Mehmet Nuri BİNGÖL |
BABA ÇORBASI YA DA “NÂN-I AZİZ”
Seyahatnâme’sinin bir yerinde şöyle der Evliyâ Çelebi:
“Bunların (fırıncıların) pîri Âdem aleyhisselamdır. Çünkü Hz. Âdem (a.s.) Cennetten çıkarılıp yeryüzüne düşünce karnı acıkmış ve evvela buğday çorbasıyla açlığını gidermiş. Onun için bir kimse evine bir adam davet etse, ‘buyurun, baba çorbası içelim’ der Sonra Cibril-i Emin (A.S.) vasıtayla Âdem Nebi buğdayı un edip, hamur yapıp, ekmek pişirmesini öğrendi. Bu sebepten taze ekmek, bilhassa sıcakça olanı, insana taze can verir.”
İçinde biraz te’vil köpürtmesi bulunan ve merhumun o meşhur mübalağalarından oldukça uzak bu ifadeler – zannımca- pek mühim. Ekmeği değerli bir nimet olarak kabul etmek, hatta pek çok nimetin sembolü görmek bu bakışın, bu inancın, bu kültürün neticesi olsa gerektir.
Osmanlı’da ekmek resmî tabelalarda “nân-ı aziz” şeklinde yazılırdı. Belki de bu yüzden, Anadolu’nun çok yöresinde “Yemek yedim.” denmez, “ekmek yedim” denir.
Bir işten sonra aldığımız ücrete “ ekmek parası” denmesinin sebebi de budur gibimize gelir.
Bazı içtimaiatçılara göre, ekmek medeniyetin ilk adımıdır. Çünkü insanoğlu ekmek yapmayı öğrendikten sonra her gün gıda bulmak için avlanmak zorunda kalmamış, başka meşgalelere de zaman ayırmaya başlamıştır.
Çağdaşımız olan ama “ gözleri arkada” bedbahtların dışında, ekmeğin her irfan ve her millette müstesna bir yeri olduğu muhakkak.
Bugünse vaziyet epeyce değişiktir. Ne ekmek bundan 50 yıl önceki ekmek tadında ve gramajında, ne de bizdeki o ekmek hassasiyeti var. Yere düşen ekmeği öpüp başa koyma adedini çoktan unutturdular bize. Gele gele hijyen için AB kriterlerinden medet umar derekeye indik. (Bu cümleden AB’ye muhalefet manası çıakrılmasın!)
Milletçe ekmeğe ve onun istihsaline yine aynı değeri vereceğimiz günlerin hasretiyle şu Hadis-i Şerif’i (bilmana) hatırlıyorum: “–Bak kızım, bu nesne (ekmek kırıntısı) kişiden ve bir ümmetten bir defa küserse, bir daha onlara dönmez.” (Evkamekal)
“Kur’an’-n bu asırdaki bir mu’cize-i mâneviyesi” ve “zamanın mücedidi” olan, “ yüz sene sonra gelecek o acib şahsın”, iman noktasından “programı” ve “ihzar”iyesi hükmündeki Risale-i Nur Külliyatının çok yerinde “nan-ı aziz”le alakalı beyanlar mevcut. “İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur.” (29. Mektup, 2. Kısım, Ramazan Risalesi, İkinci Nükte)
“Bir mu’cize-i maneviyesi” kaydı nasıl bir meslek-i hakikat üzerinde bulunduğumuzu göstermez mi? Kur’an “kelâm-ı ezelî”den geldiğinden mânasını ve mucizesini tahdit etmek, Cenab-ı Allah Ta’ala ve Takaddes Hazretleri’nin (C.C.) Mütekelim- Ezeli sıfatını sınırlamak mânasına gelir ki, Üstad “bir” kelime ile bu dersi de veriyor. “Pek çok mucizesinden bir tanesi” diyerek (mâna olarak) edep gösteriyor Allah’a karşı ve bize de nümune-i imtisal oluyor.
Ekmekle alâkalı diğer bir hatıra şöyle:
“Dağda, üç ay, bana ve misafirlerime bir kıyye tereyağı, hergün ekmekle beraber yemek şartıyla, kâfi geldi. Hattâ, Süleyman isminde mübarek bir misafirim vardı. Benim ekmeğim de ve onun ekmeği de bitiyordu. Çarşamba günüydü, dedim ona: “Git, ekmek getir.” İki saat, her tarafımızda kimse yok ki oradan ekmek alınsın. “Cuma gecesi senin yanında bu dağda beraber dua etmek arzu ediyorum” dedi. Ben de dedim: “Tevekkelnâ alâllah, kal.”
Sonra, hiç münasebeti olmadığı halde ve bir bahane yokken, ikimiz yürüye yürüye bir dağın tepesine çıktık. İbrikte bir parça su vardı. Bir parça şekerle çayımız vardı. Dedim: “Kardeşim, bir parça çay yap.”
O ona başladı. Ben de derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifâne şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu sâfi-kalb adama ne diyeceğim diye düşünmedeyken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim. Gördüm ki, koca bir ekmek katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor. Dedim: “Süleyman, müjde! Cenâb-ı Hak bize rızık verdi.”
O ekmeği aldık; bakıyoruz ki, kuşlar ve hayvânât-ı vahşiye, hiçbiri ilişmemiş. Yirmi otuz gündür hiçbir insan o tepeye çıkmamıştı. O ekmek ikimize iki gün kâfi geldi. Biz yerken, bitmek üzereyken, dört sene sadık bir sıddîkım olan müstakim Süleyman, ekmekle aşağıdan çıkageldi.” (Mektubat, 16. Mektup)
Üstad’ın bir diğer talimatı da hepimize: “Fıtrî olmasa da, vaziyeti itibarıyla Risale-i Nur’a ekmek ve ilâç gibi muhtaç olan hastalar ve ihtiyarlardır. Çünkü, Risale-i Nur hayat-ı bâkiyeyi güneş gibi gösterdiğinden ve dünyevî hayatın fânilik cihetinde mâhiyetini tam gösterdiğinden, dünyevî hayatlarına ya hastalık veya ihtiyarlıkla darbe gelen ve gaflet veya dalâlet cihetiyle ölümü idam tevehhüm eden hastalar ve ihtiyarlar Risale-i Nur’a o derece muhtaçtırlar ve öyle bir teselli, bir nur alırlar ki, onların hastalık ve ihtiyarlığını sıhhat ve gençliğe tercih ettiriyor.” (Emirdağ Lahikası, c:1)
Risale’deki diğer – hemen hemen 30 yerde ve onlarca “Son Şahid”in hatırasında- ifadeleri de ehl-i tahkik okuyucuların zihinlerine havale ediyorum.
Son günlerde ehl-i idarenin de ekmeğe karşı hassasiyet göstermeleri ve ekmek israfına dikkat çekmeleri bana bunları düşündürttü.
- Cemaat Değil Cemaattan Yana Olmak - 19 Eylül 2024
- Müzeden Ayasofya-yı Kebir’e… - 12 Eylül 2024
- Romancı Olmak – Olmamak – Olamamak - 25 Ağustos 2024
- Vâizler Neden “Etkisiz Eleman”? - 22 Ağustos 2024
- Nur Üstad ve Abdülhamid Meselesi - 11 Ağustos 2024
- Bahardan Sonra Yaz (Öykü) - 5 Ağustos 2024
- Sahabe Bir Sıfat; Hataları İse Ferdidir. - 4 Ağustos 2024
- İsmail Tohumu Fidana, Ardından Ağaca Duracaktır. - 31 Temmuz 2024
- Bazı Dikkatler-2 - 30 Temmuz 2024
- Adem-i Îtimat Meselesi - 29 Temmuz 2024