Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Bediüzzaman Hazretlerine Hakareti Meslek Edinenlere Birkaç Tavsiye

Bediüzzaman Hazretlerine Hakareti Meslek Edinenlere Birkaç Tavsiye

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNE HAKARET ETMEYİ MESLEK EDİNENLERE BİRKAÇ TAVSİYEDİR

“Biz rahat döşeklerimizde uyurken O, Allah yolunda,

Resulullah izinde bütün işkence ve hapislere rağmen

İslam’ı savunuyordu.

Ne yazık ki hiç birimiz onun gibi olamadık.” 

Hasan Basri ÇANTAY

Özellikle Tanzimat döneminde edebiyatla başlayan ve bugün sporda, sanatta, siyasette, tarihte, felsefede, kültürde, ekonomide, dinde hâsılı her alanda dozunu artırarak devam ede gelen bir eleştiri yağmurunun altında hayat sürdürüyoruz. Umulurdu ki böyle bir yağmurdan hayatın her alanında arzu edilen ivme yakalanabilsin. Lakin her nedense bu sıçramayı bir türlü yakalayamadık. Bunun en önemli sebeplerinden birisi olan eleştiriye kendimizden başlamamız gerektiğini bir tarafa koyacak olursak, yapılan tenkitlerden ders çıkarmadığımızın diğer iki önemli sebebi daha var. Birincisi toplum olarak eleştiriden gereken dersleri alamadığımızdır. İkincisi ise eleştiri yapmayı tam olarak bilmiyor olmamız. Şahsen ben ikinci şıkkın daha ağır bastığı kanaatindeyim. Eleştiri nedir, nasıl yapılır, niçin yapılır ve neden yapılmalı sorularının cevaplarının üzerinde pek kafa yorduğumuzu söyleyemeyiz. Umumiyetle de bütün bu gerçekleri göz ardı ettiğimiz için eleştiriden maalesef istenilen neticeler elde edilememiştir.

Eleştiride asıl hedef hiçbir faklı niyet beslemeden daha iyinin, daha güzelin peşine düşmek değil midir? Toplumda böyle bir hava var mı sizce? Çağımızın birçok yazarçizeri maalesef insanları yermekten, yenmekten haz duyan, üste çıkmayı marifet bilen egosantrik adamlarla dolu. Eleştirirken dikkat edeceğimiz hususların başında, eleştiriye maruz kalan insanların söyledikleri sözlerin ne zaman, ne maksatla, hangi ortamda, hangi şartlar altında ve ne için söylendiğinin tespit edilmesidir. Kin, garaz ve bir takım menfaat mülahazalarıyla eleştiri yapılmamalı, iyi niyet asla terk edilmemelidir. Maksat bağcıyı dövmek değil, üzümü yemek olmalıdır. Aksi halde yapılan her eleştiri hem eleştirene hem de eleştirilene zarar verebilir.

Tenkit dairesinin dışına çıkmadan, kalpleri yaralamadan, insanları rencide etmeden, dini, vicdani ve insani ölçüler hesaba katılarak söylenen sözler elbette dikkate alınmalıdır. Haddi zatında iyileştirmeye, geliştirmeye açık bu tür bir eleştiriye devletin en tepesinden işportacısına kadar herkesin ihtiyacının olduğu bir gerçek. Böyle bir eleştiriye canlar kurban olmalı, alınganlık gösterilmemelidir. Zira peygamberler hariç hiçbir insan hatadan hali olmadığı gibi dokunulmaz da değildir. Bize yakışan her insanı kendi kıymet ölçüleri içerisinde değerlendirmek ve hiçbir Müslümana bir kutsiyet atfetmeden makul olarak yapılan eleştirilerden olabildiğince ders çıkarmaktır. Bir müminin eleştiri yapmasının ya da eleştiriye maruz kalması karşısındaki tavrının nasıl olması gerektiği ile ilgili genel bir şablon çizdikten sonra gelelim asıl mevzuumuza.

***

Eskiden üstada karşı dinsizlerden gelen hakaretler (eleştiri söyleyemiyorum) günümüzde maalesef her nedense bazı Müslümanlardan gelmeye başladı. Özellikle bazı gazetelerin köşe başlarını tutan kalemşorların kaleminden zehir damlıyor adeta… Televizyonlarda boy gösteren sözüm ona profesör unvanlı bazı ilahiyatçılar, kuruldukları koltuklarında eleştirinin de ötesinde pervasızca, hiçbir manevi kaygı duymadan ne de rahat hakaret edebilmekteler. Diğer taraftan klavye başında âlimliğe soyunup da ağzından ateş saçanlara söyleyecek söz bulamıyorum? Topyekûn hepsine teferruatlı cevaplar verecek durumda değilim. Zira buna ne zamanım yeter, ne de hedef göstererek rencide etmek benim tarzım. Zaten üstadımızla ilgi yapılan tenkitlere/hakaretlere makul ölçülerde hem dergimizde hem de başka yayın organları tarafından yeterince cevap verildiği kanaatindeyim. Benim sadece bunlara âcizane tavsiyem Müslüman vasfını taşıyan insanların, dünya çapında şöhret bulmuş muazzez üstadımızı eleştirirken ipin ucunun nereye gideceğini, kimlere zarar vereceğini ve kimlerin ekmeğine yağ süreceklerini bir düşünmelerini isterim. Bu meselede iyi niyetle sırf Allah rızası için tenkit edenleri hariç tuttuktan sonra hedef göstermeden, has isim kullanmadan bazı kimselerin üstadı eleştirirken aşağıda maddeleştirdiğim birkaç hususa özellikle dikkat etmelerinin, hem kendilerinin hem de ümmetin faydasına olacağını düşünüyorum.

İşte birkaç ikaz…

1- Eleştirileriniz rıza-i İlahî için olmalı

Maddi bir menfaat, bir çıkar ilişkisi olmamalı, televizyonlarda reyting uğruna eleştiri yapılmamalı, insanları alt etmek, onları yenmek, üstünlük sağlamak ya da başka saiklarla bu işe girişilmemelidir. İslam âleminde şöhret bulmuş üstadı eleştirerek şöhrete kavuşmak isteyenleri gördükçe üzülüyorum ve diyorum ki: Lütfen boşa kürek sallamayınız. Zira geçmişte çok uğraşanlar oldu da bugün onların ne unvanları ne mevkileri ne şanları ne de şöhretleri kaldı. Hatta isimleri bile unutulup gitti. Oysa üstad bir asır önce nasıl hayırla yâd edilmişse şimdi de aynı şekilde hayırla yâd ediliyor ve hep edilecek.

2- Tenkitleriniz bilgi ve belgeye dayanmalıdır

Üstadın hâşâ kendisini peygamber olarak gördüğünü, ırkçılık yaptığını, şirke ve küfre girdiğini ve buna benzer bir takım ağır suçlamalarınızın tutulacak hiçbir tarafı yok. Tarihçe-i hayatı ortadır. Hâşâ ne peygamberlik davası gütmüştür, ne ırkçılık yapmıştır, ne de şirke ve küfre bulaşmıştır. Farz-ı muhal bu söylenen iddiaların binde biri olmuş olsaydı, en başta etrafında ona tabi olan yüz binlerce insanın dağılıp gitmesi beklenmez miydi? Zira geçmişte kendisini peygamber olarak görenlerin, kendisine olduğundan farklı bir paye verenlerin ümmetin nazarında nasıl bir maskaraya dönüştüklerini, tarih sahnesinden nasıl da çekilip gittiklerini herhalde hepimiz biliyoruz. Üstadımız ne Türkçülük yapmıştır, ne de Kürtçülük… Irkçılık hastalığının yanından bile geçmemiştir. Tarihi kaynaklar, İstanbul’da Kürt Teali Cemiyetinin reisi Abdülkadir adındaki şahısın Bediüzzaman’ın doğudaki nüfuzundan faydalanmak için ona Kürdistan devleti kurma teklifi yaptığını, Bediüzzaman’ın ise hainlik kokan bu teklife: “Bin yıldan beri âlem-i İslam’ın bayraktarlığını yapan kahraman Türk milletine hizmet yerine, birkaç akılsız kavmiyetçinin peşinden gidemem.”[1] diye cevap verdiği notunu düşerler. “Said-i Kürdi” diye anılmış olmasını ırkçılıkla ilişkilendirmek de son derece hatadır. Henüz ırkçılık hastalığı Osmanlıyı tam olarak kuşatmadığı zamanlarda hayatın akışı içerisinde bu ifadeleri kullanmak gayet tabiiydi. Kişinin ırkıyla anılması ırkçılıktan dolayı değil, geldiği coğrafyayı belirtmek için kullanılırdı. “Muhyiddin Arabî, Selman-ı Farisi, Enis-i Türkî, İsmail Hakkı Bursevi, Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevi, Mevlana Celalettin-i Rumi” gibi isimler Osmanlı’da hep kullanılmıştı. Zira ne bu ismi kullananların ne de bu ismi ananların aklının ucundan ırkçılık yapmak geçmiyordu. Ne zaman ki tefrika içimize girmeye başladı, bakışlar bulandı, niyetler okundu, kullanılan lakaplar bir tarafa çekildi, farklılıklar ayrılık olarak addedildi. Zaten bu durumu hisseden Bediüzzaman Hazretleri, 1920’den sonra “Said-i Kürdi” yerine “Said-i Nursi” ismini kullanmıştır. Netice itibariyle değil üstadın, İslam’la müşerref olan hiçbir insanın ırkçı olması düşünülemez. Zira Müslümanlıkla ırkçılık, tıpkı ziya ve zulmet gibi ya da doğu-batı gibi birbirinden uzak kavramlardır. Kalp ikisini aynı anda cem edecek bir özellikte yaratılmamıştır. Birisinin yerleştiği kalbi diğeri kendiliğinden terk eder. Dolayısıyla bilgi ve belge noktasında Kur’an bu konuda titiz davranılmasını, işin iç yüzünü bilmeden hüküm veren Müslümanları defaatle uyarırİşte bir misal, “Ey iman edenler! Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onu iyice araştırın. Aksi takdirde bilmeden bir topluluğa zarar verirsiniz de yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât, 6)

3- Eleştiren kişi eleştirdiği kişiye küfüv yani denk olmalıdır

Bediüzzaman Hazretleri bir hafta boyunca günde birkaç saat çalışmak suretiyle “Cemu’l-Cevami” adlı kitabı ezberlemiştir. Adı geçen bu eser, İmamı Süyuti’nin içerisinde otuz binden fazla hadisi barındırdığı bir kitap. Molla Fethullah, talebesinin okuduğu kitabın üzerine aynen şu cümleyi yazmıştır: “Bir hafta içerisinde Cemu’l-Cevami kitabının tamamını ezberledi.” Hangi kitaptan sorular sorduysa hepsini cevaplar, hocası:

“Pek âlâ, zekâda harikasınız, fakat hıfzınız nasıldır? Makamat-ı Harîriyeden birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz?” diyerek kitabı uzatır.

Bediüzzaman, kitabın bir yaprağını bir defa okumakla hıfzeder. Bunun üzerine hocası:

“Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede toplanması nadirdir” [2] diyerek hayranlığını ifade eder.

Umumiyetle bir insan ya çok zeki olur ya da ezberi kuvvetli olur. Tarihte ikisini cem eden insanlar oldukça nadirdir. Hele ki zihinler iğdiş edildiği bu zamanda, bu vasıfta biri varsa beri gelsin. Ömrünü ilme, irfana adayan, son derece takva yaşayan, dünyanın tozu toprağı üstüne bulaşmayan, hafızada ve zekâda yaşadığı çağda emsalsiz olan aziz üstadı, birkaç kitap yazan cehl-i mürekkeplerin, hiçbir fikir çilesi çekmeyenlerin, hatta daha da ötesi klavye başında hocalık yapanların eleştirmesi ne kadar doğru bir davranıştır.

4- Mümkünse eleştiride has isim kullanılmamalıdır

Toplum olarak eleştiri oklarımızı direk muhatabımızın göğsüne saplayarak öldürmekten nedense zevk alır hale geldik. Fiilden ziyade şahısların hedef alınmasının bir fayda getirmediğine koca yıllar şahittir. Üstada ya da başka tarikat büyüklerine karşı hürmetsizlik yapılması, en başta onlara tabi olanları rencide eder ve toplumdaki cemaat gruplarının birbirlerine olan muhabbetlerinin adavete dönüşmesine sebebiyet verir. Aralarındaki dayanışmayı, ittifakı zedeler, husumeti körükler.“Allah’a ve Resûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin; sonra içinize korku düşer de rüzgârınız( kuvvetiniz) gider o halde sabredin! Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 46)

“Keskin sirke küpüne zarar verir” atasözünden hareketle sert ve ölçüsüz eleştiriler uzun vadede kişinin kendisini de yer bitirir. Kur’an, bize insani ilişkilerimizde mutedil bir dil kullanmamızı tavsiye eder. “İşte Allah’tan bir rahmet iledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Hâlbuki kaba, katı kalpli olsaydın, elbette(onlar) etrafından dağılırlardı…” (Âl-i İmran, 159)

Bugün bazı köşe başlarını tutan yazarlar, sözüm ona din adamları, mütefekkirler hatta üstad diye ortalıkta dolaşanların konuşmalarına baktığınızda, eleştirmedikleri bir Allah dostu yok gibidir. İslam’ın göz bebeği olan ve bu millete mal olmuş ne kadar ehlisünnet âlimi varsa hepsini hedef tahtasına oturtmaktan asla çekinmemişlerdir. Sanırsınız ki bütün âlem yanlış yolda da bir tek kendileri doğru yolda. Ne yazık ki bu güruhun kendi günahlarının avukatı, başkalarının kusurlarını ortaya dökmede ise bir savcı kadar mahir olduklarını söyleyebilirim. Üstadın bazı tevile muhtaç sözlerinden yola çıkarak onu hâşâ şirkle, peygamberlik iddiasıyla, ajanlıkla ve daha bir sürü ipe sapa gelmez hezeyanlarla itham etmenin ne vicdanla, ne dinle, ne de insaniyetle ilgisi vardır. Eleştiri budalasına dönen bu insanlara günah olarak bunlar yeter artar bile…

Aslında Bediüzzaman Hazretlerini bu tür adamlardan farklı kılan da budur. Üstadın eserlerini taharri ettiğinizde baştan sonra bütün mesaisini iman üzere hasrettiğini göreceksiniz. “Risale-i Nur’u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif eyledim. Fakat ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, manevi varlığını, vicdan ve imanını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği tevhid ve iman esası üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”[3] Üstad kendisine yapılan bunca haksızlığa rağmen şahıslarla uğraşmaktan uzak durmuştur. Kur’ani ve peygamberi bir ahlak da bunu gerektirir. Bediüzzaman’ın kilitlendiği tek nokta, bu millet nasıl istikamet üzerinde yürür, nasıl imanını muhafaza edebilir, nasıl ebedü’l-âbâd yolunda selametle ilerleyebilir? Bütün derdi bu olan mübarek üstadı dertsizler nasıl anlayabilsin?

5- Eleştiriye en evvel insan kendisinden başlamalıdır

Öz eleştiriye kendimizden başladığımız takdirde görülecek ki başkalarıyla uğraşmaya ne zamanımız olacaktır ne de vicdanımız buna müsaade edecektir. “Siz Kitabı okuyor olduğunuz hâlde, insanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Hiç akıl erdirmez misiniz?” (Bakara, 44)

Doğrusu üstad hayatının her safhasında ve eserlerinin satır aralarında başkalarının eleştirisine ihtiyaç bırakmayacak kadar kendi muhasebesini fazlasıyla yaptığını görüyoruz. Birkaç misal verelim: “Malûm olsun ki, bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.” [4]

Hiçbir müfsit ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut batılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim hâlde ifsat ediyorum. Öyleyse her söylenen sözün kalbe gitmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıkıyorsa kalpte saklayınız. Bakır çıktıysa çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” [5]

Devamlı olarak kendi muhasebe ve murakabesini yapan üstadın kendisini putlaştırması, peygamber olarak kabul etmesi, ya da başka bir niyetinin olması nasıl mümkün olabilir? Ağızlarından hakaretten başka hiç bir şey sudur etmeyenlere sormak istiyorum: Kendisini bu kadar acımasız eleştiren bir başka birine hayatınızda hiç rastlandınız mı? Ya da şöyle sorayım: Eleştiri yapan zevatlar, üstadın kendisini eleştirdiğinin binde biri kadar kendinizi bir eleştiriye tabi tuttuğunuz oldu mu hiç? Lütfen zaman akıp gitmeden öncelikle kendinize bir “check-up” yaptırın derim. İşte o zaman farkına varamadığınız ne hastalıklarınızın ne yaralarınızın olduğunu göreceksiniz. Kendisi hasta olan biri başkasını nasıl tedavi edebilir? Sahi Müslümanlarla uğraştığınızın binde biri kadar din düşmanlarıyla mücadele ettiniz mi? Dalalet vadilerinde gezinen kaç genci çekip oradan aldınız mı? Heybenizde süfliyat yangınını söndürecek suyunuz var mı? Küfrün bataklığına gömülen Allah’tan, peygamberden bihaber yaşayan yığınlara insanlara sunacağınız bir reçete var mı acaba? Eğer yoksa bari bu konuda gayret gösterenleri engellemeye kalkışmayın.

6- Tevile muhtaç ifadeleri yorumlarken ihtiyatı elden bırakmayın

Malum zevatların eleştiri getirdikleri noktalardan birisi de üstadın, “Risaleler bana yazdırıldı.” Ya da “Kalbime ihtar edildi” sözlerine takılıp kalmalarıdır. Haddi zatında üstadın tamamen mahviyet ve tevazu kokan bu ifadesini alıp işi kendisini peygamber olarak kabul ettirmesine kadar götürenler var. Oysa üstad, aşağıdaki paragrafta “yazdırıldı” sözünün ne mana ile söylendiğinin ipucunu vermektedir.[6] “Benim gibi yarım ümmi bir adam… Risale-i Nur’a sahip değildir ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur’an’ın manevi mucizesi olarak rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir.”

Eserini kendisine mal etmemesi hâşâ onu Kur’an gibi görmesi yahut da peygamber olarak görmesinden dolayı değildir. Kitaplarını bir ihsanın, bir ikramın ve kalbine gelen bir ilhamın neticesi olarak görmesindendir. Yalnız size de hak vermiyor değilim. “Benim başarım, benim kitabım, benim eserim, benim sözüm” diye ortalıkta dolaşan yirmi birinci asrın ene’si kavi olan hocaları üstadın bu inceliğini nereden anlayabilsin? Hadi bu inceliği anlayamadınız diyelim; neden bu sözlerden hareketle hâşâ üstadın kendisini peygamber olarak gördüğü yalanını atıyorsunuz. Hangi eserinde böyle bir iddiası var? Size üstadın Peygamberimizi anlattığı eserlerinden biri olan 19. Mektubu ya da 19. Sözü okumanızı tavsiye ediyorum. İnsaflı bir nazarla okuduğunuzda siz de göreceksiniz ki Peygamberimiz ancak bu kadar tatlı, bu kadar güzel, bu kadar veciz ve bu kadar samimi anlatılabilir. Bediüzzaman, Peygamberimiz için ısrarla, eserlerinde onlarca yerde “Hâtemü’l Enbiya” der; yani peygamberlerin en sonuncusu. İşte bir misal: “Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtemü’l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır. Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtemü’l-Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâmı tanımalıyız, dinlemeliyiz.” [7] Görüldüğü gibi bu kadar kısacık cümlede iki defa son peygamber diye söyleyen birisi nasıl oluyor da kendisini peygamber olarak telakki edebiliyor. Hâşâ yüz bin defa hâşâ… Bu iftirayı atmaktan şeytan bile utanır.

Vahiy ile ilham arasında inceliği kavrayamayan insanlara ne söyleyebilirim ki… Rabbimiz arıya da ilham eder, bilim adamına da, sanatkâra da, şaire de, bestekâra da… Hatta sıradan insanlara bile… Bir işte yoğunlaşmış insanların kalbine bazen manalar, fikirler, feyizler gelebilir. Peygamberimiz demiştir: “Önceki ümmetler arasında, muhaddesun (kendilerine ilham olunanlar) vardı. Eğer benim ümmetim içinde de böyle biri varsa, o da Ömer’dir.”[8]

Efendimiz döneminde Hazret-i Ömer’in ilhama mazhar olması gibi her devirde de ilhama mazhar olan insanlar olacaktır. Yalnız vahiy peygamberlere has bir özellik iken, ilham herkes için olabilir. Vahiy ile ilham arasındaki ince bir noktalardan birisi de vahyin bağlayıcı olmasıdır. Zira melek vasıtasıyla gelir. Parlaktır, nettir. İlham da akıl, hissiyat ve diğer letaifi duygular karıştığı için gölgeli, bulutlu olabilir. Herkesi bağlayan bir mecburiyet söz konusu değildir.

Şimdi sormak isterim ve derim ki:

Üstada yapılan zulümlerin, sıkıntıların, sürgünlerin binde birini yaşadığınız oldu mu? Bu milletin kurtuluşu için elinize silah alıp da düşmanla göğüs göğse savaştınız mı hiç? Kamplara, sürgünlere gönderildiniz mi? Yirmi bir defa zehirlenmekten vazgeçtim bir kez olsun hayatınıza kasteden oldu mu? Ülkenin içinde bulunduğu konjonktüre göre konuşan sizler Bediüzzaman’ın en sıkıntılı zamanlarda bile devrin en kudretli paşasına gözlerinin içine baka baka namazın hakikatini haykırdığından haberdar mısınız? Abdülhamid düşmanı diye gösterdiğiniz üstadın 31 Mart hadisesinde Abdülhamid taraftarlığı nedeniyle idamla yargılanmasına ne söyleyeceksiniz?

Mahkeme Başkanı Hurşit Paşa, Bediüzzaman’a mahkeme salonunun penceresinden darağacında sallanan idamlıkları göstererek: “Sen de şeriat istemişsin öyle mi? İşte şeriatı isteyenler böyle asılırlar” dediğinde, “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebebi saadet ve tam bir adalet ve fazilettir” diyen üstad kadar koca bir yüreğe sahip misiniz? Şeyh Sunusi makamını (Doğu Anadolu Genel Vaizliğini), milletvekilliğini, 300 lira maaş gibi daha bir sürü cazip teklifi elinin tersiyle ittikten sonra yapayalnız bir köşede fakirce bir hayat yaşayan kaç kişi tanıyorsunuz? Aç kaldığınız oldu mu hiç? Ya eskimiş, yırtık lastik bir ayakkabıyla günlerce dolaştığınız? Yüz yamalı bir hırka giydiğini yahut altı ayda sadece otuz altı ekmek tükettiğini söylesem buna da “yok artık” deyip gülersiniz belki. Sahi hiç parayla, mevki ile sınandığınız oldu mu? Dünyadan göçtüğünde geriye bir çift lastik ayakkabı, eski bir gömlek, birkaç bardak, tabak ve bir kırık gözlük bırakan kaç âlim tanıyorsunuz? Ya annenizden, babanızdan, dostlarınızdan uzakta kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde bir ömür tüketeniniz var mı? Allah derken zangır zangır titriyor musunuz, namazda içiniz ürperiyor mu hiç? Seccadeniz onun gibi gözyaşlarıyla ıslanıyor mu acaba? Hangi dünya zevkinden mahrumsunuz. Hangi güçten, hangi makamdan geri kaldınız? Yaşadığı dönemin üzerinden bir asır geçtiği halde ve her türlü menfi propagandaya rağmen Risale-i Nurlar neden hâlâ ülkemizde en fazla okunan kitaplar arasında? Neden 190 ülkede ve neden 50 dile çevrilmiş durumda? Bütün bu soruların bir izahını beklemek herkes gibi benim de hakkım değil mi?

Sanırım hiç birinin cevabı yok sizde…

“İnsaf!” diyorum sadece. Ecdadınızı temsil eden ve bütün ömrünü bu milletin imanının kurtulmasına hasreden, ahiret yurduna gitmiş bir insana iftira atmaktan hicap duymuyor musunuz? Ne diyeyim, iftiraya uğrayana mı yanayım, yoksa kendi zaaf çamurunda boğulan iftiracıya mı acıyayım? Varın siz hakem olun ya da en iyisi hükmü bütün zamanlara geçen Efendimiz (sav) söylesin. “Bir kimseye şer olarak bir Müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” (Müslim)

A hocalar, beyhude uğraşmayın. Milli ve yerli olan sevgili üstadı bu milletin bağrından söküp atmaya ne sizin ne de işbirlikçilerinizin gücü yetmeyecektir. Aksine Bediüzzaman her geçen gün daha da parlak bir surette Anadolu halkının ve tüm Müslümanların üzerinde eserleriyle hep yaşayacaktır.

“Ey fahra meftun, şöhrete müptela, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemta sersem nefsim! Eğer binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medh ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dava ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahra, gurura belki bir hakkın var. Halbuki sen, daim zemme müstahaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz’-i ihtiyarın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfranınla iptal ediyorsun ve temellükle gasp ediyorsun. Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevazudur, hacalettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir. Senin kemalin hodbinlik değil, hüdabinliktedir.”[9]

Üstadın bu sözünden sonra umulur ki enaniyeti kavi olanlar bir nebze olsun erir, erir de tevazu sahibi olmak ne imiş ve nasılmış öğrenirler…

Dipnotlar

[1] Necmettin Şahiner, 228-229; Mülakat, sh. 38.

[2] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat

[3] Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat

[4] Bediüzzaman Said Nursi, Yirmi Altıncı Mektup

[5] Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat,

[6] Bediüzzman Said Nursi, Barla Lahikası

[7] Bediüzzaman Said Nursi, 19. Söz

[8] Buharî, Fezâilu’s-Sahâbe, 6/37; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe, 2/23.

[9] Bediüzzaman Said Nursi, 18. Söz

İrfan Mektebi Dergisi, 127. Sayı

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Deizm Yanılgısı (Video)

https://youtu.be/w8vWTXitQZM https://youtu.be/7sJ-E2ikBHQ https://youtu.be/unli1KXa4Ms https://youtu.be/8IPfRCycdrM

Kapat