Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Müdafaalar & Cevaplar / Âhir zamanda hizmete dâir düsturlar

Âhir zamanda hizmete dâir düsturlar

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Âhir zamanda hizmete dâir düsturlar   

Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin “Yeni Said” tabir ettiği manevi mücahade-i mâneviyesinde, 1338 (miladi 1922-23) Ankara’dan ayrılmasını müteakip, hayatı müddetince tesis ve takip ettiği çok mühim esasattan bazılarına şu gelen mektup ve kısımlarda işaret edilmiştir.

Üstadımız, hususen:

  • Zamanın “şahıs” değil “şahs-ı manevî” zamanı olduğunu
  • Cemaatten gelen bir kuvvetle mukabele etmek gerektiğini
  • O zamana yetiştiğiniz zaman siyaset canibiyle onlara mukabele edilmez, ancak manevi kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurları ile mukabele edilebilir” ihtarını
  • Dahili ve harici yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlere Risale-i Nur’un ehemmiyet vermediğini
  • Maddi manevi makamlara tenezzül etmeyip doğrudan doğruya Kur’an’ın hakaikına hizmeti esas aldığını; Kur’an’ın hakaikına hizmetkarlığı ve dellallığı makamata tercih ettiğini
  • İlim içinde mantıkî bürhanlarla, ilmî hüccetlerle hakikatü’l-hakaika yol açtığını
  • Âhir zamanın fitnesine yetişildiğinde o fitneye ancak Kur’anî düsturlarla mukabele edilebileceğini hatırlatır, ders verir.

Biz de bu hafta, hizmetlerinizi tebrikle beraber, bu mevzulara dair –denizden bir katre nevinden– şu gelen mektupları arz ediyoruz.

Her zaman sizlere dua eden ve dualarınızı isteyen kardeşiniz

Hüsnü Bayram


1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek! O vakit, şu âyet-i kerîme bedahet derecesinde vücud ve vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’an-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tabettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o bürhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O bürhanın bazı parçaları, bazı risalelerde tam izah edildiğinden burada icmalen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş olan müteaddid bürhanlar, bu bürhanda kısmen ittihat ediyor; her biri bunun bir cüzü hükmüne geçiyor.

Lem’alar(Envar Neşriyat, s. 177)

***

Bedîüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhir zamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhir zamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizbü’l-Kur’an hakkında “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemeyeceği için kendisine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dârülhikmeti’l-İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı hem vilayat-ı şarkiye vaiz-i umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar…

Tarihçe-i Hayat (Envar Neşriyat, s. 148)

***

Gayet ehemmiyetli iki meseleyi, sizlere –zekâvetinize itimaden– Risale-i Nur’da müteferrikan parçaları bulunmalarına binaen, gayet muhtasar konuşacağım.

Birincisi: Risale-i Nur’un hakiki ve hakikatli bir şakirdi bulunan ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın kâtibi, bu defa yazdığı mektupta, haddimden bin derece ziyade hüsn-ü zannına istinaden, bir hakikat soruyor. Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin gayet ehemmiyetli ve kudsî vazifesini ve hilafet-i nübüvvetin de gayet ulvi vazifelerinden bir vazifesini benim âdi şahsımda, Üstadı noktasından bir cilvesini gördüğünden, bana o hilafet-i maneviyenin bir mazharı nazarıyla bakmak istiyor.

Evvela: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse hakikate zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve müptela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa vazifeye ehemmiyetli zarardır.

Sâniyen: Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur’an’dan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatapları ve ders-i Kur’an’da arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zatların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hakikatini onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa bir takaddüm şerefi bulunabilir.

Sâlisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar hârika da olsalar cemaatin şahs-ı manevîsinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir. Onun için o mübarek kardeşimin yazdığı gibi âlem-i İslâm’ı bir cihette tenvir edecek ve kudsî bir dehanın nurları olan bir vazife-i imaniye; bîçare, zayıf, mağlup, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa o yük düşer, dağılır.

Râbian: Eski zamandan beri çok zatlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkit edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirdlerine lâyık bir üstada muvafık bir ulvi mertebe ve fazileti; bîçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabul edilebilir. Fakat Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir.

Fakat başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hattâ safi-kalp ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde, haksızlar o şahsı çürütmekle hakikatlere darbe vurmak ve o Nurlara, benim gibi bir bîçareyi maden zannederek bütün kuvvetleriyle beni çürütüp o nurları söndürmeye ve safi-kalplileri de inandırmaya çalışıyorlar.

Emirdağ Lahikası – I (Envar Neşriyat, s. 70)

***

Aziz, sıddık, sebatkâr, muhlis kardeşlerim!

Hem maddî hem manevî hem nefsim hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki:

Neden herkese muhalif olarak –hiç kimsenin yapmadığı gibi– sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun? Ve herkes müştak ve talip olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun? Şiddetle çekiniyorsun?

Elcevap: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikate muhtaçtırlar ki kâinatta hiçbir şeye âlet ve tabi ve basamak olamaz ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlup edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

İşte bu nokta içindir ki dâhilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tabi olmuyor tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikati, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.

Amma manevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i iman ve hakikatin istedikleri nurani makamlar ve uhrevî rütbelerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlasınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen reddedilmeyecek derecede senetler, hüccetler bulunduğu halde; sen değil tevazu ve mahviyetle belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun?”

Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için lüzum olsa –hem lüzum var– kendim değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.

Evet her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında, büyük makamlar her şeyi kendine tabi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Manevî makamlar olsa daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp neşrettiği hakikatler dahi tereddütler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faydası bir ise revaçsızlıkla umuma zararı bindir.

Elhasıl: Hakikat-i ihlas, benim için şan ve şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni menediyor. Hizmet-i Nuriyeye gerçi büyük zarar olur fakat kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-i ihlas ile her şeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalpleri birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile o kutbun derslerini hususi makamından ve hususi hissiyatından geliyor nazarıyla bakıp mağlup olarak dağılabilirler. Bu mana için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum.

Hattâ bu defa bana beş vecihle kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın planıyla bana ihanet eden o malûm adama şimdilik bir bela gelmesin diye telaş ettim. Çünkü mesele şaşaalandığı için doğrudan doğruya avam-ı nâs bana makam verip hârika bir keramet sayabilirler diye dedim: “Yâ Rabbi, bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvari bir surette olmasın.” Bu münasebetle bir şeyi beyan edeceğim. Şöyle ki:

Bu defa mahkemeden bana teslim olunan talebelerin mektupları içinde, çok imzalar üstünde bulunan bir mektup gördüm belki Lâhika’ya girmiş. Risale-i Nur’un şakirdlerinin maişet cihetindeki bereketine ve bazıların tokatlarına dairdi. Burada, aynen Kastamonu’daki tokat yiyenler gibi şüphe kalmamış; beş adam, aynen burada da tokat yediler. (*)

Risale-i Nur’un bir kâtibi dedi ki: “Neden dostların kusuratına tokat gelir. Hücum eden düşmanlara bu tarzda gelmiyor?”

Elcevap: Memur olmayan veya hususi, şahsı itibarıyla hıyanet eden, hususi tokat yer. Bu nevi vukuat pek çoktur. Ve tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar olanlar dahi pek çoktur.

Eğer memur ise kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen; o memlekete, o bîçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumî belalara bir vesile olur. Kendisi, zahiren hususi tokat yememiş gibi görünüyor.

Hem eğer dinsizlik hesabına, imanî hizmetimize ilişenler olsa

اَلظُّلْمُ لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri –büyük olduğu için– âhirete tehir edilir; ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca tacil edilmez.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursî

(*): Evet biz gözümüzle gördük, hiç şüphemiz kalmadı. (Buranın talebeleri namına Ceylan, İbrahim)

Emirdağ Lahikası – I (Envar Neşriyat, s. 74)

***

Hattâ ilm-i mantıkta “kaziye-i makbule” tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir, mantıkça yakîn ve kat’iyeti ifade etmiyor belki zann-ı galible kanaat verir. İlm-i mantıkta bürhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakînî kısmındandır.

Çünkü ehl-i velayetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi Risale-i Nur ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaike yol açmış ve ilm-i tasavvuf ve tarîkat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akide ve usûlü’d-din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.

Teşbihte hata olmasın, nasıl ki Kur’an’ın gayet kuvvetli ve mantıkî hakikati, sair dinleri felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinad oldu; taklidî ve aklın haricindeki usûllerini de bir derece muhafaza etti.

Aynen öyle de bu zamanda onun bir mu’cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi zapt edilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü’minînin imanını şüphelerden ve İslâmiyet’ini hakikatsizlik vesveselerinden muhafaza ediyor.

Evet her tarafta, hattâ Hint ve Çin’de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli dalaletinin galebesinden; acaba İslâmiyet’te bir hakikatsizlik mi var ki sarsılmış diye şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlerini kat’î ispat eder, felsefeyi mağlup edip zındıkayı susturuyor diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.

Emirdağ Lahikası – I (Envar Neşriyat, s. 91)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Manevî Hayata Hizmetleri

Üstad Said Nursi’nin Manevi Hayata hizmetleri   Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said’ ve ‘yeni Said’ …

Önceki yazıyı okuyun:
Risale-i Nur’dan inkişaf eden dualar – 3 ( MEKTUBAT)

M E K T U B A T ’tan İktibas Edilen Dualar ve İnkişaf Eden …

Kapat