Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Bediüzzaman'ın Talebeleri / Bediüzzaman'ın Yakın Talebeleri / Nur’un Birinci Talebesi Albay Hulusi Yahyagil / Ömer Özcan

Nur’un Birinci Talebesi Albay Hulusi Yahyagil / Ömer Özcan

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

HULÛSİ YAHYAGİL / Ömer OZCAN*

HULÛSİ YAHYAGİL, 1895 yılı Elazığ Harput doğumludur. 1929’da, Üstad Bediüzzaman Barla’dayken, yüzbaşı olarak onu ziyaret etmiştir. 1950’de albay rütbesiyle emekli olmuştur. Kendi ifadeleriyle sadece beş-altı defa Üstad’la görüşmüştür. 1986’da 91 yaşındayken Elazığ’da vefat etmiştir, kabri Elazığ’dadır.

Saff-ı evvel ağabeylerimizden birisi, belki de en birincisidir Hulûsi Ağabey. Zira Üstad’ımız öyle söylüyor: “O kardeşimiz birinciliği daima muhafaza ediyor.” (Kastamonu Lâhikası, 244) Gavs-ı Azam Hazretleri de bir fıkrasında, Risale-i Nur’un bu ilk muhatabına, “Hulûsi gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sadık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddi müştak talebeler size verilmiş” diye sarihan işaret ediyor. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 152)

 

Hulûsi Ağabeyden dinlediğimiz “İhlâs” dersleri


1969’da İzmir’de, Mustafa Birlik Ağabeyin Patlıcancı Yokuşu sonun-

daki evinde bir derse iştirak etmiştim. O sırada Ankara’da talebeydim ve İzmir’e izne gelmiştim. İzmir’de henüz hiç dershane yoktu. Salı günü, hizmetin mühim bir merkezi olduğu için, şimdi müze olmaya layık o eve derse gittik. “Hulûsi Ağabey geldi” dediler. Sekiz-on kişi gibi çok az bir cemaat vardı. Hulûsi Ağabey, “Okunmasını istediğiniz bir mevzu var mı?” diye sordu. Cemaatten birisi, “İhlâs okuyalım ağabey” dedi.

“Ne o, ihlâsınız mı azaldı yoksa?” diye latife yaparak derse başladı ve “Yirmi Birinci Lem’a”yı açıklayarak okudu.

 

Birkaç gün sonra Ankara’ya döndüğümde baktım, Hulûsi Ağabey de İzmir’den Ankara’ya gelmiş. İhlâs Risalesi’nin ehemmiyeti ve 15 günde bir okunmasının bir emir olduğunu uzunca izah ettikten sonra “İhlas”ı İzmir’deki gibi tekrar okudu. İkinci kere aynı dersi dinlemek nasip olmuştu…

 

Hulûsi Ağabeyle Re’fet Ağabeyin görüşmesi

 

Nur’un iki muazzam kumandanı Albay Hulûsi Bey ile Yüzbaşı Re’fet Bey ömürlerinin çoğunu Üstad ve Nur eserlerine hizmette geçirdikleri hâlde, daha önce hiç karşılaşamamışlardı. Hemen hemen aynı tarihlerde, yani 1929-30’larda ikisi de Üstad’ı Barla’da ziyaret ettikleri hâlde, tam 40 yıl sonra birbirlerini yaşlanmış olarak görmüşlerdi. İlk defa 1971’de Ankara’da Dışkapı Nur Apartmanı’ndaki meşhur dershanede karşılaştılar. Bu tarihî anda bulunmak nasip olduğu hâlde, maalesef kıymetini bilememiş ve not tutmayı ihmal etmiştim.


Hatırladıklarım şunlar:

 

İki büyük ağabey, Mektubat ve Lem’alar’dan tefeül ettiklerinde kerametkârane birbirlerine ait kısımların çıktığını hatırlıyorum: “Aziz, muhterem, müşfik ve mükerrem Üstad’ım! On Dördüncü Lem’a’nın Birinci Makam’ını teşkil eden iki mesele bence çok mühimdir. Bu dersin takrir ve tahliline vesile olan Re’fet Bey kardeşimizden Allah razı

olsun! Hulûsi” (Barla Lâhikası, 153)

Bazen lâtife yapıyorlardı. Bir keresinde Hulûsi Ağabey, Re’fet Ağabeye “Risale-i Nur talebelerinin şeyhi” diye iltifat etmişti. Re’fet Ağabey de o letafetli diliyle “Yok, yok! Ben şeyh değil, şey, şeyim…” diye gülerek cevap vermişti. Re’fet Ağabeyin kulakları az işittiğinden sohbet daha da lâtif hâl alıyordu…

 

Üstad’dan dualıydı


Hulûsi Ağabeyin Üstad’dan dualı olduğunu, hiçbir zaman karakola bile çağrılmadığını duymuştum. Ankara’da o zaman hepimiz, gözümüzle gördüğümüz acip bir hadise yaşadık.

“Seni vermeyeceğim” diyen Üstad’ın duasının makbuliyetini açıkça hepimiz hayretle müşahede ettik. Fevzi Allahverdi Ağabeyimizin kaldığı Dikimevi semtindeki dershanedeyiz. Hulûsi Ağabey uzunca bir ders yaptı, sonra Kur’an’dan bir aşr-ı şerif okuttu. Secde ayeti okunduğundan, cemaate tilâvet secdesi de yaptırdı. Sonra birden kalktı; biz de arkasından kalktık, dershaneden topluca ayrıldık. Hulûsi Ağabey henüz ayrılalı 10 dakika olmadan, dershaneyi polisler bastı. Ama nafile… Üstad’ı Bediüzzaman, “birinciliği hep muhafaza eden” bu kıymetli talebesini yine vermemişti.

Hulûsi Ağabey 1986’da vefatına kadar çok kalabalıklara dersler yaptığı, çok tanınmış bir Nurcu olduğu hâlde, en küçük bir sorgusunun dahi yapıldığını duymadık. Hâlbuki gerek Üstad’ımızın sağlığında gerek vefatından sonra takibata uğramayan, medrese-i Yusufiye’ye girmeyen (hem de defalarca) başka bir ağabey yok gibidir.

 

Hulûsi Ağabeyimizin ses kaydından çözdüğümüz bazı hatıralar şöyle:

 

“Kime anlatmak istiyorsa ona meramını anlatıyor”


“Üstad’la birlikte beş-altı kişi oturuyoruz Barla’da. Konuşması çok zor anlaşılıyor. Bir şey söyledi, dedi: ‘Kardaşım, bunlar anlamadılar
hâ!’ Ondan sonra bana sordu: ‘Sen anladın mı?’ Dedim: ‘Hayır!’ Her ne ise, kime anlatmak istiyorsa ona meramını tefhim ediyor, o anlıyor.

Hâl hatır sorduktan sonra ‘Haydi,’ diyor, ‘biraz hocalık yapalım.’ Kalkıyor, yatağın üstünde başlıyor anlatmaya. Biraz önce, dikkat ederek, sözlerini ancak müşkülâtla anladığımız zatı, sanki kaldırdılar, yerine aynı kalıpta başka birini getirdiler. Gayet fasih ve beliğ konuşuyor, hiçbir kekeleme yok… Sel nasıl kayaları önüne alır, harıl harıl akarsa, öyle anlatıyor. İnsan mest-i hayran.

“Nur’a taraftar bir üniversite talebesi bana sordu: ‘Siz diyorsunuz ki: Risale-i Nur ilham eseridir…’

Yukarıdakilere ilâveten dedim: ‘İnsan küçücük bir yazı yazsa, o yazının da tenkit edilecek ellere geçeceğini bilse, o yazıya ne kadar ihtimam eder? Haydi ihtimam etti; fakat hasta bir hâlde, zehirlenmiş bir zamanda, müfekkiresini toplar da böyle tenkitten koruyacak bir belâgatte, veciz ve nafiz sözleri bir araya nasıl getirir ve yazar. Peki bu hâl, ilham eseri değil de nedir?’

“Hulûsi’nin bir hüznü, bir gailesi var”

 

“Tunceli harekâtı 1942’de yapıldı; vaziyet çok ehemmiyetli, fakat izharı zor. Mektup kesilmiş vaziyette. Tunceli harekâtına gideceğiz. Türkçesi, imha üzerine gidiliyor! Eee, benim de bu iş aklıma yatmıyor; fakat bu hissimi açığa çıkarmama da imkân yok. Hiç kimseye emniyet edip de söyleyemiyorum. Babam sağ. İşte başka büyükler de orada, onlarla da görüştük. Hayvana bindim. Baktım evde bizim hizmeti yapan koşuyor, elinde bir zarf… Derhâl açtım. Kastamonu Lâhikası’nda geçer; fakat şu vaziyeti söyledikten sonra okursanız, o zaman hakikat daha iyi anlaşılır. Abdülmecit Efendi, zarfı değiştirerek mektubu aynen göndermiş. İşte, selâmdan sonra şöyle diyor:

“‘Hulûsi’nin bir hüznü, bir gailesi var olduğunu hissediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nur şakirtlerine inayet ve rahmet-i İlâhiye nezaret eder. Dünyaya ait meşakkatler madem sevap verir geçerler, o musibetlere karşı sabır içinde şükürle metanetle mukabele edilmek gerektir! Sen ve Hulûsi bütün dualarımda ve kazançlarımda berabersiniz.
Said Nursî.

 

“Şimdi bunu okudum. Yani bana dünyayı verselerdi, o kadar bir sevinç duymazdım… Bana öyle bir emniyet hâsıl oldu ki, öptüm, başıma koydum, sonra koynuma yerleştirdim, elhamdülillâh… Yine de kimseye bir şey söylemedim. Verilen vazife gayet çetin ve mutlaka ağır, kanlı bir vaziyete girmesi muhtemel. Cenab-ı Hak öyle siyanet etti. Elhamdülillâh öyle siyanet etti ki, kirlenmeden o badireden kurtardı tertemiz.

Çetin vazife içinde, eli bulaştırmak ihtimali var, sonra da mes’ul mevkide…

 

“Risale-i Nurların bir mislini getirsinler bakalım”


“…Onların dedikleri gibi düşünelim: Bir fakirden, yani silsile-i sâdâttan olduğu kat’î surette bilinmeyen bir zattan [Bediüzzaman’dan] böyle kıymetli bir eser [Risale-i Nur] vücuda geldi diyelim. Peki bir mislini getirsinler bakalım. Sonra bu eserleri tecrübe edenleri dinleyelim.

Genç, hem de hâkim huzurunda aynen şöyle diyor:

‘Ben böyle bir genç değildim. Hâkim bey, ben ipsiz sapsız bir genç idim, şu Risale-i Nur dairesine girdikten sonra insan oldum.’


“Peki bir şeyin kıymeti, onun tesirinden anlaşılır, değil mi? Madem böyle bir netice bu eserlerde var! Çok gördük ki, kaderin sevkiyle bir defa sohbette bulunan bir insan, hemen dönüş yapıp hizmette bir fert oluyor. Bu noktalara bakıyoruz.


“…Şu Risale-i Nur dersini dinleyen, sonra başında, iki elin parmağı kadar az olan ve hakikaten geçim derdine müptelâ olan bu insanlar, Risale-i Nur’a birinci derece muhatap onlardır. İşte onların ihlâslı davranışlarının neticesidir ki, bugün bu eserler elimizde bulunuyor. Mektup şeklinde, kâğıtlar üzerinde, parça parça, köyden köye gezdirilen Risale-i Nur böyle kitaplar hâlinde mi idi canım? İlk defa Haşir Risalesi,
Kur’an hurufatıyla tabedildi. O tabda, Allah rahmet eylesin, Şamlı Hafız Tevfik’in dediği gibi, Üstad’ın kemerindeki 30 altınını bu işe sarf etmesiyle oldu. Kitapların çoğunu da hediye ederdi.

 

“Muhacir Hâfız Ahmet: ‘Baktım ki ev sallanıyor’”


“Muhacir Hafız Ahmet… O zatın erkek misafirleri için küçücük bir odası vardı. Üstad Barla’ya karadan değil, göl tarikiyle, motorla geliyor, sahile çıkıp doğru Muhacir Hafız Ahmet’in o odasına gidiyor. Kendisini kimse tanımıyor. Neyse misafirdir. Zaten Hafız Ahmet de misafirperver bir zat idi. İftar zamanı yakın… Peynir zeytin gibi üç-dört parça iftariyelik getirilmiş. Üstad birini alıyor, diğerlerini götür diyor. Yatsıdan sonra Üstad o odada yalnız kalıyor. Hafız Ahmet, ‘Ne kadar zaman
geçti bilmiyorum, bir de baktım, ailem beni dürtüyor! Baktım ki ev sallanıyor. ‘Rabbî innî messeniyeddurru ve ente erhamürrahimîn’ diyor.

Çok gür olarak söylüyor. Evet, ev sallanıyor… Hanımıma dedim ki: ‘Yatağımızı ayıralım, Allah bizim başımıza bir devlet kuşu kondurdu!’

 

“Üstad beş senelik kirasını peşin vermek suretiyle orada kaldı. Kendisiyle biz de orada görüşmüştük. Akşamdan akşama kendisine yemek gelir, o da minderini kaldırır, o zaman tedavülde olan nikel 10 kuruşluklardan bir tane verir, sonra yemeği alırdı. Üç-beş misafir de gelse yiyecekleri odur. Beş tane kedi misafir geldiği zaman da yiyecekleri odur. Kedilerin yemeğini peşinen ayırır, misafirler beklerler. Götürür, kedilerin yemeklerini kor, onlar yemeye başlarlar, ondan sonra gelir.

‘Fiyatını verelim. Bismillâh’ der, yemeğe başlanır.


“Besmelenin bereket kerameti”

 

“Üstad Hazretlerini Barla’ya ziyarete ilk gittim zaman, ilk sofra hatırası da şöyle olmuştu: Yemek girdi. Biz yedi-sekiz kişi oturduk. ‘Fiyatını verelim, Bismillah,’ yemeğe başlanmıyor. Biraz duruyor, ‘Bismillah’, biraz daha duruyor ‘Bismillah.’ Ben çok zaman sonra hükmettim ki, biz Bismillah’ı şümulüyle söyleyemiyoruz da, o zat her birimizin namına Bismillah diyor. Isparta havalisinde hamur tahtasını sofra diye kullanırlar. Hamur tahtası geldi. O kadar insan yedi elhamdülillâh o yemek bitmedi… Yemek hemen hemen aşağı yukarı geldiği gibi gitti…

“Şimdi şu hadiseyi bir-iki münasebetle ben de taklit ettim, taklit! Birisi Kars’ta iken… Akşama yakın gayet kuvvetli yemek yiyen iki kişiyle bir zatı ziyarete gittik. Ev sahibi, hanımıyla beraber bir kap yemeklerini yerken biz kapıyı çaldık. Kapıyı açtı, ‘Buyurun’ dedi, hanımı öbür tarafa geçti. Bir sahan içerisinde patates yemeği… Bu zatın iki avucuna ancak sığar. Dedim ki: ‘Başlamayın! Size Üstad’la ilk görüştüğümüzde şahit olduğum besmelenin bereketine dair olan hikâyeyi anlatacağım. Biz de taklit edeceğiz. İnşaallah Cenab-ı Hak bize de bereketini ihsan eder.’ Bu hikâyeyi onlara anlattım. O tarz hareket ettik. Ondan sonra ‘Bismillah’ dedik, başladık. O yemeği bitiremediler bu oburlar!

 

“Elaziz’de bir Kur’an kursu açılmıştı. O da pazara rastlamış. Ankara’dan, şurdan burdan birçok misafir var. Bizim de pazar günleri kırda sohbetimiz var. Birinci Cihan Harbi’nde Üstad Hazretleriyle beraber muharebede bulunmuş, ‘Bakır Hoca’ dediğimiz bir arkadaşımızın bahçesinde olacağız. Arkadaşlar, ‘Bugün ne yapalım?’ dediler. Ben de ‘Şöyle 10-15 kişiyi idare edecek kadar bir şeyler yapın’ dedim. Çünkü o kurs için davet edenler, misafirler için hazırlık yapmışlar. Civar vilâyetlerin hepsinden var, uzaktan gelenler de var. Nihayet merasim bitti, öğleyi kıldık, biz bahçeye gittik. İşte 10-15 kişiyi idare edecek kadar bir yemeğimiz var. Baktık ki 10 kişi bu taraftan, 15 kişi o taraftan, sekiz kişi bu taraftan, böylece her taraftan gelmişler. On beş kişilik yemek, 60-70 kişilik sofra oldu. Misafirlere karşı bir mahcubiyet var. Yaaa, ol deyince olmaz ki… Bekleyin, şehirden yemek getirelim; bu da olmaz!

Dedim ki:

‘Arkadaşlar! Size besmelenin bereketine ait hikâyeyi söyleyeyim.’

Onun zeyli olan taklidimizi de anlattım. Hülasa fiyatını verelim, dedik ve besmeleyle başladık, ama taklit ha taklit! O 60-70 kişi doyasıya kadar yediler elhamdülillâh, yemek arttı. Fesübhanallah, taklidimize bile Cenab-ı Hak böyle bereketi ihsan etti.

 

“Kardaşım, sen sünnet bilmez!”

 

“Bir defa yanına gittiğim vakit, o gün Sıddık Süleyman dâhil yanındakiler bir tarafa gitmişler, hiç kimse yok… Kalktı, kendi eliyle çay yaptı. Böyle bir bardağa kendisine, saplı büyükçe bir bardağa da bana çay koydu. Daha fazlasını verir. Yine fiyatı var. Çayı içerken unutmuşum, dibinde biraz artmış. ‘Kardaşım, sen sünnet bilmez!’ dedi.

 

Şimdi imkânı mı var, bir çay içeyim de Üstad’la beraber içtiğimiz çay hatırıma gelmesin! Nereye gitsem diyorlar: ‘Üstad’la olan maceranızı anlatın.’ ‘Üstad’la olan maceram ne olacak ki?’ diyorum. Macerası şudur: Elimizdeki kıymetli eserlerin ne gibi şartlar altında yazıldığını düşünün… Bunlar düşmanlar tarafından bile takdir ediliyor. Ama malumdur ki, kıymetli eserler, bilhassa münekkitlerin eline geçecek, onların diline düşecek kıymetli eserlerin kusuru olmamak gerektir… Mesail-i imaniyeden bahsediliyor. Bu eserlere karşı kusur aramak için kulaklarını dikenler çıktı. Hâlbuki böyle bir şey yok (yani eserlerde kusur bulamadılar). İftira ettiler, Mustafa Sabri’yi mezardan çıkarıp konuşturdular. İftiranın bu derecesine vardılar…


Ancak iftirayla tenkit edebildiler.

 

Eğer bu eserlerin içinde hakikatte bir kusur olsaydı, bu müfterilerin gözünden kaçmayacaktı.

“Onun için asıl harika olan, bu eserlerdir. Bir zat, o da kendi tabirince yarım ümmi, yardımcısız, tazyikat altında ve daima kendisine şüpheli olarak bakılan bir zat tarafından yazılan bu eserler en büyük harikadır…”

________
*Ağabeyler Anlatıyor-1 eserinden

Yazar : Ömer ÖZCAN

1950 yılında Milas’ta doğdu. Ortaokul ve lise eğitimini İzmir’de tamamladı. 1968 senesinde lise ikinci sınıfta iken Risale-i Nur’u tanıdı. 1969’da ‘Ankara Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’na (Bugünkü adıyla: Teknik Eğitim Fakültesi) kaydoldu… Ankara’da beş seneye yakın Bayram Yüksel Ağabeyin nezaretinde muhtelif Dersane-i Nûriyelerde kaldı. 1973 senesinde öğretmen olarak mezun oldu. 1973’den 1984’e kadar 11 sene Zonguldak’ta lise öğretmenliği yaptı. Sonra İzmir’e, mezun olduğu liseye öğretmen olarak atandı. 2000 senesinde aynı okuldan emekli oldu. Ömer Özcan evli ve iki kız babasıdır. Şimdi İzmir’de ikamet ediyor. Bütün mesaisini iman ve Kur’an hizmetlerine ayırmaya çalışmaktadır.
Ömer Özcan’ın Bediüzzaman Said Nursi ve talebeleri hakkında hatırı sayılır bir arşivi vardır. Kendisinde, Hz. Üstad’la görüşen veya görüşmeyen kadim ağabeylerden fotoğraf, ses, video veya yazılı olarak yaptığı kayıtlar mevcudtur. Ayrıca Risale-i Nur’un teksir veya matbaa olarak ilk baskılarının tamamına yakını Ömer Özcan’ın arşivinde bulunmaktadır. El yazılı orijinaller de vardır.
Ömer Özcan, Üstad Said Nursi Hazretleriyle hatıraları olan Ağabeylerle yaptığı röportajların bir kısmını kitaplaştırmıştır. “Risale-i Nur Hizmetkârları AĞABEYLER ANLATIYOR” adıyla seri olarak yayınlanmış sekiz kitabı bulunmaktadır. Yeni kitap hazırlıkları ve araştırma çalışmaları devam etmektedir.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Önceki yazıyı okuyun:
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİNİN KASTAMONU HAYATI II

TARİHÇE-İ HAYAT'TAN:BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİNİN KASTAMONU HAYATI II KASTAMONU'DA BEDİÜZZAMAN'A SEKİZ SENE HİZMET EDEN MEHMED …

Kapat