Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Âdâbın Şiiri: Sakın Terk-i Edepten

Âdâbın Şiiri: Sakın Terk-i Edepten

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Prof. Dr. Mazhar BAĞLI
Esenler Şehir Düşünce Merkezi Bilim Kurulu Başkanı
Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Rektörü

“Edep, en geniş anlamıyla sahip olduğunuz medeniyetin yazılı olmayan kurallarına kusursuz bir şekilde riayet etmek demektir.”

Edep, Arapça “edebe” kökünden türemişbir kelimedir. Kelimenin anlamı “terbiye, incelik ve zarafet” demektir. Aynı zamanda “ağırlamak ve ağırlama kurallarına riayet etmek” gibi anlamları da olan kavram en geniş anlamıyla sahip olduğunuz medeniyetin yazılı olmayan kurallarına kusursuz bir şekilde riayet etmek demektir.

Çoğulu “âdâp”tır. Âdâb-ı muâşeret, sosyal hayatın gerektirdiği nezâket kurallarıdır. Sahip olduğumuz medeniyet değerlerinin gündelik hayatta gerektirdiği kurallardır.

Edep veya âdâp konusu her ne kadar bahsedildiği gibi sahip olunan medeniyetin gerektirdiği genel görgü kurallarını içeren bir ifade olsa da bizim ülkemizde ve bu coğrafyada kavram, daha çok tasavvufî pratikler ve dergâh erkânı na dair kurallara işaret eder.

Mutasavvıflar arasında “edep” sıfatı, esasında iki temel hususa işaret eder: Sınırsız fedakârlık ve titiz itaat ki zaten İslam dininde de en temel prensiptir; “kendi nefsi için istediğini din kardeşi için de talep etmek”. Ancak burada işaret edilmek istenen fedakârlık, kendini tüm inananlara adamaktır.

Mutasavvıflar arasında yaygın olarak söylenen Hz. Ebubekir’in kıyamet gününde tüm müminleri kurtarmak için kendisini pey akçesi olarak teklif edeceği rivayeti de bu konuya mebnidir.

İtaat ise Yunus Emre’nin tekkeye odun taşıma vazifesini icra ederken göstermiş olduğu zarafet ve incelik ile somutlaşır. Mesele sadece odun taşımak değil, en iyisini taşımak, yapmaktır. Elbette emre itaat var ama en iyi şekilde yerine getirmektir asıl gaye.

Kısaca “âdâb” denilince ilk akla gelen, toplumsal kurallara riayet tir. Ancak işin dinî-tasavvufî bir boyutu olduğu da çok açıktır. Literatürde de kavram iki eksende bahse konu edilir. Bundan dolayıdır ki tasavvuf geleneğinde de kendine özgü bir karşılığı olan ifadedir âdâb.

Özetle, tarikata giren bir müridin uyması gereken kurallar, kaideleri, gelenekler ve yapmakta sorumlu olduğu vazifelerdir. Keşânî, edebin “ahlâkın güzelliği ve davranışların terbiyesi” demek olduğunu dile getirmiştir. Davranışlar da ikiye ayrılırlar; birincisi, niyet de denilen kalbî yani bâtınî olanlar, diğeri ise insanın görünen eylemlerinden oluşan zâhirî olanlardır. Keza Hâce Abdullah Ensârî de edebin zâhirî ve bâtınî fiillerin düzeltilmesi olduğunu söyler.1 Edep güzel hasletleri müridin üzerinde toplanmasıdır2.

Bu hasletler nelerdir? Ebu Nasr Serâc bu soruyu, müridin kendine hâkim olarak şehvanî arzulardan uzak durması yoluyla nefsini dizginlemesi şeklinde cevaplar. Ayrıca gönlün temiz olması, sırların tutulması, verilen söze sadık kalınması, zamanın değerinin bilinecek boş işlerle uğraşılmaması ve ibadet makamında samimi olunması da bu hasletlerdendir.3

Hücvirî ise sûfîlik âdâbını Allah Teâlâ’nın tevhidî (birlenmesi), kendine iyi davranmak ve çevresine karşı konuşmalarında edepten ayrılmamak olarak üç kısma ayırmıştır. Bu üç kısım birbirinden farklı değildir ve bunlardan birine riayet edilmesi diğerlerine de riayeti gerektirir.4

Yine meşhur mutasavvıflar dan Necmüddîn-i Kübrâ da zâhirî ve bâtınî âdâbdan bahsetmiştir. Ona göre zâhirî âdâb, hırka giymeyi, oturmayı kalkmayı bilmeyi, yemek âdâbına riayeti, misafirliğin âdâbına uymayı, sema dinlemeyi ve yolculuk âdâbına riayet etmeyi gerektirir.

Yine ona göre bâtınî ahlâk ise bambaşka bir meseledir. Farklı başlıkları ve aşamaları içerir. Kübrâ, bâtınî ahlâk ile aşina olmak için Hace Abdullah Ensârî’nin Menâzilü’s-sâirîn isimli eserini önermiştir. Ancak sâlik (tasavvuf yolunun yolcusu, mürit) menzile sadece bu kitapla erişemez. Zira aslolan söz değil ameldir. Çünkü, su hakkında bilgi sahibi olmak susuzluğu gidermez5.

Tasavvuf erbabına göre seyrü sülûkun her bir merhalesinin kendine has âdâbı vardır. Bu konuda Ebû Hıfs Haddâd “tasavvuf bütünüyle âdâbdır.” der.6 Bu âdâbın kaynağı Hz. Muhammed’in sünneti, ahlâkı, ahvâli, eylemleri ve söylediklerinden başka bir şey değildir.7

Şebüsterî de benzer bir şekilde seyrü sülûkta önemli olanın tasavvuf âdâbına riayet ve şeriata bağlılık olduğunu dile getirir.8

Tasavvufta edep sadece ahlâkî bir olgu değil sâlik için yürüyeceği yolun adıdır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de edebi zâhirî ve bâtınî olmak üzere ikiye ayırır.

Bunlardan ilki avam içindir. İkincisi ise tasavvuf ehlinin sahip olması ve riayet etmesi gerekendir. Tasavvufta edep zâtî bir değerdir ve bu noktada bir insanın, hayvanın yahut bitkinin varlığı bizatihi saygı gerektirir.
ظاهرست بر ادب تن اهل پیش
ساترست را نهان زیشان خدا که
“Ten ehlinin edebi zâhirîdir Çünkü Hüdâ bâtını bunlara setretmiştir.”
باطنست بر ادب دل اهل پیش
فاطنست رسایر بر دلشان زانک
“Gönül ehlinin nazarında edep bâtınîdir.
Çünkü kalpleri sırlara açıktır.”

Mevlânâ yukarıdaki beyitlerin de zâhirî edebi reddetmemekle beraber bunu tek başına yeterli görmemektedir, çünkü tasavvuf ehlinin avamın hedefleriyle yetinmesi söz konusu olamaz. Yakîn için avamdan değil havastan olmak gerekir. Bu da, zâhirî olanla yetinmeyip bâtınî güzelliklerine ulaşmayı gerektirir. Bu nedenle havas ehli için Gülistân9 ve Kâbûsnâme10 gibi ayrı nasihatnameler yazılmıştır.

Bizim kültürümüzde de zaten “edep” ve “âdâb” ifadeleri görece daha çok mutasavvıflar arasında ve özellikle de dergâhta uyulması gereken kurallar için kullanılır ve bundan dolayı da hemen hemen her tekkenin en görünür yerinde dikkat çekici bir hat sanatı ile “Edep Ya Hû” yazılıdır.
Yunus Emre’nin;
Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım
talep,
Dediler ilim geride, illâ edep illâ edep.

dizeleri, yaşamaya dair tüm pratiklerimizi içeren bir yol haritası olarak da edebin en yüksek insanî değer olduğuna işaret eder.

Edebe mugayir davrananları nezâkete davet etmek de âdâbın içeriğindendir ve bu konudaki en klasik hikâye büyük şair, mutasavvıf Yusuf Nabi’ye yani Urfa’lı Şair Nâbî’ye aittir.

Rivayete göre Nâbî, İstanbul’da bulunduğu sırada Musâhib Mustafa Paşa’ya intisap eder ve yeteneği ile çok kısa zamanda da Divân Kâti- bi olur ve şiirleriyle IV. Mehmed’in dikkatini çekerek padişahın av seferlerine davet edilir. Devlet erkânının içinde yer alan Şair, 1678 yılında, beraberinde büyük bir heyet ile de hacca gider.11 İşte onun ününü arttıran olaylardan birisi de bu yolculuk esnasında heyette bulunan paşalardan birisinin âdâba mugayir olan hâl ve hareketlerini ikaz etmek için yazdığı beyittir.

Divan’ındaki bu beyti, Medîne’ye yaklaştığı sırada kafilede bulunan Eyüplü Râmi Mehmed Paşa’nın o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatıp yatması üzerine yazdığı söylenir. “Bunun anlatıldığı gibi gerçekleşmesi güçse de bizim halkımızın muhayyilesinde canlı bir tablo olarak yıllar yılı yaşamış ve nesilden nesile aktarıla gelmiştir.

Hadise şudur, Nabi’nin içinde bulunduğu Hacc kafilesi Medîne’ye yaklaştığında vakit gece olmuştur. Bir yerde konaklanır. Kutsal topraklara bir an önce ulaşma arzusu ile Şairimizin gözüne uyku girmez.

Bu arada kafilede bulunan devlet adamlarından birinin ayaklarını kıbleye doğru uzatarak uyuduğunu görür. Şair gördüğü bu manzara karşısında o anda son derece üzülür. Bu üzüntüsünü irticalen söylediği bir şiirle dile getirir”:12

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı
Hudâ’dur bu
Nazargâh-ı İlâhîdür makâm-ı Mus-
tafâ’dur bu

Felek mâh-ı nev bâbü’s-selâmun
cilvegâhıdur
Bunun kandîlidür hûr matla’-ı nûr u
ziyâdur bu

Habîb-i kibriyânun hâbgâhıdur
faziletde
Tefevvuk-kerde-i ‘arş-ı cenâb-ı kib-
riyâdur bu

Bu hâkün pertevinden oldı deycûr-ı
‘adem zâ’il
‘Amâdan açdı mevcûdât çeşmi tûtiyâ-
dur bu

Mürâ’at-ı edeb şartiyle gir Nâbî bu
dergâha
Metâf-ı kudsiyândur bûsegâh-ı en-
biyâdur bu13

Burası; Allah Sevgilisi’nin beldsi, Hazret-i Peygamber’in Cenâb-ı Hakk’ın nazar buyurduğu Temiz Bahçe’si (Ravzâ-i Nebî)dir; (öyleyse) edep hatası işlemekten (tir tir titreyerek) sakın!

Bu gökteki yeni ay, Selâm Kapısı’nın (Bâbu’s-selâm) yüreği yanık aşığıdır; (Öyle ki, göklerdeki) Cevza Yıldızı bile ışığını, onun kandilinin nurundan almaktadır.

Bu, Allah’ın yüce Sevgilisi’nin mübarek İstirahatgâhı (Türbesi)’nın fazileti öyle yüksektir ki, Cenâb-ı Hakk’ın izni ve rızasıyla arşına çıkartılmıştır.

İnsanlık karanlıktan, bu toprağın ışığı sayesinde kurtuldu. Çünkü o, mevcudatın gözlerine şifa veren bir sürmedir; o nur sayesinde görmeyen gözler bile açılır.

Nâbî, (kimin huzuruna çıktığını bir düşün ve) bu dergâha; edep şartlarına eksiksiz riayet ederek gir! (Zira) burası meleklerin bile (çok büyük bir edep ve saygıyla) tavaf ettikleri ve Peygamberler’in (öpercesine) tecelli ettikleri bir yerdir.

Yine rivayete göre bu beyti duyan Paşa gözünü açar, toparlanıp kendine gelir ve Şair’e dönerek sorar:
– Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları?
Yusuf Nâbî:
– Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sesle söylemeye başladım.
İkimizden başka bilen yok! der.
Paşa:
– Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz eder. Nâbî susar ve yola devam ederler.

Kafile, sabah ezanına yakın Hz. Resûlullah’ın mescidine yaklaşır. Bir de bakarlar ki, mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî’nin: “Sakın Terk-i edepden…”
beyitiyle başlayan nâtını okumaktalar. Nâbî ve Paşa hayret ederler.

Mescide girip, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koşarlar. Nâbî, heyecanla:
– “Allah adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin?” diye sorar.
Müezzin önce cevap vermek istemez, Nâbî ısrarla sorup rica edince, müezzin:
– “Resûl-i Kibriyâ (s.a.v.) Efendimiz, bu gece bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: ‘Ümmetimden Nâbî isimli birisi beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üzerindedir. Kalkın, ezandan önce, onun benim için yazdığı beyitleri okuyarak kendisini karşılayın, mescidime girişini kutlayın!’ buyurdu. Biz de Efendimiz’in emirlerini yerine getirdik”, der. Nâbî, hepten şaşırır, heyecanlanır, dayanamayıp ağlar. Gözyaşları içinde müezzine dönerek:
– “O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, ‘O benim ümmetimdendir’ mi buyurdu?” diye sorar.
Müezzin:
– “Evet, Nâbî dedi; ‘O benim ümmetimdendir’ buyurdu” deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamaz, sevincinden düşüp bayılır. Bir zaman sonra ayıldığında Paşa’yı ve müezzini yanında ağlarken bulur.14

Söz, Nâbî ve nezâketten açılmışken, Urfa yöresinde dilden dile dolaşan diğer hikâyeyi de anlatmasak eksik kalır. Zira bu hikâye hem edebi, hem de edebin nasıl kazanılacağına ilişkin de yol ve yöntemi içeren kısa bir darb-ı meseldir.

Malum, saray erkânına dâhil olan Nâbî, günün birinde kardeşini de huzura götürür. Padişah her ikisine de iltifatlarda ve ikramlarda bulunur. İkram edilen elmayı buyur edilmeden alıp yiyen kardeşin durumuna hem Nâbî hem de Padişah şaşırırlar ve fakat sohbetin insicamını bozmazlar. Daha sonra Şair kardeşini ikaz eder, “Padişahın huzurunda biraz dikkatli ol, her ikram edileni hemen alma, mümkünse öp başına koy, teberruken cebine koy yanında götür” der.

Derken ikinci kez yine birlikte huzura çıkarlar ve bu kez kardeş kendisini affettirmek de niyetindedir. Dikkatli davranıp bir önceki kabalığını telafi etme çabasındadır. Çorba ikram edilir ve kardeş kâseyi öper başına koyar ve kürkünün cebine çorbayı döker.

O zaman usta şair o meşhur ifadeyi kullanır.
Padişahım! Nâbî’yi Nâbî eden bir hüsn-ü nazar
Yoksa Urfa çöllerinde nezaket ne gezer.

Halk arasında anlatılan bu hikâyede esas vurgu “hüsn-ü nazar” ifadesidir. Zira edebin ancak bir dervişin nazarında; bir postnişinin gözetiminde ve himmetinde mümkün olacağına olan inancı ifade eder. Kezâ Nâbî’nin de sahip olduğu peygamber aşkı ve edep erkânı bilgisi de onun bir nefis terbiyesi eğitiminden geçtiğine işaret eder.

Kıssadan hisse, “peygamber aşkı” ve “hüsn-ü nazar” insana bilmediği konuların bile edep ve erkânını öğretirler.
Bu iki duygunun gönüllere ekildiği mekânların en görünür yerinde asılıdır “Edep Ya Hû” ifadesi. Ya da sadece “Hû”.

Dipnotlar
1 Kâşânî, Mahmud bin Ali, Misbâh’ül-hidayet, Editör: Celâl Hümâyî, Tahran 1945, s.203
2 Kuşayrî, Ebulkâsım, Risale-yi Kuşeyriyye, Editör: Bediüzzaman Firuzânfer, Tahran 1967, s. 478; Hücvirî, Ali bin Osman, Keşf’ül- mahcub, A. Jukofski, Tahran 1980, s. 443.
3 Hücvirî, Ali bin Osman, Keşf’ül-mahcub, A. Jukofski, Tahran 1980, s. 444-445
4 Hücvirî, Ali bin Osman, Keşf’ül-mahcub, A. Jukofski, Tahran 1980, s. 432
5 Hücvirî, Ali bin Osman, Keşf’ül-mahcub, A. Jukofski, Tahran 1980, s. 38
6 Kâşânî, Mahmud bin Ali, Misbâh’ül-hidayet, Editör: Celâl Hümâyî, Tahran 1945, s.213
7 Kâşânî, Mahmud bin Ali, Misbâh’ül-hidayet, Editör: Celâl Hümâyî, Tahran 1945, s.208
8 Şebüsterî, Mahmud, Gülşen-i Râz, Lahor 1978, s. 21
9 Sadî Şirâzî, Külliyat, Editör: Muhammed Ali Furugî, Tahran 2001.
10 Unsur’ül-Maali Keykâvus bin İskenderun bin Vüşmgir bin Ziyâr, Kâbusnâme, Editör: Gulamhüseyin Yusufî, İlm-i Ferhengî, 9. Baskı, Tahran 2000.
11 Bilkan, Ali Fuat, Nâbî Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yayınları, 2010, İstanbul.
12 Yorulmaz, Hüseyin, Urfalı Nâbî, Şule Yayınları, 1998, İstanbul. s. 28.
13 Ali Fuat Bilkan, Nâbî Dîvânı, MEB Yay., İstanbul 1997, C. II, s.952.
14 https://kitabistann.blogspot.com.tr/2015/06/sakin-terki-edepten-siiri-hikayesi-ibretli.html, 16.05.2018; Hüseyin Yorulmaz, a.g.e., s.28.

Kaynaklar
1. Bilkan, Ali Fuat, Nâbî Dîvânı, MEB Yay., İstanbul 1997.
2. Bilkan, Ali Fuat, Nâbî Hayatı Sanatı Eserleri, Akçağ Yay., Ankara 2007.
3. Hücvirî, Ali bin Osman, Keşf’ül-mahcub, A. Jukofski, Tahran 1980.
4. Kâşânî, Mahmud bin Ali, Misbâh’ül-hidayet, Editör: Celâl Hümâyî, Tahran 1945.
5. Kuşayrî, Ebulkâsım, Risale-yi Kuşeyriyye, Editör: Bediüzzaman Firuzânfer, Tahran 1967.
6. Mengi, Mine, Divan Şiirinde Hikemî Tarzın Büyük Temsilcisi Nâbî, Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 1991.
7. Ördek, Şerife, “Nabi’nin Farsça Divançesi”, Yüksek Lisans Tezi, Nevşehir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Nevşehir, 2012.
8. Yorulmaz, Hüseyin, Divân Edebiyatında Nâbî Ekolü, Kitabevi Yay., İstanbul 1996.
9. Yorulmaz, Hüseyin, Urfalı Nâbî, Şule Yay., İstanbul 1998.

İstanbul Şehir ve Düşünce Dergisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Risâle-i Nur’da Ramazan Bayramı Bahisleri

RİSALE-İ NUR’DA RAMAZAN BAYRAMI BAHİSLERİ 28. Lema 10. Nükte Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Hive: Çöl Ortasında Bir Serap mı?

Prof. Dr. Mehmet OCAKÇI İTÜ Mimarlık Fakültesi Şehircilik Anabilim Dalı Başkanı İstanbul: Şehir ve Düşünce …

Kapat