Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Allah Cânibinden Eşyaya Bakmak veya Âlemden Esmâ, Sıfat ve Zât’a Bakmak

Allah Cânibinden Eşyaya Bakmak veya Âlemden Esmâ, Sıfat ve Zât’a Bakmak

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

ALLAH CANİBİNDEN EŞYAYA BAKMAK

VEYA

ÂLEMDEN ESMA, SIFAT VE ZÂT’A BAKMAK

Öz

       Nail YILMAZ

Bu makalede esma-ı hüsna, sıfat ve şuunat gibi İlahi tecellilerin, Zât’a olan nisbeti ile eşya üzerinde işleyiş biçimleri müzakere edilecek. Bu ana başlık muvacehesinde şu alt başlıklar ile konu daha geniş bir yelpazede ele alınacak:

  • Hakikî hakaik-i eşyanın mahiyetlerinin bilinmesi, niçin ‘tâlim-i esmâ’ ile başladığının hikmeti ve hakikati.
  • Hüsn ile aşkın kadim beraberliğinin, nasıl varlığın özü ve esasını oluşturduğu.
  • Esmâ-i Hüsnâların, lugavî ve ıstılahı manaları ile sayılarının ‘tevkıfî’, yani sınırlı olup olmadıkları.
  • Künuz-u mahfiye” olan esma, sıfat ve şuunat tecellilerinin asıllarının nasıl keşfedileceği ile bu kâşiflerin kimler olduğu.
  • Künuz-u mahfiyenin keşfinde, esmaî ve sıfatî berzahlar ile bu meselede itikadî meslek ve meşreplerin ihtilaflarının hakikati.
  • Esma-i hüsna, sıfat ve şuunat gibi İlahi tecellilerin, Zât’a nispetindeki farkındalığın nasıl marifetullah ve muhabbetullah’a dönüştüğü.
  • Sıfatların Zât’a nisbetinde ehl-i tasavvuf ve Risale-i Nur farkı.
  • Esma-ı Hüsna, sıfat ve şuunat gibi, evsafı İlahiyenin Kâinat yaratılmadan önceki halini, “bila keyf ve bila teşbih”, yani mahiyetini sormaksızın ve teşbihte bulunmaksızın nasıl mülahaza edilebileceği gibi, alt başlıklar yazının çok önemli satır başlarıdır.

Anahtar kelimeler: Esma, Sıfat, Şuunat ve Zât

GİRİŞ:

Kur’an da Cenab-ı Hak kendi isimleri için ‘Esma-i Hüsna’ tabirini kullanmıştır.[1] Esmâ-i Hüsnâ ile ilgili malumat ve marifet, Allah ile âlem arasındaki irtibatın; mahiyet ve hakikatini bildirmesi bakımından çok kadim bir özellik arz ediyor. Çünkü insanlık tarihi bakımından “Esmâ-i Hüsnâ’yı talim ve tedris, Hazreti Âdem (as) ile başlıyor.

Bakara Sûresinde haber verildiğine göre ” وَعَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا ” Ayetinde “Âdem’e bütün isimleri öğretti”[2] buyruluyor. İşarat-ül İ’caz’da bu ayet ile ilgili yapılan tefsirde Cenab-ı Hak: “Âdem’i halk etti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmayı talim etti ve hilafete namzet”[3] ettiğini belirtmiş.

Buna göre Cenab-ı Hakk’ın Hz. Âdem (as) nübüvvet vazifesiyle tavzif etmesinin bidayeti, talim-i esma ile başladığı anlaşılıyor. Demek ki esma, sıfat ve şuûnat ın idrak ve iz’anı demek olan, ‘talim-i esma’ vazifesi insanlık tarihiyle başlayan yaratılışın ve hayatın esası, belki gayesidir.[4]

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ Hazretleri de ‘talim-i esma’ vakıa ve mucizesi ile insanın bu dünyaya gönderilişini: “İnsan ve genel olarak Kâinat, ilâhî isimlerin bilinmesi ve tecelli etmesine vesile ve ayine” (el-Fütûḥât, I, 41-42)[5] olmaları için takdir edildiğini söylemiştir.

Hakikî hakaik-i eşyanın, esma-i İlahiye, mahiyet-i eşyanın ise, o hakaikın gölgeleri[6] olduğunu, söyleyen muhakkikîn-i evliyanın ve ehl-i hakikatın bu sözlerini anlamak veya doğru anlamak için Said Nursi:

Allah’ın esma-ı hüsna, sıfat ve şuunatına ve tecellilerine, Allah canibinden bakmak lâzım geldiğini, bu bakışın da ancak nur-u imanla olabileceğini söyler.  Eğer mümkinat cihetinden cüz’î fikir ve müşteri nazarıyla bakılırsa, bu nazarın;[7] hakikatı i’lam ederek Kâinatta tecelli eden sıfât-ı mutlaka-i muhitayı alıp zihne ilka edemeyeceğini belirtir.[8]

Risale-i Nur Külliyatında varlığa, Allah canibinden bakılarak her şeyin aslında bir esma-ı hüsna tecellisi olduğu belirtilerek, masnuat ve mahlûkat üzerinde görünen hüsün, cemal, güzellik, sanat, hikmet ve gayelerin, erkân-ı imaniyenin ve esasat-ı İslâmiyenin izah ve ispatında, çok kuvvetli delili ve burhanları olarak kullanılmış.

Çünkü Lemaat’ta: Kudret sıfatından gelen; şeriat-ı fıtriye ile kelam sıfatından gelen Şeriat-ı İlahiyenin birebir örtüşerek, birbirini şerh, izah, tekmil ve tavzih ettiği ifade edilir.[9]

R. Nur’daki bu farklılığa dikkat çeken birçok akademisyen ve araştırmacı ilahiyatçı yazarlardan birisi, şu tesbiti yapmış:

“Görebildiğim kadarıyla İslam düşünce tarihinde belki de hiçbir eser RİSALE-İ NUR kadar, âlemin estetik boyutu ile dolayısıyla da din-i (hikmetin) estetik delil diye adlandırdığı delil ile yakından ilgilenmemiştir. Ve de kaynağı Kur’an olan bu metodun yani âlemin estetik cihetinin bir itikat delili olarak kullanılması, İmam-ı Gazali zamanından beri kullanılan meşhur GAYE ve NİZAM delilinin bir başka boyutu”[10] olduğunu söylemiştir.

Cenab-ı Hak Secde suresinde: اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُO herşeyi en güzel şekilde yarattı[11] buyuruyor. Said Nursi bu ayet ilgili yaptığı tefsirinde “Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hadiseler var ki, zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar” olduğunu ifade eder.

Nursi, كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى hadîs-i şerifiyle bildirilen: “Mahlûkatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim”[12] buyrulması ile “Allah güzeldir güzeli sever” hadis-i şerifleri ve Secde suresindeki; “O herşeyi en güzel şekilde yarattı” ayeti ve emsali ayetler muvacehesinde, eserlerinde esma, sıfat, şuûnat ve ilahi fiillerdeki, güzellik ile sevgi arasında veya hüsn ile aşk ve muhabbet arasında bir irtibat kurar.

Çünkü Nursi, güzellik niçin sevilir veya sevilmelidir? Mukadder sualine şöyle izah getirir:

“Sâni’-i Âlem’in, âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemal ve kemali vardır. Cemal ve kemal, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yani bizzât sevilirler. Öyle ise, o cemal ve kemal sahibinin cemal ve kemaline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever, çünkü masnuatının içinde cemalini, kemalini görür.”[13]

“Cenab-ı Hakk’ın bütün kemalâtı ve esma-i hüsnasının bütün meratibleri ve bütün faziletleri, hakikî kemalât olduklarından bizzât sevilirler. “Mahbubetün Lizâtihâ”dırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelal, hakikî olan kemalâtını ve sıfât ve esmasının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder.”[14]

Yaratılan şeylerin güzelliklerini mülk ve melekût boyutlarıyla fark etmek, esma-ı hüsna, sıfat ve şuunat dürbünüyle bakmaktan geçtiği gibi, muhabbetullah’ın da da marifetullahtan geçmesi hakikatına binaen;

Hz Üstad, On Beşinci ve Otuz İkinci Sözlerde güzellik ile muhabbet arasında kurduğu irtibatta der ki; Herbir “hüsün elbette âşık ister[15] belki de herbir güzellik aynı zamanda muhabbettir der.

Hüsün ile muhabbetin bu kadim dostluk ve ittihadının melekûtî boyutunu, Mardinli Melaya Cizirî, Divanında şöyle anlatır, özetle: Bidayette ruhlar daha yaratılmadan ve Kal-û Bela vakası yaşanmadan önce hüsün ile muhabbet her ikisi bir varlık imişler. Kâlû Belâ vakasından sonra Cenab-ı Hak hüsün ile muhabbete ayrılın diye emretmiş. Onlar da ayrılmışlar. Sonra da muhabbeti, insan, cin, melek ve ruhanî varlıkların kalbine, hüsnü de âlemde çok farklı şekil, biçim, renk ve mahiyetlerde dağıtmış. Her ne zaman hüsün ile muhabbet rast gelseler birbirlerine çok meftun ve müştak olduklarını nakleder.[16]

Belki de hüsün ve aşkın melekûtî cihetteki bu ittihadından dolayıdır ki, Hz Üstad, Otuz İkinci Söz’de: “cemalin en şirin cüz’ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san’at  âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yani cemal ve kemal, (çünki bizzât sevilirler) her şeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemal madem kendini sever, kendini âyinelerde görmek (de) ister.[17]

Cenab-ı Hakk Esmaları’nın Hüsna olduğunu, yani güzel olduğunu birçok Kur’an ayetleri bizzat ifade ediyor. Cizîrî kıssası ve Nursi’nin çok veciz ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, güzelliğin olduğu her yerde muhabbet ve aşkın da hemen onu takip ettiği görülüyor.

Bu makalenin akışı içinde Esmaların güzellikleriyle beraber, şuunat ın, sıfatların ve fiillerin, tecellileri ve tezahürleri olan eserlerdeki güzelliklerin mülk boyutuyla beraber, aklî, kalbî ve ruhî cihetlere bakan melekûtî boyutlarını da görmeye ve anlamaya çalışacağız.

Cenab-ı Hak İsra Suresinde kendisini tanıtırken:

قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَۜ اَيًّا مَاتَدْعُوا فَلَهُ اْلاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۚ De ki: “(Rabbinizi) ister Allah diye çağırın, ister Rahman diye çağırın. Hangisiyle çağırırsanız çağırın, nihayet en güzel isimler O’nundur[18] buyurur. Hz Üstad R.Nur külliyatında Allah ve Rahman isimlerinin muhtevası ile ilgili çok farklı tasnifler yapar. Önce Mesnev-i Nuriye’de Lafza-i Celal olan “Allah” isminin bütün isim, sıfat ve şuunatları ihtiva ettiğini belirtir. [19]

Sonra: “Esma-i hüsnanın her birisi(nin) ötekileri icmalen tazammun”[20] ettiğini söyler. Daha sonrada: Allah isminin Ulûhiyet unvanı altında Celalî isimleri tazammun ettiğini,[21] Rahman isminin de Rahmaniyet ismi altında Cemalî isimleri tazammun ettiğini söyler.[22] Bundan dolayı Ulûhiyet ve Rahmaniyetin bütün isim ve sıfatlara menşe[23] ve mehaz[24] olduğunu belirtir.

Ulûhiyet ve Rahmaniyet unvanları içinde içtima eden bütün esma, sıfat ve şuunatlar marifetullah yolculuğunda bizi, eserdeki fiilden başlayarak Zât’a götüren kilometre taşları veya işaret lambaları gibidir. Fakat Esma, sıfat, şuunat ve Zât’ın bir sözlük veya lügat manaları, birde İlahiyat lisanında ıstılahî manaları vardır.

Sözlük veya lügatlere göre: isim, sıfat, şuunat ve Zât:

“İsim: Varlıkları birbirinden ayırmaya, tek tek veya cins cins karşılamaya yarayan kelime, ad.

Sıfat: Bir kimse veya şeyin sâhip olduğu nitelik, ona âit olan özellik, hal ve vasıf

Şe’n veya şuunat: istidat ve kabiliyet anlamlarına geliyor.

Zât ise: Bir şeyin kendisi, aynısı, şahıs, kimse

İlahiyat lisanındaki ıstılahı manaya göre; isim, sıfat ve şuunat:

İsim – esmâ: Kur’an’da birçok ayetlerde Cenab-ı Hakk kendi isimleri için “Esmâ-i Hüsna” tabirini kullanmaktadır.[25] Yani ‘en güzel isimler’ demektir.

“Allah’ın isim, sıfat ve filleri; O’nun, Zâtına nisbet edilen mana ve kavramlardan ibarettir. Bu isim ve sıfatlar, Allah hakkında yücelik ve aşkınlık ifade eder. İnsanlarda aşkınlık hissi uyandırır. Zikir ve duada kullanılmaları, duanın ve ibadetin kabulüne vesile olur, kalbe huzur ve sükûn verir, insana ilahi lütuf ve rahmet telkin eder.”[26]

R. Nur’daki Esmâ-i Hüsna tarifi ise: “Esmâ, Zât-ı Zülcelal’in isimleri, unvanları cilveleridir. Şems-i Ezeli’nin (cemalinin) şuaları hükmünde olan isimler sıfatların unvanlarıdır, fiillerin menşeleridir ki hepsine umumen Esmâ-i Hüsna denir.”[27]

Sıfat: İtikadî alanla ilgili olarak sıfatın manası.” Allah’ın insanlarca bilinmesini sağlayan nitelik veya Allah’ın Zâtına nisbet edilen mana ve mefhum diye tanımlanır.”[28]

“R. Nur’daki Sıfat-ı İlâhiye ise: Unvanların ve isimlerin menşeleridir. Cenab-ı Hakk’ın ebediyyen var olan ve yok olması asla mümkün olmayan, sonsuz haşmet ve yüceliğine layık, nihayetsiz, maddeden münezzeh, kusurdan müberra, mutlak, muhit, hudutsuz, şeriksiz, tagayyürsüz, enva-ı kemalata cami ve nurani olan, naziri, küfvü, şebîhi, misli, misali, mesili olmayan ahval ve hassalarıdır.”[29]

Şe’n veya şuunat:

Şe’nin; “Çoğulu, şuûndur. Şuûn kelimesi de tekrar çoğul yapılarak şuûnat şeklinde de kullanılır. Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı kudsiyesinin mebdeleri olan ve onları tahrik ederek tecelliye sevk eden Zâtî hassalarıdır.”[30]

Ayrıca. “Şe’n ve çoğulu olan şuunat insanlar için “kabiliyet istidat” diye Türkçeleştirilmekle birlikte, bu ifadeler Cenab-ı Hakk için kullanılmaz. (Cenab-ı Hakk’a ait olan şuunatlar) Hâlıkiyet, Rezzakiyet, Rububiyet… (gibi Esmalarla ifade edilir). Yani Allah’ın Zâtında yaratıcılık vardır, rızık vericilik vardır, terbiye edicilik vardır. Bunlar sonsuz kemaliyle Allah’a mahsustur.”[31]

Zât:

  • Nurda Cenab-ı Hakk’ın Zâtı için: “Zât-ı Akdes[32] Vâcib-ül Vücud[33]  “Şahsiyet-i İlahiye[34] ve “Mevcud-u meçhul[35] gibi unvanlar yer alır.
  • İmam-ı Rabbani de: “Allah’ın Zâtı için Meçhul-u mutlak[36]
  • Diğer bazı tasavvuf ehli ise: “Hüviyyet-i mutlak, gayb-ı mutlak, sırr-ı vücud”[37] demişler.
  • Bir kısım hadislerde Zâtı ifade için, “Allah’ın Zâtı, Zâtullah ve Zât’ül-ilâh[38] terkipleri geçer.

    Zat’ın şuunat, isim, sıfat, fiil ve eser ile nasıl bir bağlantısı vardır?

“R. Nur külliyatında Eser-Fiil-İsim-Sıfat-Şe’n-Zat: arasındaki münasebet, şu kitap örneğiyle daha iyi anlaşılmaktadır

“Eser (Ciltlenmiş kitap)
Fiil (Ciltleme)
İsim (Ciltçi -Mücellid)
Sıfat (Ciltleyici)
Şe’n (Ciltleme Kabiliyeti)
Zat (Ciltleme fiilini gerçekleştiren)


Şe’n 
veya şuunat, buradaki failin ciltleme işini yapabilme kabiliyetidir. Sıfatı, ciltleyici; fiili de ciltlemedir. Bağlantı şu şekilde kurulabilir: Fiili yapan Zatın, o fiili işleyebilme sıfatı olması lazım; aynı zamanda bu işlemi yapma kabiliyetine sahip olması gerekir. Dolayısıyla fiilden yola çıkarak, bu zatın sıfatına ulaşmış oluyoruz, oradan da, Şe’n’e intikal ediyoruz. Şimdi misalden hakikate geçmeye çalışalım ve Cenab-ı Hakk’ın mükemmel bir eseri olan insana bakalım.


Eser:
İnsan
Fiil:   Yaratma
İsim: Hâlık
Sıfat: Hâlık isminin arkasında iş gören İlim, İrade ve Kudrettir.
Şe’n:
 Yaratmaya Kadir Olma
Zat:  Yaratıcı olan Allah


Cenab-ı Hakk’ın Şe’ni:
Yaratmaya kâdir olmasıdır. Allah’ın sıfatı Yaratan olmasıdır, fiili de Yaratmadır. Bağlantıyı şu şekilde kurabiliriz; Allah, yaratmaya kadir olduğundan, insanı yaratmak O’nun Şe’nidir. Sıfatı zaten yaratıcı olmasıdır, fiili yaratmadır.”[39]

  Gizli hazineler ve kâşifleri:

Cenab-ı Hak: Zâriat suresinde: وَ مَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ yani “Cinleri ve insanları ancak Bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım”[40] buyuruyor. Hz. Üstad bu ayetin tefsirinde âyetin evvelinde bulunan اُعْبُدُوا emri ilahisinin (İbn-i Abbas‘ın tefsirini de naklederek) ibadetten kastedilen emrin bir manasının da insanları tevhide davet, yani Cenab-ı Hakk’ı isimleri ve sıfatlarıyla bilmek ve tanımak olduğunu söylemiştir.

Muhyiddin-i Arabî ise bu ayeti şerh eden, كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى hadîs-i şerifinin beyanında: “Mahlûkatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim” demiştir.[41]

Hadis-in ikinci bir manası da, (özetle): “Hadis-i şerifte geçen “Kenz-i mahfî ” tabirini esas alan bazı âlimlere göre: “Küntü kenzen mahfiyyen fehalaktü’l halkı liya’rifûni”den kastedilen mana “Bilinmeyen gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bilineyim diye halkı (kâinatı) yarattım demektir”. (Aclûnî, II, 132)

Burada geçen “istedimmuhabbet, bilinmek” de mârifet kökünden geldiği için âlimler kâinatın yaratılışını muhabbet ve mârifetle açıklamışlardır. (İbnü’l-Arabî, s. 203).[42]

Yani “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve mahlûkatı var ettimcümlesinden, kâinatın yaratılış sebebinin, Cenâb-ı Hakk’ın “bilinmeye muhabbet” etmesi şeklinde anlaşılmaktadır.

Aslında, “Allah’ın bütün sıfatları ve isimleri gizli birer hazinedirler. Nitekim esmâ-i İlâhiyeye “künuz-u mahfiyye (gizli hazineler)” denilir. Bu hazinelerin gizli olmaları, görünmemeleri cihetiyledir.

Mesela:

  • Bütün hayatlar Muhyî isminin hazinesinden,
  • Bütün rızıklar Rezzâk isminin hazinesinden,
  • Bütün şekiller Musavvir isminin hazinesinden gelmektedir.

Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemi yaratarak esmâ ve sıfatlarını tecelli ettirmesinde (hâşâ!) bir ihtiyaç söz konusu olamaz. Allah; Samed’dir ve Ganiyy-i Mutlaktır. Şu var ki, Allah’ın zatı ihtiyaçtan münezzeh olmakla birlikte şuunat’ı, sıfatları ve isimleri tecelli etmek iktiza ve istilzam ederler.

Bahsimizle alakalı Mektubatta geçen bir cümlede; “Hem esma-i İlahiyenin iktiza ve istilzam (etme hakikatı ve hasiyeti) gösteriyor ki, Rahîm ismi şefkat etmek ister, Rezzak ismi rızık vermek iktiza eder, Latif ismi lütfetmek istilzam eder ve hâkeza bütün esmanın birer birer muktezası vardır.”[43]

Allah’ın rızka muhtaç olmadığı açıktır. O halde rızıkları ve rızka muhtaçları niçin yaratmaktadır? İşte bu sorunun cevabı bu ifadede gizlidir: “Rezzâk ismi rızık vermek iktiza eder.” Diğer bütün fiilî isimler için de aynı hakikat geçerlidir: Muhyi ismi hayat vermek ister; Musavvir ismi şekillendirmek ister; Kerîm ismi ikram etmek ister..”[44]

Yani Cenâb-ı Hak bu gizli hazinelerindeki cevherlerin bilinmesini, varlık âlemini yaratarak göstermiş ve buna da muhabbet etmiştir. Fakat bu bilinme isim, sıfat ve (şuunatın) Kâinatta tecelli etmesi şeklindedir ve O sadece bu yönden bilinir hale gelmiş, mutlak gayb olan Zâtı itibariyle yine gizli bir hazine olarak kalmıştır.

Bu sebeple âlimler hadiste geçen, Gizli bir hazine idim” ifadesini, “Gizli bir hazineyim” şeklinde anlamak gerektiğini, buradaki “idim kelimesinin zamanı ifade etmediğini önemle belirtmişlerdir ”[45] (Çünkü Cenab-ı Hakk zamandan ve mekândan münezzehtir.)

Başka bir, “Hadis-i şerifte de ise Peygamberimiz (as) bizi Allah’ın zatını düşünmekten men etmiştir. “Allah’ın yarattıklarını düşünün, sakın Allah’ın  zatını düşünmeyin, helâk olursunuz.” (Kenzu’l-Ummal, h. No: 5705)”[46]  buyrulmuştur.

“Risale-i Nur’a göre “Kenz-i mahfî veya “künuz-u mahfiyeEsma-i Hüsna, sıfat, şuunat ve Zât tır. Yani Cenab-ı Hakk’ın Zatıyla beraber tüm Esma-i Hüsna’sı “künuz-u mahfiye ”dir. Fakat keşfedilmesi gereken gizli hazine, Esma sıfat ve şuunattır, Zât” değildir. Çünkü Zâtın bilinmesi hem imkânsız hemde hadisle yasaklanmıştır.

Her hazinenin bir anahtarı olduğundan, Nursi, bazen bir anahtar hazine kadar kıymetli olabileceğini söyler. Çünkü; Risale-i Nur’a göre,“Kenz-i mahfî veya “künuz-u mahfiye”nin anahtarları Kur’an-ı Hakîm ve Peygamber (a.s) dır.

Bu sebeple Bediüzzaman Peygamber Efendimiz için: “künuz-u Esma-i İlahiyenin keşşafı[47] ve “Esma-i İlahiye definelerinin keşşafı[48] tabirlerini kullanmıştır. Kur’an’ı tarif ederken de: “zeminde ve gökte gizli Esma-i İlahiyenin manevi hazinelerinin keşşafı”[49] demiştir. Bu tespitlere göre, Kur’an-ı Hakîm ve Peygamber Efendimiz (a.s.) Esma’ı Hüsna’nın tüm gizli hazinelerini eksiksiz keşfeden iki kâşiftirler[50]

Kur’an-ı Hakîm’in ve Hz. Peygamberın (a.s.) “Kenz-i mahfî” ile ilgili   keşifleri:

Said Nursi Yirmi Beşinci  Söz’de Kur’an’ın keşfini, define bulmak için denize dalan gavvas misaliyle anlatır. Özetle misal şöyledir:

1. Hesapsız cevherlerin ve definelerin aksamlarıyla dolu bir denize, birçok dalgıç, hazineleri bulmak için dalarlar. Fakat dalgıçların gözleri kapalı olduğundan her bir dalgıç, el yordamıyla ancak eline geçen şeyi asıl mücevher ve define sanıp, diğerlerinin bulduklarını kabuk ve kışır sanır. Kur’an ayetleri de o denize dalmış. Lakin o ayetlerin gözleri açık olduğundan defineyi tam ihata ederek hazinenin içinde ne var ne yok bakar görür. Hakikatı tam keşfeder.

2. Ve yine Otuz Birinci Söz’de tafsilatıyla anlatılan Mirac-ı Ahmediye hadisesinde: Efendimizin (a.s.) “Kenz-i mahfîyi” bulmak için çıkmış olduğu keşif yolculuğu ise, temsil değil hakikattır. Fakat o da Kur’an ayetleri gibi bir denize girer. Yani “essemü mevcün mevküf” hadisiyle tarif edilen sema denizine. Efendimizin (a.s.) Bu keşif yolculuğunda Esma sıfat ve şuunat tecellisi olan imkân dairelerini geçtikten sonra daire-i vücuba yani daire-i Ulûhiyete girer.

Burada “Esma-i Hüsna’sının herbir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, görür.”[51]  O kâşif yolcu aşağı tabaka ve menzillerden yukarı tabakalara çıktıkça daireden daireye, geçerek aşağıdaki makinelerin ve tezgâhların mahzenlerini bizzat müşahade eder.

Yani, “künuz-u mahfiye” olan esma, sıfat ve şuunat’ın “asıllarını[52] keşfeder. O gaybî Zât ise, misafirini daire-i ulûhiyetin bütün menzillerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir.  Ve en nihayet, mübarek Zat’ının görünmesine izin vermesiyle, gözleri açık olarak giden Resulü Ekrem (as) da O  “Zât-ı Zülcelâl’i bizzat göz ile müşahede eder[53]

Üstad Hz. bu yolculuğun dönüşünü şu cümle ile hulasa eder. “Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi’rac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar”[54] veya çıksınlar diye.

Bu iki keşif yolculuğunda çok önemli hususlar ve merak edilen noktalar: 

  • Her iki keşif yolculuğu bir denizde veya denizi geçtikten sonra yapılmıştır.
  • Her iki yolcunun da gözleri açıktır. Hatta Kur’an bu Miraç yolcusunun seyr ü seferini: “Gözleri ne şaştı ne de başka bir şeye baktı[55] diye anlatıyor.
  • Her iki keşif yolcusu da “künuz-u mahfiye” arayışında yalnız değildir. Ama “Kenz-i mahfiye” ulaşmak ancak bu iki gavvasa nasip olmuştur.

Kur’an ve Resülü Ekrem (as) ile beraber “künuz-u mahfiye”nin keşfine çıkan (meleklerin en büyüğü olan Cebrail as bile yolda kaldığı gibi) diğer gavvasların hiçbirisi onlara yetişememişler. Çünkü:

  • Ne büyük dehaların ve ehl-i fikrin nazarları,
  • Ne melekût cihetine geçen ehl-i şuhudun müşahedeleri,
  • Ne eşyanın bâtınına dalmış olan İşrâkiyyunun nurları,

Ve nede âlem-i gayba nüfuz eden Rûhâniyyunun mükaşefeleri, gözleri kapalı ve nazarları mukayyed olduğundanKenz-i mahfîyi” keşfedememişler. Çünkü “hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez.[56]

Bu her iki keşif yolculusunun bize bakan yönü ve verdiği dersler, Fatiha’nın tefsirinde şöyle anlatılmış. Özetle:

Cenab-ı Hak, esmâ-i hüsnânın her birisinden bir örnek, bir numune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır.  Eğer insan Kur’an-ı Hakîm ve Resülü Ekrem’in (a.s.) keşifleri olan künuz-u mahfiyenin; hakikatları olan emirlerine ve yasaklarına imtisal ederse şükr-ü örfîyi îfa etmiş olur. Böylece insanın cevherinde vedia olarak bırakılan esma-i hüsna numuneleri, inkişaf ederek on sekiz bin âlemde tecelli eden sıfatlara ayine olur.[57] Veya Yirmi Dördüncü Söz’de denildiği gibi (Sana tecelli eden her bir ismin cüz’î mertebesinden tut, tâ bütün kâinata tecelli eden külli mertebelerine mazhar olur).[58]

O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa[59] olarak, Resülü Ekrem’in (a.s) künuz-u mahfiyenin; keşfi için gitmiş olduğu marifetullah yolculuğunda derece ve kademe alabilir.

Ve yine bir önceki sahifede geçtiği gibi: “Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu (yani künuz-u mahfiye yolunu) açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranîde, Mi’rac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar”[60] denilmişti.

Yani: “künuz-u mahfiye”yi keşfederek ümmete marifetullah yolunun kilidini açan “küllî muarrifler” veya anahtarlar Kur’an-ı Hakîm ve Peygamber (a.s)  dır.[61]

R. Nur Külliyatında nazara verilen bir üçüncü kâşif ise ‘Ene’dir’: Cenab-ı Hak marifetullah yolculuğuna çıkan her bir kulunun eline “O küllî muarrif ve anahtarların” talim ve dersleriyle seyr ü sülûk edebilmek için, “ene namında ‘tılsımlı’ bir miftah vermiş” “sıfât ve esmasının marifetini de o enaniyete bağlamış”[62] çünkü: “Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin ‘küçük bir’ anahtarıdır.[63]

Aslında her bir insan ene namında tılsımlı bir anahtarla bu dünyaya gönderilirken, yaptığı ilk keşif yolculuğu yine bir denizde başlar. Fakat bu deniz insanın ilk yaratılış ölçeğinde küçültülmüş bir su olmasından, Hz. Üstad Yirmi İkinci Söz’de bu suya havuz der. İşte ene namındaki bu ‘tılsımlı miftah’, o küçük havuza girerek yıkandıktan sonra, oradan beden elbisesi giyer. Sonra da Esma sıfat ve şuunatın âlem-i şehadetteki, tecelli ve tezahürlerini keşfetmek ve görmek için bu dünyaya gelir.

Bu âleme bir marifetullah yolcusu olarak gelen ‘ene’ cismaniyet elbisesi ve cihazatıyla önce etrafında gördüğü her biri bir kudret mucizesi olan eserlere ve onlardaki fiillere bakar. Sonra da, o fiillerden, esma, sıfat, şuunat ve Zat’ın diğer tecellilerini görmek için marifetullah yolculuğuna çıkarak, bir ömür boyu devam edecek olan seyr-i süluka başlar.

   Kur’an ve hadislerde esma ve sıfatlar

Nübüvvet gelmezden evvel de Mekke müşrikleri Allah’a inanıyorlar, fakat birçok putlarla tevhid akidesine aykırı olan Allaha şirk koşuyorlardı. Bundan dolayı peygamberimiz (as) tebliğinde Allah’ın varlığından daha çok birliği üzerinde durmuştur. Kur’an’da Allah’ın varlığı Otuz Beş ayet ile anlatılırken birliği ile ilgili ayetler yaklaşık doksan civarındadır.[64]

Bundan dolayı Hz. Üstad Şualar’da “Allah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu (yani Allah’ı doğrudan inkâr etmeyi) akıl kabul etmez. (Onun için) Kâfirler (de) Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatlarında hata ediyorlar”[65]  der.

Kur’an ve sahih Hadislerde esma ve sıfatların teknik yapısı ve sayısı ile ilgili şu bilgilere yer verilmiştir. Kısaca:

“Kur’anda sıfat kelimesi değil, Allah’ın tenzih edilmesi sırasında “nitelemek” anlamında “vasıf” kelimesi kullanılmıştır.”[66] İ. İcaz’da وَ عَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَ : Yani: “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.”[67] Ayetinin tefsirinde Cenab-ı Hakk’ın Esma-i Hüsna’larının sayılarının “tevkıfî” olduğu belirtilir.[68]  İmam-ı Gazali ve Fahreddin-i Râzî’nin dâhil olduğu bu görüşe göre: Esmâ-i Hüsnâlar belirli sayılarla sınırlı olmasına karşın sıfatlar sınırsızdır. Orijinal tabiriyle esmalar “tevkıfî”, sıfatlar “tevkıfî” değildir.[69]

Hz. Üstad Cenab-ı Hakk’ı tavsif ve tarif etmek için ‘Nâs’ ile gelmeyen isim sıfat ve şuunatlarla ilgili hususlarda çok temkinlidir. Özellikle bazı şe’n ve şuunatları, Zât-ı ilâhiyeye isnat ederken, tabiri caiz ise ve izni-i şer’i olmadığından gibi temkin cümleleri kullanır. Mesela Sözlerde: “iftihar ve memnuniyet ve ferahla tabir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuun-u münezzeh, o derece âlî ve mukaddestir ki; bütün ukûl-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihata edemez”[70] der.

Esma-i Hüsna’nın sayısı bazı hadislerde 99 olmakla birlikte[71] diğer hadislerde ise 100 den fazladır.”[72] Kur’an’daki Esma sayısını bazı araştırmacılar, Zât’ı ilahiyeyi niteleyen çeşitli kelime kalıplarıyla beraber 313’e ulaştırırlar.[73]

Esma-i Hüsna ve sıfatların sayısı ile ilgili daha geniş araştırma yapan “Fahreddin er-Razî kitaplarında, Allah’ın dört bin ismi bulunduğunu, bunlardan bin tanesinin Kur’an ve sahih Hadisler ’de, bin tanesinin Tevrat’ta, bin tanesinin İncil’de geçtiğini” belirtir. Razi, devamla şöyle der: “Bin tanesinin de Levh-i Mahfuz’da olduğu ve bunların insanlık âlemine ulaşmadığını söyler.”[74]

Ve yine büyük İslam âlimlerinden İbn Kayyim el-Cezviyye Esma-i Hüsnaların sayısı ile ilgili olarak: “el-Esmâ-ü’l hüsna herhangi bir sayı ile sınırlandırılamaz. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın kendi katında gayb âleminde tercih ettiği isimleri ve sıfatları vardır. Bu isim ve sıfatları ne Allah’a yakın bir melek, ne de gönderilen bir peygamber bilebilir”[75] demiştir.

Hz. Üstad da İ. İcaz’da Esma-i Hüsnaların belirli sayılarla sınırlı olduğunu söylemekle beraber Yeni Said döneminde yazdığı Sözler ve Şualar gibi eserlerinde sıfatlar gibi Esma-i Hüsnaların da hudutsuz” yani ‘sınırsız’ olduğunu şu cümlelerle ifade eder:

Sözlerde: “İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz.”[76]

Şualarda ise: “Bu kâinatta göz ile görünen hakîmane ef’alin ve basîrane tasarrufatın şehadetiyle; bu masnuat bir Hâkim-i Hakîm’in, bir Kebir-i Kâmil’in hududsuz sıfât ve isimleriyle ve nihayetsiz mutlak olan ilim ve kudretiyle yapılıyor, icad ediliyor”[77] der.

Kur’anda ve hadislerde çok yaygın olarak Esma-i Hüsna ile, Zât-ı ilâhiyeyi  niteleme örneklerinden dolayı İslam alimleri ve diğer ehl-i kitap arasında esma ile  Zât-ı ilahiyeyi  niteleme konusunda fazla bir ihtilaf olmamıştır. Bütün ihtilaflar isimlerin aslı olan sıfatlar ile Zât-ı İlâhiyenin nitelenmesi ile ortaya çıkmıştır.[78]

“Mesela ehl-i kitap olan Yahudiler ve Hristiyanlar tevhid akidesine aykırı olarak, bazı sıfatları zattan ayırıp beşer seviyesine indirerek (Üzeyir (as) ve Hz. İsa (a.s) bedeninde maddileştirerek Cenab-ı hakka veled ve eş isnad ettikleri için şirke düşmüşlerdir.”[79]

İslam âlimlerinden bazılar da Esma-i Hüsna ile Zât-ı İlâhiyeyi nitelenmesine değilde bazı sıfatlar ile Zât-ı İlâhiyenin nitelenmesini, tenzihi hakiki için veya dar akıllarına sığıştıramadıkları için kabul etmeyip reddetmişlerdir. (Bu konu ile ilgili daha geniş izahat aşağıda gelecektir.)

 Tahkiki iman yolculuğunda esmâî ve sıfâtî berzahlar:

Said Nursî, isim sıfat ve şuunatlarla ilgili olarak bazen dürbün bazen pencere gibi teşbihler yapmış. Yani onunla veya oradan bakılacak şey manasında.  Yirmi Dördüncü Söz’de ise bir pencereden diğerine veya bir dürbünden diğer dürbüne bakar gibi, bir esmadan diğer esmaya bakılması gerektiğini söylemiş. Gaflet, tabiat ve esbab dalâletine düşmemek için bir esmaya takılıp kalmamak gerektiğini, bütün esma ve sıfatlara bir bütün halinde bakılmasının lazım geldiğini şu şekilde ifade eder:

Mesela: “Cenab-ı Hakk’ı bir isimle, bir ünvan ile, bir rububiyetle ve hâkeza.. tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir.”[80] Veya:

  • “Ferd, Vâhid ve Ehad gibi esmasının tecellisini bilmemek (veya yanlış bilmek) insanı şirke;
  • Hay, Kayyum, Kadir, Hâlık ve Fatır gibi isimlerin tecellilerini yanlış bilmek haşrin inkârına;
  • Âlim, Mukaddir ve Hafiz gibi isimlerini doğru bilmemek ise kaderi inkâra sebeb olur.”[81]

  Niçin isimlerde ittifak, sıfatlarda ihtilaf edilmiştir?:

Yukardaki sahifelerde de kısmen bahsedildiği gibi, Esma-i Hüsna ile Zât-ı İlahiyeyi niteleme hususunda İslam âlimleri arasında ihtilaf değil icmâya varan bir ittihad vardır. Bütün ihtilaflar isimlerin asılları olan sıfatlar ile Zât-ı İlahi yenin nitelenmesi ile ortaya çıkmıştır.[82]

Peki, niçin Esma-i Hüsnalarda ittifak edildiği halde, bir kısım ulama ile tasavvuf ehli ve ehl-i kitap, bazı sıfatlarda ihtilaf ederek kabul etmemişler, hatta inkâr etmişler?

Bu çok önemli sorunun cevabına geçmeden önce Üstadın Külliyatta sıklıkla verdiği sultan veya padişah misali konuya kısmen açıklık getirmektedir şöyle ki:  “Nasıl ki bir padişahın daire-i hükûmeti itibariyle ayrı ayrı pek çok ünvanları, isimleri bulunur:

  • Meselâ: Daire-i adliye onu “Hâkim-i Âdil” namıyla yâd eder.
  • Daire-i askeriye onu “Kumandan-ı A’zam” namıyla bilir.
  • Daire-i meşihat onu “Halife” ismiyle zikreder.
  • Daire-i mülkiye onu “Sultan” namıyla tanır.
  • Muti’ ahali ona “Merhametkâr Padişah” derler.
  • Âsi insanlar ona “Kahhar Hâkim” derler. Daha bunlara kıyas et.”[83]

Misalden hakikata geçecek olursak, bir padişahın ülkesini sevk ve idare etmek için birçok isimler almasına kimsenin itirazı yoktur. Fakat o sultan icraata başlayınca yani o padişahın almış olduğu isimler ve unvanlar, sıfata dönüşmeye başlayınca hikmet-i hükûmetin bir kısım icraatlarını anlayamayan bazı daireler itiraza başlıyorlar. (İtirazın tafsilatı aşağıda gelecektir.)

Ayrıca bahsin esasıyla ilgili üç önemli husus var:

Evvela, “Esmâ-i Hüsnâ” birçok Kur’an ayetleri ve sahih Hadis-i şeriflerin nakliyle geldiği için, onlarda ciddi bir ihtilaf olmamış.[84]

İkincisi:  Sıfatlar ilk defa Ebû Hanîfe ve İmam-ı Mâtürîdî’ tarafından Zâtî, vücudî ve fiilî sıfatlar şeklinde tasnif ve tedvin edilmesiyle beraber birçok farklı görüşler de ortaya çıkmıştır.[85]

Üçüncü olarak da: Hz Üstad Şualar’da Zât-ı İlâhiyeyi niteleyen “Rahmaniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler (için) Cenab-ı Hakk’ın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret”[86] ettiğini söylüyor.

Yukardaki sorunun asıl konusu belki de cevabı Üstad’ın bu cümlesinde saklı. Yani iman cihetiyle kardeş olduğumuz bütün ehl-i iman, isimlerde ittifak ettikleri halde sıfatlarda ve fiillerde ihtilaf etmişler. Bu meselede çok genel bir tespit yapmak gerekirse onlar, esmalarınbilkuvve” haline razı olup “bilfiil” durumuna itiraz ediyorlar. (bununla ilgili geniş izahat aşağıda gelecektir.)

R. Nur külliyatında bu ihtilafın sebepleri, sonuçları ve hikmetleri, farklı açılardan ele alınarak çok derin ve mufassal tahliller yapılmış. Biz bahsin çok uzamaması için, isimlerde ittifak ettikleri halde sıfatlarda ihtilaf eden bu gruplardan dört tanesine kısa kısa temas edeceğiz.

  Sıfatlarda; iltibasa, ihtilafa, itiraza ve inkâra düşen gruplar

a) Aklı hâkim yapan, mütehakkim Mutezile ile İşrakiyyun denilen bir kısım Hükemâ

b) Cenab-ı Hakk’ın fiillerini, mümkinata kıyas ederek şirke düşen Hristiyan ve Yahudiler

c) Ümmetin ihtilafını rahmete çeviren, Ehl-i sünnet ve Ehl-i Hak olan itikadi mezhepler.

d) İstiğrak ve cezbeye kapılarak sıfatla Zât’ı iltibas eden ehl-i aşk ve bir kısım tasavvuf ehli.

a) Mutezile ve İşrakiyyun denilen bir kısım Hükema:

Mutezile, tenzih-i hakiki meselesinde Hakîm isminin gereği olan şerlerin kötülük ve belâların yaratılışını Cenab-ı Hakka veremedikleri için gaflete düşmüşler. “Ayrıca İslam tarihinde ilk itikadî sapkınlık ilâhî sıfatları tenzih niyetiyle de olsa kabul etmeyen mutezile ile başlamış daha sonra müşebbihe ile devam etmiştir.”[87]

İbn-i Sina gibi dehalar Hay, Kayyum ve Kadir gibi isimlerin tecellisi olan haşr-i cismaniyi akıllarına sığıştıramadıkları için adi bir mü’min derecesine düşmüşlerdir.[88]

 Hükemâ’nın bir kısmı da: “Cenab-ı Hakk’amûcib-i bizzât[89] diyerek ihtiyar ve iradesini nefyetmişler. Diğer bir kısmı da: “Cüz’iyata ilm-i İlahî taalluk etmiyor” diyerek, ilm-i İlâhînin azametli ihatasını nefyedip reddederek,[90] tabiat dalaletine düşüp Sofestaî olmuşlar.[91]

b) Ehli kitap olan Hristiyan ve Yahudiler:

Allaha inandıkları halde sıfatlarda hata ederek şirke düşenlerin en başında Hristiyan ve Yahudiler geliyor. Çünkü Hristiyanlar Allah’a inandıkları halde (sıfatlarında hata ederek) teslis görüşüne saptıkları için, Yahudiler de tevhid akidesine aykırı olan Üzeyr (as) hakkında Cenab-ı Hakk’a veled isnad ettikleri için şirke düşmüşlerdir.[92] Bundan dolayı 5. Şua’da “Kâfirler (de) Allah’ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfâtında hata ediyorlar”[93] denilmiş.

Ayrıca: Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamayıp vartaya düşen, müşrikler, münafıklar ve Yahudiler için Bakara suresinin şerhinde Nursi, diyor ki: “Evet vakta ki Kur’an-ı Azîmüşşan sinekten, ankebuttan misal getirdi, karınca ile bal arısından bahsetti; müşrikler, münafıklar, Yahudiler itiraz için, fırsat bularak ahmakane Cenab-ı Hakk’ı da insanlara kıyas ederek diyorlar ki:

“Allah celal ve azametiyle insanların konuştukları gibi nasıl insanlar ile tekellüm etmeye tenezzül eder? Ve bu cüz’î ve hakir şeylerden nasıl bahseder? Azametine yakışır mı?” (derler. Nursi de onlara) Acaba o süfeha takımı; Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sıfatlarının da küllî, umumî, şamil, muhit olduklarını bilmezler mi?”[94] Diyor.

Hülasa: “Cenab-ı Hakk’ın mümkinata kıyas edilmesi ve mümkinatın onun şuunatına mikyas yapılması, en büyük cehalet ve hamakattır. Çünki aralarındaki fark, yerden göğe kadardır. Evet, vâcibi mümkine kıyas etmekten, pek garib ve gülünç şeyler çıkar. Meselâ: Ehl-i tabiat, o aldatıcı kıyas ile tesir-i hakikîyi esbaba; Ehl-i İtizal, halk-ı ef’ali abde; Mecusiler, şerri ikinci bir hâlıka isnad etmeye mecbur olmuşlardır.

Güya zu’mlarınca Cenab-ı Hak, azamet-i kibriya ve tenezzühü dolayısıyla, bu gibi hasis ve çirkin şeylere tenezzül etmez.”[95] diyerek akılları vehimlerine esir olup, böyle hezeyan dolu sözlerle yerde iken yıldız taşlayan ahmak herifler gibi gülünç duruma düşmüşler.

c) Ehl-i Hak ve Ehl-i sünnet olan itikadî mezhepler:

İfrat ve tefrite düşmeden istikameti muhafaza eden bu Ehl-i Hak ve Ehl-i sünnet olan itikadî  mezheplerin ihtilafları ise اِخْتِلاَفُ اُمَّتِى رَحْمَةٌ hadis-i şerifinde belirtilen müsbet ihtilaftır.[96] “Hakikatın her köşesini izhar edip, hak ve hakikatın”[97] daha ziyade genişlemesine vesile olarak bu ihtilafı rahmete çevirmişler. Ehl-i Hak ve Ehl-i sünnet olan Eş’arî, Mâturîdî ve Selefî, mezheplerinin sıfatlarla ilgili görüşleri ve ihtilafları kısaca şöyledir:

Birincisi: İ.İcaz tefsirinde izah edildiği gibi, Eşari İmamları: Cenab-ı Hakk’ın Zâtî sıfatlarından olan sübûtî kısmına; Hayat, ilim, irade, kudret, sem, basar ve kelam olmak üzere ‘sıfat-ı seb’a‘ yani yedi sıfatı saymışlar.[98]

İkincisi: Mâtürîdî İmamları buna tekvin sıfatı da ekleyerek bu sıfatları sekiz kabul etmişler. Eşarîler tekvin sıfatını kudret sıfatının içinde kabul ettikleri için onlarca Zâtî sıfatlar yedi kabul edilmiş.[99]

Üçüncüsü olan selefîler ise: Kur’an’da anlatılan İlâhî sıfatlar üzerine herhangi bir tevil ve yorum yapmadan aynen öyle kabul etmişler. Yani orada ne kastediliyorsa o odur deyip, tevil ve yorum yapmaktan kaçınmışlar.[100]

Üstadın da dâhil olduğu Ehl-i sünnet olan Eş’arî ve Mâturidî imamları Kur’an’da anlatılan İlâhî sıfatların bir kısmı müteşabih oldukları için, o manaların herkesin anlayabileceği şekilde izah edilmesi için tevil ve yorumu caiz görmüşler.[101]

Mesela İ. İcaz’da, rahmet ve şefkat ile ilgili önemli şöyle bir soru ve cevap var:

Sual: Rahmet sıfatı madem acımak ve şefkat etmek (rikkatü’l-kalp) manasını taşıyor. Her şeyden (eksik ve kusurdan) münezzeh ve mukaddes olan Cenab-ı Hak hakkında bu sıfat nasıl caiz olabilir? Çünkü acımak ve şefkat etmek manaları sanki bir zaafı işmam edip hatıra getiriyor.?

Cevap: Üstad Hz. bu önemli suale, haberî sıfatların temel bir özelliğini nazara vererek cevaplamış ve demiş ki: Yed, vech, istiva, yemin, kabza ve gazap gibi, rahmet de ve onun bir manası olarak suale konu olan rikkatül kalp de yani acımak ve şefkat etmek de müteşabihattandır.[102]

Rahmetin bir manası olan şefkatin müteşabihattan olması, onu Cenab-ı Hakk’a bakan cihetiyle niçin tam anlayamadığımıza bir miktar açıklık getiriyor. Çünkü İslami kaynaklarda:

“Müteşabihat: Mana yönünden birden fazla ihtimal taşıdığı için anlaşılmasında güçlük bulunan lafız veya ifade”[103] şeklinde tanımlanıyor. Kur’an’da müteşabihat, sadece haberî sıfatlarla sınırlı olmayıp Cenab-ı Hakkın Zât ve diğer sıfatlarının da mahiyetine ilişkin ayetlerde de müteşabihatlar bulunduğu ifade edilmiş[104]

d) Ve bir kısım ehl-i tarîkat ile tasavvuf ehli:

Birincisi: Said Nursi Birinci Söz’deki “Sûret-i Rahman” hadisini izah ederken Ehl-i tarîkatın ve ehl-i aşkın sıfatlar konusundaki düştükleri vartaya dikkat çekerek onları şu şekilde ikaz eder:

“Bir hadîs-i şerifte vârid olmuş ki: اِنَّ اللّهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمنِ -ev kema kal- Bu hadîsi, bir kısım ehl-i tarîkat, akaid-i imaniyeye münasib düşmeyen acib bir tarzda tefsir etmişler. Hattâ onlardan bir kısım ehl-i aşk, insanın sîma-yı manevîsine bir suret-i Rahman nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarîkatın ekserinde sekr, ehl-i aşkın çoğunda istiğrak ve iltibas olduğundan, hakikata muhalif telakkilerinde belki mazurdurlar.

Fakat aklı başında olanlar, fikren onların esas-ı akaide münafî olan manalarını kabul edemez. Etse hata eder.”[105] “Çünki Cenab-ı Hak hakkında suret muhal olmasından, suretten murad sîrettir, ahlâk ve sıfâttır.[106]

Hem suret-i Rahman’ı gösteren sadece insan yüzü değildir ki, ehl-i aşk ve ehl-i sekir olmayanlar hakikata muhalif telakkilerinde mazur olsunlar. Çünkü: Şualarda “kâinat ağacının bir meyvesi olan canlılar âleminde de, ‘sıfât-ı seb’aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî tezahür’ ettiği kaydedilir.”[107]

İkincisi: On Altıncı Söz’de ise: Kulun Cenab-ı Hakk’a yaklaşmak için çıkmış olduğu marifetullah yolculuğunun güzergâhı anlatılarken: “Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nuranî, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfâtî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfâtında mürur edip tâ ism-i a’zamına mazhar olan arş-ı a’zamına uruc etmek; lâzım gelir”[108]   deniliyor.

Yirmi Dördüncü Söz’de de; bu çok yüksek ve uzun marifetullah yolculuğunda yani “hakikatın keşfinde ve hakkın şuhudunda (bir kısım) berzahların ortaya düştüğü (ve) bazılarının berzahtan geçemediği”[109] anlatılmış.

Bu berzahların bir kısmı Yirmi Dördüncü Söz’de, Yirmi Dokuzuncu Mektup ve Dokuzuncu Lem’a’da tafsilatıyla anlatılmış. Fakat bu berzahlar ile ilgili en önemli iltibaslardan biriside sıfatlarla ilgili olan kısmıdır. Çünkü özellikle vahdet-i vücud meşrebi mensupları “Ehl-i sünnet” akidesine muhalif olan sıfatlar ile Zât’ı bir kabul etmeleridir. Bu ön kabulden sonra, Zât ile sıfatın birliği veya ittihadı, onları şu tehlikeli noktaya getirmiştir. “Herşey Odur” veyahut “yoktur” veya “hayaldir” veya “tezâhüriyedir” veya “cilveleridir” demeye kendilerini mecbur bilmişler.[110]

Said Nursi, Vahdet-i vücud ve aşk meşrebinin bu berzaha düşüşünü şu sebeplere bağlar:

  • Vahdet-i vücud ve aşk meşrebi: Gayet; zevkli ve neş’eli olduğundan, seyr ü sülûkta o mertebeye girdikleri vakit çoğu oradan çıkmak istemiyorlar.[111]
  • Geldikleri bu makamı en münteha mertebe zannedip orada kalıyorlar.[112]
  • Vahdet-i vücud ve aşk meşrebi gayet zevkli ve neşeli olduğundan aşkın verdiği sekr haline mağlup Ayrıca:
  • Gayet yüksek olan hakaik-i imaniyeye yetişememek,
  • Aklın iman noktasında tamamıyla inkişaf etmemesi,
  • Akıl ve kalbe, çok yüksek olan hakaik-i imaniyeyi yerleştirememek gibi.[113]

Üçüncüsü: İmam-ı Rabbanî hazretlerine sorulan bir soruda: Meşayihten bazıları Vahdet-i vücud meşrebi gereği, Zât ile sıfatları bir kabul ettikleri için,  Cenab-ı Hakkın vacip sıfatlarını inkâr etmişler. Bunun izahı nedir, denilir?

İmam Rabbani Hazretleri bu soruyu güneş ve yıldız örneğiyle cevaplandırır ve der ki: Gündüzleyin bulutsuz gayet açık bir havada güneşi görmek için gökyüzüne bakan bir kimseye ne görüyorsun diye sorulduğunda sadece güneşi gördüğünü söyler. Gökyüzünde yıldızların da var olduğu söylendiği halde o kişi yıldızları göremediği için inkâr edecektir. Eğer bu kişinin görüş gücü kuvvetlenirse güneşle beraber yıldızları da görecektir, der.[114]

Evet, bir kısım tasavvuf ehlinin sıfatları, kabul etmemelerini, İ. Rabbanî hazretleri de Bediüzzaman da marifetullah yolculuğunda o kişi ve meşreplerin zafiyet ve nakıslığından ileri geldiğini söylüyorlar.

  Sıfatların Zât’a nisbetinde ehl-i tasavvuf ve Risale-i Nur farkı

(Not: Bu bölüm 2018 yılı Ocak seminer programımız olan, Mevlânâ ve Bediüzzaman’da temsil teşbih ve hikâyeler isimli çalışmamızdan iktibas edilmiştir.)

Mevlevî ekâbirinden İsmail Ankaravî,nin Mesnevi Şerhi’nde anlattığı bir kıssaya göre özetle: “Hilkat-i Âdem’den evvel melekler, Cenab-ı Hakk’ı yalnız sıfât-ı selbiyye ile takdis ve tesbih ediyorlardı. Hazret-i Âdem(as) yaratıldıktan sonra, melâikeye karşı kabiliyet-i hilafet için bir mu’cizesi olan, tâlim-i esmâ hadisesinden sonra, Cenab-ı Hakk’ı sıfât-ı selbiyye ile beraber sıfât-ı vücûdiyye ile de takdis ve tesbih etmeye başladı. Melekler de Âdem’den (as) öğrendikleri bu yeni usulle yani, sıfât-ı selbiyye ile beraber sıfât-ı vücûdiyye ile de Cenab-ı Hakkı takdis ve tesbih ile zikretmeye başladılar.

Sıfât-ı Selbiyye ile tesbih: Mesela: Yâ Rabbi; Sen her türlü; acz, fakr ve kusurdan, mukaddes ve mualla, her türlü şerik, muin, zeval ve fena gibi çirkinliklerden sonsuz derece münezzeh ve müberra ve kâinat cinsinden herhangi bir şeye benzemekten nihayetsiz, derece mukaddes ve münezzehsin gibi. (Sıfât-ı Selbiyye: Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Muhalefetun lil-Havâdis, Kıyam bi Nefsihi;)

Sıfât-ı vücudiyye ile tesbih ise: Yâ İlâhel âlemîn; Sen, Vâhidsin, Ehadsin, Hayyül Kayyumsun, Hâliksın, Rezzaksın ve Kadir-i Mutlaksın gibi.[115] (Sıfât-ı vücudiyye: Hayat, İlim, Sem, Basar, İrâde, Kudret, Kelâm, .)

Sıfatların Zat’a nisbeti:

Meleklerin Âdem (as) yaratılıncaya kadar selbî olan tesbihleriyle, ta’lîm-i esmâ hadisesinden sonraki Sıfât-ı vücudiyye ile de tesbih etmeleri, arasındaki farklılık vede Halk-ı Kur’an meselesi, ulâma mabeyninde farklı itikadi görüşlerin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur. Çok geniş ve farklı boyutları olan bu müzakerenin merkezinde; “isim ve mûsemma ile sıfatların Zât’a nisbet” edilme konusu vardır.[116]

İsim ve mûsemma ile Sıfatların Zat’a nisbeti meselesinde, hemen hemen bütün itikadi ve ameli mezhepler ile akaidi ekollerin, farklı görüşleri vardır. Biz bunların bahsimizle ilgili en önemli kısmını teşkil eden, ehl-i sünnet ve ehl-i tasavvufun itikadi görüşlerine kısaca temas edip asıl konumuza devam edeceğiz.

 Ehl-i sünnet kelam âlimlerinin genel kanaati: İlahi Sıfatlar Zât’ın aynı olmadığı gibi gayrıda değildir.” Veya “Cenab-ı Hakkın Sıfatları Zât üzerine zaittir.” (yani ilave edilmiş)[117] derler. Bu konuda Said Nursi, İ.İcaz isimli eserindeki Besmelenin tefsirinde özetle şöyle der:

هِ daki lafza-yı celal olan اَللّه Allah lafzı Zat’a bakar. Lafza-yı Celâlin içindeki Vücûd, Kıdem, Beka, Muhâlefetün lil-havâdis, Kıyâm Bi-nefsihî, Vahdâniyet gibi, selbi veya tenzihi olan Sıfatlar için, sıfât-ı ayniye der. Sıfât-ı ayniye tabirinden tenzihi sıfatların Allah’ın Zâtı nın aynısı olduğu anlaşılıyor. Bu selbi veya tenzihi olan sıfatlar, Zat-ı Akdesi, her türlü eksik, kusur, acz ve noksanlık gibi, meayıbtan tenzih etmek içindir.

الرَّحِيم er-Rahim fiilî olan sıfât-ı gayriyeye îmadır. Yani Cenab-ı Hakkın, kudret sıfatının muhtelif mevcudat üzendeki tecellilerine ve tasarruflarına denilir.  (rızıklandırma, şifa, Muhyî ve Mûmit gibi)

اَلرَّحْمن erRahman isminin içindeki Hayat, İlim, İrâde, Kudret, Tekvin, Sem’, Basar ve Kelâm  gibi yedi sıfat için ise Ne ayni, ne de gayri olan sıfatlara ancak birer remiz olduğunu söyler.[118]

“Soru: Bir şey diğer bir şeyin aynı değilse gayri olması, gayri değilse, aynı olması lazım gelir. Buna göre bu iki cümle arasındaki zıddiyet açık bir tenakuz değil midir?

Cevap: Değildir çünkü: Ehl-i Sünnet âlimleri: “Sıfat Zât’ın aynı değildir.” derken, sıfatları zatın aynı kabul etmek suretiyle, onların mevcudiyetini ortadan kaldıran bazı Mutezile kelamcılarla İslam filozoflarının hatasından kurtulmuşlar.  “Gayrı değildir.” derken de, bu sıfatların “Kulların sıfatları” gibi olduğu düşüncesinden kaçınmışlardır. Veya: “Gayri değildir.” derken sıfatı zattan ayırıp beşer seviyesine indiren ve Hz. İsa (a.s) bedeninde maddileştiren Hıristiyanların yanlış inançlarından (teslis) kaçınmak istemişlerdir.”[119]

Ehl-i sünnet âlimlerinin bu konuya yaklaşımlarında çok az bir kanaat farkı olsa da hepsi de: “Bu sıfatlara bila keyf ve bila teşbih “mahiyetini sormaksızın ve teşbihte bulunmaksızın” inanmak gerekir derler.)[120]

Tasavvuf ehli ise: Genel olarak isim ve sıfatların Zat’ın aynı olduğuna inanırlar.

Özellikle vahdet-i vücud görüşünü ilk defa ortaya atan Muhyiddin-i Arabî bu görüştedir.[121] Bazı araştırmacılara göre, Mevlana hz de Muhyiddin-i Arabî’nin vahdet-i vücud görüşünden etkilenerek,  Onun yüksek irfan sahiplerine hitab eden görüşlerini hikâye ve temsillerle halkın seviyesine indirerek anlaşılır kılmıştır.[122] Mevlânâ Hz. bu etkilenmenin tabii sonucu olarak, Sıfatların Zat’a nisbeti meselesinde Muhyiddin-i Arabî gibi düşündüğü anlaşılıyor.[123]

Çünkü Mevlana hz bu görüşüne müsteniden, Mesnevî külliyatında, Cenâb-ı Hakk ile ilgili getirdiği birçok temsil, teşbih ve hikâyelerinde sıfatlardan kısmen bahsetmekle beraber, Zât ve sıfat ayırımı yapmaz. Bazı yerlerde kısaca temas etmekle yetinir. Bu tercih ise onun içinde bulunduğu tasavvuf ekolunun tabii bir sonucu olduğu anlaşılmaktadır.

Hâlbuki Buharî ve Müslim gibi kaynaklarda yer alan birkısım “Hadislerde (ise) açıkça sıfat kavramı geçer ve Zât-sıfat ayrımı yapılır. Bu hadislerde “Zâtullah” terkibi kullanılmış; Allaha ilim, kudret, kelam yed, kadem, hicab, yakınlık, nüzul, istiva, gibi sıfat ve filler nisbet edilmiştir.”[124]

Ehl-i sünnet itikadına bağlı olan Bediüzzaman’ın eserlerinde ise bazen misal getirmeden doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın Zâtı ve sıfatlarının arasını çok açık bir şekilde ayırarak kâinattaki tecelli ve tezahürlerinden bahseder. Bazen de isim ve sıfatların Zât’a olan nisbeti ile kâinatı nasıl idare ettiğine dair temsil ve teşbihler getirir. R. Nur külliyatında çokça yer alan güneş misali ile sultan ve padişah misalleri sıfatların Zât’a olan nisbeti ile ilgilidir.

Mevcud-u meçhul:

Mesela: Mesnevi Nuriye’de Zâtın ve sıfatların ayrı ayrı ele alındığı bir bölümde derki:Cenab-ı Hakk’a malûm ve maruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünki bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikatı i’lam edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o ünvan ile fehme gelen mana, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez.

Ancak Zât-ı Akdes’i mülahaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakk’a mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile bu mevsufun o ünvandan tulû’ etmesi ağır gelmez.”[125]

Hazreti Üstad’ın “Zât-ı Akdes’i mevcud-u meçhul” diyerek ifade etmesi “Zât-ı Akdes’in” ancak selbi sıfatlarla bir derece ifade edilebileceğini, çünkü: Zât’ının mevcut oluşu dışında, mahiyeti ile ilgili meçhuliyetten başka hiçbir bilgi yoktur. (Zaten bu hususta konuşmak ve bilgi edinmek hadislerde yasaklanmıştır.)

Zât-ı Akdes’in malûm ve maruf ciheti ise, Sıfât-ı vücudiyye ile ifade edilen Sıfât-ı sebadır: (Hayat, İlim, İrâde, Sem, Basar, Kudret, Kelâm, gibi)  Ancak bu sıfatlarla bir derece Zât-ı Akdes’i mülahaza etmek mümkün olabilmekte ve bunun dışında da Cenab-ı Hakk’ı hiçbir tanıma imkânı kalmamaktadır. Yani O Zât-ı Akdes’e ancak esma ve sıfatlar penceresiyle ve dürbünüyle bir derece bakıla bilinir.[126]

Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.

Ve yine Nursî’nin Mektubat’ında yer alan bir soruda ise: “Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Râzî’ye mektubunda demiş: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Bu ne demektir, maksad nedir? Soruyor”[127]. Bu mektubun devamında Muhyiddin-i Arabî diyor ki “Akıl, ancak Allah’ı var olması bakımından ve selbi sıfatlarıyla (ne olmadığı açısından) bilebilir. Hâlbuki keşf yoluyla Allah müşahade edilerek tanınır.[128]

Fahreddin-i Râzî’ bu soruya nasıl bir cevap verdi, bilmiyoruz. Fakat Nursi, İlm-i Kelâm ulaması namına Muhyiddin-i Arabî’ye keşif yoluyla Allah’ı bilme metodunun hususi bir yol olduğu cihetiyle ümmet-i Muhammed’e Cadde-i kübra olamayacağını söyleyerek, şu kısa cevabı vermiş:

“Evet, İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. (Fakat) Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır.”[129]

Hem de Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit: “Medrese içinde daha kısa bir yol hakikatın envârına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha hâlis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarîkattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarîk-ı velayet; ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnet’in ilm-i Kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesiyle açmış göstermiş,”[130] der.

Kur’anda Zât sıfat ayırımı:  

Said Nursi, Sözler’ de Besmelenin tefsirinde: لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ “Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür”[131] Ayetini tefsir ederken; ayetin ilk cümlesini Zâtî sıfatlarla ilgili, ikinci cümlesinin ise vücudî sıfatlarla ilgili olduğuna işaret ederek, birinci cümlede tenzih, ikinci cümlede teşbih olduğunu şu cümlelerle ifade eder:

Birinci cümlede: لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” Yani, ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’âlinde  nazîri yoktur, misli, misali, olmaz, şebîhi yoktur, şerîki olmaz.”[132]

İkinci cümlede ise: وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ “O herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür.” aynı manada diğer bir ayette de:

وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ “Göklerde ve yerde tecellî eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti herşeye galiptir; Onun hikmeti herşeyi kuşatır”[133] Ayetlerinin: “sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına ve sıfât ve esmasına bakılır. Demek mesel ve temsil, şuunat nokta-i nazarında vardır”[134] der.

İlâhî hakikatleri ifadede teşbih ve temsil: 

Mevlana’nın Mesnevisinde teşbih ve temsil ile ilgili şu örnek verilir. “Mesela: Toz şekeri tuza benzer, fakat o tuzlu değildir.” Cümlesinin birinci kısmı teşbih ikinci kısmı tenzihtir.”[135]

Şadi Eren hocamız ise aynı bahisle ilgili şöyle der: “İlahi hakikatler( gerçekler)” ifadesiyle Cenab-ı Hakk’ın Zât, sıfat, isim ve tasarruflarını kastediyoruz. “O’nun misli gibi bir şey yoktur.”[335] ayeti Cenab-ı Hakk’ın Zât’ı itibariyle misli olmadığını beyan eder. Bununla beraber “O Semi’dir, Basirdir. Ahirete inanmayanlar için kötü mesel var. Allah için ise, en güzel mesel.”[336] ayeti ise,

 Allah için meseli kabul eder. Demek Cenab-ı Hak için misil olmamakla beraber, mesel vardır. Yani, O’nun dengi hiçbir şey yoktur. Ama O’nun tasarruflarına O’nun şanına uygun misallerle bakılabilir.

Allah için en güzel meselin olduğunu bildiren üstteki ayetle, “Allah’a emsal getirmeyin”[339] ayeti ilk nazarda birbirini nakz eder görülür. Hâlbuki “Allah’a emsal getirmeyin” ayeti, “O’nu başkalarına kıyaslamayın, O’nu mahlûkatına benzetmeyin” manası taşır.[340]

Yara­tan, yaratamayana benzer mi?”[341] ayetinin de belirttiği gibi, Hâlık ile mahlûk arasında bir benzerlik söz konusu değildir. “Fakat her ne kadar tamam-ı mahiyette muhalif de olsa, mahiyetten hariç olarak bazı sıfatlarda iştirak mümkündür. “Çünkü: isimde müşterek olmak mahiyette aynı olmayı gerektirmez.”

“Yani, bazı mesel ve temsillerle Cenâb-ı Hakk’ın sıfat, isim ve tasarruflarına bakılabilir. Mesela, Cenab-ı Hakk’ın kâinattaki tasarrufu, bir padişahın tahta oturup memleketi idare etmesi misaliyle anlatılsa, daha kolay anlaşılır. Nitekim “Rahman Arş’a istiva etti” ayeti genelde bu şekilde tefsir edilmiştir.”[136]

Risâle-i Nur külliyatında Sıfatların Zât’a nisbetini özetle ifade edecek olursak:

  • “İlâhî Sıfatlar, Zât’ın aynı olmadığı gibi gayrı da değildir.”[137]
  • Besmele, Şûrâ ve Rum Sûrelerindeki ayetlerden Üstadın yaptığı tefsire göre mahiyet ve keyfiyet açısından değilde, konuyu bir derece anlama, mülahaza ve müzakere edilebilirlik açısından; Zât, sıfat ayrımı yapılabilinir.
  • Zâtına, şuunatına, sıfatlarına, esmasına ve ef’âline asla; nazîr, misil, misal, şebîh, şerîk getirilemez.[138]
  • Ancak; Zât, şuun, sıfat, esma ve ef’âlinin, tecellilerine ve kâinat üzerindeki tasarruflarını anlamak ve ifade etmek için mesel ve temsil[139]
  • Mesel ve temsil ile şuunatına, sıfât ve esmasına bakılır. Şuunat, esma ve sıfât dürbün ve pencereleriyle de Zat’a bakılır.[140]
  • Getirilen mesel ve temsiller Zât, şuun, sıfat ve esmaların mahiyeti ile ilgili değildir. Zât, şuun, sıfat ve esmaların tecelli ve kâinat üzerindeki tasarruflarıyla ilgilidir.
  • Çünkü: Zât-ı Akdes ve “Sâni’-i Kâinat, kâinatcinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez.”[141]
  • Ayrıca yukarıda, “Gizli hazineler ve kâşifleri” bölümünde de kısmen geçtiği gibi, Cenabı Hakk’ın; bilinmeyen gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bilineyim diyerek kâinatı yarattığını bildirdiği hadiste haber verilen, yaratılış sırrını anlamak içinde, Zât ve sıfat ayrımının, yapılması lazımdır.
  • Çünkü “Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemi yaratarak esmâ ve sıfatlarını tecelli ettirmesinde (hâşâ!) bir ihtiyaç söz konusu olamaz. Allah; Samed’dir ve Ganiyy-i mutlaktır. Şu var ki, Allah’ın Zât’ı ihtiyaçtan münezzeh olmakla birlikte şuunat’ı, sıfatları ve isimleri tecelli etmek iktiza ve istilzam ederler.

 İmam-ı Azam, İmam-ı Mâtürîdî, İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Rabbanî gibi zâtların, isim, sıfat, şuunat ve zât konusuna genel bakışları:

Üstad Hazretleri Mesnevi-i Nuriye’deki bir cümlesinde, taharrî-i hakikat yolcusunun, hem nazarî hemde manevî ilimlerde, büyük zatların tecrübe ve malumatlarından istifade etmeye özellikle dikkat çeker. Çünkü der özetle; belki senin yıllarca arayıp bulmaya çalıştığın şey onların yıllar önce keşfedip senin istifaden için önüne koyduğu şeylerdir. “Eslâfı izâmın irşâdat ve keşfiyatlarına” tenezzül etmeyenleri nakıs ve mahrum gördüğü bahiste aynen şöyle der.

“Gurur ile insan maddî ve manevî kemalât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama maruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. Hâlbuki eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.”[142]

Ve yine sözlerde konuyu biraz daha netleştirerek hatta bazı isimler vererek “Eslaf-ı izamın” sözlerine kulak vermemizi ayrıca tembih eder. Şöyle ki:

“Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm risalet ve velayet cenahlarıyla, Âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nurani bir pencereyi, marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylanî gibi milyonlar muhakkikîn-i asfiya ve sıddîkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar.”[143]

Üstadın saydığı bu isimlere bakıldığı zaman, Zât-ı Ahmediye (as) marifetullaha açtığı o nuranî pencereden bakıp bize de baktıranların bir kısmı ilm-i kelam âlimleri bir kısmı da tasavvuf erbabı olduğu görülüyor. Yani akıl ve kalp birlikteliğine dikkat çekiliyor.

Üstadın da her vesileyle sitayişle bahsettiği ve kudsi üstadlarım[144] dediği bu zatlar, Resülu Ekremın (as) açmış olduğu marifetullah penceresinden bakarak dersimizin de konusu olan, isim, sıfat ve şuunat ile ilgili çok büyük hakikatler müşahade etmişler. O “Eslafı izamın irşadat ve keşfiyatların”dan mahrum kalmamak için, bahsimizle ilgili onlardan da birkaç cümle iktibasla müzakereye devam edeceğiz.

a) “İmam-ı Mâtürîdî’ye göre: Esma ve sıfat: Bu “Terimlerin kullanımı ilk defa Ebû Hanîfe’de görülmüşse de bu iki terim arasındaki ince fark Mâtürîdî tarafından açıklığa kavuşturulmuştur. (İ. Mâtürîdî’ye göre) Sıfat için yapılabilecek en özlü tarif “Allah’ın Zâtına nisbet edilen mâna” şeklindedir. Bu mâna ve muhtevanın kelime çeşidi bakımından isim, fiil, sıfat veya zarf olması konunun özünü etkilemez”[145]

İmamı Mâtürîdî ayrıca insanlar: “Tecrübe alanının kelime ve kavramları dışında (Zât-ı Akdes hakkında) kullanılabilecekleri bir anlama ve tanıma vasıtasına sahip değildirler. Şu halde O’nu nitelendirmek amacıyla kullanılan kelimeler gerçekte O’nun isimleri olmayıp anlayışımıza yaklaştırıcı ifadelerden ibarettir.

Bu ibarelerden bazan ulûhiyyete yakışmayacak mânalar zihne gelebileceğinden, Allah’ın (Zâtını) isimlendirirken yanında daima bir nefiy cümlesi “Hiçbir şey O’nun benzeri değildir” meâlindeki tenzih âyeti, mevcut olmuştur”[146]

Bazı beyan ilmi âlimleri de: “Hiçbir şey O’nun benzeri değildir. O işitendir görendir” ayetinden, Ayetin ilk kısmında Allah’ın Zâtı nın benzeri olmadığı ifade edildikten sonra “O işitendir görendir” kaydının eklenmesi sıfatlarının da benzeri bulunmadığına işaret”[147] edildiğini söylemişlerdir

b) Muhiddin-i Arabî’ye göre: Sıfat ve Zât bir olduğundan o Zât’ı işaret için sadece هُوَ Yani ” (O)’ dan başka Onun Zât ’ının ismi yoktur. Esma ve sıfatlar sadece O’nun nokta tecellilerinin şekil alışlarının işaretleridir; insan tarafından yorumlanışlarıdır.” Yani “kâinatta olan bütün esmâ, sıfat ve nitelikler, o Sonsuz, Hakk ve Mutlak Varlığın sadece nokta taayyünleridir, demek şerik ve ortakları değiller. Allah’ın Zât’ı eşbah ve benzerlerden münezzehtir. Evet, esmâ ve sıfatlar, sadece şekillerin alâmetleridir; şekiller belli olduktan sonra onlara takılan işaretlerdir ki, diğer şekiller ile karışmasınlar.”[148]

c) İmam-ı Rabbânî’ye göre Zât’ın tecellileri: “Bir şeyin birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü ve daha fazla mertebelerde görünmesi (zuhuru) olarak tarif eder.” Buna göre Zât’ın tecellileri; şuun, sıfat, esma ve fiilleri eserlerde Zâtına delalet edecek nur manasında ve farklı mertebelerde zuhur etmesidir.”[149]

“İmam-ı Rabbanî (ks) ayrıca, “bir ve tek” olan Allah’ın “çok ve çeşitli” olan varlıkları yaratmasına, daha önemlisi Kendisi bir iken İsim ve Sıfatlarının çokluğu (konusundaki yaptığı) açıklamada: “Allah, mutlak tecelli halindeyken yalnızdır, kendi kendiyledir ve hiçbir şey yaratmıyordu” der.

Tecellisini kısıtladığında ve kayıt altına almaya başladığında ancak (eşya) var olmaya başlar. Allah’ın İsim ve Sıfatları da bu kayıtlardır. Bir başka deyişle Allah Tecellisini çeşitli biçimlerde eksilterek şeyleri “var, çok ve çeşitli” yapıyor”[150] der.

 Nursi’ye göre esma, sıfat ve şuunat’ ve Zât: Mevcudattan Cenab-ı Hakk’ın zatına doğru olan marifetullah yolculuğunun istikametini belirleyen ve Risale-i Nur’un birçok bölümünde de çokça dile getirilen ‘Zât, şuun, sıfat, fiil, isim ve eser’ şeklinde bir silsile vardır. Bu silsilenin veya münasebetin Nursi’ye göre iki ayrı veçhi vardır:

Birinci cihet: İtikadî alana taalluk eden yaratılış ile ilgili.

İkinci cihet: Eşyadan esma, sıfat ve şuunatla Zât’a olan marifetullah yolculuğunda tefekkürle ilgili.

1. cihet: Cenab-ı Hakk’ın, mahlûkatı yaratması ve itikadi alana taalluk eden cihetindeki sıralama yukarıdan aşağıya doğru olup: Zât, şe’n, sıfat, isim, fiil, eser, diyerek tarif etmiş. Çünkü mahlûkatın yaratılış merhalelerinin anlatıldığı Otuz İkinci Söz’de, Zât’ın tecellilerinin, şuun, sıfat, esma, ef’al ve âsar perdelerinden geçerek mevcudatın halk edildiği belirtilir.[151]

2. cihet: Mahlûkat ve masnuatı tefekkür ederek, yapılacak olan marifetullah yolculuğunda ise, takip edilecek sıralama, aşağıdan yukarıya doğrudur yani: Eser, fiil, isim, sıfat (vasıf), şe’n, Zât, şeklinde yapılmış. Mesela: Otuz Üçüncü Söz’de: “İşte bütün âlemdeki âsâr-ı sanat ve bütün mahlûkat, her biri birer eser-i mükemmel olduğundan, her biri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise Zât’a şehadet”[152] ederler denilmiş.

Bununla beraber Zât-ı İlâhiyeyi nitelemek için kullanılan kavramlar bazen diğerlerinin yerine de geçebiliyor veya aynı manayı ifada edebiliyor. Mesela: Şualarda: “Rahmaniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler, (için) Cenab-ı Hakk’ın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret”[153] edebilecekleri ifade edilir.

Birçok müfessire göre: “Allah’ın her ismine has özel bir sıfatı vardır. Çünkü Onun isimleri övülen kemal sıfatlarıdır. Ve her bir sıfatında bir gereği vardır.”[154] Bazı araştırmacılar ise: “Bediüzzaman hz de Cenab-ı Hakk’ın her ismine İlahî bir sıfatın karşılık geldiğini”[155] belirtiyorlar.

Çünkü: “Ayet ve hadislerde geçen isimlerin hepsi aslında birer sıfattır. Sıfatların delalet ettiği gösterdiği ile muttasıf olan Zat’a işaretleri sebebiyle bunlara isim denilmiştir.”[156]

 Besmele şerhinde sıfatlar:

Besmele tefsirinin yapıldığı İşarat-ül İ’caz da, sıfatları üçe ayrılır:

  • Aynî sıfatlar
  • Fiilî sıfatlar
  • Ne ayn ne de gayr olan sıfatlar.

Besmeledeki Allah lafza-i Celâlinin, altı tane olan Aynî (selbî) sıfatlara baktığını, Rahman isminin de ne ayn nede gayr olan yedi tane olan vücudî sıfatlara baktığını, Rahîm isminin ise “gayra” yani mahlûkata baktığı belirtilir.

Fakat itikat imamlarımız arasında Rahim isminin “gayra” yani mahlûkata bakan fiili sıfatlar hakkında ihtilaf etmişler. Özellikle “Hâlık” ismi fiili sıfatları muhtevasında büyük ölçüde özetleyen bir kavram olmasından ihtilafın merkezini oluşturmuş.”[157]

İhtilafın ana konusu olan, fiili sıfatların “kadim” mi yoksa “hâdis” mi olduğu ile ilgilidir. İhtilafı kısaca özetleyecek olursak;

“Madem Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı gibi, isim ve sıfatlarıda ezeli ve ebedidir. Varlıklar ise hâdistir, yani sonradan yaratılmıştır.

Peki, o zaman mahlûkatın yaratılması rızıklandırılması ile ilgili fiili sıfatlar kadim olursa eşyada kadim olmuyor mu?

Veya varlığa bakan fiili sıfatlar eşyanın yaratılışıyla tecelliye başlamışsa, o zaman bu tecelli eşya gibi hâdis olmuyor mu?”[158]

Bu çetin soruya verilen cevaplar kısaca şöyledir:

Eş’arîler: Hiçbir (yaratılmış varlık) yokken (ezelde) Zât-ı İlâhiyeyi yaratıcılıkla nitelemeyi doğru bulmazlar.

Mâtüridîler ise Zât’ın sonradan sıfat edinemeyeceği, ona yüklenecek bütün manaların ezelden beri mevcut olduğu görüşündedirler.

Bununla beraber: ‘Matüridilere göre tekvin ile mükevven birbirinden ayrı telakki edilir. Buna göre tekvîn ezelî, mükevvenat ise zamana bağlı olarak hâdistir’.[159]

Eş‘ariler ile Matüridiler arasındaki bu çetin ihtilafı, yaklaşık iki asır sonra en nihayet İmam-ı Gazali’ Hz. çözmüş. “Gazzâlî bu iki grup arasındaki ihtilâfın ilmî bir temele dayanmadığını belirterek Allah’ın ezelde bilkuvve, daha sonra da bilfiil yaratıcı olduğunu söylemenin sakıncalı görülmediğini belirtmiştir.[160]

İmam-ı Rabbanî’nin de bu meselede aynı kanaatte olduğu şu cümlesinden anlaşılıyor. Özetle: “sıfatlar, Zat’ın şuunatınıbilkuvve” halden; “bilfiil” hale geçirirler.”[161]

Said Nursi Sözler’de: “Bilkuvve bir kabiliyet ve bir istidad, fiil ve amel suretine girse; (yani “bilfiil” haline geçse) inbisat ile teneffüs eder”[162] diyerek İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî’nin bu görüşlerine atıf yaparak onları teyid etmiştir.

 İsimler ne zaman sıfat olur?  Bir önceki paragrafta Mâtürîdîler ile Eş‘ariler arasındaki ihtilafı, çözüme kavuşturan İmam-ı Gazzâlî ve imam-ı Rabbanî’nin “bilkuvve, bilfiil” formülü bu soruya cevap olabilir. Bu usule göre:

Esmalar; bilkuvve halinde iken ‘isim’, bilfiil halinde iken ‘sıfat’ olduğu anlaşılıyor.

İ.İcaz’da bu meseleye Fatiha’nın tefsirinde şu cümle ile işaret edilmiştir. Özetle:

Cenab-ı Hakk, Esmâ-i Hüsnâ’dan bir örnek, bir nümune, her bir insanın cevherinde vedîa olarak bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle şeriata imtisal ederse, o ismin kâinat sahifelerinde tecelli eden sıfatlarına onun kalbi bir ayine olur, denilmiş. Burada bahsimizle alakalı anahtar kavram şudur:

Her bir insanın cevherinde vedîa olarak bırakılan esma-i hüsna nümunesi “bilkuvve”dir. O ismin kâinat sahifelerinde tecelli eden sıfat’ a dönüşmesi o esmanın “bilfiil”[163] halidir.

Bunlara ilaveten, Nursî Yirmi Dördüncü Söz’de de der ki: “Sana tecelli eden Hâlık isminin mahlukıyetindeki cüz’î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Hâlikı olan mertebe-i kübra ve ünvan-ı a’zama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlûkıyetin kapısından Hâlık isminin müntehasına yetişir, daire-i sıfâta yanaşırsın[164] der.

Üstad Hz. bu esma ve sıfat ayrımında İmam-ı Gazzâlî’den bir adım daha ötede bir tesbit yapmıştır. İmam-ı Gazzâlî Hz. tecelli eden ve etmeyen esmaların halinibilkuvve, bilfiil” formülüyle çözerken Üstad Hz. Yirmi Dördüncü Söz’de iktibas ettiğimiz metinde esmaların farklı hallerinicüz’î ve külli mertebelerdeki tecelli” formülüyle çözmüştür. Aradaki fark şudur: İmam-ı Gazalî’nin formülü biraz statik bir durum arz ederken, Bediüzzamana nın formülü daha dinamik ve aktiftir.

Ayrıca; İlm-i İlâhiyeye taalluk eden bu meseleye, kader meselesinin çok önemli kaidelerinden birisi olan: ‘Vücud-u ilmi, Vücud-u harici’ açısından da bakılabilinir.

Bu konu ile ilgili Mehmet Kırkıncı Hocaya sorulan bir soru ve onun verdiği çok orijinal bir cevap var. Bahsin daha iyi anlaşılabilmesi için yazıyı aynen iktibas ettik:

Soru: “Allah Kâinatı yaratmadan önce ne yapıyordu? Mehmet Kırkıncı Hocaefendinin verdiği cevap:

Bu sorunun temelinde “zaman” ve “ezel” kavramlarının yanlış değerlendirilmesi yatmaktadır. İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için, her hâdise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve ezel kavramını da zaman içinde düşünmekle yanlış bir kıyas yapmaktadır.

Bu soru böyle yanlış bir kıyasın neticesidir. “Zaman“, mahlûkatın yaratılması ile başlayan ve içerisinde “olaylar zincirinin birbirini takip etmesi”, “mahlûkatın birbiri ardınca akıp gitmesi” gibi hadiselerin cereyan ettiği mücerred bir kavramdır. Bütün mahlûklar, bu zaman nehrinin içerisinde daima hareket etmekte ve akıp gitmektedirler.

Mevcudatın yaratılması, değişimi, yaşlanması ve ölümü hep bu nehir içerisinde cereyan eder. “Geçmiş, şu an ve gelecek” olmak üzere üçe ayrılan zaman, nisbî yani göreceli bir ifadedir. Yaşadığımız an, bir an öncesine göre gelecek idi, bir an sonrasında ise geçmiş olarak isimlendirilecektir.

Bu ve benzeri bütün nisbetler ve izafetler mahlûkata göredir. Yâni, “asır, sene, gün, dün, bugün, yarın…” ancak mahlûkat için söz konusudur. “Ezel“e gelince, ezel, zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir.

Ezelde “geçmiş, şu an, gelecek, mekân ve mahlûk” yoktur. Zihin ezel hakkında bir zaman silsilesi tasavvur edemez. Zaman “devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an…” gibi birimlere taksim edildiği hâlde, ezel için böyle bir taksimat yapılamaz. Ezel için bir başlangıç noktası da tasavvur edilemez.

Ezel, mutlak varlığın ancak mekân ve zamandan münezzeh olan Allah’a mahsus olmasından ibarettir. Bu gerçeği, Peygamber Efendimiz (asm) “Allah vardı; beraberinde başka bir şey yoktu.”(1) hadîsi ile beyan buyurmuştur.

O halde “Cenâb-ı Hakk’ın ezelî olması” demek, O’nun kıdemi demektir. Yâni, “yegâne ve tek bir” olan O Vâcibü’l-Vücud’un “evveliyetine bir başlangıç olmadığı” manasındadır. Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti, devam ve bekası hâdiselerin zaman içerisinde akışı şeklinde düşünülemez. O’nun kıdem ve bekâsı hakkında zaman, boyut, silsile, geçmiş zaman, şu an ve gelecek söz konusu değildir.

Öyleyse, zaman kavramı maziye doğru hayâlen ne kadar uzatılırsa uzatılsın Cenâb-ı Allah’ın ezeliyeti ile mukayese edilemez. Zamanın başlangıcından geriye doğru hayâlen gitsek ve şu kâinat gibi milyarlarca kâinat daha yaratıldığını düşünsek, bu hayâli ve vehmî zaman yine Cenâb-ı Hakk’ın ezeliyeti ile beraber olamaz ve O’nunla kıyasa girmez.

Zira böyle bir mukayese, Kadîm’i (evveli olmayanı) hâdis (sonradan yaratılan) ile mahlûku Hâlık ile sonu olanı, sonsuzla mukayese etmek demektir.

Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi; Cenâb-ı Hak Kadîm’dir, ezelîdir; zaman ise mevcudatın yaratılması ile başlamıştır. Mevcudat yaratılmadan önce zaman yoktu ki, Allah hakkında böyle bir soru sorulabilsin.

Bu soru ancak şöyle sorulabilir:

Ezelde Allah vardı. O’ nunla beraber hiçbir şey yoktu. O hâlde ezelde Allah ne yapıyordu?” Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade edelim ki, ezelde bir şey yapmak Cenâb-ı Hakk’a -hâşâ- vâcib olmadığı gibi, bir şey yapmamak da O’nun için bir noksanlık değildir. Zira O, mahlûkatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir.

Yâni, mevcudatı yaratmakla kemâlinde bir artış, yaratmamakla da bir noksanlık olmaz. Bu kısa açıklamadan sonra, söz konusu soruyu iki maddede cevaplandıralım:

1) Cenâb-ı Hak ezelde, kendi zâtını, ulûhiyyetine mahsus izzet ve azametini, cemâl ve kemâlini bizzat müşahede ediyordu. Kudsî zâtını, ulûhiyetinin şanına uygun bir surette hamd, tenzih ve takdis ediyordu.

Allah’ın zâtını kemâli ile bilmek ancak O’na mahsus olduğu gibi, kendisini kemâliyle takdis ve tahmid etmek de yine O’na mahsustur. Marifetullah’ta en ileri mertebede olan Peygamber Efendimiz (asm.) mi’râc mucizesi ile Allahü Azîmüşşân’ı bizzat gördüğü hâlde O’nu hakkıyla bilmek ve lâyıkıyla takdis ve tahmid etmekteki aczini şöyle itiraf etmiştir: “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben seni lâyıkı vechi ile bilemedim. Sana hakkıyla şükredemedim. … “(2)

Diğer bir hâdis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur: “Sen kendini sena ettiğin gibisin.”(3)

2) Cenâb-ı Hak mukaddes varlığına, kudsî sıfatlarına ve esmâ-i İlâhiyesine tecelligâh olacak eşyanın hakikatlarını, mahiyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelde dâire-i ilminde takdir ve müşahade etmekteydi.(4)

O Zât-ı Zülcelâl, lütuf ve keremi ile dâire-i ilmindeki bu mahiyetlere harici vücud giydirmeyi irâde buyurdu. Ve “kün” emrini verip mevcudatı halk etti. Bu halk ve icad mahlûkat için bir ihsan, lütuf ve ikram idi. Yoksa mahlûkatı yaratmakla O Zât-ı Akdes’in kemâlinde bir artış olmamıştır.

Şu hususu önemle belirtelim ki, Cenâb-ı Allah’ın gerek kendi zâtını müşahede etmesi, gerekse ilmindeki eşyanın mahiyetlerini takdir ve tanzim etmesi zaman içinde değildir. Yâni bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu takdir ve tanzimi insan aklı idrak edemez. Bunun hakikatine ne bir melek-i mukarrebîn, ne bir nebiyy-i mürselin idrâk ve marifeti kavuşabilir. Bu hakikat, ancak Allah’ın malûmudur.

Dipnotlar:

(1) Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed’u’l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.

(2) Elmalılı Hamdi Yazır, H.D.K.D., Cilt 2, S:405.

(3) Ebu Davud, Salat 340, (1427); Tirmizi, Da’avat 123, (3561); Nesai, Kıyamu’l-Leyl 51, (3, 248-249)

(*) Merhum Elmalılı Hamdi Efendi’nin ifadesiyle, Allahü Azîmüşşân ezeldeinayet-i ezeliyesini, yani âlem-i takdir, halk ve icad fiillerini isdar ediyordu. Diğer bir tabirle “kün” emrini veriyordu. Âlemin yaratılması bunu takip etti. Binaenaleyh halk ezelî, mahlûk zamanî oldu.”[165]

Zât esma, sıfat ve şuunat, tecellisi olan vücud, (varlık)  algısında farklı görüşler.

 A:  İmam-ı Gazalî varlığı üçe ayırır: Zat, sıfat ve fiilleri olmak üzere üçtür der.[166]

B: İmam-ı Rabbani de varlığı üçe ayırır: (tasavvuf erbabına göre varlık üçe ayrılır)

    • Vahdet-i vücud ehli: Varlığı bir olarak bilir.
    • Vahdet-i şuhud ehli: Varlığı bir görmekle iki olduğuna inanırlar.
    • Varlığı iki görenler ise: Abdiyet makamına erenler için olup seyri sülükte ulaşılacak en üstün mertebedir.[167]

C: Üstad Bediüzzaman Hz. göre varlık üçtür:

    Cenab-ı Hakk’ın:

    • Zât-ı Akdes.
    • Şuun, sıfat, esma ve fiil.
    • Zât, şuun, sıfat, esma ve fiilin tecellisi olan, eşya.

Kaynaklar/Dipnotlar

1. el-A’râf 7/180
2. Bakara Sûresi, 2: 31
3. İşarat-ül İ’caz. 209
4. Sözler ( 262 )
5. d.i.a: 11. Cilt. 404
6. Sözler. 627
7. İşarat-ül İ’caz. 162
8. Mesnevi-i Nuriye. 131
9. Sözler. 729
10. Prof. Dr. Mehmet Aydın 24-26 Ekim 1995 Bediüzzaman sempozyumu
11. Secde suresi: 32/7
12. İşarat-ül İ’caz ( 17 )
13. Sözler. 572
14. Sözler. 620
15. Sözler: 176-505
16. Melayê Cizîrî. Sevgi ve Güzelliğin Şairi: Terc. Ümit Demirhan. (İstanbul: Hivda Yay. 2008) Sh: 96- 115.
17. Sözler: Sh: 628
18. İsra suresi: 17/110- 2005 Baskı. Diyanet Meali.
19. Mesnevi-i Nuriye: Sh: 236
20. Mesnevi-i Nuriye. Sh: 131
21. İşarat-ül İ’caz. 15-64 – Şualar: Sh. 19- Mesnevi-i Nuriye. Sh: 236
22. Şualar: Sh. 77
23. Mesnevi-i Nuriye. Sh: 131
24. Abdü’l-kerim el-Cili. İNSÂN-I KÂMİL. Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa. ( Kitsan Yay) 1. Cilt. SH:109- 116
25. A’raf Sûresi: 180- Haşir Sûresi: 24- Tâha Sûresi:8
26. Doç. Dr. İsmail Karagöz. Esma-i Hüsna. Diyanet Yayınları. Ankara/ 2007.Sh. 71.
27. R. Nur’un tariflerine göre ıstılahlar ve anahtar kelimeler. Heyet. (İstanbul. Nesil Yay.2017) Sh: 100
28. d.i.a. 37. Cilt Sh: 100
29. R. Nur’un tariflerine göre ıstılahlar ve anahtar kelimeler. Heyet. (İstanbul. Nesil Yay.2017) Sh: 100
30. ,, ,, ,, ,, ,, ,, ,, ,, , , , . Sh: 378
31. R. Nur’dan Kelimeler Cümleler. Alaaddin Başar. (İstanbul. Zafer Yay. 2012) 1.cilt. Sh: 93
32. Sözler. Sh: 9
33. Asa-yı Musa: Sh: 102
34. ,, ,, ,, ,,
35. Mesnevi-i Nuriye. Sh: 131
36. İmam-ı Rabbani risaleleri: Necdet Tosun.(İstanbul: Sufi Kitap. 2016) Sh.197-198
37. d.i.a. 18. Cilt:260
38. ,, . 44. Cilt:149
39. https://sorularlarisale.com/suunatin-sifat-ve-fiil-ile-nasil-bir-baglantisi-vardir
40. Zâriyat Sûresi, 51: 56
41. İşarat-ül İ’caz: 17
42. d.i.a: 25. Cilt. Sh: 258.
43. Mektubat ( 294 )
44. Alaaddin BAŞAR. Yaratılışın temeli. https://www.risalehaber.com/yaratilisin-temeli-21612yy.htm
45. d.i.a: 25. Cilt. Sh: 258.
46. http://www.risaleonline.com/soru-cevap/allahin-zati
47. Sözler, s. 220; Mektubat, s. 196
48. ,, , s. 220, 330; İşaratü’l İ’caz. 15
49. ,, ,, ,, ,, ,,
50. Mustafa Said İşeri. Köprü dergisi.100. sayı
51. Sözler: 574
52. İmam-ı Rabbani risaleleri: Necdet Tosun. (İstanbul: Sufi Kitap. 2016) Sh.264
53. Sözler: 581
54. ,, : 579
55. Necm suresi: 53. 4-18
56. Sözler. 439 – Mesnevi-i Nuriye. 135
57. İşarat-ül İ’caz. 17
58. Sözler. Sh: 333
59. İşarat-ül İ’caz: 17
60. Sözler: 579 – 580
61. ,, : 235
62. ,, : 536
63. ,,: 535
64. Diyanet Kuran Meali Sh. 15-17- DİA.2. Cilt. Sh. 478
65. Şualar: 584
66. d.i.a: 2. Cilt. Sh.482
67. Bakara Sûresi, 2: 31.
68. İşarat-ül İ’caz: Sh: 210
69. http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=195
70. Sözler: Sh.624
71. d.i.a: 2. Cilt. Sh.482
72. ,, ,, : 11. Cilt. Sh404
73. ,, ,, : 2. Cilt. Sh.482
74. Prof. Dr. Abdülaziz Hatip. Cevşen Şerhi: Sh.8
75. İbn Kayyim el- Cezviyye. EL-ESMÂ-Ü’L HÜSNA. Karınca yay. 2004. Baskı. Sh: 16
76. Sözler: 536
77. Şualar: 18
78. R. Nur’da Esma-i Hüsna, Sülayman Kösmene. (İstanbul. Y. Asya Yay. 2003). 27
79. http://www.ihvanlar.net/2015.09.21/allahin-zati-ve-subuti-sifatlari/
80. Sözler: 333
81. Mustafa Said İşeri. Köprü dergisi.100. sayı
82. R. Nurda Esma-i Hüsna. Sülayman Kösmene. (İstanbul. Y. Asya Yay.2003). 27
83. Sözler: 15. Söz Sh: 179
84. ,, ,, : ,, ,, Sh. 27
85. dia: 37. Cilt. Sh. 100
86. Şualar: 77
87. R. Nurda Esma-i Hüsna Süleyman Kösmene. (İstanbul. Y. Asya Yay.2003). Sh. 21
88. Sözler: 93
89. Sözler: 543
90. ,, : 544
91. Mektubat: 286
92. Lem’alar: 269
93. Şualar: 584
94. İşarat-ül İ’caz: 157
95. ,, ,, : 76
96. Mektubat. Sh: 268
97. ,, : ,, ,,
98. İşarat-ül İ’caz: 15
99. R. Nurda Esma-i Hüsna Sülayman Kösmene. (İstanbul. Y. Asya Yay.2003). Sh. 25
100. Diyanet ilmihali. (İsam. 1998) 1. Cilt Sh: 24
101. ,, ,, ,, ,, : 1. Cilt Sh: 26-27
102. İ.İcaz:34
103. d.i.a: :32.Cilt: 204
104. ,, : 32.cilt.206
105. Sözler: 13
106. Emirdağ Lahikası-1. Sh: 146
107. R. Nurdan Kelimeler Cümleler. Alaaddin Başar. (İstanbul. Zafer Yay. 2012) Sh: 477
108. Sözler: 198
109. ,, : 336
110. Lemalar.9. Lem’a. Sh: 152. Y. Asya Neşr.
111. Mektubat: 83
112. ,, : 83
113. 9. Lem’a
114. İmam-ı Rabbani Risalesi. Necdet Tosun. (İstanbul: Sufi kitap. 2016) Sh. -149-221
115. Şerh-i Mesnevi. Terc. Tahir-i Mevlevi. (İstanbul. Şamil Yayınevi.) 4. Cilt,1262
116. d.i.a 2. Cilt,491
117. Fıkh-ı Ekber. İmam-azam. Terc. Aliyyül_Kâri Şerhi. (İstanbul. Çağrı Yay. 1979). 79
118. İşarat-ül İ’caz. 15
119. http://www.ihvanlar.net/2015.09.21/allahin-zati-ve-subuti-sifatlari/
120. İ.Gazali. Bünyamin Duran. (İstanbul. Nesil Yay. 1998). 93
121. İmam-ı Rabbani. Mebde ve Mead. Terc. Dr. Mustafa Özgen.( İstanbul. Yasin Yay.2012) sh,74
122. d.i.a.29.cilt,445
123. Şerh-i Mesnevi. Terc. Tahir-i Mevlevi. (İstanbul. Şamil Yayınevi.) 8. Cilt.849
124. d.i.a. 37.cilt,101
125. Mesnevi-i Nuriye. 131
126. Sözler. 262
127. Mektubat. 330
128. d.i.a.2.cilt,477
129. Mektubat. 330
130. Kastamonu Lahikası. 228
131. (Şûrâ Sûresi,42: 11.ayet)
132. (Şûrâ Sûresi,42: 11.ayet)
133. Rum Sûresi, 30: 27.
134. Sözler. 14
135. Şerh-i Mesnevi. Terc. Tahir-i Mevlevi. (İstanbul. Şamil Yayınevi.) 7. Cilt: 561
136. Şadi Eren. Kur’an’da teşbih ve temsiller, SH: 41.
137. İ.İcaz.33
138. Sözler. 14
139. ,, . ,,
140. ,, .127-262
141. Mektubat. 249
142. Mesnevi-i Nuriye: 66
143. Sözler: 689
144. Lem’alar: 446 – Tarihçe-i Hayat: 135- Kastamonu Lah: 183
145. d.i.a: 37. Sh 100
146. ,, :2.cilt. Sh. 483
147. İmam-ı Rabbani risaleleri: Necdet tosun.(İstanbul: Sufi kitap. 2016) . Sh. 195
148. Bahaeddin SAĞLAM http://www.turkish-media.com/forum/blogs/entry/4820-marifet-i-ilahiye-ile-ilgili-uc-onemli-not/
149. Dr. Mustafa Özgen. Tercüme. İmam-ı Rabbani. Mebde ve Mead, Sh, 65 Yasin yay.
150. http://derinakintilar.com/35/sifat-ve-suunat-farki-ve-birlik-ile-ilgisi/ Ömer Asalettin ORUÇ: sh.8
151. Sözler: Sh: 621
152. Sözler:18. Pencere: 667-668
153. Şualar: 77
154. Esma-i Hüsna Kitabı: Beyhaki, İbni Kesir, Kurtubi, Derleyen. Yusuf Ali Büdeyvi. (İstanbul. KARINCA Yay. 1. Baskı 2004) SH. 401
155. R. Nurda Esma-i Hüsna, Sülayman Kösmene. (İstanbul. Y. Asya Yay.2003). Sh: 38
156. Doç. Dr. İsmail Karagöz. Esma-i Hüsna. (Diyanet yayınları. Ankara/ 2007) Sh.7
157. d.i.a. 15; sayfa: 304
158. Fıkh-ı Ekber. İmam-ı Azam. Aiyyül- Kârî Şerhi: (İstanbul. Çağrı Yay. 1979). SH. 75-199
159. https://orcid.org/0000-0002-5737-3938.Ekrem Sefa GÜL Kader 16/1, 2018 Sh.133
160. d.i.a cilt: 15; sayfa: 304 [HÂLİK – Bekir Topaloğlu] 161. İmam-ı rabbani risaleleri: Necdet Tosun. (İstanbul: Sufi kitap. 2016) Sh.296
162. Sözler: 352
163. İşarat-ül İ’caz. 17
164. Sözler: 333
165. https://www.risalehaber.com/allah-kainati-yaratmadan-once-ne-yapiyordu-371941h.htm. 15 Şubat 2020
166. İmam-ı Gazali Kuran cevherleri. Terc. Ömer Türker. (İstanbul. Hayykitap. 2014) Sh. 8.
167. İmam-ı rabbani risaleleri: Necdet Tosun. .(İstanbul: Sufi kitap. 2016) Sh. 149,150, 196

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Satır Arası

Serdar Çınar OKUMA ALIŞKANLIĞI KAZANMAK İÇİN, OKUMAK GEREK! Bilgiyi arzulamak ve bilgiye ulaşınca keyif almak, …

Kapat