diyarbakırlı vardı yanlarında bir de Rıdvan vardı, Kastamonulu biraz yarı meczup, ondan sonra bir bavul kitap arabaya koymuşlar, Lem’alar yeni basılmış…

ÇOK İYİ KİTAPLAR AMA SİZİN BUNDA BİR GAYENİZ VAR

Neyse orada hoş beş ettik, çay içtik. Dedik “şehre gidelim, dershaneye gidelim.” Bizi de jeepe aldılar, dershaneye gidiyoruz, şehre giriyoruz, tam girişte polis noktası var, sakallı şoför de yanımızda, polis geçerken “dur” dedi. Sakallı şoförü görünce ehliyet sordu, çıkardı ehliyeti gösterdi, jeepin içine baktı bir bavul “bu bavulda ne var?” dedi. “Bu bavulda kitap var” dedik. Hemen Rıdvan isimli arkadaş Allah rahmet eylesin. “Dini kitap var” dedi. “Ya ne kitabı bir tane bana gösterir misiniz?” dedi. Bir tane gösterdik Lem’a’lar. Aldı baktı “Risale-i Nur mu? Tamam, yasak…” Hemen aldı bizi götürdü emniyete, pazar günü bizi beklettiler, emniyete aldılar. Bize birinci şube, polis komiseri, “siz burada niye duruyorsunuz?” diye sordular. Dedik “Bu Risale-i Nurda ne var, Risale-i Nura niye bu kadar yasak gözüyle bakıyorsunuz?” Ama hiç aldırmıyorlar. “Bunda sizin bir gayeniz var. Gayeniz nedir?” sual sual üstüne. “Ben sizin muhtara verdiğiniz kitaplarınızı okudum, hiç bir şey yok bu kitaplarda, çok iyi kitaplar ama sizin bunda bir gayeniz var?” “Gayemiz” dedik “millet daha iyi olsun, dindar olsun dindarlığın idaresi mi kolaydır yoksa dinsizlerin idaresi mi daha kolaydır? Biz dine hizmet etmek istiyoruz bunu da Allah rızası için yapıyoruz. Başka bir gayemiz yok?” diyoruz ama tın yok… “Yok, sizin başka bir gayeniz var? Ama bilmiyorum nedir?” 

KARAKOLDA NURCULUK YAPIYORDUK

İkinci gün alıp götürdüler bizi mahkemeye verdiler. O gün biz beş kişi idik, Nazım Gökçek de geldi. Arama yapıyorlar, medreseye gittik, kitapları arıyorlar, kitap bulacaklar, pencerenin üzerinde perde var, perdenin arkasında bir boşluk var kitapları oraya koymuştuk, ama oraya bakmadılar. Masanın üstünde yerde kaç kitap varsa onları aldılar götürdüler. Bizi polis karakolunda hapsettiler 15 gün. 15 gün içerisinde bizi mahkemeye vermişler. Jandarmalar silahları asıyorlardı başımızın üzerine, dışarıya gezmeye çıkıyorlardı. Polis karakolunda jandarmalar bizi bekliyordu. Polisler de bizim dostumuz. Ailesi hasta oluyor, başı ağrıyor bize geliyor şöyle böyle ne yapalım. Onlara Hastalar Risalesi bulursak veriyoruz. Nurculuk yapıyorduk işte, karakolda.

Netice on beş gün sonra hâkimin karşısına çıktık. Hâkim, ifademizi aldı serbest bıraktı. Mahkeme devam etti. Fakat peşimizi bırakmadılar. Polis geldi dedi yine “buradan gideceksin.” “Yahu ben vatandaş değil miyim? Niye gideceğim? Tanımıyorum sizi” dedim. Maraşlı bir polis, Şevketti ismi… “Kardeşim, sen ne yapıyorsun? Emniyeti tanımamak, polisi tanımamak. Emin ol süründürürler seni. Cebine bir uyuşturucu atarlar hapisten çıkamazsın. Polise karşı gelme. Gidiver. Şimdi ortalık iyi değil gidiver başka yere git. Nereye gidersen git buradan git” diye ısrar edince İstişare ettik düşündük. “Peki” dedik “gidelim”.

Tamda o sırada Ramazanoğlu, Maraşlı, Adana’daymış orda bir çeltik fabrikasına ortak olmuş, ona da demişler “sen Maraş’ta durmayacaksın.” O da Adana’ya gitmiş. Avukat Hüsamettin Akmumcu, ona da “sen Isparta’dan gideceksin” demişler. Yani şu meşhurları hep, kendi oldukları yerlerden çıkardılar. Adana’da toplandık. Bir gecekondu tuttuk. Adana’da başladık yine Nurculuk yapmaya. Ders okuyoruz, toplanıyoruz. Polisler de geriden geriye takip ediyorlar, farkındayız amma bir suçumuz yok bizim. Emre karşı muhalefet etmedik. İşte dört-beş kere Mahkemeye verdiler bizi,

BAYRAM TEBRİĞİ BASTIRDIK ONDAN DOLAYI MAHKEMEYE VERDİLER

– Gaziantep’ten Adana’ya geçtiniz? Adana’da bu saydıklarınızın dışında kim vardı Risale-i Nur talebesi?

– Maraşlı Mustafa Ramazanoğlu benim için Antep’e telefon etmiş ben sonra duydum, “burada dershane açmak istiyoruz buraya gelsin” diye. Oradan benim eskiden tanıdığım yerler vardı. Mesela Kuruköprü’de bir lokantacı vardı, Cebrail Yetiş diye bir zat vardı. Ondan sonra Hakkı Baba diye bir kahveci vardı, sonra gençlerden de vardı Ahmet İhsan Genç diye kitapçı vardı Antepli, Kitabevi açmıştı. O sonradan geldi zannediyorum.

Velhasıl gittik, iki kişi zannediyorum, Urfalı bir gençle gittik. Gece otelde kaldık. Türk Ticaret Bankası karşısında bir otel vardı. O Hakkı babanın kahvecilik yaptığı yerin hemen yanında bir otel. O otelde bir gece kaldık. Öyle bir sıcak vardı ki gece uyuyamadım. Sağa dönüyorum, sola dönüyorum, sabahı zor ettik. Öyle sıcak bir yer. Sonra gittik aradık bir gecekondu bulduk. İstiklal mahallesinde, gecekondu tek oda üzerinde bir oda daha var oraya yerleştim. Tek başıma kalıyordum. Sonra Mardinli birisi geldi Kızıltepe’dendi herhalde. Ahmet Bedevi derdik ona. Ahmet Bedevi karayağız bir genç. “Ben seni ziyarete geldim. Burada kalmak istiyorum” dedi. “Peki, kal” dedik. Yani onun da Risale-i Nurdan haberi var okuyor. İşte bazı işimize yarıyordu. Onunla kalmaya başladık.

Yavaş yavaş derslere başladık. İhtiyat ediyoruz. Devamlı dersler, toplantılar oluyor. Mustafa Ramazanoğlu vardı çeltik fabrikasında ortak olduğu, Tevfik Paksu vardı senatörlerden Maraşlı, yani epey bir cemaat vardı Adana’da. Dersler devam ediyordu. Böyle bir kaç defa araştırma yaptılar. Arama yaptılar kitaplarımızı aldılar. Mesela bir bayramda Risale-i Nurdan bir kaç vecize yazmış bayram tebriği olarak bastırdık ondan dolayı Mahkemeye verdiler. Hatta tevkif ettiler. İşte başka zaman çeşitli vesilelerle hapsettiler. Mahkemeye verdiler en son bir mahkemeden bahsedeyim. Mahkemeye gidiyoruz, 500 kişi geliyor mahkemeye, 4-5 avukat müdafaa ediyor. Hâkimler “laikliğe aykırı hareket ediyorlar, laiklik laiklik diyorlar başka bir şey yok.”  Bu defa bizim avukatlar savunmada “ne yapmışlar bu adamlar” diye bizleri savunuyorlar. Avukatlar çok güzel müdafaalar yaptılar.

GERİCİ YUVALARINI BASACAĞIZ BU AKŞAM’ DEDİLER

– Bekir Bey de var mıydı?

– Evet, o da geldi bir kaç kere. Hüsamettin Akmumcu, Bekir Berk, Adıyaman’dan Dursun Kutlu’nun kardeşi avukat, İzmir’den Nejdet Doğan Atalay geldi. Bir kere dört kişi girdik içeri, dört avukat müdafaa etti bizi. Hakim bağırıyor, çağırıyor ama hapishanede diyorlardı ki, “o hâkimin sert oluşuna bakmayın, o sizin tarafınızdaysa sert çıkar sonu beraattır.” Velhasıl hapishanede epeyi hizmetler oldu. 1971’e kadar hadiseler devam etti. 1960’tan 71’e kadar Adana’da kaldım. En sonda 71 senesi 1 Nisanda bizi hapsettiler. Ne için hapsettiler? Cebrail isminde biri vardı geldi akşama yakın “polisleri konuşurken dinledim bana işittirmek için söylüyorlar ‘gerici yuvalarını basacağız bu akşam’ dediler. Sakın bu gün toplanmayın. Basacaklar burayı” dedi.

İKİNCİ GÜNÜ ZÜBEYİR ABİ VEFAT ETTİ DİYE BİR GAZETE YAZDI

– 71 Mart muhtırasından sonra mı?

– Evet, o muhtıradan sonra, ben düşündüm şimdi dedim toplantı yapmasak da onlar mutlaka bir şey yapacaklar, hem bizim toplanmamız suç değil, kitap okumamız suç değil, bu kitaplar serbest, çok yerde beraat etti. Yüzlerce beraat kararı var. Ben dedim kimseye söylemeyeceğim. Sonuca katlanacağız artık. Cuma gecesi ders gecesiydi, gelen geldi, gelen geldi, 47 kişi olmuştuk. Yedisi çocuk kırk kişi. Hep devamlılar, geliyor onlara söylemedim. Baskın oldu…

Çetinkaya da var o sonradan geldi. Tam hadiseler oldu polisler geldi bizi götürüyorlar. Çetinkaya geldi, baktım uzaktan kardeşiyle geliyor. Sonra onları yakaladılar hapse attılar. Velhasıl o akşam, 1 nisanda, hapishaneye attılar. İkinci günü Zübeyir abi vefat etti diye bir gazete yazdı. Zübeyir abi duymuş hapse atıldığımızı. O bir ilaç kullanıyordu doktor falan dinlemiyordu. Maalesef o ilaçlarla, işte sebep Takdir-i İlahi, Allah Rahmet eylesin.

KİTAP OKUDUK” DEDİK “NE OKUDUNUZ?” “RİSALE-İ NUR”

Olay şöyle cereyan etmişti. Akşam geldiler yatsı namazından evvel âmenerresülü aklımda. Niye bir Müslüman, “imanın bir rüknünü inkâr etse İslamiyet’ten çıkar?” bahsini okuyorduk. Dersten sonra namazı kıldık, çay içiyoruz. Henüz gelen giden yok, ama ben bekliyorum, bir şeyler olacak diye. Baktım o anda pencerelere vurdular, “Kımıldamayın!”, polisler… baskın… Sanki suç işlemişiz. Geldiler “Burada ne diye toplandınız?” diye sordular. “Kitap okuduk” dedik. “Ne okudunuz?” “Risale-i Nur okuduk” “Peki” dediler. Arama yaptılar epeyi kitap topladılar, buldukları kadar aldılar bizi de aldılar götürdüler. Cumartesi, pazar iki gün beklettiler, hapishaneye sormuşlar “kaç kişilik yeriniz var”, onlar da “on kişilik yerimiz var” demişler.

HEPSİNİ TAHLİYE ETMİŞLER BİR BENİ BIRAKTILAR İÇERİDE ELEBAŞI DİYE

Çocukları bıraktılar birinci ifadede, güzel konuşan sert cevap veren on kişi seçmişler on kişi tevkif ettiler. Aldılar bizi yarı açık ceza evi var, Karşıyaka diyorlar, oraya hapsettiler. İkinci gün itiraz ettik. Hâkimlerin çoğu taraftar, bize bir şey yapmak istemiyorlar, bizi bırakmak istiyorlar. Bir kadın hâkime çıkmış, bana dişini takmış, diyor “bu niye toplamış başına, kaçıncı bu, bunu tutuklayın” demiş. Hepsini tahliye etmişler bir beni bıraktılar içeride elebaşı diye. Neyse içeride epeyi bir kaldık, bir kaç ay kaldık. Sonradan öğreniyorum 6 ay kalmışız.

Üç-dört ay vardı çıkmaya Ceyhan Savcısı geldi Mustafa Ramazanoğlu’nun kardeşi Mahmut Ramazanoğlu, hapishane müdürü oldukça dindardı, fakat gelenlere mutlaka dayak çektiriyormuş. Biz içeri girdik, bizi bodruma götürdüler baktık arkamızdan on kişi kadar, sopalarla geldiler, gardiyanlar. Hemen onların arkasından Urfalı biri geldi, onlar fiskos fiskos bir şeyler konuştular gardiyanlar gitti. Sopalar da gitti. Sonradan anladık ki o Urfalı nurcuları tanıyormuş, “ya bunlar hocadır, bunlar iyi adamdır, bunlara dayak atmayın” ikna etmiş gardiyanları. Gelenlere dayak çekerlermiş gardiyanlar.

Daha evvel bir daha girmiştik dört kişi birimiz hasta oldu Ali Zeybek diye Alevilikten bir tane vardı. Biz on kişiydik hepsini bıraktılar bir ben kalmıştım içeride işte o savcı geldi -üç dört ay sonra-  “Müdür bey hapishane ne içindir, ıslah için değil mi? Ya bu seyyar vaiz… Ya kitap okuyor, ya ders veriyor. Buna izin verin, serbest bırakın. Ne güzel gitsin mahpuslara ders versin, sizin vazifenizi yapıyor işte” demiş. Müdür de “peki başüstüne” demiş. Geldi bütün mahkûmların duyacağı şekilde “hocam” -mikrofon elinde- “istediğin kadar ders ver” dedi. Onun üzerine, çıkıncaya kadar ders okuduk, 6 ay o şekilde dersimiz devam etti. Hatta dışarı çıktık, tahliye olduk, yine derse devam ettik, ara sıra hapishaneye gidip ders yapmaya devam ettim. İyi hizmet oldu.

HAPİSHANEDE BEŞ VAKİT NAMAZ CEMAATLE KILINIYORDU

– Medrese-i Yusufiye olmuş…

– Evet, hapishane Medrese-i Yusufiye oldu. Çocuk koğuşunda bile ezan başlamıştı. Ezan okunuyordu. Beş vakit namaz cemaatle kılınıyordu. Çokça namaza başlayanlar oldu. Çok iyi bir hizmet oldu, sonra oradan tahliye olduk Mahkemeye çıktık, 6 ay sonra mı ne?  Mahkemeye çıktık… Mahkemeye bir kaç kere gittik. Avukatlar müdafaa ettiler, Bekir Bey var mıydı farkında değilim. Tahliye ettiler. Ama 6 ay sonra tahliye etmişler. Sonra bu lügat meselesi vardı İstanbul’da ille “gel” diye haber gönderdiler. Ben de Hüseyin Kurt’a bıraktım İstanbul’a geldim. O şekilde oradan da ayrılmış olduk.

– Urfa, Antep, Adana. Üstad Hz.leri vefat edeli bir sene olmuş, cemaat ne yaptı, hizmet şeklinde bir değişiklik oldu mu? Cemaat nasıl toparlandı?

– Cemaat Risale-i Nur okuduğu için, yine aynı vazifeye devam etti. Bazı yerler tedbir aldılar, bazı gizli dersler yaptılar, bazı açıktan yaptılar, yerine göre… Yine dersler devam etti. Hiç bir değişiklik olmadı.

SÖZLER NEŞRİYATI İLKİN BİZ KURDUK

– Üstaddan sonra abilerin bir araya gelerek devamlı meşveret ettikleri söyleniyor. Bu meşveretler nasıl oluyordu? Nerede toplanılıyordu? Kim topluyordu?

– Daha çok Zübeyir abi topluyordu. Bazen biri geldiği zaman toplanıyorduk. Öyle bir kaç kere toplandık, ben hepsinde bulunmadım. Daha çok Adana’daydım, o nedenle hepsinde bulunamadım, İstanbul’da ne oldu çok iyi bilmiyorum. Yeni Asya meselesi konuşulmuş, Yeni Asya hakkında sadece Mehmet Kutlular’a Zübeyir abi vazife vermiş, demiş “sen bu gazeteye bakacaksın, ama Nurcular tarafından gazete çıkarıldığı bilinmeyecek, bu şartla çıkaracaksın, en büyük şart bu” demiş… Bilinmeyecek. “Ne zaman Nurcular bu gazeteyi çıkarıyor, bilinirse gazete derhal kapatılacak” demiş.

Bütün gazete büroları kütüphane oldu, “Risale-i Nur siyasete karışmayacak, bürolardan falan kitap satılmayacak” böyle şartlar koşulmuş, ama bunları dinleyen olmadı.

Ondan sonra biz İstanbul’da toplandık, Fırıncı, Birinci birlikte olmuşlar gazetenin etrafında toplandılar biz diğerleri toplandık, dedik “iş siyasete döküldü, siyasetle beraber yürümeye başlandı biz bunu ayıralım, neşriyatı gazeteden ayrı yapmamız lazım” dedik. Sözler Neşriyatı ilkin biz kurduk. Ağabeyler dediler ki, “Sözler Neşriyatı sen yürüt, en serbest sensin, Hüsnü’yü al sen çıkarıyormuşsun gibi göster”, bir kaç sefer bu kitapları çıkardığımız için ifadelerimizi aldılar fakat serbest bıraktılar.

KATİYYEN BUNU BEKİR BERK’İN NEŞRETMESİ UYGUN DEĞİLDİR

– Üstadın vefatında, defin olayından sonra bütün abilerin toplanıp meşveret etmeleri esnasında, Kayalar abi için şöyle bir söz söyleniyor, “benim haricimde abiler bir tane lider seçsin, lider seçiniz, ama benim haricimde” demiş böyle mi? Yoksa şu şekilde de anlatılıyor. Kayalar abi demiş ki, “ben bu cemaatin başına geçeceğim” mi demiş? Siz orada canlı şahit olduğunuz için doğrusu nasıldır öğrenmek istiyoruz?

– Ben öyle bir şey duymadım. O belki Diyarbakır’da konuşuyor. Daha sonra İstanbul’a geliyor, ormanlık yerlerde kamp kuruyor, bir defa beni götürmek istedi ben gitmedim. Şimdi ben onun bazı şeylerini beğenmiyordum, yani Üstadımız da zaten “ben Kayalar’ı ziyaret etmek istiyorum” dediğimde gitmeme müsaade etmemişti. Onun bazı taşkın halleri vardı. Hatta 27 Mayıs’tan sonra ihtilal hareketi yapmak istemiş.

Silah, elbise hazırlamışlar. Kayalar abi kumandan olacak 27 Mayısçıları defedecekler, hükümeti ele geçirecekler, böyle bir gayeleri de varmış. Ben sonradan duydum bunları. Böyle bir şey olmadı Elhamdülillah biz müspet hareket ettik.

Sonra Türkeş aleyhinde bir broşür neşredilmiş, Bekir Berk onların aleyhine bir yazı yazmış. Biz dedik “katiyyen bunu Bekir Berk’in neşretmesi uygun değildir, biz siyasete karışmış oluyoruz.” Adana’da da o şeyi sattırmadık, o broşürü, dağıtmadık.

– 1969 yılında oluyor bu olay değil mi?

– İslami Hareket ve Türkeş adlı bir broşürdü. Yalnız bunu Bekir Beyin yapmasını beğenmedik, kabul etmedik bütün abiler aleyhinde idi.

– Ama sonra yayınlandı. Peki, yayınlandıktan sonra abilerin tepkisi ne oldu?

– Bilemiyorum, unuttum gitti, uğraşmadım o işle.

– Bir tek Adana’da dağıtılmadı galiba.

– Zannetmiyorum, başka yerlerde de dağıtılmadı ama Adana’da dağıtılmadı.

SİYASİ BİR LİDERİN ALEYHİNDE NURCULARIN KİTAP NEŞRETMESİ, RİSALE-İ NUR’A AYKIRIDIR

– Türkiye’de dağıtıldı ama siz Adana’daydınız Adana’da dağıtılmadı herhalde.

– Adana o zaman derli topluydu.

– Yanlış anlaşılmaması için bu konuyu biraz açmamız lazım. Bu kitabı dağıttırmayışınızın sebebi net olarak neydi? Bazı insanlar yanlış şeyler düşünebilirler, yanlış şeyler söyleyebilirler, tekrar sizin ağzınızdan duymak istiyoruz?

– Yani siyasi bir liderin aleyhinde Nurcuların kitap neşretmesi, Risale-i Nur’a aykırıdır. O kanaatle biz mani olduk. Hatırımda kaldığına göre nedeni buydu.

– Siyasete girilmiş oluyor öyle mi?

– Evet, siyasete girilmiş oluyor. Ve Türkeş’in cemaatini Nurcuların aleyhine sevk etmiş oluyorsun, bizim muarızlarımız olacaklar.

Alparslan Türkeş de Adana’dan milletvekili adayıydı, o zaman siz de Adana’daydınız. Bir sıkıntı yaşandı mı?

Ben o adamı da hiç görmedim, Adana’dan seçildiğini de bilmiyorum. Sevmezdim ben zaten onu.

ÇOK PAPAZLAR ALMANYA’DA MÜSLÜMAN OLMUŞ, GİZLİ MÜSLÜMAN

Bir zat bir hatıra anlatmıştı. Arabacı Musa diye ara sıra işlerini yapan bir faytoncu varmış Isparta’da. Üstadı ona sormuşlar “Hoca Efendiden ne hatırlıyorsun?” diye. O da iki hatırasını anlatıyor. Birincisinde diyor ki, “Hoca Efendi ağzını açtı Allah… Allah… dedi sonra devamını getirmedi. Yanındakiler ona sordular “ne oldu Üstadım?” dedi ki, “Fevzi (Çakmak) vefat etti ona Allah Rahmet etsin diyecektim, dedirtilmedi.” Böyle bir şey anlatıyor. İkincisinde de “bir gün Üstad birden bire ayağa kalktı “ben aldım kardeşim, aldım kardeşim Türkiye’yi kan da dökülmedi dedi” diyor. Böyle haller var mıydı? Yani “Türkiye’yi aldım. Benim hükmüm geçecek bu memlekette, kan da dökülmedi.” Böyle bir şey aktarmıştı bir zat. Kan dökülmedi yani bu rejim el değiştirdi manasında.

Ben hiç duymadım. Olabilir. İşte Ayasofya’nın açılmasından sonra, inşallah Avrupa’da bu şeyi kabul ederler.Avrupa’da Müslüman çok. Almanya’da bir profesörle tanıştım İlahiyat Profesörüydü. Bu adamın Hür Hıristiyanlar diye bir cemaati vardı. Hür Hıristiyanların vazifesi İslamiyet’i öğrenmek, Kur’an okumak, Kiliselere bağlı kalmamak. Bunların şimdi çok taraftarları var. O zat daha sonra vefat etti.

Ve Risale-i Nur’un İngilizcesini de okudu, Almancasını da okudu. Bizimle namaza başladı, beraber namaz kılardık. Vehbi Vakkasoğlu şahittir. Ondan beraber ne zaman ziyaretine gittik bizimle beraber namaz kıldı. Profesör, fakat bütün Hıristiyanlara, papazlara hep Kur’an’ı methediyor. Bremen’de bir konferans verdi, “İsa (AS) da bir Müslüman’dı” dedi. “Ne için Müslüman diyeceksiniz. Beşyüz küsur sene sonra gelmiş. İslamiyet’ten haber vermiş de ondan. Bütün dinlerin kaynağı birdir. Hepsi Allah’tan geliyor” dedi. Ve izah etti yani ayet okuyarak hep Kur’an’dan ayet okuyor. Yani şimdi ben işitiyorum çok papazlar Almanya’da Müslüman olmuş. Gizli Müslüman. Halktan çekiniyorlar. Yani şimdi böyle Almanya’da da İslamiyet çok gelişiyor. Üstad “birinci Almanya’dır” demiş, “ikinci Amerika Müslüman olacak” demiş.

 EN ÇOK ÜZÜLDÜĞÜM ŞEY: RİSALE-İ NUR ETRAFINDA YEKVÜCUT OLAMIYORUZ

Aşağı yukarı yetmiş yıllık bir hizmet hayatınız var

Hepsi İnşaallah daire içindedir.

Allah uzun ömürler versin

Amin!

Şimdi bu yetmiş hizmet yılı içerisinde sizi en çok üzen ne oldu?

En çok üzen kendi kabahatlerimizdir.

Benim sormak istediğim o değil. Tabii ki günahlarımıza üzülürüz. Ben daha çok hizmet adına bir şey olur da ona üzülürsünüz ya? Öyle bir şey için üzüldüğünüz oldu mu? Onu sormak istedim.

En çok üzüldüğüm şey: Risale-i Nur etrafında yekvücut olamıyoruz. Yerine göre bir araya gelemiyoruz. Bazı olanlara merak ederim. Fakat daha sonra düşünüyorum. “Bizi mademki Allah istihdam ediyor bunda da vardır bir hayır” diyorum. Allah’a havale ediyorum. Ben bunun dışında çok bir şeye üzülmedim.

SEVİNCİMİZ İSLAM ALEMİNİN GELİŞMESİ, MÜSLÜMANLARIN UYANMASI

O zaman aksini soruyorum bu yetmiş yıllık hizmet hayatınızda sizi çok fazla sevindiren ne oldu?

Dünyada Risale-i Nur’un gelişmesi. Hep iyi haberler işitiyoruz. Her tarafta medreseler, dershaneler… Risale-i Nur çeşitli dillere çevriliyor. Yani bizim sevincimiz İslam aleminin gelişmesi, Müslümanların uyanması, Risale-i Nurun herkes tarafından tanınması bizim bayramımız gibidir. Risale-i Nur ne kadar genişlerse okunursa bizim sevincimiz odur.

40-50 yıl geriye gitseniz neyi farklı yapmak istersiniz? Yani bir pişmanlığınız var mı?

Pişmanlığım yok be… Şimdi eğer dünyaya gelsem Risale-i Nurdan, Üstad’dan katiyyen ayrılmam ve daha çok devam ederim. Neye işaret edilmişse onu yapmaya çalışırım.

Yetmiş yıl değil abi ben kırk yıl evvele gitseydik diyorum siz hizmetin içindeyken olan bir şeyden yani pişmanlık duyduğunuz bir şey var mı?

Yani ben Üniversitede okumazdım çalışmak için eğer böyle Risale-i Nurun hizmetini anlasaydım üniversitede vaktimi zayi etmezdim.

EN GÜZEL DEMOKRASİ BUGÜN İSLAMİYET’TEDİR

Müsade edersiniz şimdi bu açılımla ilgili bir iki şey sormak istiyorum. Hükümet demokratikleşme paketi hazırlıyor. İsmine de “demokratik açılım” diyor, bir kısım insanlar buna “Kürt açılımı” diyor. Biz açıkçası demokratikleşme bekliyoruz, yani herkese eşit demokrasi diye düşünüyoruz. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz? Yalnız bu önemli bir soru şunun için açıkçası “bunu Abdullah abiye sor” diyen çok oldu.

Yani böyle bir açıklama varsa en güzel demokrasi bugün İslamiyet’tedir. Ben Hamburg’ta duydum Alman anayasasını yapan profesörler söylemişler. “Biz Alman Anayasasını Osmanlılardan aldık” demişler. Demokrasi demek onlarda âlimlerin toplanıp karar vermesi, ona göre idare ediyorlar memleketi. Eyalet usulü, adalet usulü, Osmanlılardan geçmiş onlara… “Biz anayasayı Osmanlılardan yani İslamiyetten istifade ederek aldık” demiş profesörler. Biz ne kadar demokratız desek İslamiyete aykırı olmamak şartıyla daha iyi oluruz. İslamiyet’e aykırı adetler, o da cehalet yüzünden oluyor. Avrupa’yı taklit değil Müslümanlığı taklit ederek gidersek bu demokratikleşme bizi İslamiyet’e götürecek. Bugün Avrupa’da bir İslam devleti doğuracak demiş Üstad… İnşallah olur.

MÜSLÜMAN OLDUKTAN SONRA HANGİ IRKTAN OLURSA OLSUN KARDEŞ OLUR

Biliyorsunuz bizim doğu ve güneydoğu vilayetlerimizde Kürt vatandaşlarımız var. Bunlar açıkçası haklarının az olduğunu, üzerlerinde bir baskı olduğunu söylüyorlar, dolayısıyla hükümet de bazı haklar verme adına bir açılım paketi hazırlıyor. Bediüzzaman’dan yararlanma ihtimalleri de var. Bu işi yapmak istiyorlar, bu husus programlarında var.

Risale-i Nur nelerden haber vermişse ve yapılmasını istemişse onlar yapılırsa çok iyi olur. Bunlar hakikaten dindar insanlarsa, İslamiyete sıkı sarılsınlar “innemel müminüne ihvetün” kudsi proğramına katılsınlar, imanlarını kurtarmaya çalışsınlar. Risale-i Nur ne kadar şark vilayetlerinde çok okunursa o kadar çok serbestiyet olur, hürriyet olur. Çünkü Müslüman olduktan sonra hangi ırktan olursa olsun kardeş olur. Yani bir İngiliz gelse bir Fransız gelse Müslüman olduktan sonra biz hiç onları kendimizden ayırmıyoruz. Ama dinsiz olacaklarsa, demokrasiyi fırsat bilecekler dinden uzaklaşacaklarsa böyle bir şey zarar olur. Amma İslamiyet’e imanla beraber İslamiyet’e uygun olacaksa, yani onlara verilecek paketteki maddeler, İslamiyete uygun olacaksa iyi olur.

Diyorlar ki, “biz Kürtçe ile eğitim alalım. Eyalet olsun. Kendi içimizde bağımsız olalım?” Sonu nereye varır bilinmez amma şimdi en azından söylenen bunlar. Siz buna nasıl yaklaşırsınız?

Yani eğer bunlar İslamiyet’e, hakikaten inanan kimseler iseler, samimi iseler zarar gelmez. Fakat sonradan bunları ecnebiler, dinsizler komünistler alet edecek ihtimali varsa bu tehlikeli olur.

RİSALE-İ NUR’U NEŞREDENLER KENDİLERİNDEN BİR ŞEY İLAVE ETMESİN

Üstadımızı gören abilere saffı evvel diyoruz, siz onun hizmetinde oldunuz, birlikte yaşadınız, uzun zaman beraber oldunuz. Saffı evvel abilerle yani hizmet arkadaşlarınızla şimdi de mutad olarak bir araya geliyor musunuz?

Bazen geliyoruz amma zamanı belli değil yani. Daha çok Risale-i Nurun neşriyatı hususunda konuşuyoruz. Mesela geçen sene toplandık Üstadın vasiyetnamede geçen isimleri geçenlerle beraber, Said Özdemir, Ahmet Aytimur da dahil o zaman Risale-i Nuru neşredenler kendilerinden bir şey ilave etmemelerini, Üstadın tavsiyesi vardır diyerek onlara tavsiye ettik. Fakat bazıları bunu uygulamadı, mesela bazı kitap neşredenler var Risale-i Nurun tertibine Üstadın tertibine aykırı. Nur talebelerinin de hayatlarını koyuyorlar, Nur talebelerinden bahsediyorlar. Bazı neşriyatlar bunu yapmış, Atatürk’ün ismini de yazmışlar böyle şeylere Üstadın kabul etmediği şeylere toptan hepimiz razı değiliz, ittifak ettik. Üstadın vasiyetine uygun, Üstadın en son yanında kalan mutlak vekilimdir dediği kimselere sorsunlar, Ahmet Aytimur’a, Hüsnü Bayramoğlu’na, Sungur abiye “bu doğru bir şey mi” diye sorsunlar. İstişaresiz iş yapıyorlar. İstişaresiz neşriyat yapmasınlar.

ÜSTADIN YAPTIĞI TASHİHLER

Peki üstadın bazı tashihler yaptığı biliniyor, yani kelime tashihi yaptığı biliniyor. Şimdi bazı yayınlarda bu tashihlerin bir tür zorunlu yapıldığı, yani Türkçeleştirmek gibi. Üstad aslında Kürdi maslahını kullanmış, eski kitaplarında sonra bunları, Türk olan talebeler bunu Türkleştirmişler diyorlar.

Yok, katiyyen öyle bir şey yok. Üstadın kendi el yazısı, fotokopisi var. Abdulkadir de bunun üzerinde durdu. Sıddık Dursun diye biri vardı, onu susturacak deliller buldu, Üstadın el yazısı. Üstad bütün Kürdileri Nursi yaptı sonradan, yapmış kendisi bizzat yapmış, onlar kendi ırkçılıklarını gösteriyorlar.

Abdulkadir (Badıllı) abinin ismi geçmişken, Abdulkadir abiyi ilk defa Üstad Hazretlerine siz gönderdiniz. Üstad Hazretlerine ilk gidişinde, Üstad Zübeyir abiye demiş ki “alın şunun kafasını düzeltin” böyle bir şey duydunuz mu?

Duymadım öyle bir şey.

Abdulkadir abi kürtçe konuşmuş Üstad da hep Türkçe cevap vermiş. O yine Kürtçe konuşmuş Üstad yine Türkçe cevap vermiş sonra güya Zübeyir abiye demiş ki bunun kafasını biraz düzeltin öyle getirin.

Öyle mi demiş? Ben duymadım. Kendisinden de, ondan da duymadım.

Abdulkadir abiye sordum öyle bir şey var mı? “Mümkün değil” dedi.

Birisi Üstadın yanında Kürtçe konuşmak istedi Üstad konuşmadı “ben unutmuşum” dedi. Kürtçe konuşturmadı yani.

Bunu Abdulkadir abi kendisi de söyledi. “Ben Üstadla Kürtçe konuştum, o bana Türkçe cevap verdi.” “Sizinle hiç Kürtçe konuştu mu” dedim, “hayır hiç Kürtçe konuşmadı” dedi. Bunu bana söyledi. Peki neden?

Fitne çıkmasın diye Üstad öyle yapmıştır. Üstada hep böyle isnat ettikleri şey, ırkçılık Kürtçülük değil mi? Üstad fitneye kapı açmayacak şekilde hareket ediyordu. Üstad fitne çıksın ister mi?

GECE OLSUN GÜNDÜZ OLSUN, ELİMİZDEN GELDİĞİ KADAR KUR’AN OKUYORUZ

Hususi bir soru sormak istiyorum, bir gününüzü bize anlatır mısınız? Bir gününüz nasıl geçiyor?

Benim bir günüm tembellik içinde geçiyor. Gece kalkıyorum sabah namazını kılıyorum. Sabahleyin namazdan sonra tekrar yatıyorum, sonra kalkıyorum, benim gece olsun gündüz olsun, elimizden geldiği kadar Kur’an okuyoruz, Risale-i Nur okuyoruz, gelenlere Risale-i Nur okuyoruz, kimse gelmezse boş kalırsak bir yazı yazıyoruz. Ya başka bir kitap okuyoruz. Vaktimiz böyle geçiyor.

BEN NASIL KONUŞURDUM

Sizinle bir hayal kuracağız, Mısır Ezher Üniversitesinin ev sahipliği yaptığı uluslararası Risale-i Nur kongresi yapılıyor. Bütün dünya milletleri temsilcileriyle bu kongreye katılıyorlar, Japonlar kesbi medeniyeti anlatıyorlar, Almanlar bahtiyarca hidayetlerini paylaşıyorlar, Amerikalılar İslami hürriyeti öğrenmeye çalışıyorlar, Ruslar Tabiat Risalesinden ders okuyorlar, Araplar İşaratül İcaz’ın yeni ciltlerini hazırlıyorlar, İskandinav ülkeleri Risale-i Nurdan içtimai ve siyasi meselelere hazırlanıyorlar, Avusturalyalılar kendi kıtalarında yaptıkları Medresetüzzehra’yı tanıtmaya çalışıyorlar, İranlılar Cevşen’in manasını Risale-i Nurdan anlamaya çalışıyorlar ve dünyanın bütün televizyonları orada, bütün gazeteciler orada bu mesajları dünyaya canlı aktarıyorlar. Türkiye adına da Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi Abdullah Yeğin katılıyor. Mikrofon sizin.

Ben ne diyebilirim Risale-i Nurdan tevhid bahislerini okurum, “birlik beraberlik zamanıdır, hepiniz iman hizmetini esas gaye yapın, madem bütün peygamberler (AS) ahiretin varlığından, cennetten cehennemden bahsetmişler evvela ebedi hayatımızın kurtulması için tek çare imanımızı kuvvetlendirmeliyiz, kurtarmalıyız, Kur’an-ı Kerim’in imani ayetlerini çok okumalıyız. Risale-i Nuru hep bir arada bütün dünyaya neşre çalışmalıyız” diye konuşurum o kadar.

BUNDAN SONRA DA ALLAH ÖMRÜMÜZÜ İSLAMİ SAHADA GEÇİRİR İNŞALLAH

Ağabey Allah sizden Razı olsun. Çok teşekkür ediyoruz.

Ben de size teşekkür ediyorum. Benim bu kadar konuşmama, böyle başıma gelen bazı kusurlu da olsa hizmetlerimizi -inşaallah Allah kabul eder- anlatmamıza vesile oldunuz. Üstadımın teşvikiyle bundan sonra da Allah ömrümüzü İslami sahada geçirir inşallah.

Cenab-ı Hak kusurlarımızı affetsin, bizi hizmeti imaniyede Rahmetiyle istihdam etsin… Üstadımıza layık talebe etsin… Cümlemizi istihdam altında, Üstadımızın dediği gibi, “kimde Risale-i Nura bir muhabbet hasıl olursa o istihdam altındadır” diyerek imana aykırı bir hareket yaptırmadan, İslamiyete uygun hayat geçirsinler inşaallah… Herkesten istediğimiz budur.

Allah razı olsun…

Cümlemizden…

 

Röportaj:Abdurrahman Iraz, Mehmet Ali Bulut (Nurdanhaber)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Son Şahitlerden Devrekânili H. Şükrü BEŞEOĞLU

H. ŞÜKRÜ BEŞEOĞLU Aslen Kastamonu Devrekânili olan Şükrü Beşeoğlu, “Şekerci Şükrü” ünvanıyla tanınıyordu. Hemşehrisi Ahmed …

Önceki yazıyı okuyun:
Mesnevi-i Nuriye’de Tabiat Kanunlarına Yaklaşım Semineri

 Mesnevi-i Nuriye'de Tabiat Kanunlarına Yaklaşım Semineri Risale Akademi'de Mesnevi-i Nuriye Müzakerlerinde bu hafta "Mesnevi-i Nuriye'de Tabiat Kanunlarına Yaklaşım" başlıklı seminer yapılacak. Semineri Ediz Sözüer verecek....

Kapat