Ana Sayfa / AİLE & SAĞLIK / Aile / AİLENİN DÖNÜŞÜMÜ / Cihan Aktaş

AİLENİN DÖNÜŞÜMÜ / Cihan Aktaş

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

AİLENİN DÖNÜŞÜMÜ / Cihan Aktaş*

Sıklıkla rastlandığı üzere aile kurumunun çökmekte olduğu veya miadını doldurduğu şeklindeki görüşlere büyük ölçüde katılmıyor, tersine ailenin kendini yenileyerek toparlanma yeteneğine büyük inanç besliyorum. Aile kurumu çökseydi, kolektivizmin onca yüceltildiği Sovyet tecrübesi sırasında yaşanırdı bu.

Aile fıtrî bir kurum, özlü bir toplumsal çekirdek, kendiliğinden sınırlarını tanımlayan ve duruma göre genişleten ya da daraltan doğaçlama bir hayat birimi. Öylesine sağlam ki benliğimizdeki temelleri, binlerce yılın toplumsal sarsıntılarına, ideolojilerin sorgulamalarına, hayat yolunun zorlayıcı sınavlarına karşı varlığını korumayı başarıyor. Ondan kaçsak bile nihayet ona dönebilme umudunu korumak için dahi aileye ihtiyacımız var.

60’lı yılların ünlü feministi Susanne Brogger’in evlenerek çoluk çocuğa karışması, kendisiyle bir söyleşi gerçekleştiren Duygu Asena’yı şaşırtmıştı. 90’ların başlarında kendisiyle yaptığı röportajda Brogger’in dile getirdiği, ‘Çünkü aile hastaların, yaşlıların ve çirkinlerin barınabildiği en özenli kurum’ şeklindeki görüşün Asena’yı da etkilediğini sanıyorum. Ne de olsa orta yaşlarda yol alan hemcinsleri gibi o da artık hayata, aşka, erkeklere ve kadınlık olgusuna başka bir gözle bakabileceği bir iklimle tanışmıştı.

İranlı şair Furug’un ‘soğuk mevsimlerin başlangıcına iman edelim’ diye anlattığı bir iklim, sözünü ettiğim.

Elbette ki kadını geniş ailede ‘adı olmayan’ bir işçi olarak ezen aile görüşü gibi, onu çekirdek ailenin tüketim organizatörü olarak konumlandırırken yeteneklerini daraltan steril aile anlayışını da, kadını edilginleştirdiği ve dilsizleştirdiği ölçüde ben de eleştiriyorum. Şu var ki benim eleştirim aile kurumunun özüne değil, onun hayat ve iktidar tarafından yozlaşmasına yol açan biçimlerine yönelik olarak gelişiyor. Yaşlı insanların huzurevleri kanalıyla toplumdan yalıtılmasından dolayı suçluluk duydukça, aileyi mükemmelleştirme meselesini dert edinmeye devam edeceğiz.

Aşık olur evden kaçarsın, bir ideolojiye bağlanır aileyi terkedersin; ama günün birinde çalabileceğin bir kapı var orada bir yerlerde, bunu bilerek sürdürürsün çılgınlıklara açık yürüyüşünü.

Ailenin yasası her zaman sadakat var vurgusuyla kutsal bir nitelik kazanıyor. Odysseia yirmi yıl sonra döndüğünde Penelope’yi kendisini beklerken buldu. Antigone kralın yasalarına karşı Tanrı’nın (ve ailenin) yasalarını savunmak için ölümü göze alarak Kral tarafından öldürülen kardeşinin cenaze törenini, onun (ve ailesinin) onuruna uygun olarak gerçekleştirdi. Zeynep, Yezid’in tehditlerine karşılık adalet arayışı içindeki kardeşi Hüseyin’in Kerbela’da kanlı bir katliamla sonuçlanan zor yolculuğuna katılmakta ısrar etti.

Aile bir de en özlü toplumsallaşmanın bir devridaim halinde gerçekleştiği zemindir. İki farklı ortamda yetişmiş kadın ve erkek bir çatı altında biraraya gelerek yeni bir sentez oluşturuyor. Farklı maziler ve terbiyeler, karşılıklı olarak yeni bir bakışla gelişmeyi öğretiyor. Bu kaynaşmayla gelen etkileşim yeryüzünü dolaşarak insanlığın canını tazeliyor, kültürünü yeniliyor ve zenginleştiriyor.

Aile kurumu bugün, erkek merkezli kurumsal örgütlenmenin çözemez olduğu sorunlar yüzünden de kadın cinsi tarafından geliştirilen bir eleştiriyle yeniden kendini tazeleme çabasına düşüyor gibi geliyor bana.

Biri, Ötekidir isimli bir kitabı var, Elizabeth Badinter’in. Bu kitabı eleştirdiğim bir yazının başlığı, “Biri, Ötekini Yitirmemeli”ydi. Biri diğeri içindir oysa; ancak bu yargı, birinin diğerinin varlığında benliğini kaybetmesinin beklenilmesi gerektiği anlamına da gelmez… Esasında “biri”, sadece kendi benliği içinde derinleşerek de var olmuyor. Sözgelimi kadın, cins olarak toplumunun tarihinin ve coğrafyasının soyut bir parçası değil. Bir taraftan karşı kampta işaretlenmek istenen erkek, kadının aynı zamanda hem babası, hem eşi, hem çocuklarının babası, hem de kardeşi veya oğlu.

Kadın elbette öncelikle doğurganlığıyla ayrılıyor erkekten, ama aynı zamanda erkeği de doğuruyor. Doğurganlığın getirdiği yaratılanın, canın, emeğin, sabrın değerini verme-bilme gibi bir özelliğiyle nispeten barışçı da olsa, yine aynı nedenle, yaratılanı, doğurduğu canı korumak için kavgacı da olabilir kadın. Çevreye açılma ve iletişim gibi alanlarda kadınlar erkeklere göre daha cesur ve girişimci. Aile ilişkilerinde de yönlendirici olan kadındır aslında. Reklamlar kadınların, annelerin ve annelerini etkileme gücüne sahip olan çocukların dikkatini çekmeye yönelik olarak tasarlanır, hazırlanır öncelikle. Çünkü aile içinde alışveriş konusunda karar verici olan da kadın olur genellikle.

Bütün bu özelliklerden hareketle kadının yaşanılan ortamı seçme, kurma ve geliştirme gibi konularda yapısal olarak yetenekli olduğunu söylemek olası.

Aileyi korumaya dönük özveri hikayelerinin çağımızda tükendiğini sanmıyorum. Bazen bir çift birlikte ailenin birliğini, bütünlüğünü korumak amacıyla kendilerini paralıyor. Zaman zaman bir kadın, bazen de bir erkek aileyi tek başına korumanın mücadelesini vermeye mecbur kalıyor.

Fatma’nın hikayesi bu açıdan ibret verici:

Doğulu bir kadın Fatma, ama çocukluğu İstanbul’da geçmiş; Zeytinburnu’nda. 16 yaşında evlenmiş. 12 yıl süren evliliğin ardından kocası komşusunun karısıyla kaçıp kayıplara karışmış. “Dört çocuk da o kadından kaldı geriye. Babaları aciz bir adam. Sofra kurduğumda o çocukları da yemeğe çağırırdım” diye anlatıyor Fatma, uğradığı ihanetin ardından toparlanmaya çalıştığı günlerden söz ederken, geride kalan çocuklarla ilgili hassasiyetini. Saçını süpürge ederek “onlar benim hazinem” diye gözleri ışıldayarak anlattığı dört oğlunu yetiştirip adam ediyor Fatma, nihayet. Dört oğlunun ikisi lise, ikisi ortaokul mezunu. Sırayla matbaa, boya-badana, kartonpiyer ve gıda toptancılığı alanlarında çalışıyorlar. İkisi evli.

Kocası yıllar sonra İstanbul’un uzak semtlerinden birinde çıkıyor ortaya.

28 yaşından beri evlere temizliğe gidiyor, hasta bakıyorum. 16 sene Levent’te çalıştım. Uzak semtlere gidemez oldum artık. Yatılı olarak hasta bakıyorum ”, diye özetliyor Fatma, iş hayatını.

Kadının çalışması veya üretkenliği günümüzde müslüman düşünürler tarafından sıklıkla ele alınan bir konu. Düşünürlerimiz çoğu zaman kadınların günümüzdeki ev hayatında mutlu olma imkânını mahcup bir dille savunuyorlar gibi geliyor bana. Çekirdek ailenin mekânları genellikle üretim alanı olamadıkları için cinnet üreten mekânlara dönüşmüştür çünkü.

Kadınların iş hayatında tuttukları yerin sahici bir üretim değerine sahip olmadığı iddiasının kısmen doğru olduğunu varsayalım. Peki, pratikte –ve çağlar boyunca- bütün erkeklerin sahiden de doğru bir üretimi gerçekleştirecek şekilde iş sahibi olduğu nasıl düşünülebilir?

Günümüz kadını evde mi mutludur, kamusal alanda mı, yoksa bütün bunların dışında bir mutluluk tanımının eksikliği midir bu bağlamdaki tartışmaların bir yere varamamasının sebebi? Esasında mesele öncelikle kadının kocasına tâbi ikincil cins olarak tanımlanmasında düğümleniyor. Çünkü kadın eğer özne olabilseydi, eviyle kamusal alan arasında nasıl bir duruşu olması gerektiğine karar verebilecek durumda var olurdu. Mutluluk koşulları konusunda da sosyal baskıların etkisi altında kalmadan bir karar verebilirdi. Bu tür kararların kadına bırakılmaması, konunun tek taraflı, empatiden yoksun yorum ve açıklamalarla sürüncemeye terkedilmesi anlamına geliyor. Bu bağlamda modernizmin kadın konusunda başka türlü bir vesayetçiliğin ifadesi olan toptancı yaklaşımı da öteki uçtaki tezleriyle bir başka aşırılığın ifadesi oluyor. Yeni gelenekselci müslüman veya muhafazakâr düşünürlerin yanı sıra aydınlanmacı modernistlerin de üretim ve çalışma hayatı bağlamındaki öznellikleri hesaba katmayan kalıpların/ klişelerin tahakkümünü koruyarak kadını pratikte kendi hayatıyla ilgili karar veremez bir duruma, erkeğin tanımladığı bir konuma yerleştirmesi, bu bağlamdaki sorunların her açıdan görülerek konuşulmasını zorlaştıran bir etkiye sahip olmaya devam ediyor.

Yetenek ve vizyon sahibi bir kadının, toplumsal mutluluk adına yeteneklerini ve vizyon sahibi olmasını sağlayan çabalarını bastırmasının aileye mutluluk kazandıracağı hükmü ne kadar hakkaniyetli acaba?…

Kadın kamusal alanda bir öğrenme süreci yaşarken aile içindeki konumunu da yeniden tartıyor. Ancak kamusal alanla özel alan arasında gidip gelirken ne kadar zorlanırsa zorlansın vazgeçmiyor aileden; “dişi kuş“ olma sorumluluğunu koruyor, yuvasına dışarıdan dallar yapraklar taşıyarak.

Dar konutlarda geniş aileyi gerçekleştirmek bir hayal gibi görünüyor. Bazen kadınların çabasıyla bu hayal gerçeğe yakınlaşıyor. Anne kendi evinde çalışan kızının çocuğuna bakıyor. Dede oğlunun evine uğruyor cami dönüşü, torununu alıp parka götürüyor. Kardeşler sırayla gidiyorlar anne-baba evine, hastalıklarında, canları daraldığında yalnız kalmasınlar diye, genç çift, iş dönüşü annebaba evine gidiyor; önce, akşam yemeği bahane oluyor. Bu şekilde farklı kombinasyonlarla geniş ailenin olanakları dar mekânlarda yeniden üretiliyor; asansör, merdiven, site kapısı engellerine karşılık ve her şey o kadar da yolunda gitmeyebiliyor, bu ilişki ağını koruma mücadelesinde. Bebekler kreşte ya da kamera denetimine karşılık güven uyandırmayan bakıcıların ellerinde büyürken, elden ayaktan düşen yaşlılar için en elverişli mekânlar olarak beliriyor huzurevleri.

Dinlerin aile, ideolojilerin ise komün hayatları üzerinden varolduğunu yazıyor, Aliya İzzetbegoviç.

İlk ya da nihâî adres çoğu zaman, pek çok zaman, aile. Mağara dönemi kısmen de olsa antropologların bize tasvir ettiği gibi bir dönemse, mağaranın önündeki taş bir taburede kucağında bebeğiyle oturmuş, gözlerini ufka dikerek avdan dönecek olan evinin erkeğini bekleyen kadını gözlerimizin önünde canlandırabiliriz.

Kadın bazen erkeği takip ederek aile yuvasını ayakta tutmaya çalışmış, zindanların sürgünlerin tehditlerine karşılık; ikinci bir kadın engeline rağmen.

Birkaç yıl önce bir tur programı çerçevesinde Kapadokya’ya gittiğimde hikayesiyle sarsıldığım Ayşe Sultan’ı ele alalım. Rehberlerimizin bizi gezdirdiği halı atölyesi Ayşe Sultan’ın hatırasına inşa edilmiş. Dışarıdan sarayı andırıyor, adı da zaten “Halı Sarayı”.

Kocası Damat Mustafa Paşa Yemen’e sürülünce, padişah kızı olmanın vediği cesaretle kocasının peşinden yola düşüyor Ayşe Sultan, ancak yolculuğunu sürdürmüyor, bir sebeple konaklıyor Avanos’ta ve nihayet aynı havalide yerleşiyor. Sebepleri nedir, bilen yok. Ne geriye dönüyor, ne de yoluna devam ediyor. Bölgedeki kadınların eğitimine adıyor zamanını. Sarayının bahçesine yaptırdığı barakada kadınlara ve genç kızlara el sanatları, halıcılık eğitimi verilmesi için ortam hazırlıyor.

Anadolu’nun ilk halı kursu, Ayşe Sultan’ın ölümünden sonra kapanmış, ama etkisini korumuş. 17. yüzyılın sonlarında Ayşe Sultan’ın yaşadığı bina ile birlikte bu atölye/ baraka da kaybolmuş tamamen.

Erkek evden çıkıp gitmeye hazır sanki, avcılık için yollara düştüğü en eski zamanlardan bu yana. Evi aile yuvasına dönüştüren, çevreye yayarken aynı zamanda dikey bir gelişime de açan kadının azmi, çabası, iradesi; çoğu zaman böyle.

Çift ilişkilerindeki anlayışı, sabrı, tahammülü, özveriyi güçleştiren bir hayat telakkisi yayılıyor modern/postmodern zamanların evlerinden, semtlerinden, edebiyatından, sanatından…

Bir kişiye bağlanmanın anlamı ya da hayatını geçireceğin, yıllarını ve yaşadığın mekânı paylaşabileceğin kişinin niteliklerinin olduğu gibi kabulü konusunda kuşkuları ve vesveseleri çoğaltan, zihni karıştıran, “acaba” sorusunu güçlendiren bir dağınıklık, karmaşa sunuyor, komşuluk, mahalle, akrabalık ilişkilerini eski dokusunu yitirerek yeni biçim ve içerik kazanmaya zorlayan modern ilişkiler ağı.

Kişiyi bağlanmaya ve disipline yüreklendiren yüce bir amaca, bir anlam arayışı kaygısına ve işte bu sebeplerle güçlenen merhamet dolu bir yüreğe sahip olmak her zamankinden daha fazla önem kazanıyor galiba. Özdenetim becerisi, ayartılara kapılmamayı sağlayacak bir irade, özsansürü mümkün kılan bir değerler manzumesi… Ayrıca da mahremiyet bilinci, gözleri haramdan sakınma endişesi, kendi hakikatine sadık olma konusunda bir özen, bir ihtimam… Ve bir kez daha aile yuvasının ılıman, çekici bir iklime sahip olması ne kadar anlamlı görünüyor, değil mi?

_______________

* Gazeteci-Yazar

 

din ve hayat d.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Önceki yazıyı okuyun:
Kastamonu bir Müslümanın yaşayacabileceği bir şehir / Mehmet Şevket Eygi

.    Mehmet Şevket EYGİ Kastamonu bir Müslümanın yaşayacabileceği bir şehir Yedi Ay Önceki Kastamonu …

Kapat