Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Nurdan Hatıralar / Bayram Yüksel Ağabeyime Mektup

Bayram Yüksel Ağabeyime Mektup

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Bayram Yüksel Ağabeyim, 19.Haziran.2003

         Sevgili ağabeyim, siz bana hakkınızı helal ediniz lütfen. Üzerimde epey hakkınız var, epey emeğiniz var. Ben size layık bir kardeş olamadım ağabey, hakkınızı lütfen helal ediniz, lütfen beni affediniz.

         Duydum ki; elim bir trafik kazasında şehit olmuşsunuz. Aziz Üstadımızın bizlere emanet olarak bıraktığı Kur’an’ın bir hakiki tefsiri olan ve Kur’an’ın bir mucize-i manevisi olan Risale-i Nur’larla muhtaçlara yaptığınız hizmetten sonra Avrupa’dan dönerken emr-i Hak vâki olmuş ve siz aziz ağabeyim, çok sayıp ve sevdiğiniz ve uzun yıllar hizmetinde bulunmak şerefine nail olduğunuz aziz ustadımıza kavuşmuşsunuz. Ve dâr-ı bekaya intikal eden ve vatan-i aslilerine rücu’ eden mübarek ağabeylerimizle dâr-ı saadette buluşarak onlarla kucaklaşmışsınız.  Sizin o aziz ağabeylerle bunca yılın hasretinden sonra nasıl kucaklaştığınızı ve nasıl bir hasretle sohbet ettiğinizi tahayyül edebiliyorum, aziz ağabeyim.

         Ağabey, son senelerde ayaklarınız ağrıyordu, fakat siz hizmet-i Nuriye’den bir an bile geri kalmıyordunuz. Türkiye’yi ve medrese-i Zehraları teker, teker gezerek kardeşlere Üstadımızla olan hatıralarınızı her zaman olduğu gibi anlatıyordunuz. En çok da uhuvvet, tesanüt üzerinde duruyordunuz. İttifakımızın en büyük kuvvetimiz olduğunu; iftiraklarımızın ise; sebebi-i zillet ve kuvvetsizliğimizin en büyük sebebi olduğunu anlatıyordunuz. İncinmiş ve kıyıda köşede kalmış bazı ağabey ve kardeşlerimizi soruyor, onların ayaklarına giderek ziyaretler ederek sanki helalleşiyormuşsunuz. Bu yaptığınız hizmetin mahiyetinden biz maalesef gafil kaldık, manasını anlayamadık, mübarek ve aziz ağabeyim. Affet ağabey; lütfen bu mücrimi affet; eğer sizi ve ziyaretlerinizi anlayabilseydik belki sizi başka bir nazarla dinler; anlattıklarınızdan bir ders-i ibret alırdık.

         Ah ağabeyim ah! Biliyorum siz kendinizden böyle sitayişle bahsedilmesinden hiç hoşlanmazsınız. Sizi metheder gibi konuştuğum zaman hemen sözü başka bir tarafa çevirirdiniz. 1965 (Bin dokuz yüz altmış beş)’de Sıddık Süleyman ağabeyin vefatı dolayısıyla Barla’ya gittiğimiz zaman bana özel olarak ehemmiyet verip Üstadımızın hatırası olan yerleri hep göstermiştiniz. Çam Dağı”na ilk defa sizinle beraber çıkmıştım. Bana o katran ağacını yani diğer sadık Süleyman’la iken, ikram-ı İlahi olarak gönderilen ekmeğin üzerinde olduğu katran ağacını göstermiştiniz. Yalnız o zamanlar Barla’ya ve Çam Dağı’na şimdiki gibi yollar yoktu. Vadiden ve sarp yerlerden çıkıyorduk.

         Ve ağabey, siz beni hasta yatağında yatan Şamlı Tevfik ağabeye çıkarmıştınız. O saff-ı evvel olan mübarek ağabeyin kulağına eğilerek “ağabey, bu Anbarlı kardeş Ankara’da, biz onunla beraber hizmet ediyoruz” demiştiniz. Sıddık Süleyman ağabeyi Barla denizine bakan ve aşağılarda Üstadımızın Şamlı Tevfik ağabeye “yaz kardeşim” diyerek Onuncu Söz’ü yazmaya başladığı yerleri siz bana göstermiştiniz. Benimle özel alakadar oluyordunuz. Bu benim için büyük bir saadet ve nafi bir şeref payesi idi.  Ankara’daki hizmetlerde beraber oluşumuzdan mıdır yoksa bana karşı özel bir muhabbet hissinizden dolayı mıdır, bu alakanızın sebebini hiç belli etmediniz. Sadece bana şefkatle muamele ettiniz. Rahmetli Hacı Bahri ağabeyle tanıştırdınız. Mustafa Gül ağabeyle de tanıştırmıştınız. Bilahare de Savlı Mustafa Gül ağabeyi sizinle beraber evinde ziyarete gitmiştik. Bana Sav köyünü de gezdirerek aziz Üstadımızla hatırası olan (hatıranız olan) yerleri anlatıyordunuz.

         Mübarek ağabeyim, siz hatıralarınızdan bahsederken hep müspet ve hizmetin inkişafına taalluk eden hatıralarınızdan bahsederdiniz. Hiç menfi şeyleri söylemezdiniz. Zaman, zaman “bâtıl-ı tasvir safi zihinleri idlal eder” derdiniz. Ve bu cümleyi biraz sık kullanırdınız. Belki de zamanın ve zeminin iktizası üzerine hareket ettiğinizden dolayı böyle iktiza ediyordu ki, siz de öyle yapıyordunuz.

         Ah ağabeyim ah! Sizleri tam manasıyla tanıyamadık ve sizleri hakiki mahiyetiyle anlayamadık; yani sizleri hakiki veçhenizle tanıyamadık. Bizleri affediniz mübarek ağabeylerim. Bir gün bana “Anbarlı sana yemek yedirmek istiyorum” demiştiniz ve beni maruf 27 isimli kaldığınız dershaneye davet etmiştiniz. Ben geldim sizin bizlere sofra hazırlamaktaki hizmetinizden utandım hayâ ettim size yardım etmek istedim. Siz ise Hz. Ömer’in Hilafeti zamanındaki bir vakıayı anlatarak bana bir nevi fırça çekmiştiniz. O gün sizin mübarek ellerinizle hazırlamış olduğunuz yemekleri yedik. Orada kalmamı söylemiştiniz. Biliyorsunuz ben Said Özdemir ağabeyin evinin altındaki dershanede kalıyordum. Peki, dedim. Gece yattık sizin odanız kiler ve mutfak gibi kullanılan bir yerdi, ben zaman, zaman Zübeyir ağabeyin geldiği zaman kaldığı küçük odada yatıyordum. Hatta o odada kimlerin yattıklarını bana anlatmıştınız. Yani “bak sana onların kaldığı yeri veriyorum, kıymetini bil, sakın reddetme” diyordunuz.

         Mübarek ağabey gece İmsaka doğru kalkmıştım. Baktım sizin ağlayarak dua eden sesinizi işittim. Cevşen okuyordunuz. Biraz sonrada Üstadımla konuşmaya başladınız. Üstadıma o sıralarda Balgat da yakalanan Risale-i Nurlar dolayısıyla Said ağabeyi şikâyet ediyordunuz. Konuşma şeklinizden Üstadım ile karşı, karşıya idiniz. “Üstadım Said kardeş bütün ikazlarıma rağmen, böyle, böyle yaptı” diyordunuz. Ah ağabeyim ah Birinci Mektup’taki tabaka-i hayatı tam manasıyla anlayamadığımız için sizin Üstadımızla vicahen konuştuğunuzu çok sonraları anladım. Bizi affet ağabeyciğim affet. Biz sizi hakiki veçhenizle tanıyamadığımız için, size gereken hürmeti gösteremedik. Ağabey bu materyalist asır demek bizleri de, biz Nur Talebelerini de kör etmiş; gözümüze perdeler çekmiş. Risale-i Nurlar o perdeleri yırtıyor ve hakikat güneşini tam ve net gösteriyordu, ama biz Risale-i Nur’ları da gerektiği şekilde değil de maalesef az okumuşuz, onu tam anlayamamışız. Affet ağabeyim affet. Siz çok müşfiktiniz zaten benim birçok kusurlarımı affediyordunuz. Eğer sizin af ve müsamahanız olmasaydı ben o hizmetin içinde o kadar yıl kalamazdım ki. Siz bana hep aguşunu açmış bir anne şefkatiyle baktınız ve öylede muamele ettiniz. Allah sizden ebediyen razı olsun.

         Ağabey sen o kadar müşfiktin ki bir gün Avukat Bekir Berk ağabey sizin oraya gelmiş, ben ise Said Özdemir ağabeyin orada kalıyordum. Araba ile  (hizmetin minibüsü ile ) Bekir ağabeyi Temyiz Mahkemesine murafaaya götürecektim, gecikmiştim, sen geldin bana kızdın, ben de sana edepsizce cevap vermiştim. Siz kızarak kapıyı çarpıp gittiniz. Ben de yemek yediğim sofranın başından kalkarak arabayı çalıştırdım, yolda yanınızda durarak “ağabey gel bin” dedim siz bana o kadar kızmıştınız ki, binmediniz. Ben de binmezsen binme dercesine gazlayarak 27’ye geldim, Bekir Ağabeyi alarak. Siz de gelmiştiniz, murafaalı Danıştay mahkemesine sizleri götürmüştüm.

         Ağabeyim hatırlıyor musunuz? O malum gece Üstadımızla vicahen konuşmanıza sebep olan hadise dolayısiyle Zübeyir ağabey Ankara’da idi. Ankara adliyesi iki kamyon yakalanan Risale-i Nurların Haşir Risalesi gibi bir kısım imani Risalelerin imhasına bir kısım Risalelerin de iadesine karar vermişti. Zübeyir ağabey, Mustafa Türkmenoğlu ile bazı ayarlamalar yapmıştı. Bu sebeple de bizler Risalelerin hepsini adliyeden alacaktık. Mustafa Türkmenoğlu vardı. Fevzi Allah verdi’yi Gazi Antep’ten çağırmıştınız, o da icabet etmişti. Araba işini ben halletmiştim. Birisi benim araba diğeri de Hafız Hasan’ın arabası idi. Adliyeden Risale-i Nurları teker teker kamyonlara yükledik. Ben arabanın birini götürüp ta.. Abidinpaşa’nın arkasındaki Çiftebayırlar’a bir yerde iki kamyonu bir kamyon yapacak şekilde yüklemiştim. Gece yarısı da Eskişehir’e doğru yola çıktık. Yorgunluk ve uykusuzluktan çok zor bir yolculukla Eskişehir’e vardık. Zübeyir ağabey öyle tedbirli idi ki, ben Medrese’de uyurken arabayı bir başkasıyla, başka bir yere götürtmüştü. Zübeyir ağabeyin nazarında tedbir ayrı, itimat etmek tamamen apayrı şeylerdi. Yoksa bana hudutsuz itimadı vardı. Zira o zamanlar Ankara’daki birçok Risale-i Nur deposunun anahtarları bende idi. Ve yerlerini sadece ben biliyordum. Biten veya adedi az kalan Risale-i Nurları ben tespit ederek bir kısmını Said ağabeyle beraber bastırıyordum. Matbaalarla irtibatım vardı. Yani bana itimat etmemek gibi bir şeyden dolayı o tedbir alınmış olamazdı. Fakat Emniyet Risalelerin tamamını aldığımızı duyarsa “derin devletin” baskı ve tazyikiyle bana işkence yapmak suretiyle söylettirebilirlerdi. Hâlbuki Risalelerin nerede olduklarını bilmezsem neyi söyleyecektim ki. Hem her İnsanın bir sabır ve metanet hududu vardır. Gerçi bende “hakta sebatta inat” biraz fazla idi ama yine de tedbir İslam’ın ve aziz Üstadımızın “sırren tenevveret” kaidesiyle bize öğrettiği ve hizmetin bir gereği idi. Bunu sizinle böyle konuşmuştuk aziz ağabeyim.

         Ah! Aziz ağabeyim ah! Ne olur beni affediniz. Eğer sizin hakiki vazifenizi ve yaptığınız hizmetlerin mahiyetini hakkıyla idrak edebilseydim. Sizin benim bulunduğum beldeye geldiğinizi duyunca; sizi ziyaret için, yürüyemesem sürünerek, toprakları avuçlayarak size gelebilmek ve o mübarek Nurani yüzünüze bakabilmek için gayretler sarf ederdim. Biliyorum yine bana kaşlarınızı çatarak bakıyorsunuz. Zira siz bu tarz methedilmekten hoşlanmıyorsunuz. Ama ağabeyim ben sizi methetmiyorum ki; olan vak’a ları yazıyorum. Yani olanları söylüyorum.

         Ağabey siz teheccüt namazlarını sanki farz namazıymış gibi, devamlı kılardınız. Günlük virtlerinizi hiç ihmal etmezdiniz. Sizin hayatınızda malayani ve boş hiçbir an ve zaman yoktu. Hep zikir ve fikir gibi tefekkürle iştigal ederdiniz kendinizi. Ah ağabeyim ah o günleri çok özledim. Sizi ve Zübeyir ağabey ile Tahiri Mutlu ağabeyi, Ahmed Feyzi ağabeyi ve diğer ağabeyleri çok özledim. Sizin latifelerinizin her bir zerresinde dahi bir hakikat payı vardı. O hakikatler ile latife yapardınız. Siz bana soyadımdan dolayı “Nur Anbarı” derdiniz. Bunu, Risaleleri hem tashih için hem de nefsime ders için Risaleleri çok okumamdan dolayı derdiniz. Ah ağabeyim ah! Keşke başka sırlar da bu iltifatın altında yatıyor mu diye düşünebilseydim. Sizin bana şefkatle bakışınızın ardındaki sırrı çözebilseydim. Ah mübarek ve aziz ağabeyim ah!..

         Ah! Ağabeyim ah! Sizin zamanınızdaki huzurlu hizmetlerden ve neticesindeki huzurlu hayatları çok özledim, çok. Sizler bizim için birer manevi istinadgâhlar imişsiniz ama bizler gafletimizden anlayamamışız; affet beni benim Nurani ve şefkatli ağabeyim affet. Sizin yanınıza gelerek, sizin şefkatli ve merhametli nazarlarınız altındaki hitaplarınızdaki sırları çözemediğim için lütfen beni affediniz aziz ve mübarek ağabeyim lütfen affediniz.

         Ağabey hatırlıyor musun? 1968 miydi 1969 muydu ben Van’da dershanede kalıyordum, o zamana tevafuk eden ikinci “mevlit”i Van’lı ağabeylerle beraber ben organize etmiştim. Nurşin Camii’nde okunan mevlitten evvel ve sonra mevlit’e gelenleri, Üstadımızın hatıraları olduğu yerleri gezdiriyorduk. Sen bana nezaket ve şefkatle talimatlar veriyordun. Tam bir tesanüt ve ittifakın in’ikas ettiği bir havayı herkes görüyordu. Şimdiki gibi siyasi bölünmeler falan yoktu o zamanlar. Herkes birbirine hürmetkâr ve saygılı idi. Şimdiki Yeni Asya Gazetesi daha yoktu. Sadece haftalık “İttihad” gazetesi vardı. Onun için bölünmemiştik. Haftalık İttihat gazetesi çıkıyordu. Onun muhteviyatı da tamamen siyaset değildi. Bu yüzden de herkes birbirine kardeşçe bakıyordu. Kardeşçe kucaklıyordu. Ya şimdi ağabeyim böyle mi? Siyaset ve siyasi tarafgirlik ile Gazetecilik tarafgirliği Hakaik-i İmaniye ve Hakaik-i Kur’an’iye’nin önüne geçmiş. Siyasete ve gazeteye hizmet birinci planda iken; İman ve Kur’an’a hizmet belki yirminci sıraya düşmüş. Muhabbet ve sevgiyi İman Kardeşliğinde değil, siyasi beraberlikte aranılır olunmuş. Mübarek ağabeyim siz bu zamanda hayat da olsaydınız günde yirmi defa ölürdünüz. Mutaassıp, tavizsiz katı tarafgir siyasetçilik yapan Gazeteci Nurcularıyla (!) karşılaştığınız zaman size bu bizim partiden değil diye selam vermezlerdi. Veya başka her hangi bir İslami gazete okusanız, bu bizim Gazeteyi okumuyor, bizden değil diyerek selam vermezlerdi. Hasta olan nurcuyu ziyaret etmiyorlar ağabey; yardıma muhtaç bir nurcu kardeşe o bizim partiden değil diye selam vermedikleri gibi yardım da etmiyorlar ağabey. Hem bu taassubi hal o dereceye vardı ki, elinde şifa verici bir ilaç olan Yeni Asyacı, bir Nurcu(!) önünde Yeni Asya okumayan ve DYP’li olmayan bir Nurcu kardeş hastalıktan yere düşse, o adam elindeki ilacı ona vermiyor ağabey; böyle Nurculuk olur mu? Allah aşkına. Böyle İnsanlık olur mu Allah aşkına. Hani dört hatveden bir hatve olan şefkat? Hani teavün sırrı? Hani tesanüt hakikati? Hani İhlâs ve samimiyet? Hani nerede Muhabbet? Fesuphanallah! Fesuphanallah! Aman yarabbi sen benim aklıma mukayyet ol. Beni muhafaza eyle.

         Her neyse mübarek ve aziz ağabeyim biraz hasbıhalle beraber biraz da iç döktük, siz bize hakkınızı helal ediniz lütfen aziz ağabeyim.

         Aziz ağabeyim sizlerin yok olduğu dünya güzel değil; cazip değil; bilakis zulümatlı ve keşmekeş bir dünya. Bu dünyada yaşamak çok zor ağabeyim. Siz de yoksunuz ki, gelip sizinle dertleşsem, Sizinle hasbıhal ederek ferahlasam.

         Aziz ağabey sene 1962 mi? 1963 mü idi, tam hatırlayamıyorum. Bekir Berk ağabey, Zübeyir ağabeyin talimatı ile sizi Karabük’ten alıp, Ankara’ya getirerek 27 Numaraya yerleştirmişti. O mezkûr tarihten sonra Ankara’nın veçhesi değişmişti. Daha nurani, daha sakin daha sükûnet verici olmuştu. Adeta Sizin iç dünyanızın huzuru bulunduğunuz beldeye in’ikas etmişti. Sizi ilk 1959″da Denizciler caddesinde aziz Üstadımın arabasının yanında görmüştüm, ama konuşup tanışmamız mezkûr tarihte sizin Ankara’ya gelişinizle olmuştu. Bu hal 1973’e kadar yani ben İstanbul’a gittiğim tarihe kadar devam etti. Ben İstanbul’a gittikten sonra da siz Ankara’da fazla kalmadınız, Isparta’ya gittiniz. Ben size olan hadsiz muhabbetimden dolayı, o vakayı ben Anbarlı’sız Ankara’yı ne yapayım, diyerek terk ettiniz manasında değerlendirdim. Sonra sizin zaman, zaman İstanbul’a gelişlerinizde görüşürdük. Rabb’im size ebediyen Rahmet etsin.

Affınıza sığınan bir kardeşin

İsmail ANBARLI

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

“Bediüzzaman’a İlk Ziyaretimi Yeis İçinde Yaptım”

Merhum Prof. Dr. Zekeriya KİTAPÇI anlatıyor: BEDİÜZZAMAN’A İLK ZİYARETİMİ YEİS VE BİTKİNLİK İÇİNDE YAPTIM Bediüzzaman …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
“Kudret-i İlâhiye Zâtiyedir” Ne Demek?

KUDRET-İ İLAHİYE ZATİYEDİR Sual: 29. Söz’deki şu cümleyi izah eder misiniz? “Bir şey zâtî olsa, …

Kapat