Mehmet Nuri BİNGÖL |
ASİTANEYE-1
Bahar mevsimi o bilinen katarına renk renk, desen desen, şen neşeli çiçeklerini; kırlarda, sahra ve yaylalarda uçuşan irili ufaklı böcek, böcekçik; kuzulayan “en’am” ve vahşi hayvan yavrularını doldurarak gelmiş, hem zamana, hem de zemin ve mahlukata selam durmuştu.
Genç ulak kan ter içindeki atını mahmuzlayarak bir sonraki konak yerindeki “kervansaray”a ulaşmaya çalışırken, bir yandan da çevreyi gözlüyordu. Atını bir yandan mahmuzlarken bir yandan da baktı kısa bir an, çayın Tuna ile kavuşmaya can atan minik akıntılarının oyuk oyuk ettiği kıyılarda oturup azığını yiyerek dinlense ne iyi olurdu, ama ah zaman, ah vazife… Bir an önce Edirne’ye varmalı, oranın muhafazasına memur Şehzade Bayezıd’ı hadiseden haberdar etmeliydi.
Aniden hatırladı. Güneş, ikindideki menziline ulaşmaya ramak kalmıştı ve kendisi öğleyi kılmamıştı daha. En iyisi, en büyük vazifeyi yapmak için diğer mecazi vazifesine ara vermekti.
“Tevekkeltü’Alalah” diye mırılandı.
Zaten konak yerine de bir şey kalmamıştı ama öğleyi kaçırması bir ihtimal değil katil gibi bir haldi. O yüzden mola vermeli; hem Rabb’ine olan borcunu eda eder, hem Allah ne verdiyse yer; hem atı, hem kendisi de azıcık soluklanmış olurdu.
Düşündüğü gibi de yaptı. Türlü nebatların, otçukların baharda cömertçe sergilendiği ve sunulduğu eğimli araziden çaya doğru indi. Abdestini tazeleyip öğleyi seferi olarak kılan Ulak Hasan birkaç lokma yedikten sonra, konak yerinde değiştireceği atına atladığı gibi cepkeninin kollarını geriye atarak tekrar yola çıktı.
“Edirne’ye akşama varmadan ulaşmalıyım…” diye düşünürken hadisenin koca “Devlet-i Aliye” için korkulmayacak seviyede olduğunu düşünerek rahatlasa da, diğer yandan “Fitne küfürden eşeddir.” Ayeti gereğince lüzumlu tedbirlerin anında alınmasının şart olduğunu fehmedebiliyordu.
***
Konak yerinin inşa tarihi pek eski değildi. Cennetmekan Fatih’ten sonra tahta oturan Bayezıd-ı Veli zamanından kalmaydı. Meriç Nehri’ne ulaşan “Kire” suyunun kenarına mütevazi bir dost yüzünü hatırlatacak görünüşüyle kurulmuş, ne zamandan beri sadece misafirleri ağırlamak değil, aynı zamanda sefer vakitlerinde askere moral vermek, İstanbul ve Edirne’ye yollanılan ulakların at ve erzak ihtyaçlarını gidermekti.
Konak yerinin işletmesi uhdesine verilmiş Musa Çelebi babacan bir kişiliğe sahip olmasına rağmen, gelenlerin bedi’ hislerindirmekonları huzurla doldurmak için çevrenin tertip ve düzenine de büyük ehemmiyet veriyordu.
Hasan Edirne tarafına meyletmiş güneşi kovalarken, son durağı olduğunu iyi bildiği – çünkü bu yoldan defalarca geçmişti- konak yerinin etrafında Musa Çelebi tarafından hususi bir ihtimamla yetiştirilen –yetiştirilmesine ön ayak olunan- fırdolayı ağaç kümesini görünce atını rahvana aldı, gönlü bir bahar sabahı gibi açıldı.
Güneş, batı ufkuna selam vermesinden tatlı bir turuncuya kavuşmuştu. Anaşılan geceden önce varamayacaktı mahall-i maksuduna. Gökler sabahki gibi tamaman bulutsuz ve pürüzsüz bir mavi atlas görünüşünde değildi hem; daha önce fark ettiği birkaç bulut parçacığı an an irileşiyor, durmadan renk değiştiriyor, külrengileşiyordu. “Kırkikindi” yağmurlarından birine yakalanıp zeminin çamurları bataklıkla kolkola girerek hızını yavaşlatmasaydı. Eğer yağmura konak yerinde iken yakalanırsa en iyisi dinmesini beklemek olacaktı. Aslında orada fazla kalmaya da niyeti yoktu ama; at değiştirip hemen, karnını doyurmaya bile bakmadan ikindiyi kılarak yola koyulmaktı asıl niyeti. Şehzade Beyazıd’a vereceği haber hem “Devlet-i Aliye”nin geleceği ve birliği, hem de İslam’ın ittihadı noktasından mühimdi.
Gerçi “fitne ü fücur” hareketi, Anadolu’yu yıllarca kasıp kavuran Celali şakisinin isyanı kadar geniş muhtevalı ve Fars diyarının “Şiilik” bahanesiyle Anadolu’yu ve Musul, Bağdat, Irak, Halep, Şam vilayetlerini sarsacak kadar şümullu değildi, ama “Devlet-i Aliye”nin Avrupa’nın göbeğine ulaşmasına mani olması bir yana Roma’ya giden yolu açıcı fetihlerinin önünü alacak bir gelişmeydi; dış sınırlarını, serhadlarını Nemçe, Macar, Alman ve Avusturya kuvvetlerince tırtıklanmasını netice verecek kadar vahimdi gene de. Büyüklerinden dinlediği 2. Bayezıd devr-i saadetlerindeki “Cem Sultan” hadisesi gibi Osmanlı’nın elini ve dilini bağlayacak kadar mide bulandırdırıcı bir sineği andırıyordu.
- Cemaat Değil Cemaattan Yana Olmak - 19 Eylül 2024
- Müzeden Ayasofya-yı Kebir’e… - 12 Eylül 2024
- Romancı Olmak – Olmamak – Olamamak - 25 Ağustos 2024
- Vâizler Neden “Etkisiz Eleman”? - 22 Ağustos 2024
- Nur Üstad ve Abdülhamid Meselesi - 11 Ağustos 2024
- Bahardan Sonra Yaz (Öykü) - 5 Ağustos 2024
- Sahabe Bir Sıfat; Hataları İse Ferdidir. - 4 Ağustos 2024
- İsmail Tohumu Fidana, Ardından Ağaca Duracaktır. - 31 Temmuz 2024
- Bazı Dikkatler-2 - 30 Temmuz 2024
- Adem-i Îtimat Meselesi - 29 Temmuz 2024