Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Batılı Hayat Tarzında Ölümün Yersizliği

Batılı Hayat Tarzında Ölümün Yersizliği

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar: Muhammed Tarik

“Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan bile daha tutkunu olarak bulacaksın. Her biri ister ki, bin yıl yaşatılsın. Oysa uzun yaşamak kendilerini azaptan kurtaracak değildir.” (2/Bakara 96)

 Ölüm Gerçeği ve İnsan Gerçeği

İnsanın tanımında yer alan ölüm, onun hayatının bir safhasını oluşturur. Onsuz hayat eksiktir, kusurludur ve manasızdır. Ölüm bir anlamda insanın kaderidir. İnsan ölüme hükmedemez ama ona mana verebilir. Herkes ölüme karşı ona verdiği manaya uygun bir tutum geliştirir. Ölümle ilgili tutumlar, insanların davranışlarını daha iyi anla­mamız konusunda bize son derece faydalı işaretler verir. Ölüm fenomeni doğru bir şekilde kavrandıkça, hayat tam olarak doğru bir şekilde anlaşı­labilir ve dolu bir şekilde yaşanabilir. Hayat anlaşılmadan ölüm, ölüm anlaşılmadan hayat doğru idrak edilemez. Hayat ve ölüm bir bütünün iki parçası gibidir. Bizim dünyamızda ha­yatın olduğu yerde mutlaka ölüm de bulunmalıdır. Yalnız, bu iki kavramın kendilerine özgü hususiyetleri, her canlı için özel olmalarıdır.

Ölüm, dünyadaki bütün canlıların ortak kaderidir ve varlık sahnesinde bulunan her şey, günün birinde mutlak manada ölmeye mahkûmdur. Bütün canlılar için ölümün mukadder olması, dünyanın ekolojik dengesi ve onun nizami biçimde devam etmesi üze­rinde çok büyük bir öneme sahiptir.  Fertlerin doğmaları ne kadar zorunlu ise, ölmeleri de o kadar zorunludur. Onun için ekolojik denge ve hayatın devamı, ölüme bağlıdır. Demek ölüm bir zorunluluktur. Eğer dünyaya gelen bütün canlılar ölmeseydi, yenilerinin gelmesi mümkün olmazdı. Yani ölüm, yeni nesillerin doğabilmeleri için kaçınılmaz yani mutlaka olması gereken bir durumdur.

Dinler ve Ölüm Gerçeği

Bazı istisnalardan söz edilse de, ahret hayatına önem vermeyen ve ona çokça atıfta bulunmayan esaslı bir din yoktur. Onun için ölüm hem tüm dinlerin hem de psikolojinin en önemli fenomenlerinden birini oluşturur. İnsan ölüm karşısında daima bir korku ve endişe içindedir. Çünkü hepimiz yalnızlık içinde ölürüz. Ölüm bizi kimsenin asla zerre kadar yardım edemeyeceği, ne kadar yakınımızda olsa da bizim kimseye dayanamayacağımız bir yerde yakalar. Heidegger: “Birçok sorumluluklar baş­kalarına devredilebilir fakat ölüm görev veya sorumluluğu başkasına devredilemez” derken hiç de haksız sayılmaz. Dikkat edersek, hayatın da tıpkı ölüm gibi bir başkasının yeri­ne yaşanmadığını fark ederiz. Kendi hayatını başkası için yaşadığını düşünen veya onu böyle ifade edenler de, hakikatte kendi hayatlarını da yaşamış olmuyorlar mı?

Kanaatimce kendini ve Yolunu bilen bir mümin için bu tür bir tehlike söz konusu değildir. Hepimiz insanız; acı, hüzün, keder, zorluk, ihanet, dostluk, arkadaşlık ve ayrılık hepimiz için ortak fenomenlerdir. Her birimiz değişik bir açıdan ölümü tadıyoruz ve ona karşı bir tepki veriyoruz. İnsanların ölüm karşısında sergiledikleri tutumlar, yazılı, sözlü ve davranış düzleminde birçok ifade şekille­ri bulmuş, ölümün çeşitli yanlarını vurgulayan edebi eserler meydana gelmiştir. İnsanlar ölümü, hiçbir zaman basit bir olay olarak değerlendirmemişlerdir. İçinde yaşadığımız çağın gelişmiş bilim ve teknolojisi insanoğlunun ölüm karşısındaki yalnızlık ve korkusunu yenmesine kayda değer bir katkıda bulunmuş değildir.

İs­lâm dininde ölüm, hayatı değiştirebilecek bir fenomen olarak de­ğerlendirilir ve insanlar dini ve dünyevi aksiyonlarında ölümü düşünmeye teşvik edilir. “Lez­zetleri yok edeni (ölümü), çokça hatırlayınız” sözü bu bağlamda değerlendirilebilir.

Bazıları uyku ile ölümü iki ikiz kardeş gibi sayarlar. Mesela Gelenekçi Yahudiler, her uykudan uyanınca Tanrıya yeniden bir hayat hakkı tanıdığı için teşekkür ederler. Bu tutum Hz. Muhammed’in uykudan her uyanışında yaptığı duayı çağrıştırmaktadır.

Müslümanlar ölüm üzerine çok şey yazmış olabilirler. Bugün bir Müslüman bunlarla yetinmek zorunda mıdır? Müslüman diğer dinler ve bilginler tarafından ölüm üzerine düşündüklerini, yazdıklarını, yorumlarını incelediğinde imanı veya İslam’ı zaafa uğrar mı?

İslam âlemi, ölümün manasını keşfetmek için elbet Feifel gibi bir bilgini beklemek zorunda değildi. ABD’nin  “Ölüm ve Ölüm Psikolojisi” sempozyumunu da abartmaya da gerek yoktur. E. Kübler Ross da bizim ilham kaynağımız değildir. Ama bu tür inceleme ve araştırmaların, ilgili toplumların ölüm sürecini nasıl tanımladıkları ve onların bunu yadsıma, öfke, pazarlık etme, depresyon ve ka­bullenme gibi beş psikolojik aşama şeklinde tespit etmenin bize ne zararı olabilir? Ayrıca Pollak, bir araştırmasında “birçok araş­tırmacının ölümün üniversal bir korkuya neden olduğunu ka­bul ettiğini, bu korkunun Batılı toplumlarda bilinçli bir şekilde yadsındığını yani inkâr edildiğini ve şuur seviyelerine göre bu korkuda değişmeler ol­duğu sonucuna ulaşıldığını” ifade etmişse bunun da ölüme bakış açımızda değerlendirilmesinde bir sakınca olmayacağı düşünülemez mi? Elbet Batılılar tarafından yapılan bir araştırma onların hayat felsefesini yansıtacaktır ve bu çalışmalarda görüşlerine başvurulan deneklerin, çoğun, Hıristiyan, Yahudi ve Uzakdoğu dinlerine mensup kişiler olacaktır. Müslüman toplumlar ve deneklerin ise burada çoğunlukla yok denecek kadar az olacağı da açıktır.

Batı Felsefesinde Ölüm

Ölüm konusunun en fazla işlendiği alanlardan birisi hiç kuşkusuz felsefedir. Montaigne; “Felsefe, bize ölmeyi öğretir” sö­züyle felsefenin ölüm konusuyla ne kadar içli dışlı olduğuna dikkat çekmiştir.

Sokrat’a göre ölüm, bütün insanlar için en büyük nimetler­den birisidir ve korkulacak bir şey değildir. Sokrat, ölüm korkusu­nun bir hata olduğuna inanır ve ona göre her hata gibi onun da üstesinden akıl kuvvetiyle gelinebilir.

Eflatun’a göre hayat, ölüm için bir çıraklıktan ibarettir ve hayatın anlamının keşfedilebilmesi için ölüm üzerinde düşünmek gereklidir. Hayat bir hapishane, ölüm ise bu hapishaneden kurtuluş gibidir ve ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır.

Aristo, Eflatun’un öğrencisidir. Onun ölümü değerlen­dirişi, hocasından pek farklı değildir. Bunu Fârâbi ve İbn Miskeveyh tarafından yapılan alıntılardan anlamak mümkündür. Aristo, nefsin ölümsüzlüğüne ve bedenden ayrıldıktan sonra mutlu ya da mutsuz bir hayat yaşayacağına inandığını bildirmektedir.

Epikürcüler, ölümün korkulacak bir şey olmadığını ileri sürmüş ve “ölüm varken biz yoğuz, biz varken de ölüm yoktur. Hiçbir zaman karşılaşmayacağız. Ondan neden korkalım” şeklinde bir mugâlata ile ölüm korkusunun üstesin­den gelinebileceğini iddia ederler.

Stoacı­lar ölüm fenomenine başka açıdan bakarlar. Onlara göre ölüm, hayatın en önemli olayıdır. İyi yaşamayı öğrenmek, “iyi ölmeyi öğrenmek veya iyi ölmeyi öğrenmek, iyi yaşamayı öğrenmek demektir.” Ölüm, canlılar için en genel kaderdir. Bu yüzden ona karşı koymaya çalışmak anlamsızdır. “Bütün hareketlerimizde daima ölümlü olduğumuzu, sonunda öleceğimizi hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız” diyerek ölüm korkusunu aşmada en etkili yolun daima onu dü­şünmek olduğunu savunurlar.

Her insanı özgürlük, bağımsızlık, kişisel tercih ve haya­tın anlamı konusunda önemli sayan varoluşçu filozoflar, ölümle en fazla içli dışlı olan felsefi ekole mensuptur. Onlar ölüm ve ölümden duyulan korku ve kaygı üzerine en derin yazıları yazanlardır. Onun için Heidegger’e göre felsefe, ölü­me bir hazırlıktır. Ölüm bütün insanların istek ve tercihlerini, varlıksal bir acelecilikle doldurmuştur. O gelecekte tehdit edici bir şey olarak gizlenmemiş, bizim şu andaki düşünce ve aksi­yonlarımızın tamamen içine girmiştir. Ölüm bütün hayatı ku­caklamıştır. O bir varlık biçimi, bir yaşama tarzıdır. Ölüm hayatın en muhtemel şeyidir. Kişisel olarak, buna göre değerlendiril­mesi lazımdır. İnsanın bütün sorumluluklar devredilebilir, onlardan kaçılabilir veya en azından başkalarıyla paylaşabilir, yalnız bütün insanlar ölümle tek başlarına yüzleşirler.

Kierkegaard, ölüme ahlâki açıdan bakar ve onu hayatı değiştirebilecek bir fenomen olarak görür. Ona göre ölüm hissedilir ve insan hayatını değiştirebilecek derecede önceden yaşanılan bir fikir olarak kendisine bağlanılabilir. Bir kimsenin bencilliği, kendi ölümüyle ilgili bilincinden ayrılamaz. İnsanın başkalarının varlığından haberdar olması, aynı zamanda ona, onların ölümünü de hatırlatır. Kendi ölümünden haberdar olma ve ondan dolayı kaygılan­ma ise, insana özgü bir şeydir. Cesaret ve sağduyu, varoluşçular tarafından en çok üzerinde durulan iki erdemdir ve bun­lar ölüm kaygısıyla cesurca yüzleşmeyi de içine almakta­dır.

Sartre ve Heidegger ölümü, insanın en kişisel olanağı olarak düşünürler. Sartre’a göre hayat, aptal biri tara­fından anlatılan bir hikâyeden başka bir şey değildir. Hayat ap­talca, ölüm kaçınılmaz ve ortaya çıkardığı kaygı yenilemezdir. Akıllı insan ölümü hissederek yaşamalıdır. Bizim bütün imkânlarımız ölüme göre değişmektedir. İnsanın bu sı­kıntı içinde yaşaması, kendisini bir hiç olarak algılamasından daha iyidir. Bu durumdan kurtuluş yoktur. Bu konuda hiç kim­se bize yardım edemez. Herkes kendi hiçliğinde radikal bir şe­kilde izole edilmiştir.

Materyalizme göre ölüm, organizmanın hayati faaliyetleri­nin sona ermesi ve canlı sistem olarak bireyin yok olması mana­sına gelir. İnsanın ölümünü, hayvanların ölümü ve otların kuruması gibi değerlendiren materyalistler, ölüm fenomeninin metafizik boyutunu kavrayamaz ve bedenin ölümü her şeyin sonudur. Bundan sonra öteki dünya veya hayat diye bir şeye inanmazlar.

Hümanizme göre fâni varlıkların kaçınılmaz kaderi olan ölüm, er geç gerçekleşir ve aslında o kadar da korkunç değil­dir. Ölümsüzlüğü bir yanılsama ve dini sahaya mahsus bir yorum olarak değerlendiren hümanistler, ölülerin hiçbir bilince sahip olmayacak­larını, onların hayatlarını kaybettikleri gibi hayatın da onları kaybettiğini düşünürler. Onlara göre insanlar, ölümle sevdikleri­ni kaybetmelerine üzülmeyebilirler. Çünkü ölenler, hayatın düzensizliklerinden sonra güzel bir uykuya yatmışlardır. Onlara daha hiçbir şey dokunamayacak, rahatsız edemeyecektir, hatta rüyalar bile. Mezarda sıkıntılar dinecek, yorgun olan insan din­lenmeye fırsat bulacaktır. Ölüler orada hiçbir acı, keder, piş­manlık, vicdan azabı yani hiçbir şey hissetmeyeceklerdi. Çünkü insanın şuuru ve kişiliği, tamamen beyin fonksiyonlarına bağlıdır. Beden ve beyin bir bütün olarak öldükleri zaman ise bu var olma da sona erecektir.

Ruhçular ölümü, Allah’ın insanlara ihsan ettiği en büyük lütuflardan biri olarak değerlendirirler. Onlara göre insanlar için ölüm, yeni imkânların kapılarını açmaktadır.

İdealizme göre sadece gerçek realite ruhtur ve evrende ampirik düzene hakim olan kurallar, ruha uygulanamazlar, ölüm korkusuna karşı en etkili silah, ruhta yaşamaktır ve mümkün olduğu kadar ampirik dünya ile az münasebette bulunmaktır.

Pascal’a göre ise insan tek başına yaşar ve ölür. Hiç kimse ona yardım edemez. “Bir başkasının yerine ölsem, darağacımdaki bir dostumun yerini alsam bile, ölen o değil yine benim. Göz­leri önünde kendisi için öldüğümü gören dostum, muhakkak ki ölümüme minnet veya pişmanlık duygusu ile katılacaktır. Fakat ben öleceğim o yaşayacaktır. Ölümü ikimiz de taban tabana zıt bir şeklide tecrübe etmiş olacağız. Mümkün olan bütün ölümler içinde yalnız bir tanesi vardır ki diğerlerine benzemez: O da be­nim ölümümdür. Çünkü diğer bütün ölümlerde, en yakınları­mız bile ölse, benim dışımda kalırlar. Ölen ben değilim ve onla­rın ölümüne yaşayarak yargı veren benim. Başkalarının ölümü daima objedir. Yalnız benim ölümüm benim için süjedir” di­yen Pascal, insanların çaresi bulunamayan ölümden, zihni plan­da kurtulup mutlu olabilmek için kendilerini başka yönlere sürüklediklerini veya ölüm düşüncesini bilinçaltına attıklarını, fa­kat bu tutumun akıl almaz bir kaygının ortaya çıkmasına neden olduğundan dolayı yanlış olduğunu belirtmektedir. Pascal’ın bu tespiti, günümüz derinlik psikolojisi tarafından da teyit edilmiş­tir. Zira zevk ve eğlenceleri coşkun bir şekilde kovalama, estetik ve entelektüel olduğu kadar şehvete düşkünlük, psikanalistler tarafından çoğu insan için ölümle ilgili bu kaygıdan bilinçsiz bir şekilde kaçış olarak değerlendirilmektedir.

Ölüm üzerine dünya tarihinde çok önemli bir yazın oluşmuştur. Özellikle Doğu Kültüründe onun derin mana ve yorumlarına rastlanmaktadır. Kilise ve doğal olarak Dinden kopan Batıda ölüm gerçeği gittikçe hayattan izole edilmiştir. Belki de bu nedenle ölüm konusu, psikoloji alanında uzun bir müddet kapsamlı araştırmalara layık görülmemiş, bu konudaki eserlerin çoğu, din, edebiyat, felsefe, sanat, tıp ve biyoloji perspektifinde yoğunlaşmıştır.

İslami Belgelerde insanların ölümden en fazla korkanları Yahudiler ve Şirk Koşanlar olduğu tespit edilmiştir. Bu her iki topluluğun karakteristik özellikleri batılı toplumların da en temel vasıflarıyla örtüşmektedir. Biri kadim, diğeri modern; biri esas, ötekisi bina niteliğinde zuhur etmiş bulunmaktadır. İslâm dini ve genelde ona göre şekillenen gelenek ve göreneklerimizde ölüm hadisesi, psikolojik olduğu kadar sosyal bir fenomen olarak da değerlendirilmiş, hasta ziyareti, cenaze törenlerine katılma, ölü yakınlarına taziyede bulunma, mezar ziyareti gibi sosyal boyutlu davranışlar, hem dinen teşvik edilmiş hem gelenekleşmiştir.

G. Stanley Hail, “Korkuların Araştırılması” adlı makalesinde, dinin in­sanlara kazandırdığı ümidin, onları şiddetli bir şekilde zorlayan ölüm korkusu karşısında en büyük ilaç olduğunu ifade eder ve insan türünü bunaltan bu korkuyu hiçbir usta psikoterapistin din kadar azaltamayacağını ifade eder. Scott ise, “Yaşlılık ve Ölüm” isimli makalesinde yaşlı insanların ölümden daha az korktuk­larını ve dünyasal tecrübelerden bağımsız yeni bir hayat um­duklarını tespit etmiştir. 

Batılı Hayat Tarzında Ölünün Gömülmesi

Birçok açıdan kendini başarılı ve üstün hisseden çağın insanı, ölüm karşısın­da tamamen aciz ve güçsüz konumdadır. Bu konuda Batı ile Amerika özdeştir ve birbiriyle çok açıdan örtüşür. Çağdaş batı toplumu ölüme ilişkin tutumlarını, mazisiyle bağını kopardıktan sonra geliştirmiştir. Birçok araştırmacı batılıların mazisinde ölümün, he­men hemen her yerde gözlemlendiğine dikkat çeker. Bugün batılı sanayi toplumunda gözlemlenen yasak, ölümü isimsiz bir şey haline getirmiştir. Konfor­dan sarhoş olan bir toplumun yeni tutumu, ölümle ilgili eski tutumuna hiç benzememektedir. Geçmişte batı toplumu, hiç­bir zaman ölüm karşısında bu kadar donanımsız olmamış ve “ölü­me karşı hile yapmak” için hiç bu kadar uğraş vermemiştir. Ortaçağ Avrupa’sında insanlar, ölümlerini sezdikleri zaman onun için, hazırlıklar yaparak aileleri içinde ölürlerdi. Ölüm döşeğindeki insanın odası, rahatlıkla gezilen bir alan durumundaydı ve bu dönemde ölümle ilgili en büyük korku kaynağı, yalnız yani tek başına kimsenin başında bulunmadığı bir halde ölmekti.

Çağdaş batılı dünyada ise ölüm tamamen yalnızlaştırılmış ve insani olma­yan bir duruma getirilmiştir. Onun için hastalar ailevi çevrelerinden alınarak, acil durum odalarına atılmaktadır. Dinlenmeye, rahata ve eski anılarını hatırlamaya ihtiyacı olan hasta, bir sedyeye konmakta, ambulans ürkütücü sesine katlanmaya ve hastane kapısına gelmeye zorlanmaktadır. Hastanede kendisine bir eşya gibi davranılmakta ve çoğu kararlar kendi fikri hiç sorulmadan alınmaktadır. Hasta bu duruma isyan etmeye kalksa da elinden bir şey gelmemekte, sonuçta üzerinde yoğun tedaviler uygulanarak bir araştırma ve iktisadi yatırım metaı durumuna düşürülmektedir. Bugün batılı dünyada ölümlerin %80’i bir kamu veya özel sağlık kurumunda gerçekleşmektedir.

Batı dünyasında ölüm artık toplumsal olmaktan çıkmıştır. Burada can çekişen birisinin yanında durmak, ölünün temizliği­ni yapmak, cesedi beklemek, uzun süre başsağlığı dileklerini kabul etmek vs. gibi şeyler, ölü yakınlarının yapmak istemediği şeyler haline gelmiştir. Bu tür işleri yapmak istemeyen ölü yakınları, onların kendi yerlerine yapılması için para ödemeyi tercih etmektedir. Onun için batıda iş­lerle uğraşan kurumlar oluşmuş, Amerika’da olduğu gibi insanlara “sessiz sedasız ölmeleri” için yardım eden, böylece ailenin kusurlarını örtbas eden yeni meslekler ihdas edilmiş ve bu andan itibaren ölüm, verimlili­ğin hedeflendiği bir işletme konusu haline gelmiştir.

Batı toplumları, genelde hastalığın gizlenmesine çalışarak insanın ölüm haberdarlığını yok etmeye çalışmaktadır. Şöyle ki: 1. İnsanlar günlük realitelerden soyutlandıkları zaman ölümden daha çok korkabilirler. O zaman ölüm, art arda gelen tabiat olaylarından ayrılmış, garip ve yabancı bir fenomen haline gelir. 2. Ölüm süreciyle ilgili düzenli olaylara karşı mesafe koymak, aynı zamanda insanın ölüm sezgisiyle ilgili duygusal bilinciyle de araya bir mesafe koymak anlamına gelmektedir.

Batılı insan, ölümden çok yaşamaya önem vermek­tedir. Ona göre hayatın niteliği, ölümün son olmasından daha önemlidir. Genelde ölümü biyolojik bir olay olarak gören ve bir yokluk olarak değerlendiren modern insan cinsellik ve aşk ilişkilerine aşırı derecede önem vererek, ölümü bilincinden uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Fakat böyle bir eğilimin ölüm kaygısını azaltıp azaltmayacağı konusu yeterince açık değil­dir. Bazı araştırmacılara göre batı toplumu, ölüm gerçeğinin doğru bir şekilde değerlendirerek engeller durumda­dır. Bu tutumun, insanların ölümü doğru bir şekilde değer­lendirerek onun ortaya çıkaracağı dehşet ve belirsizliği azaltma­ya katkıda bulunmaktan çok, onları ölümden dehşete düşü­ren “bumerang” etkisini büyüten bir ikilem yarattığı görüşündedir.

Batı düşüncesi tarihinde felsefi olarak ölüm, hayat sürecinin tabii bir sonu, dini olarak da bedenin çü­rümesi ve yeni hayatın başlangıcı olarak değerlendirilir. Dünyevileşen insan, ölüm hakkında çok az düşünür. Fakat gerçekte hayatın geçiciliği, insanın fâni oluşu, mo­dern zihinlerin ön planında uğursuz bir hayalet gibi belirmekte­dir. Batılı insan, devamlı ölümün kaçınılmazlığı içinde yaşamak­ta, zihni korkunç bir toptan yok olma ihtimaliyle aşındırılmış, bu büyük ayrılığın ötesinde onu bekleyen şeylere karşı koruma­sız duruma düşmüştür.

Ölüm hayatın en temel gerçeklerinden biri olmasına rağ­men, batı kültüründe insanların fikir ve aksiyonlarının çoğunda onunla ilgili gizleme ve gözden uzak tutma hâkim durumdadır. Ölüm konusu, insanın bilincinin dışında ve nazik bir sohbet konusu olarak tutulmaya çalışılmaktadır. Hatta ölüm ve ölme kelimeleri, günlük dilde bunların yerine kullanılan daha hafif kelimelerle çoğunlukla gizli tutulmaktadır. İngiliz antropolog G. Gorer, Viktorian döneminde cimaın olduğu gibi, bugünün batısında ölümün ağza alınmaz bir kelime olduğunu tespit etmiştir.

Batının modern sanatında da ölüm karşısında sergilenen tutumlar gizlenmiştir. Modern insanın temel vasıflarından birisi, dramatik ve romanımsı durumları reddetmektir. Bu du­rum modern sanatkârlar için de geçerlidir. Buna paralel ola­rak modern sanat, ölümü tasvir etmekten uzaktır. Onu gösterdi­ği yerde bile, önemsiz göstermekte, mümkün olduğu kadar kü­çültmektedir. Çünkü batıda önemli olan ölüm değil hayattır.

Özellikle Amerika’da insanların ölüm bilincini bastırmak amacıyla, cenaze törenlerinde, cesetleri süsleyerek güzelleştirme çabası içine girdikleri gözlenmektedir. Çünkü güzelleştirilen ce­setler daha az korku yaratmakta, insanlara kendi ölümlerini hatırlatan ölülere yapılan makyajlarla, sanki yaşıyorlarmış gibi bir görüntü verilmektedir. Nitekim Amerikan cenaze tören­lerinde hedef ölümü gizlemek, acı ve gizem üstünde ısrar etme­mek, törenleri ortadan kaldırmak, her şeye masum ve sevimli bir nitelik vermek ve ölüme rağmen, hayattakilerin mutlu kalmalarına yardımcı olmaktır.

Ölümün tiksinti verici görünümünü yumuşatmanın ya­nında, meselenin bir de ticari boyutu bulunmakta ve bu durum, aynı zamanda toplumda yasla ilgili olarak oluşan gelenekleri de değiştirmektedir. Ölü teşrifatçıları, ölüm gibi soğuk bir olguyu satmak için onu güzel göstermeye çalış­makta, kendilerini de aynı zamanda “elem doktoru” olarak lanse etmektedirler.

Amerika halkının ölümle ilgili bu yasaklamacı toplumsal tutumdan memnun olduğunu söylemek doğru değildir. Yapı­lan bir araştırmaya göre, insanların çoğunluğunun kendi evle­rinde ve yataklarında, fazla uzun sürmeyecek az bir ıstırapla ölmek istedikleri tespit edilmiştir. Buna göre insanlar, ailelerinin yanında hayatı sürdürmek için daha az ilaç alarak, ölümü daha bir gizemlilik içinde kabul etmek istemektedir. Hâlbuki mo­dern toplumlarda insanlar, durumlarına hazırlıklı ve acılarını azaltan büyük hastanelerde ölmektedir. Hastanenin bu hizmeti ise, narkozlar, oksijen çadırları, damarın içine yerleştirilen tüpler vs. şeylerle kişisellikten yoksun bir biçim taşımaktadır.

Batı ve Amerika’da yaşayan insanların ferdi olarak gizliden de olsa ölüme bir ilgi duyduğu, ya­pılan araştırmalar sonucu ortaya konmuştur. Bu konuda 1970 yılında yapılan ankete rekor sayıda iştirak olmuş ve ankete katılan­lardan 2000’den fazlası, konuyla ilgili olarak dergiye önemli mektuplar göndermişlerdir. Ölümle ilgili dertlerini dök­mek için fırsat bekleyen binlerce kişi, dile getirilmeyen düşün­celerini yazdıktan sonra biraz rahatlamıştır. Çok sayıda mektup da ankete iştirak edenlerin fazlasıyla memnun kaldıklarını, böy­le bir araştırmanın kendileri için ne kadar anlamlı olduğunu di­le getirmiştir.

Sonuç ve Değerlendirme

Batılı hayat tarzında insanlar ölümün soğuk yüzüyle hiç karşılaşmak istemez. Onu bir şekilde gizlemesini bilmiş ve bunu gelenek haline getirmişlerdir. Hayatının son demlerine yanaşan insandan en yakınları ve en candan dostları bile uzaklaşır. Onu hekimlerin ellerine, onlarda onu makinelerin ruhsuz, cansız, acımasız sistemine teslim ederler. Bundan sonra en yakın temas ancak müşahede odasında veya yoğun bakımda ses geçirmez kalın camlarından arkasından gözle onları birkaç dakika izlemekten ibaret kalır. Belirlenmiş takdir gereği bir süre beklendikten sonra insanın Allah’tan gelen yanı yine ona doğru yola çıkar. Hekimlerin, makineler ve hizmetlilerin ellerinde toprağa mahsus cansız beden kalır. Onun beyin ölümünü teşhis ettikten sonra daha kesif ve yoğun bir karanlığa sevk ederler (morga kaldırırlar). O karanlık ve soğuk atmosferde cansız beden bir süre bekletilir. Sonra da anne, baba, evlat ve yakınlar herhangi bir yakınlaşma niyet ve teşebbüsüne yönelmeden doğrudan bedeni para ile tutulan işçilere, şirket çalışanlarına tevdi ederler. Orada bedene modern geleneğe uygun birtakım işlemler uygulanır ve sadece yüzü görünecek şekilde kişi teşyi için gelen kalabalığa teşhir edilir. İnsanlar son olarak onu tıraş olmuş, en sevdiği elbiselerini giymiş, en güzel görünümüyle müşahede ederler.

Bundan sonra kişi muhkem bir tabuta kapatılır. Üzerine sağlam biçimde çivilenir ve öylece ya toprağa verilir veya ateşe. Elbet ölü toprağa veya ateşe verilirken insanlar onu izlemez. Bunun onların morallerini bozacağı, canlarını sıkacağı ve psikolojik rahatsızlıklara sebep olacağı düşünülür. Mümkün olduğunca kişi gözlerden ve gönüllerden uzak olduğu kadar akıllardan uzak bir akıbete terk edilir. Yapılan işlem yinede kulağa hoş gelecek ifade ve yorumlarla verilir: “Son yolculuk”, “Ebedi istirahatgâh”(!). Bununla insanların hayatın değişmez gerçeği olan ölümle salt biçimde karşılaşmaları önlenir. Ölümün hayatın tadını kaçıran cephesi, tüm zevk ve lezzetlerin aktif motivasyonunu yıkıma uğratan yüzü maskelenmek istenir. Çünkü bir insanın toprağa gömülmesi veya ateşe verilmesi, dünyanın tüm nimetlerinden sonsuza dek mahrum kalması ve bir daha hayata gözlerini açmayacak olması gerçekten tüyler ürpertici korkunç bir dehşet gibidir. Onu kimse çıplak haliyle göğüsleyemez ve doğuracağı demoralizasyonu kaldıramaz.

Bu sadece Batılı toplumların ölüme karşı geliştirdikleri bir taktik veya strateji değildir. Aynı zamanda Batıyı gelişmiş, ilerlemiş, medenileşmiş, çağdaşlaşmış, uygarlaşmış en iyi insan toplumu, en üstün devlet ve idare olarak gören Batıcı cemiyetlerin de ölüme karşı geliştirdikleri refleksleri de sembolize etmektedir. Bu toplumlarda da vefat haberleri daha mecazi veya kamufle edilmiş kelime veya cümlelerde verilmektedir: “…, hayata veda etti”, “…., hayata gözlerini yumdu”, “…, aramızdan ayrıldı”, “…, hayatını noktaladı.”

Böylece “ölüm” kavramı hayattan soyutlanmış ve zihin, akıl, gönül ve göz gibi temel insani algı ve duyu sistemlerinden uzak tutulmuş olmaktadır. Cahiliye toplumları her zaman ölüme karşı soğuk bir tutum içinde olmuşlardır. Büyük ekseriyeti insanın dünya hayatından sonraki hayatına yönelik düşünce ve yorumlarında zayıf kalmışlardır. Hayatı sadece dünya hayatından ibaret sayan ve tüm gaye ve hedeflerini bunun üzerinde veya etrafında yoğunlaştırıp geliştirmeyi şiar edinen bu topların çoğunda sağlıklı, tutarlı, hayatta işe yarar bir ölüm sonrası düşüncesi yoktur. Bu dünya hayatına faydası olan bir “öte dünya” düşünce veya inancı mevcut değildir veya kayda değer bir ehemmiyeti söz konusu edilemez.

Bu yüzden ölümden sonraki hayatı yok sayma veya onu inkâr etme üzerinde yoğunlaşan cahiliye inanç ve düşüncesi, dünya hayatında aşırı biçimde dalan ve onda adeta fani olan Yahudilikte ahret inanç ve düşüncesi ya çok zayıf veya yok hükmündedir. Onun için Yahudilerin büyük ekseriyeti öldükten sonra dirilmeye inanmaz. Onlara en yakın tutumu ise ölümden sonra dirilmeye inanmayan Müşrikler gösterir.

Kur’ân tarafından muhatap alınan dönemin cahiliye mensupları da öldükten sonra dirilmeyi olması imkânsız bir ihtimal olarak görmüşlerdir. Hatta çürümüş kemikleri getirip onları parmakları arasında un ufak ettikten sonra: “artık kül haline gelmiş kemikleri kim diriltebilir?” diye kendince bir mantık geliştiren kesime Kur’ân tarafından verilen cevap ilginçtir: “De ki: Onu ilk defa yoktan yaratan…” (36/Yâsîn 79-83). Burada ileri sürülen delil kelimenin tam anlamıyla çürütülmüş ve kişi bundan sonra tek kelime edemeyecek duruma düşmüştür.

Vuslat Dergisi Ağustos 2017 sayısı
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Kur’ân ve Sünnet Perspektifinde Nur Talebelerinin Namaz Tesbihatı

KUR’AN VE SÜNNET PERSPEKTİFİNDE NUR TALEBELERİNİN NAMAZ TESBİHATI   Tesbihat, Allah ile kul arasındaki irtibatı …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Sükûnet içinde Hareket

Yazar: Serdar Demirel Bilge Mimar merhum Turgut Cansever İslâm mimarisini anlatırken, “İslâm mimarisi sükûnet içinde …

Kapat