Ana Sayfa / Yazarlar / Aydın hüsranı ve ‘yeni’ bir model / Mustafa H. KURT

Aydın hüsranı ve ‘yeni’ bir model / Mustafa H. KURT

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

ON DOKUZUNCU yüzyılla birlikte fikir dünyamız (ilhamını Batıdan almış) pek çok fikir akımının arz-ı endam ettiği bir sahneye dönüştüğünde, Batı karşısında sorguladığı özüne burun kıvıran “münevver” bir kesimle de tanışmış oluyordu.

Ancak ileride Cumhuriyet döneminin getirdiği reform faaliyetlerinden de payını alarak “aydına” evirilecek olan söz konusu münevver tip; eski düşünürlerden farklı olarak -tıpkı Batılı öncülleri gibi- teoride hakikati bulabilmeyi, pratikte ise daha iyi bir toplum ve daha iyi bir dünya için teşhis, tedavi ve düşünce üretimi faaliyetlerine girişebilmeyi (ve hatta bunlarla ulaştığı sonuçlar gerektirdiğinde politik eyleme de kalkışmayı) kendisine gaye ve misyon olarak belirlemiş yeni bir tipti de toplum için.

Ne var ki, belki en iyimser bir tasnifle ‘aydın sorumluluğu’ ile tarif edilebilecek ve aslında duyarlılık, fedakârlık, sorumluluk gibi ideal pek çok vasfın işareti de demek olan bu tavrın devamı ise; hemen her defasında “aydın küsmesi”, “aydın kibri” ya da “aydın despotizmi” gibi ‘olağan’ hallerle final bulacaktır neredeyse.

Bu sebeple, Tanzimat sonrası ve özellikle de son yüzyıllık fikir hayatımız; toplum sathında bir ‘avam-havas’ uyuşmazlığının ve giriştiği ‘aydınlatma’ çabalarına karşılık, hemen her defasında toplumca ‘küsmek zorunda bırakılmış’ aydınımızın hüzünlü tarihidir de aynı zamanda.

Peki, düşünce dünyamızdaki sayısız örneğiyle bu “Aydın küsmesinin” nedeni halkın güzele, iyiye, aydınlığa veya ideal olana karşıtlığından ya da kısacası ‘adam olmazlığından’ mıdır; yoksa bu durumun pek önemli (ve her nedense) aydınımızın gözünden kaçan başka hayatî nedenleri mi bulunmaktadır?

İşte bu sorunun cevabı, sanırım bahsi geçen “aydın” modelinin asırlık sorunlarımızdaki mutlak payını olduğu kadar; bu sorunlarla yüzleşmemizin getireceği olası sosyolojik değişimlerde bu kez hangi veya nasıl bir modelden “tamir ve teskin” vazifesi bekleyebileceğimizi de anlatacak niteliktedir.

Fakat bu önemli sorunun cevabı için önce “Aydınlanma” ve “Aydın” kavramlarının bizdeki yansımalarına göz atmak ve bir asrı aşkın süredir ‘ipleri eline almış’ olmasına rağmen aydınımızın toplumuyla kaynaşamamasındaki  en önemli nedenleri irdelemek, bu yolda ulaşabileceğimiz sonuçların sıhhati noktasında da başat bir etkiye sahip olacaktır.

Aydınlanma’dan bize yansıyan

Öncelikle, Batılı ve kendisini Rönesans’la başlayan bir takım ekonomik, bilimsel ve felsefî değişimlerin ürünü sayan bir olgu olarak Aydınlanmanın, aynı değişimi yaymayı amaçlayan misyonu gereği, Batılı olmayan tüm toplumları da kendi yaşam şekline uyabilecek toplumlar olarak gördüğünü belirtmek gerekiyor. Aydınlanmacılığın işte bu gayesine göre ise;Batılı olmayan toplumlar Batı’nın Rönesans’la başardıklarını ivedilikle gerçekleştirmek zorundadırlar.Dolayısıyla o tip toplumlara, özellikle de ‘bu süreçle birlikte Batı’nın bir anlamda kendi gözünde daha da doğululaştırdığı doğu toplumlarına’ aktif bir müdahale gerekmektedir. Bu müdahaleyi gerçekleştirmek içinse, o toplumların içerisinde “aydınlanmış modern toplumu”  kavramış kesimlere, yani bir “intellijensiya’ya” ihtiyaç duyulmaktadırtabiî ki de.

Üstelik Aydınlanmacılığın bu tipi önceki dönemlerin çoğunlukla “bilgi hazcısı” entelektüellerinden farklı (ve etkili) olarak;  “Aydın sorumluluğuyla” hareket etmeyi ve yukarıda da geçtiği üzere teoride hakikati bulabilmeyi, pratikte ise daha iyi bir toplum-dünya için fikrî çaba ve politik eylem geliştirmeyi gaye edinmiş bir aydınlanmacı tipidir de aynı zamanda.

Ama neylersiniz ki, Aydınlanma dediğimiz bu olgu kendi bünyesinde çok çeşitli düşünce akımlarını barındırmış olmasına rağmen; bizde bu düşünce akımlarından en çok da birisi Aydınlanma’nın kendisi olarak algılanacaktır.

Bu ise, aydınlanmanın Fransız versiyonlu “Batıcılık” akımından başkası olmayacaktır elbette.

Diğer bir ifadeyle, Tanzimat sonrası ortaya çıkan ve yukarıda da bahsi geçen Aydınlanmacı-Batılı entelektüel tipin Osmanlı fikir çevrelerindeki ilk yansımaları diyebileceğimiz “münevverlerin” benimsemiş oldukları  “Batıcı, İslamcı, Turancı, Osmanlıcı, Adem-i Merkeziyetçi” gibi fikir akımlarından “Batıcıların” iktidarı elde etmiş olmaları; bizde söz konusu fikir akımlarından sadece “Aydınlanma’nın Fransız versiyonunu benimsemiş olanının” Aydınlanmanın kendisi olarak lanse edilmesi sürecini de beraberinde getirmiştir

Hal böyle olunca da dünün “münevveri” yeni (hatta dar) bir tip ve ifadeyle “aydına” kolayca evirilebilmiş, söz konusu ‘aydınlık payesi’ ise haliyle “sadece Batıcılığa” hasredilmiştir. İşte buna göre örneğin İslamcı, Osmanlıcı, Adem-i merkeziyetçi, Turancı vb. olmak ise, kimi hakim çevrelerce çoğu kez aydın olmaya engel ‘gerici’ ve ‘karanlıkçı’ hasletler olarak ezber edile geleceklerdir..

Aydınımızın ‘bizdenliği’

Toplum ve insanlık karşısında sorumluluk yüklenen ideal bazı vasıflarına rağmen, Aydınlanmacı “münevver ya da aydın” tipin benimsediği temel ideolojileri ve eylem metotları; aslında bu kesimin Osmanlı ve Müslüman toplum tabanlarında ekseriyetle benimsenememesinin başlıca faktörlerden de birisidir.

Zira bu yönüyle 18. yy. entelektüellerinin çoğunluğunu temsil ettiği bile söylenebilecek bu entelektüel tipe göre;hakikate ulaşabilmek ancak ‘bilimsel hakikat’ olan akıl ve deney senteziyle mümkündür!. Ve işte bu inanışının da etkisiyle, bir Aydınlanma dönemi karakteristiği olarak “dini ve metafiziği dışlayan-devre dışı bırakan” Pozitivist-Seküler düşünce yapısını benimsediğindendir ki, bu aydın tip, teşhis edebilmeyi başardığı sorunlara karşı bulduğu reçetelerde ilk çare olarak yine en çok da “bilimsel düşünceyi” öngörmüş bir zihin yapısının sahibidir.

Üstelik bu tip, toplum için yapılması gereken “doğruların” ne olduğunu kesinlikle bildiğinden emin olduğu gibi, bunu başkalarına bildirmenin ve topluma bu doğrultuda müdahale etmenin bir ödev olduğuna da inanmaktadır.

O, başka doğruların ve bunları benimseyenlerin olabileceğini hazmedemeyecek derecede dogmatizme kaymış zihinsel arka planının etkisiyle,“evrensel” ve “tek doğru” gördüğü kendi doğrusunu topluma dayatmakta, yol göstermekte ve onları eğitmekte ısrarlıdır da aynı zamanda. Hatta zihnindeki “daha iyi toplum projesine” öylesine inanmaktadır ki, toplum realitesinin bu projeye uygun olup olmadığı şüphesi bile onu rahatsız edecektir çoğu zaman. Zira o bu realiteyi kendi özgünlüğü ve kökenleriyle anlamak ve çözüm önerilerini de buna göre geliştirmek yerine, zihninde tasarladığı yapıyı topluma dayatmakta oldukça ısrarlıdır. Bu ‘ideal yapı’ topluma uymadıkça hüsrana uğraması, öfkelenerek söz konusu yapıyı değil de toplumu suçlaması ise, en çok bu sebepledir.

Aslında Batı’nın Rönesansla birlikte şekillenen yeni düşünce formunu Batılı olmayan ülkelere de ihraç edebilme yolunda öncü gördüğü bu ‘misyoner’ entelektüel kesim, E.Said’in on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda ‘Orta Doğu’nun’ neredeyse her tarafında tekrarlanan bir elit oluşumu sürecinin “saldırgan kendini beğenmişlik ve kendine fazlaca güvenmişlik” genel modeline yönelik tasviriyle de pek uyuşmaktadır.

İşte, Osmanlı fikir dünyasının Tanzimat’tan sonra karşılaşmaya başladığı entelektüel tip de, bu (Aydınlanma sonrası Batılı, pozitivist-seküler, üsttenci ve gerektiğinde aksiyoner) entelektüel tiptir tam olarak. (Şu da var ki, nadirattan da olsa o dönemlerde gerek insanın ve gerekse de varlığın zihinselci süreçlerle anlaşılamayacağını savunan ve de salt akılcılığı ve bilimciliği eleştiren bir diğer “anlama, sorgulama, eleştirme ve düşünce üretme” çabalarının faili entelektüel tiplerden bahsetmek de mümkündür tabi.)

Bu bilgiler ışığında, bizdeki baskın/Batıcı/ilerici “münevver veya aydın” tipin siyaset, düşünce ve toplum tarihimizce de pek tanıdık kimi özelliklerini şöylece sıralamak mümkün olacaktır:

–    Batıcı, üsttenci ve pozitivisttirler, bu sebeple pek çok edebî metne ilham veren trajikomik yasakların ve korkuların faili olacak derecede dine mesafelidirler.

–  Buna bağlı olarak, toplumsal sorunlara karşı geliştirdikleri reçetelerde ilk ‘deva’ olarak dogmatik bir bilimselciliği öngörürler.

–   Ferdiyetçi, otoriter ve (çoğunlukla) elit nitelikleri yanında, kimi zaman oligarşik özellikler sergileyebilecek derecede bürokratiklikleri ve de bu özelliklerin muhafazası uğruna gerektiğinde “vesayetçilikleri” dahi söz konusudur.

–  Modernle çatışan her türlü geleneğe karşı, kendilerini büyük çoğunlukla radikal ve genellemeci çözüm önerileriyle tanıtmışlardır.

–  Çoğu kez makam, rütbe, servet, meslek veya asalet sahibi olmakla, batılı anlamıyla özgür düşünceli entelektüellik arasında kalmışlardır.

–   Kendilerine yükledikleri sorumlulukları ve kurtarıcılık tavırları söz konusudur.

İşte bu ve benzerî özellikler, Batı kaynaklı modernleşme projesinin bizdeki öncülüğünü üstlenen “münevver veya aydınımızın” aslında hep “intellijensiya” olarak kaldığını, dolayısıyla toplumdaki yeri veya sosyal statüsü sabit olmayan bir “entelektüele” dönüşemediğini de bir bakıma izah eder niteliktedirler.

‘Yeni’ bir model

Türkiye özelinde günümüz Müslüman toplumları için de su götürmez bir hakikattir ki artık, Batıcı ve Batılı aydınlanma modeli/aydını ‘vakıası’, toplumsal gerçeklik dediğimiz olguyla uyuşamamış ve sorunların teşhis ve tedavisinde genel kabul görememiş durumdadır.

Neredeyse iki asırlık mazisine, moderniteden gördüğü her türlü desteğe ve sahip olduğu tüm resmî imkanlara rağmen toplumsal kimliğe bir türlü hâkim kılınamayan bu söz konusu vakıa; bu zaman sürecinde ise, önemli toplum kesimlerince ulaşılabilmiş her türlü araçla, her fırsatta muhalefet edilmiş bir “loserdır” da aynı zamanda.

Bu nedenle, artık iyice yüz yüze gelmiş olduğumuz ve arka planında ‘tavanın’ ağırlıklı mesuliyetinden söz edebileceğimiz sorunlarımızın pek çoğu; aslında aydınımızı intellijensiya olarak kalmaya da mahkum eden o malum özelliklerinden çok daha farklı niteliklere sahip, “taban” orijinli ve ‘yeni’ bir “hakikat talibi” modelini görmeye mecbur bırakmaktadır bizi.

Öyle ki, sadece yabancısına yeni olan bu hakikat talibinin özelliklerini aydınımıza da kıyasla aktarmak gerekirse:

–      “Batıcı, üsttenci, Pozitivist ve dine mesafeli olma” yerine;

·      O, kökenleriyle barışık bir modernlikten yanadır. Zamanın ruhunu iyi okumak ve asrın insanının anladığı dili yakalayabilmek suretiyle ne gelenekçi, ne de modernist fakat ikisini de birleştiren bir “yeni gelenekçidir”.

·    Onun özellikle de “bu benlik ve enaniyet asrındaki” sosyal ilişkilerinde ve insanlara yönelik hitabında ne büyüklenmecilik ve üsttencilik, ne de egoları tahrik ve tahkir söz konusudur. Genele yönelik üslubunu ve tavrını “şefkat yolunun” da bir gereği olarak “empati”; yakınına hitabını ise ayriyeten “Ey Kardeş” ve “Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz”yaklaşımları belirlemektedir.

·       Onun belki de en belirgin özellikleri “ihlas ve tevazu” olarak öne çıkmaktadır.

·  O, “hakikatin tecellisi” ana gayesi yolunda, sekülarizmin araçsallığından kurtarılmış bir bilimi “aklın nuru” olarak gördüğü gibi, bu nuru,“vicdanın ziyası” olan dinî ilimlerin de en önemli bir “yardımcısı” sayar.

·   Onun en büyük gayesi rıza-ı İlahîdir, dolayısıyla hayata ve kainata bakışı da din ve iman hakikatleri penceresindendir. Bundan dolayı, milletinin dine mesafesi hakkında dile getirdiği teşhis ve tedavi önerisinde ise, “Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.” diyecek derecede öngörülü ve korunmacıdır.

–   O, topluma ve bireye yönelik reçetelerinde dogmatik bilimselci ‘çareler’ yerine; insanı ruh ve vicdan birlikteliğiyle ele alabilen ve de maddî-manevî her iki kanadına birden hitap edebilen devalar sunmaktadır.

–  ‘Otoriter fakat ferdiyetçi’ (!) tavır ve yöntemler yanında neredeyse oligarşik denilebilecek bir bürokratikliğin ve bağıl vesayetçiliğin tam aksine, o:

·   Modern insan egosunun da farkında olarak, hak namına dahi olsa her türlü despotizmden kaçınan ve bu anlamda “istibdat zulüm ve tahakkümdür” diyebilen;

·   Bir hizmet aracı olarak gördüğü resmî/özel kurumlar karşısında -bireysel hakları muhterem görmekle birlikte “bireyselci” olmayan ve-“kişinin himmeti milletidir”anlayışıyla cemiyet şahs-ı manevisini önceleyen;

·   Şahıs veya zümre oligarkını netice verecek uygulama ve kanunlara karşı “hükûmet hizmetkardır” anlayışını nazara veren;

·   “Meşveret” ve “Şura” gibi devalara başvuracak olan toplumların vâsilere bir ihtiyaçlarının da olamayacağını ders veren bir yaklaşımı esas almaktadır.

–    Modern olma gayesini kutsar derecede geleneği reddeden radikal söylem ve toptancılığa karşı olarak ise, o;

·  Değerlerinde tavizsiz olmakla beraber, gerektiğinde“muktezâ-yı hâle mutabık”söz ve davranışlarıyla toplumsal gerçeklikleri göz ardı etmeyebilen,

·    Temel hak ve aidiyetlere karşı (örneğin anadile: “şecere-i tuba gibi bir şecerenin tecellisine müstaid”diyebilecek derecede) saygılı ve hak tanıyıcı “kavl-i leyyîn” bir dil kullanan,

·   Bir ferdin hukukunu, bütün insanların hukuku için dahi olsa feda etmeyip gözetecek“Adalet-i mahza” prensibini önceleyen ve de “Bir cani yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz” kat’i kaidesinin gerektirdiği üzere toptancılığı ve genellemeciliği oldukça sakıncalı bir halet olarak gören bir anlayışa sahiptir o.

–    Şahsî çıkarı ve ikbaliyle inandığı değerler arasında kalmak bir yana; bilinçli şekildeki söylem-eylem çelişkilerini veya inandığı değerleri şahsî ve millî çıkarlarına dahi alet etmiş olmayı en çekindiği iki hal ile, yani “münafıklıkla ve şirkle” eşdeğer gören,

–          Kendisini kurtarıcı görme yerine;

·    “Muhatap, asi nefsimdir” ve “ben nefsimi herkesten ziyâde nasihate muhtaç görüyorum”gibi ihtarlarla “kendi nefsini ıslah” gayesini en birincil ödevi bilen,

·   Söz konusu bu ödev yedeğinde çevresini ve insanlığı “kurtarmakla değil”, onlara sadece “doğruyu aktarmakla” sorumlu olduğuna inanan,

·  Ve en nihayetinde, hakikatin tek fakat veçhelerinin çokluğa sahip olduğu gerçeğiyle, yorum noktasında bireyin rolünün önemini vurgulayan bir çoğulculuktan yana olan bir modeldir söz konusu ‘yeni model’.

Şüphesiz, ana hatlarına daha pek çok maddenin de eklenebileceği böylesi mukayeseler hemen her defasında göstereceklerdir ki; bu topraklarda toplumuyla barışık, onun değerlerine hürmetkar-dertlerini teşhis edebilen ve belki de en önemlisi, kendisini o toplumdan üstün görmeyenler haricindehiçbir modelin ya da hareketin “sadre şifa” olmasına imkan bulunmamaktadır.

Bunu, “halk sahile koştu, vatandaş denize giremedi” ‘tragediasıyla’ pek güzel sembollenen o batıcı statükonun kimi zaman din ve dindarla barışık resimler verme gayretinde görmek de mümkündür aslında. Dahası bunu, (bulduğu sürekli dış destekler yanında, en büyük nedeni batıcı/laik/Kemalist statükonun insan onuruna ve kimliğine müdahil icraatları olan) yakın zamandaki en büyük memleket yangının toplumsal bir sorunu teşhis ederek ve de nispeten halktan yana bir söylem kullanarak taban bulabilmesinden; fakat toplumunun değerlerine hürmetkar davranamamış o ‘aydınlanmacı’ tavrı ve eylemi sebebiyle çoğu zaman gitmek zorunda kaldığı söylem, eylem ve hedef değişikliklerinden de okuyabileceğizdir pekala.

Elhasıl, devir, uygun gördüğü olmayınca kızan, küsen, hakaret eden ‘yurdum aydınının’ değil; ‘en azından’ başka yangınları engelleyebilecek özellikleri sebebiyle dikkatle ve ciddiyetle dinlenilmeyi hak eden o ‘yeni’ modelin devridir artık.

Ve bu hayatî gerçek, dileriz hakkıyla görülür artık…

Yararlanılan Kaynaklar:

–      Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lahikası, Sözler, Mektubat, Lem’alar, Mesnevi-i Nuriye ve Münazarat.

–      E. Edmonson Ramsour, Genç Türkler ve İttihat Terakki, (Çev. Hacasan Yüncü), Kayıhan Yay., İst.2001.

–      Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, (Çev. Mümtaz’er Türköne- Fahri Unan- İrfan Erdoğan), İletişim Yay., İst.1998.

–          Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yay., İst.1997.

–          Doğan Özlem, Bilim, Tarih ve Yorum, İnkılâp Yay., İst.1998.

–          Edward Said, Oryantalizm, (Çev. Nezih Uzel), İrfan Yay., İst.1998.

–          Nevzat Tarhan, Çağın Vicdanı Bediüzzaman, Nesil Yay., İst.2012.

–          Alaaddin Başar, Sorularla Risale-i Nur Dersleri 1, Zafer Yay., İst.2009.

–          Metin Karabaşoğlu, Saidleri Ararken, Karakalem Yay., İst.2004.

Yazar : Mustafa H. KURT

Mustafa H. Kurt: 1974 yılında Gaziantep'te doğdu. Cumhuriyet Lisesi (1992) ve Gaziantep Üniversitesi Tarih bölümünden mezun oldu (2000). Türkiye’de ve Almanya’da eğitimcilik yanında farklı iş kollarında çalıştı. Yazarımız, kastamonur.com yanında hâlihazırda çeşitli dergi ve haber sitelerinde yazıyor.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Manevi Buhranlar ve İman Hakikatleri

Manevi Buhranlar ve İman Hakikatleri Günümüzün hayat hızı ve anlayış tarzının getirdiği şeyler İslam’ın evrensel …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Medar-ı iltibas olmuş olan beş meseledir. / 17. Lem’a; On Üçüncü Nota

On Yedinci Lem'a'dan On Üçüncü Nota Medar-ı iltibas olmuş olan beş meseledir. Birincisi: Tarîk-ı hakta çalışan …

Kapat