Ana Sayfa / HABERLER & Yorumlar / Abdullah YEĞİN Ağabeyi hasret ve rahmetle anıyoruz / Ömer ÖZCAN

Abdullah YEĞİN Ağabeyi hasret ve rahmetle anıyoruz / Ömer ÖZCAN

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

07 Temmuz 2016’da vefat eden “Nurcuların Ağabeyi” sıfatıyla mevsuf merhum Abdullah YEĞİN Ağabeyi rahmet ve hasretle anıyoruz. Allah rahmet eylesin.

Bu vesileyle, muhterem Ömer ÖZCAN Beyin kaleminden merhum ağabeyimizi, hatıralarıyla tekrar tanıyalım istedik. KASTAMONUR.COM

 

ABDULLAH YEĞİN AĞABEY KİMDİR?

Abdullah Yeğin, henüz bir ortaokul talebesi iken Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret edip elini öpmüş ve Ona talebe olmuştu. Daha sonra kendisine Bediüzzaman “Nurcuların Abisi” diye iltifat edecekti.

Üstad Bediüzzaman, 1936-1943 yılları arasında, Kastamonu’da mecburî ikâmete tabi tutulmuştu. Bu yıllarda köylerden; İnebolu, Taşköprü, Daday, Araç gibi ilçelerden ve şehir merkezinden Üstad’ı ziyarete gelenler çoktu.  Bunlardan biri de Kastamonu Lisesi orta kısım ikinci sınıfta okumakta olan Abdullah Yeğin idi.

Abdullah Yeğin, arkadaşlarıyla gerçekleştirdiği bir ziyaretinde, Üstad Bediüzzaman’a “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyor. Bize Hâlıkımızı tanıttır” demişti. Daha sonra bu soru ve cevap Meyve Risalesinin Altıncı Meselesi olarak risalelere dahil edilmiştir.

Kastamonu civarında bulunan Karadağ ve Hacı İbrahimdağı denilen yerlere Üstad Bediüzzaman’ın yanında giden talebeleri arasındaydı. Bu sırada Âyet’ül-Kübrâ ve Sözler gibi risaleleri okuyorlardı. Bediüzzaman da risaleleri karşılaştırıp, tashih ediyordu. İmanî, İslâmî mevzularda konuşmalar ve sohbetler yapılıyordu.

Bu esnada okuldaki Coğrafya dersi öğretmeni, Abdullah Yeğin’i tıpkı kendisi gibi Üstad’ı ziyaret eden altı arkadaşıyla birlikte disiplin kuruluna sevketmiş; sonuçta kendisine altı gün okuldan uzaklaştırma cezası verilmişti. Gelişmeler bununla da kalmamış, son gelişmeden birkaç gün sonra öğrenci arkadaşlarıyla kaldıkları evi polisler basmış, inceden inceye arama yapmış, ama bir şey bulamamışlardı.

Üstad Bediüzzaman’ın mektuplarında “Araçlı Abdullah” olarak da adı geçen Abdullah Yeğin, Risale-i Nur hizmetinde bulunmasından dolayı hakkında en çok dava açılan Nur talebelerinden birisiydi. Urfa, Gaziantep, Ankara ve Adana hapishanelerinde aylarca yatmış olmasına rağmen, davaların hepsi de beraat ile neticelenmişti.

Sonraki dönemlerde, askerlik hariç, Urfa’da sekiz sene kaldı. Üstad Bediüzzaman’ın vefatından birkaç gün öncesi Urfa’ya geldiği sırada bu şehirde ikâmet ediyor, Kadıoğlu Camiine bağlı bir odada kalıyordu. Üstad’ın geldiğini öğrenir öğrenmez yanına gitti.

Zübeyir Gündüzalp, Hüsnü Bayram gibi yakın talebeleri tarafından İpek Palas Oteline yerleştirilen Üstad Bediüzzaman, ertesi gün biraz rahatlar ve iyileşir gibi olmuştu. Abdullah Yeğin yanına girdiğinde Üstad Bediüzzaman onun elinden tutarak“Hiç merak etme! Küfür ölmüştür. Bundan sonra birşey yapamazlar!” dedi. Hemen ardından da Urfa’nın öneminden ve Urfalıların İslâmiyete olan hizmetlerinden bahsetti ve bu şehrin Türk, Arap, Kürt gibi Müslüman kardeşleri birleştirmeye vesile olacağından bahsetti.

Abdullah Yeğin, diğer Nur talebeleriyle birlikte, nöbetleşe olarak Üstad Bediüzzaman’ın başında bekliyorlardı. Gece saat 03:00′te Üstad’ın ebediyete göç ettiğini anladılar. Sabahleyin hadise çeşitli makamlara ve kişilere duyurdular. Ertesi gün, ikindi namazını müteakip Ulu Camiin avlusunda cenaze namazı kılındı.

Abdullan Yeğin, Son Şahidler isimli eserin 2. Cildinde bir hatırasını şöyle aktarır:

“Mübarek tabutu tekrar eller üzerinde, askerler, polisler yardımıyla ve iştirakiyle Halilü’r-Rahman Dergâhına götürdük. Etraftan bütün bizi tanıyan kardeşlerimiz, ‘Nur Talebeleri başınız sağ olsun’ diyorlardı. Senelerce evvel Üstadımızın bana hitaben, ‘Sana başın sağ olsun diyecekler, keçeli keçeli’ dediğinin mânâsını o acı günde anlamıştım…Üstadımızın senelerce evvel ‘Ben de Urfa’ya geleceğim’ demesi bu şekilde hiç beklemediğimiz bir tarzda tecelli etmişti.”

Abdullah Yeğin’in uzun yıllar süren titiz çalışma ve araştırmalarının neticesi olarak hazırladığı Yeni Lügat isimli sözlük, özellikle Risale-i Nur ile yeni tanışanlar için en çok başvurulan kaynak olma özelliğine sahiptir.

Risale-i Nur’da Abdullah Yeğin:

Vasiyetnamemdir

Aziz,sıddık kardeşlerim ve vârislerim!

Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risale-i Nur’dan olan benim hususî kitablarım ve güzel cildlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten oniki{(*): Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillo’lu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sâlih.} kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.

Kardeşlerim! Bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten,pek çok zaîf olmakla beraber; gizli münafıkların desiselerle müteaddid sû’-ikasdları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

***

… Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayinat içinde de konulsun, tâ ki bazı insafsız insanlar “Bu Said günde beş-on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?” dememek için bu hakikati izhar etmek münasib olur.

Şimdi manevî evlâdlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyr, Ceylan, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nur’un kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, Tahirî, Mustafa Gül gibi zâtların nezaretinde o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum. Said Nursî (Em.Lâh.2-217)

***

Ankara dârülfünununda Nur’a ehemmiyetli hizmet eden ve Kastamonu’da mekteb gençlerinden en evvel Nurlara giren ve Ankara’daki Abdurrahman’ın oğlu Vahdet’i himaye ve muhafazaya çalışan Araç’lı Abdullah’ın mektubunda tam imanlı ve dindarane ve müjdekârane yazması… (Em.Lâh.271)

HATIRALARI:

Abdullah Yeğin’in kaleminden bazı hatıraları:

“Kastamonu Lisesi, orta kısım ikinci sınıftayım. (l940-l94l), Üstad’ın kiraladığı evin sahibinin ve bize gelen zatların sitayişle bahsetmeleri üzerine bende onu görmek ve ziyaret etmek arzusu uyandı. Onun hakkında duyduklarım, büyük bir zat olduğu, hediye kabul etmediği ve herkesi ziyaretine almadığı şeklinde idi.

“Bir gün okulda teneffüs esnasında sıra arkadaşım Rıfat’a bu konuyu açtım. ‘Burada çok kıymetli bir hoca varmış’ deyince arkadaşım, ‘Ben onu tanırım, evi bizim evin karşısındadır. Çok iyi bir kimsedir. Beraber seninle gidelim. Ben bazan ona gidiyorum’ dedi.

“Münasip bir vakitte birlikte gittik.

“Kapıyı çaldık. Kapı açıldı. Yukarı çıkarak sağdaki ilk kapıdan odasına girdik. Evvelâ Rıfat, sonra ben elini öpüp oturduk. Karyola gibi yüksek bir divanın üstüne oturmuş, dizlerine yorganı çekmiş, geriye doğru yaslanmıştı. Elinde bir kitap vardı. Saçları kulaklarının hizasına kadar gelmişti. İnce gözlüğünün üzerinden bize bakarak, ‘Sefâ geldiniz’ dedi. Arkadaşımdan beni sordu. O da ‘Benim mektep arkadaşımdır’ diye beni tanıttı. İsmimi sordu. Çok iltifat etti. İslâmiyetten, imanın güzelliğinden, ölümden, âhiretten bahsetti. Bir müddet sonra yanından ayrıldık

Urfa yılları

“Askerlik yıllarımız hariç Urfa’da sekiz sene kaldım.

“Üstad, hayatının son yıllarında gezmeye başlamıştı.Biz, mutlaka Urfa’ya da gelidr diye bekliyorduk. Hattâ davet etmiştik. Gazetelerden seyahatlarını takip ediyorduk. Vefatından bir iki ay önce Isparta’ya gitmiştim. Ziyaretimde:

“Üstadım! ‘Urfa’ya geleceğim dediniz’ gelemediniz. Oradaki yatak vesair eşyalarınız ne olacak?’ demiştim.

“Sen ne yaparsan yap, seni vekil ediyorum’ dedi.

“Ben de ‘Satarım’ dedim. ‘Sen bilirsin’ gibi cevaplar vermişti. Artık ben Urfa’ya geleceğinin ümidini kaybediyordum. Belki de gelemeyecek diye düşünüyordum.

“Üstad geldi”

“O sırada Üstadımız çok seyahat ediyordu. Lehinde, aleyhinde yazılar gazetelerde çıktığı gün, gazeteleri takip ediyorduk. Kadıoğlu Camii hücresinde kalıyordum. Hüsnü kardeşim ve Zübeyir Ağabey Üstadımızın yanında idi. Abdülkadir Badıllı da askere gitmişti. Onun için yalnızdım. Gelen giden ziyaretçiler, Risale-i Nur isteyenler oluyordu. Bir Pazartesi günü, öğle yakındı. Abdest alırken hararetle birisi geldi. ‘Üstad geldi, Üstad geldi’ diye acele söyledi. Ben ayaklarımı yıkarken Zübeyir Ağabey acele ile dış kapıdan içeri girdi. Telaşla Üstad geldi. ‘Acele gel’ diye beni çağırdı. Acele ile ayaklarımı yıkadım. Hemen beraber koştuk. Sabri Küçük, ‘En iyi otel, İpek Palas otelidir’ demişti. Taksiye bindik, o tarafa gittik. Takside Üstadımızın halini, zafiyet ve halsizliğini görünce, çok perişan olmuştum. Âdeta ağlamak istiyordum. Daha evvelki görüşmelerimizde sık sık bize diyordu: ‘Bana bağlanmayanız. Risale-i Nur’a bağlanınız. Ben aciz bir insanım, kusurlarım var. Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır, ona bağlıdır. O size yeter. Ben de sizin gibi bir ferdim. Beni büyük bir zattır diye tanımayınız. Risale-i Nur’da konuşan delil ve bürhan, hakikattır.’ İşte bu sözlerin mânâsını düşünüyorum. Şaşkın bir halde idim. Üstad’la konuşmadığımız için üzgün olduğum gibi hastalığının şiddetini de görüyor, müteessir oluyordum. ‘Bana bağlanmayınız’ sözlerini düşünüyordum. Hemen Üstadımız geldi, diye seviniyor, hem de hastalığının şiddetinden çok müteessir oluyordum.

“Üstad çok rahatsızdı. Ayakta duramayacak bir halde idi. iki koluna girerek İpek Palas Oteline çıktık. Bu esnada gelen polisler Üstad’ın kim olduğunu soruyordu. Biz de cevap veriyorduk.

“Küfür ölmüştür”

“Salı sabahı, yani gelişinden bir gün sonra rahatlar ve iyileşir gibi olmuştu. Yanına girdiğimde bana hitaben, ‘Hiç merak etme! Küfür ölmüştür. Bundan sonra birşeyler yapamazlar!’ diyordu. Elimi bırakmak istemiyor, Urfa’nın ehemmiyetinden bahisle Urfa’lıların İslâmiyete olan hizmetlerinden anlatıyordu. Urfa’nın Türk, Arap, Kürd gibi Müslüman kardeşleri birleştirmeye vesile olacağından bahsediyordu. Gelen ziyaretçilere de çok alâka ve iltifat ediyordu. Yüzlerce Urfa’lı otele gelip, ziyaret edip elini öpüyorlardı.

“Polisler, zabıta müdürleri, çeşitli memurlar, gruplar halinde ziyaretine geliyorlardı. Otelin etrafı mahşerî bir kalabalıkla kuşatılmıştı. Üstad polislere hitaben: ‘Biz sizlerin yardımcısıyız. Biz de emniyet ve asayişe hizmet ediyoruz’ diyordu.

“Üstad vefat etmişti”

“Üstadımızın başında sıra ile nöbet bekliyorduk. Otelci bize çok yardımda bulunuyordu. Kolaylık gösteriyordu. ‘Benim misafirime polisler nasıl karışır, misafir olan böyle bir zatı nasıl rahatsız edebilir? Bunu kanun da kabul etmez, insanlık da’ diyerek İslâmî şecaat ve cesaretini gösteriyordu. Gece geç vakte kadar Urfa’lı çok kimseler Üstadımızı ziyaret ettiler. Üstadımız hararetle onları okşuyor, vedalaşıyordu. Üstadımızın vefat edeceği hatırımıza geliyor ve fakat hizmetinin bitmediğini düşünerek aklımız kabul etmiyordu. Fakat bir kaç ay önce Isparta’daki ziyaretimde, ‘Ben Risale-i Nur neşroluncaya kadar bir ömür istiyorum. Ondan sonra bana lüzum kalmamıştır. Benim vazifemi Risale-i Nur yapar’ şeklinde konuşmuş idi. Fakat biz bunları düşünecek halde değildik. Gece saat üç sıralarında ben postahaneye merhum Adnan Menderes’e yıldırım telgrafı çekmeye gittim. Telgarafta ‘Doksan senelik ömrünü dinine, milletine hizmet için vakfeden kahraman-ı İslâm, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin bunca sene çektiği zulüm ve işkence yetmiyormuş gibi, bir de kendi memleketinde misafirliğine dahi müsaade edilmiyor. Bu zulmün müşsebbipleri hesap vermeyecekler mi?’ gibi ifadeler vardı. Merhum Adnan Menderes, o zaman İstanbul Pera Palas Otelinde misafir idi. Ben postahaneden otele geldim. Bazı kardeşlerimiz Üstadımızın yanındaki başka bir odada idiler. Üstadımızın yanında Bayram Yüksel kardeşimiz bekliyordu. Ben de bir bakayım diye gittim. Bayram kardeşimiz bir kenarda, Üstadımızın odasında dua ediyordu. Bana gürültü etmeyelim, diye işaret etti. Fısıltı ile bana dedi ki: ‘Üstadımız uyudu, Şimdi çok rahat, gürültü etmeyelim, uyanmasın. ‘Ben yaklaştım. Nabıklarına baktım, atmıyordu. Nefes alışına dikkat ettim. ‘Kardeşim! Nefes aldığını hissetmiyorum.’ Bayram kardeş de, ‘Üstadımız bayıldı. Eskiden de bir defa böyle olmuştu’ dedi. Sonra Zübeyr Ağabey geldi. O da Üstadımızın bayıldığına ve uyuduğuna inanıyordu. Vefatını kabul etmiyorduk. Halbuki Üstadımız (Allah ondan ebediyen razı olsun) saat 03:00 sıralarında derin derin nefes alarak yatarken, Bayram kardeşimizi onun başucunda bekliyormuş. Üstadımız hafif doğrularak Bayram kardeşimize sarılır gibi yaparak uzanmış ve sakin bir hale geldiğinden Bayram kardeş, Üstadımız bayıldı zannederek etrafını örtmüş. ‘Rahat etsin inşaallah iyi olur’ diye bekliyormuş

“Biz hepimiz üzüntü ve ızdırap içinde sabahı bekledik. Namazdan sonra Urfa’lı Kurrâ Hafız Mehmed Efendi geldi. Üstadımızı ziyaret etmek istiyordu. Bir gün evvel ziyaret etmek için, zannedersem Mahmud Hasırcı ile beraber göndermiştim. ‘Gelsin diye haber verilmişti. Üstadımızın kapısını açtık. Üstadımızın yüzünü açarak gösterdik. Mehmed Efendi ‘İnnâ Lillah ve innâ İleyhi Râciûn’ diyerek mağfiret duasında bulundu. ‘Niye haber vermiyorsunuz?’ dedi ve gitti.

01.02.1973 ANKARA

Ankara’da Üniversite talebesiyiz, Emek Mahallesinde bir dershanede kalıyoruz. Sene 1972. Bir gün Abdullah Yeğin, Mustafa Türkmenoğlu, Mehmet Armutçuoğlu ağabeyler beraberce âniden dershanemize geldiler. Abdullah Yeğin ağabey’i ilk defa görüyordum. 6.Mes’elede geçen : “Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” sualini Abdullah ağabeyin sorduğunu duymuştum ve kendisini hep merak ediyordum. Sûret’inin ve sîret’inin güzelliğine hayran kalmıştım, içim ısındı, huzur bulmuştum yanlarında. Bir ders okunduktan sonra Abdullah ağabey merak ettiğimiz hâtıralarından biraz bahsetti. Aldığım notlar:

Buraya bir hoca gelmiş, ziyaretine gidelim.

1940 da Kastamonu Lisesinde talebe iken benim gibi “Rıfat” adında dindar bir arkadaşım vardı. Bir gün bana “Buraya bir hoca gelmiş, ziyaretine gidelim” dedi. Ben de: “Peki gidelim” dedim. Vardığımızda Üstad yatağa yarı uzanmış, yâni bir yere dayanmış belinden yukarısı dik. Saçları kulaklarına kadar uzun, gözündeki gözlük hafif öne düşmüş hâlde elinde bir kitap vardı.

Biz selâm verip elini öptük. Bize gözlüğün üzerinden hafif bakarak “maşallah, maşallah” diyerek bir iki iltifat etti ve îman–âhiret dersleri verdi….

Ben eski Abdullah’ımı kaybetmişim

Başka bir gün: “Muâllimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar, bize Hâlıkımızı tanıttır” diye bir soru sormuştum. Üstad uzun izahlarda bulunarak cevaplar verdi. Daha sonra “6. Mes’ele” olarak yazıldı.

Biz gittiğimizde ekseriyetle “Mehmed Feyzi Efendi bize Risalelerden okur, biz de yeni yazıyla kendi defterimize yazardık.

Ben o zamanlarda Üstadı tam tanıyamamıştım. Bir zaman sonra Üstad’ı İstanbul’da ziyaret ettiğimde, daha saygılı ve daha hürmetkar idim. Üstad o zaman bana: “Ben eski Abdullahımı kaybetmişim” demişti.

Üstad selâm vermek için Halk Partililerin dükkanlarının önünden geçerdi

Üstadımız hem çok tevâzu sahibidir, hem de kimseyi gücendirmezdi. Kim olursa olsun Üstadımızı bir defa ziyaret eden, bir defa görüşen hemen dost olurdu. Emirdağ’da Bulunduğumuz yerin yanı başında “Halk Partisi”ne mensup kimselerin dükkanları vardı. Üstadımızın yolu oraya düşmezken husûsi arabayı o tarafa çevirttirir, onlara selâm verirdi, onlar da “Üstad bizi seviyor” derler sevinirlerdi.

KEMÂLPAŞA 30.06.2001

Sılâ-i rahim mektupla da olur

-Üstad Hazretleri hasta annenizi ziyaret için bile olsa dersaneden ayrılmanıza izin vermemiş, bu nasıl oldu?

-Urfa’da dersanede kalıyordum, dört sene kadar olmuş ayrılamamıştım. Üstad’a bir mektûp gelmiş, yâ benim ağabeyim yazmış o mektûbu veya annem birine yazdırmış. Annem mektûpta demiş ki: “Ben hastayım, eğer bir iki ay izin alıp gelmezse ben hakkımı helâl etmiyorum.” Üstad’a böyle bir mektûp gelmiş benim haberim yok. Mektûbu Üstad’a okumuşlar, gûya üstad demiş: “Bir iki ay izin yok, bir iki gün var” demiş. Bunu da söyleyen “Zekeriya Kitapçı” şimdi Konya’da profesör. O bana iki satır mektûp yazmış: “Üstadımıza böyle bir mektup geldi, annen hastaymış, Üstad bir iki gün izin verdi” diye.

Ben Zekeriya’nın mektubunu alınca, “epeydir Üstad’a gidememiştim, bir iki gün izinle Üstad’a da uğrarım” diye doğru Isparta’ya gittim, Üstad Emirdağ’a gitmiş, ben de Emirdağ’a geçtim. Trenle giderken Nûri isminde Haymanalı birine rastladım O da üstad’a gidiyormuş, tanıştık, Üstada beraber gittik. İkimiz odaya aynı anda beraber girdik, Üstad benimle hiç konuşmuyor, Nûri ile konuşuyordu hep. Neyse, onu gönderdi bana: “Sen niye geldin?” dedi. Ben de dedim: “Annemden böyle bir mektup gelmiş, siz demişsiniz ki: Bir iki ay izin yok, bir iki gün var.” Üstad: “Benim haberim yok” dedi. Orada Ceylan ağabey vardı: “Efendim, bu Zekeriya’nın dolmuşuna binmiş” dedi. (A.Yeğin ağabey bunları anlatırken bir taraftan kendisi gülüyor, bizi de güldürüyordu. Ö.Özcan) “Peki, bugün burada kal” dedi

Üstad. Ertesi gün: “Orası yalnız olmaz, geriye dön. Sen mektup yazmıyorsun, sılâ-i rahim mektupla da olur, sılâ-i rahim yapmıyorsun. Senin orayı terk etmen olmaz, eğer seni görmek isteyen varsa onlar gelsin.” dedi. Müsaade etmedi yâni beni tekrar Urfa’ya gönderdi.

O zaman dersanede Abdülkadir Badıllı yalnız kalmıştı.

Ben Urfa’ya geri döndüm, fakat “Üstadımız tarikatçı değildir” diye daha evvel bir mektup gelmişti. Üstadımız yazdırmış o mektubu yanındakiler de imza etmişler. Biz de o mektubu teksir edip dağıtmıştık. İşte o sebeple varır varmaz bizi tevkif ettiler. Biz gelen bütün mektupları teksir eder, ne kadar adres varsa posta ile oralara gönderirdik.

Hukukullah; hukuk-u Peygamberî; hukuk-u Üstad; hukuk-u Vâlide; hukuk-u Peder

Az evvel anlattığım hâdiseden başka bir zaman da Üstadla şöyle bir hâtıramız geçti, târihini tam hatırlayamıyorum. (Abdullah ağabey bu hâtırayı Üstadımızdan aynen gördüğü gibi elini açarak, târif ederek tek tek parmaklarını kapatarak anlattı. Ö.Özcan)

Üstad elini açtı. Baş parmağı göstererek: “Şu Hukullah’ı gösterir (başparmağı kapadı); şu hukuk-u Resûlullah (işâret parmağını kapadı); şu hukuk-u Üstad (orta parmağı kapadı); şu hukuk-u vâlide (yüzük parmağını kapadı); şu hukuk-u peder (serçe parmağını kapadı). Sonra elini tam kapatarak, yâni yumruk yaparak: “Bak bu başparmak hepsini karşılıyor mu? İşte bunlar hukukullah’a aykırı hiç bir şey emredemezler, (küçük parmaklar) emretseler de dinlenmez” dedi Üstadımız.

Me’muriyet

Bir gün Üstad dedi: “Memuriyete müsaadem yok, sadece üç şartla müsaadem var”

1. Memuriyeti; Risale-i Nura, dine, imâna hizmet’e vesile yapacak.

2. Memuriyeti dürüst yapacak aldığı maaşı helâl ettirecek, doğruluktan ayrılmayacak.

3. Aldığı maaşı iktisatla sarfedecek, zaruri masraflarına sarf edecek.

Bu üç şartı yerine getirenlere memuriyeti müsaade ediyorum dedi. Daha çok öğretmenliğe teşvik ederdi.

Urfa’ya davet

Ceylan bana telgraf çekmişti, “Üstad yalnız” diye. Urfa’dan Isparta’ya gittim, yanında “Vahşi Şâban, Küçük Ali efendi” vardı. Bana: “Beni yalnız diye seni çağırmışlar, ben yalnız değilim, sen orayı yalnız bırakma, tekrar Urfa’ya git” dedi. Gitmişken Üstad’ı Urfa’ya davet ettim

Bana dedi: “Orada Risale-i Nur yok mu? Risale-i Nur varsa bana ihtiyaç yoktur, Risale-i Nur olan yerde Risale-i Nur benim vazifemi yapar.” Tekrar sordum: “Üstadım gelmeyecek misiniz?” Hiç ses çıkarmadı, ne “geleceğim” dedi, ne de “gelmeyeceğim” dedi, sûkut etti. Üstad “geleceğim” dedi mi gelir, çünkü Üstad yalan söylemez. Ayrıldık, bir ay sonra hasta olarak geldi Urfa’ya…

Kastamonu’daki Üstadımızın evi

-Şimdi yeniden yapılan üstadımızın Kastamonu’daki evi, orijinalinin aynısı mıdır?

-Bu ev Kastamonu Belediyesi tarafından yeşil saha olarak tamamen yıkılmıştı. Biz müracaatta bulunarak hususî bir kararla izin aldık ve evi yeniden yaptık. Yalnız biraz küçüldü. Ocaklı bir oda daha vardı, o şimdi yok. İçi ise aynı şekle uygun olarak Üstad’a aid eşyalarla tezyin edildi. Orada bulunan divan benim Üstad’ı ilk gördüğüm divanın kopyasıdır. Ama yeri orasıdır. Karşısındaki karakol ise bugün yoktur.

***

29.06.2003 İZMİR (ÇAMLIK ve BASMANE)

Bu sene de Çamlık dersi çok kalabalık oldu. Sungur ağabey, Abdullah Yeğin ve Said Özdemir ağabeyler de vardı. Ağabeyler bir çok hâtıralar anlattılar. En son Sungur ağabey “Abdullah ağabey sen de bir hâtıra anlat” deyince Abdullah ağabey biraz yüksek sesle aynen şu konuşmayı yaptı:

“Muhterem kardeşlerimiz! Koskocaman külliyat var hepinizin evinde, cebinde, hâtıra istiyorsunuz, hatıra bâzı husûsî ahvâldir.

Risale-i Nur yüzlerce mahkemenin tetkikinden geçmiş, Üstadımız müteaddit defalar okumuş, kimse bunlarda noksan ve kusur bulamamış. En çok itimat edeceğiniz kitaplar Üstadımızın tashihinden geçen kitaplardır. Herkes kitap basıyor, herkes bir şeyler konuşuyor, biz delil ve burhana tabiyiz, şahıslara tâbi değiliz, biz hepimiz kardeşiz. Birbirimizin imanını kuvvet verecek şekilde çalışmakla mükellefiz. Risale-i Nurlarda her şey yazılıdır, fazla konuşmaya lüzum yoktur. Cenab-ı Hak kusurumuzu affetsin, nefsimiz namına konuşturmasın bizi, hak namına hakikat hesabına “intak-ı bilhak nev’inden” kim konuşursa herkese tesiri olur. Böyle kalabalığı görünce herkes birşeyler söylemek istiyor, bunlar Risale-i Nur’da yazılıdır zaten. Hemen hazıra konmak yok, okuyacağız, araştıracağız, Allah isteyene verir. “men talebe vecedde vecede” çalışırsanız kazanırsınız, çalışmazsanız aleyhinize olur. Allah cümlemizi Risale-i Nurlarda istihdam eylesin. Üstadımız demişti ki: “Kimde Risale-i Nur’a bir muhabbet hasıl olsa o istihdam altındadır.” İşte buna göre kendinizi bir hesaba çekin, siz hakikaten Risale-i Nur’u seviyorsanız Allah size ihsan eylesin. Cümlemizi Cenab-ı Hak îman-ı kâmil sahibi etsin. Her hareketimizi nefis namına değil, hak ve hakikat hesabına Allah rızası dairesinde kabul buyursun.. lillahi tealâ fâtiha.

Üstad niçin “hüngür hüngür ağlamaya başladı”

Gündüz Çamlıkta bulunan Yeğin ağabey akşam da Basmane dersanesinde bulundu. Ve bâzı hâtıralar anlattı:

Üstadımızla beraber Sarıyer’e gitmiştik. Otomobilde Üstad, ben ve şoför vardı. Denize baka baka geliyorduk. Üstadımız bir kadınla erkeğin birbirine sarılmış vaziyetlerini görünce birden hızla başını öteki tarafa çevirdi ve başladı hüngür hüngür ağlamaya, kim bilir bugünleri mi görmüştü? Ben bu sefer buraya İzmir’e gelmeden evvel; Antalya, Muğla ve İzmir’in ilçelerini gezerek geldim, sanki Avrupa buraya gelmiş, bu durum benim gözümü korkuttu doğrusu.

Sadece çarşıda pazarda bir-kaç dersane ile olmaz. Her ev Dersane-i Nûriye olmalı. Siz hemen yarım saat ders yapayım diye başlamayın evinizde. İlkin 2 dakika.. 3dk… 5dk.. derken yarım saata varacaksınız.. alıştıra alıştıra olmalı. Emirdağ 2 Lâhikasında Üstadımızın ev derslerine tavsiyesi var. (Abdullah ağabey bu kısmı okudu) Çocukları sadece Kur’an Kursuna göndermekle olmaz tahkikî îman dersleri için Risale-i Nurları okumalılar..

Evet Üstadımız “onlar aramalı, onlar yalvarmalı” diyor ama benkaç kere gözümle gördüm Üstad vesile olmak için çalışıyordu.. gözüne kestirdiğini hemen yanına çağırırdı.. Türkmenoğlu bu şekilde talebe olmuştur.

Ömer Özcan

Yazar : Ömer ÖZCAN

1950 yılında Milas’ta doğdu. Ortaokul ve lise eğitimini İzmir’de tamamladı. 1968 senesinde lise ikinci sınıfta iken Risale-i Nur’u tanıdı. 1969’da ‘Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’na (Bugünkü adıyla: Teknik Eğitim Fakültesi) kaydoldu… Ankara’da beş seneye yakın Bayram Yüksel Ağabeyin nezaretinde muhtelif Dersane-i Nûriyelerde kaldı. 1973 senesinde öğretmen olarak mezun oldu. 1973’den 1984’e kadar 11 sene Zonguldak’ta lise öğretmenliği yaptı. Sonra İzmir’e, mezun olduğu liseye öğretmen olarak atandı. 2000 senesinde aynı okuldan emekli oldu. Ömer Özcan evli ve iki kız babasıdır. Şimdi İzmir’de ikamet ediyor. Bütün mesaisini iman ve Kur’an hizmetlerine ayırmaya çalışmaktadır.
Ömer Özcan’ın Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri hakkında hatırı sayılır bir arşivi vardır. Kendisinde, Hz. Üstad’la görüşen veya görüşmeyen kadim ağabeylerden fotoğraf, ses, video veya yazılı olarak yaptığı kayıtlar mevcudtur. Ayrıca Risale-i Nur’un teksir veya matbaa olarak ilk baskılarının tamamına yakını Ömer Özcan’ın arşivinde bulunmaktadır. El yazılı orijinaller de vardır.
Ömer Özcan, Üstad Said Nursi Hazretleriyle hatıraları olan Ağabeylerle yaptığı röportajların bir kısmını kitaplaştırmıştır. “Risale-i Nur Hizmetkârları AĞABEYLER ANLATIYOR” adıyla seri olarak yayınlanmış sekiz kitabı bulunmaktadır. Yeni kitap hazırlıkları ve araştırma çalışmaları devam etmektedir.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Faiz En Büyük Günahlardan Bir Tanesidir

İnsanlık âlemi yüzyıllardan beri savaş, kan ve gözyaşı içinde boğulmuştur. Halen de bu karmaşa, ihtilal …

Kapat