Ana Sayfa / Yazarlar / “Akıl Mustafa’ya (asm) Kurban Olsun!..”

“Akıl Mustafa’ya (asm) Kurban Olsun!..”

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

“AKIL MUSTAFA’YA (ﷺ) KURBAN OLSUN!..”

“Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” buyurmuşlardır.
“…Kim,
Allah için tevâzû gösterirse Allah onu yükseltir,
kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır!..” buyrulmuştur. (Heysemî, X, 325)
Âyet-i kerîmede buyruluyor:
“…Sizin için daha hayırlı olduğu hâlde bir şeyi sevmemeniz mümkündür.
Sizin için daha kötü olduğu hâlde bir şeyi sevmeniz de mümkündür.
Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)
Hazret-i Mevlânâ’nın;
“Akıl Mustafa’ya kurban olsun!” ifâdesini, kendimize düstur edinmeliyiz.
Rivâyete göre Hazret-i Mûsâ (a.s), Firavun ve ordusunun Kızıldeniz’de boğulmasından sonra kavmini topladı.
Onlara çok fasih, beliğ ve heyecanlı vaazlar verdi.
Kavmi, Hazret-i Mûsâ’nın ilim ve mârifetteki derinliğine hayran kaldı.
İçlerinden biri:
“–Ey Allâh’ın peygamberi, şu yeryüzünde senden daha âlim bir kimse var mı?” dedi.
Hazret-i Mûsâ:
“–Böyle bir kimse bilmiyorum.” cevabını verdi.
Diğer bir rivâyete göre sükût etti. Fakat bu sükûtuyla, kendisinin en âlim kimse olduğunu zımnen kabul etmiş oldu.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak bir peygamberini, sâlih bir kuluna,
yani Hızır (a.s)’a
ledünnî ilmi tahsîle gönderdi.
Demek ki, kim olursa olsun her insan, bildiğinin hocası, bilmediğinin talebesidir.
-Henüz kanadı çıkmayan bir kuş uçmaya kalkarsa, yırtıcı kedilerin lokması olur.”
Nitekim ârif zâtlar;
“Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” demişlerdir.
Dolayısıyla kendi eksiklik ve noksanlıklarının farkında olmadan,
kemâlât sahibi yüksek şahsiyetlerin hâl ve makamlarına has
tavırları sergilemeye kalkmak,
riyâ tehlikesiyle karışık son derece yanlış bir tavırdır.
Zira mâneviyat büyüklerinin kalbî seviyesine ulaşmadan, sırf kuru bir taklit meyliyle
onların hâl ve makamlarına âit sözleri kendine mâl edercesine,
sun’î ve samimiyetsiz bir şekilde diline dolamak, kişiye mânen zarar verir…
Meselâ, rızâ makamına ermiş yüksek ruhların hâlet-i rûhiyesini aksettiren;
“Kahrın da hoş, lûtfun da hoş…
Âbâd olsak da bir, berbâd olsak da bir…”
gibi ifadeler, o makâmı idrâk etmemiş ham kimselerden sâdır olursa,
bu, ilâhî takdîre karşı bir nevî meydan okuma mâhiyeti taşır ki,
Cenâb-ı Hak o hususta kulunu imtihan ederse, kul perişan olur.
İlim
ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktı?
Okumaktan mânâ ne, kişi Hakk’ı bilmektir,
Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir!
Yirmi dokuz hece, okursun uçtan uca,
Sen elif dersin hoca, mânâsı ne demektir?
İlmini irfan hâline getirememiş bir kimse,
faraza hukuk tahsili gördükten sonra,
hak ve adâlet tevzî edeceği yerde zâlim bir cellât kesilebilir.
Kezâ tıp tahsili yapmış bir kimse de,
şifâ dağıtacağı yerde bir insan kasabı hâline gelebilir.
Merhamet ve muhabbetten mahrum bir idâreci ise bilgisiyle
emri altındakilere zulmeden bir gaddar oluverir.
Böyle kimseler, bir câhilin yapamayacağı zararı,
ilim sâyesinde kat kat fazlasıyla yapabilirler.
Velhâsıl ilim, insanın hem gönül dünyasını hem de ölümünden sonrasını aydınlatan bir sermâye olmalıdır.

Allâh’ım!
Fayda vermeyen ilimden, huşû duymayan kalpten,
doymak bilmeyen nefisten ve kabul edilmeyen duâdan Sana sığınırım.”
(Müslim, Zikir, 73; Nesâî, İstiâze, 13, 65)
“Amel edilmeyen hikmetli söz,
ödünç alınmış süslü elbise gibidir; bunu böyle bilesin!..”
Kul, hangi mânevî mertebeye ulaşmış olursa olsun, kendisini ilâhî huzurda müflis bir dilenci olarak görmelidir.
Bütün güzellikleri Hakʼtan, bütün kusurları nefsinden bilmelidir. Bunun içindir ki ârif zâtlar;
“Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!” buyurmuşlardır.
Kur’an’da, mağrur adımlarla ve çalım satarak yürümek, men edilmiştir.
Resûl-i Ekrem (ﷺ) Efendimiz’in yokuştan iner gibi hızlı
ve vakur adımlarla önüne bakarak yürüyüşü de,
O’nun(ﷺ) mütevâzı hâlinden bir numûnedir.
Nitekim bu ahlâk-ı hamîde, Hak dostlarının da şiârı olmuş, tasavvufta
“nazar ber kadem” tâbiriyle mühim bir düstur hâline getirilmiştir.
Yürürken ayak uçlarına bakmakta;
tevâzû, edep, haddini bilmek, gözü haramdan korumak,
Allah ve Rasûlü’nün emirlerine bağlılık gibi fazîletler vardır.
Sadece yürürken değil, her hâlükârda mütevâzı olmak,
Hakk’ın muhabbetine vesîle olur. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“…Kim,
Allah için tevâzû gösterirse Allah onu yükseltir,
kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır…” buyrulmuştur. (Heysemî, X, 325)
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî ise,
tevâzû fazîletinin mânen yükseliş sırrına dikkat çekmek üzere,
suyu hikmet nazarıyla okuyup şöyle buyurur:
“Sel,
heybetle aktığı için baş aşağı yuvarlanıp gider.
Çiğ damlası ise, küçücük ve âciz olduğundan,
güneş onu sevgiyle yükseklere çıkarır.”
Hak Teâlâ’nın kullarında görmeyi murâd ettiği tevâzû hâli, ilâhî müjdelere nâiliyet vesîlesidir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…(Rasûlüm!)
O ihlâslı ve mütevâzı insanları müjdele!
Onlar öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer;
başlarına gelene sabrederler,
namaz kılarlar
ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) harcarlar.” (el-Hac, 34-35)
Dolayısıyla ihlâs ve tevâzû, Hakk’a kulluk vazîfelerimizin îfâsında hayâtî bir ehemmiyeti hâizdir.
“…mü’min,
herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere,
tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için,
cüz-ü ihtiyarî önüne çıkıyor;
ona “Mes’ul ve mükellefsin” der.
Sonra, ondan sudur eden iyilikler ve kemâlâtla mağrur olmamak için,
kader karşısına geliyor; der:

“Haddini bil, yapan sen değilsin.”

Evet, kader, cüz-ü ihtiyarî, iman ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde;
kader, nefsi gururdan;
ve cüz-ü ihtiyarî, adem-i mes’uliyetten kurtarmak içindir ki,
mesâil-i imaniyeye girmişler.

Yoksa, mütemerrid nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mes’uliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak;
ve onlara in’âm olunan mehâsinle
iftihar etmek,
gururlanmak,
cüz-ü ihtiyarîye istinad etmek;
bütün bütün sırr-ı kadere
ve hikmet-i cüz-ü ihtiyariyeye zıt bir harekete
sebebiyet veren ilmî meseleler değildir!..” (26.söz)

“Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”
( . Buhârî, et-Tarihu’l-Kebîr 3:338; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 5:71; Beyhâkî, es-Sünenü’l-Kübrâ 4:182.)
“Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir.
Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil.
Hem nasılki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir.
Öyle de şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı anında ve bid’aların kesreti vaktinde
ve dalâletin tahrîbatı hengâmında,
içtihad namıyla,
kasr-ı İslâmiyet’ten yeni kapılar açıp,
duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak,
İslâmiyete cinayettir!..” (27.söz)
Demek ki, haddini bilemeyenler olacak, bunlara da ayette geçen ve ülü’l-emr olarak ifade edilen müçtehitler cevap verecektir:
“Eğer o meseleyi
Peygambere ve mü’minlerden ihtisas
ve salâhiyet sahibi kimselere havale etselerdi,
elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar
işin doğrusunu bilirlerdi!..” (Nisâ, 4/83)
İşte bu Risalenin telif edilmesinin gayesi budur.
Allah’ın emrini yerine getirmektir.
Ayrıca, İçtihat Risalesi niyeti halis olan dostlar açısından muazzam ilmi bir ders iken, niyeti ve fikri bozuk olanlar açısından ise,
haddinden tecavüz edenin haddini bildirmektir.
Tarihte de bu böyledir; ilmi eserlerin meydana çıkması zıtların çarpışması esasına dayanmaktadır.
Küfür,
dalalet dine hücum ettikçe, ehl-i imanın ilmiye sınıfı da
bu hücuma mukabele etmişler.
Mesela;
Mutezile felsefe ve aklı esas alıp dini tahrif etmeye kalkınca,
Sünni kelam anlayışı oluşmuş ve ona mukabele etmiş.
Hadislerin içine mevzu ve yalan sözler karıştırılmaya çalışılınca,
Buhari ve Müslim gibi sağlam muhaddisler meydana çıkmıştır.
Risale-i Nurlar;
bu asırda bu tarz
batıl ve dalalet düşünceleri hem bertaraf ediyor,
hem de ehl-i imanın inanç ve imanını sağlama alıyor!..
Her şeyden önce nefis,
Yaratıcısını tanımalıdır ki, haddini bilsin.
Bu tanıma sürekli olmalıdır.
Yaratılış gayesini bilmelidir ki, yanlış yollara sapmasız.
nereye gideceğini bilmeli, istikametini karıştırmamalı.
Bilerek yanlış yaptığı zaman da cezalandırılmalıdır ki, aklı başına gelsin!..

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Sorularla Namaz Tesbihatı

SORULARLA NUR TALEBELERİNİN NAMAZ TESBİHATI İçindekiler  -Tesbihat nedir? Namaz tesbihatının dindeki hükmü nedir? -Nur talebelerinin …

Kapat