Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Bediüzzaman Said Nursi ve İstiğna / Abdulkadir CEYLAN

Bediüzzaman Said Nursi ve İstiğna / Abdulkadir CEYLAN

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Bediüzzaman Said Nursi ve İstiğna* 

GİRİŞ

Ahir zamanın en dehşetli hayat şartlarında Sahabe mesleğinin bir cilvesini yaşayan ve yaşatan Bediüzzaman Said Nursi’nin takip ettiği hizmet-i imaniye ve Kur’an-iyedeki mesleğinin temel düsturlarından biride halktan istiğna etmektir.

İstiğnayı Lügatler şöyle tarif etmektedirler: “Cenab-ı Hak’tan başka kimsenin minneti altına girmemek. Gönül tokluğu. Elindekini kâfi bulmak, Zenginlik, Muhtaç olmayıp zengin olmak, Nazlanmak, Azamet ve tekebbür etmek.”[1] “Var olanla yetinme, aza kanaat etme, eldekini yeter bulma, tok gözlülük, Cenabı Haktan başkasına ihtiyacını arz etmeme, gereksinimsizlik, ağır davranma, yüz çevirip bakmama, çekinme.”[2]

İstiğna Neşr-i Hak vazifesinde bulunan enbiyanın tebliğ vazifesini yaptıklarında daima riayet ettikleri ilahi bir düsturdur. Kur’an-ı Kerim de, Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih ve Hz. Lut ve Hz. Şuayb’ın (a.s.) kavimlerine tebliğ vazifesinde bulunduklarında şöyle dedikleri bildirilir: “Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.”[3]

Peygamberimiz (a.s.m.) de müşriklerin amcası aracılığıyla kendisine davasından vazgeçmesi uğruna teklif ettikleri mal, mülk, hükümdarlık vb. tüm teklifleri şu sözlerle reddetmiştir: “Bunu bilesin ki, ey amca!.. Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem! Ya Allah bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm!”[4]

Hz. Peygamber’in (a.s.m.) istiğnasını gösteren örneklerden biride şöyledir: Ebu Hüreyre (r.a.) anlatıyor: “Cebrail, Resulüllah’ın yanında oturuyordu. Gökten bir melek inerken gözlerini semaya dikti ve: “Bu melek, yaratıldığından beri, şimdiye kadar yeryüzüne inmedi” dedi. Gelen melek: “Ya Muhammed (s.a.v.), beni sana Rabbim gönderdi. Bir kral olarak mı peygamber olmak istersin? Yoksa bir kul olarak mı peygamber olmak istersin?” diye sordu. Cebrail: “Ya Muhammed, Rabbine karşı mütevazı ol” dedi. Resulüllah’da: “Ben bir kul olarak peygamber olmak isterim” buyurdu.[5]

Yine Peygamberimiz (a.s.m.) Cenabı Hakkın “Bütün eşya ve eflaki senin için yarattım habibim” fermanına, “Bende senin için onların hepsini terk ve feda ettim”[6] diyerek istiğna mesleğinin zirvesinde olduğunu göstermiştir.

Âlimlere hürmet gösterin. Çünkü onlar peygamberlerin varisleridir. Onlara hürmet gösteren Allah ve Resulüne hürmet göstermiş olur.”[7] Hadis-i Şerif-i mucibince Bediüzzaman Said Nursi’de ahir zamanın en büyük Peygamber varislerinden olması cihetiyle enbiya mesleği olan istiğna mesleğini benimseyip sekiz yaşından seksen yaşına kadar hiç kimseden maddi ve manevi anlamda bir talepte bulunmamış, hayatını azami ihlas, azami iktisat düsturlarına riayet ederek fakir’ül hal bir şekilde sürdürmüştür.

Bizde Bu tebliğimizde elimizden geldiğince Bediüzzaman’ın istiğna mesleğini nazarlara sunmaya çalışacağız.

1. SAİD NURSİ VE İSTİĞNA

Bediüzzaman’ın İstiğna düsturunu Medine’de yaşamış gayet mühim bir âlim olan Ali Ulvi Kurucu (r.a.) şöyle anlatır: “Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir. Mâsivâdan tam mânâsıyla istiğna ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığıyla Rabbü’l-Âlemînin bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyat değil, âdeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat eylemekte hâlâ devam etmektedir.”[8]

Bediüzzaman Said Nursi, istiğna düsturuna azami riayet göstermesinin sebeplerini şöyle anlatmaktadır: “O mezkûr ve malûm talebesinin hediyesine karşı cevaptan bir parçadır:

SALİSEN: Bana bir hediye gönderdin; gayet ehemmiyetli bir kaidemi bozmak istersin. Ben demiyorum ki: “Kardeşim ve biraderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman’dan kabul etmediğim gibi senden de kabul etmem.” Çünkü sen onlardan daha ileri ve ruhuma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi reddedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere reddedilmez. Fakat bu münasebetle o kaidemin sırrını söyleyeceğim. Şöyle ki:

Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde kaidesini bozmadı. Eski Said’in, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’î bir istiğna değil, belki dört beş ciddî esbaba istinat eder.

Birincisi: Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle itham ediyorlar, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için enbiyaya ittibâ etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîmde, hakkı neşredenler “İn ecriye illa alellahi”[9] diyerek insanlardan istiğna göstermişler. Sure-i Yasin’de “İttebiu men la yes elukum ecren vehum muhtedun”[10] cümlesi, meselemiz hakkında çok manidardır.

Üçüncüsü: Birinci Sözde beyan edildiği gibi, Allah namına vermek, Allah namına almak lâzımdır. Hâlbuki ekseriya ya veren gafildir; kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakikîye ait şükrü, senayı zahirî esbaba verir, hata eder.

Dördüncüsü: Tevekkül, kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelâl’e yüz binler şükrediyorum ki, küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiye-i ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.

Beşincisi: Bir iki senedir çok emareler ve tecrübelerle kat’î kanaatim oldu ki, halkların malını, hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almaya mezun değilim. Bazıları bana dokunuyor; belki dokunduruluyor, yedirilmiyor, bazan bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya manen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.

Hem bende bir tevahhuş var. Herkesi her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lâzım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu ve temellükten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassa libasını giymek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak, bana nahoş geliyor.

Altıncısı: Ve istiğna sebebinin en mühimi, mezhebimizce en muteber olan İbn-i Hacer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana verilen bir şey Salih olmazsan kabul etmek haramdır.”[11]

İşte, şu zamanın insanları, hırs ve tama’ yüzünden, küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçareyi, Salih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer-hâşâ-ben kendimi Salih bilsem, o alâmet-i gururdur, salâhatin âdemine delildir. Eğer kendimi Salih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem ahirete müteveccih a’mâle mukabil sadaka ve hediyeyi almak, ahiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.”[12]

Bediüzzaman Said Nursi bir başka mektubunda da istiğna düsturuna azami riayetin sonucu olarak hediye kabul etmemesinin nedenlerini şöyle açıklar:

Fakat çok rica ederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim bir sebep, benim kardeşlerim ve talebelerimle olan münasebetin samimiyetini ve ihlâsı zedelememektir. Hem iktisat, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misalle ince bir sebebi anlatacağım:

Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. “İstanbul’dan senin için getirdim, beni kırma” dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiyatını verdim.

Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?

Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatımı terk ediyorum. Çünkü dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstad’dan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, ahiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstad’dan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte, sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telâkki ediyorum. Sen madem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme. O da, bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.”[13]

Bediüzzaman Said Nursi istiğna düsturuna riayet etmede sadece maddi konularda değil manevi konularda da azami dikkat göstermiştir. Risale-i Nur’un manevi makamata dahi alet edilemeyeceğini bir eserinde şu sözlerle belirtir: “Büyük Cihad’ın ve Sebilürreşad’ın neşrettiği gibi, ben ilân etmişim ki, dine, imana hizmeti ve Risale-i Nur’u değil dünya siyasetine, belki kemâlât-ı mâneviyeye ve makamat-ı âliyeye âlet edemediğim gibi, herkesin hoş gördüğü saadet-i uhreviye ve Cehennemden kurtulmaya vesile etmemek ve yalnız emr-i İlâhî ve rıza-yı İlâhîden başka hiçbir şeye âlet etmemek bu zamanda Nurun hakikî kuvveti olan sırr-ı ihlâs-ı hakikîyi muhafaza etmeye beni mecbur etmiş ki, Sıddık-ı Ekber (r.a.) dediği olan, “Mü’minler Cehenneme gitmemek için Allah’tan isterim, benim vücudum Cehennemde büyüsün ki, onların yerine azap çeksin” diye söylediği kudsî fedakârlığının bir zerresini ben de kendime kazandırmak için, “İman ile Cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için Cehenneme girmeyi kabul ederim” demişim. Zaten ibadet, Cennete girmek ve Cehennemden kurtulmak için kılınmaz; bozulur. Belki rıza-yı İlâhî ve emr-i Rabbanî için yapılır.”[14]

Eşref Edip’le yaptığı görüşme de manevi makamlardan istiğnasını şu sözlerle anlatmıştır: “Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin yahut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade-imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım; fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun.

“Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda ahiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’an’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.”[15]

Evet, Bediüzzaman Said Nursi istiğna ’da öyle zirve bir noktadaydı ki maddi-manevi tüm makamlardan istiğna gösteriyordu. Şeyhül İslam Mustafa Sabri Efendi’nin “İslâm bugün öyle mücahitler ister ki, dünyasını değil, ahiretini dahi feda etmeye hazır olacak.”[16] Sözüne adeta ayine oluyordu.

2. BEDİÜZZAMAN’IN HAYATINDAN İSTİĞNA ÖRNEKLERİ

Bediüzzaman Said Nursi hayatı boyunca kimseden bir şey almamıştır. Hatta küçük bir talebe iken dahi kimsenin minneti altına girmemeyi tercih etmiştir. Tarihçe-i Hayat’ta bu husus şöyle anlatılır: “Şarkî Anadolu’da medrese teşkilâtındaki hususiyetlerden birisi şudur ki: İcazet almış bir âlim, istediği köyde hasbeten lillâh bir medrese açar. Medrese talebelerinin ihtiyacı, iktidarı olursa medrese sahibi tarafından, iktidarı yoksa halk tarafından temin edilir; hoca meccanen ders verir, talebelerin iaşe ve levazımatını da halk deruhte ederdi. Bunların içinde yalnız Molla Said, hiçbir suretle zekât almıyordu. Zekât ve başkasının eser-i minneti olan bir parayı kat’iyen kabul etmiyordu.”[17]

Bediüzzaman’ın istiğna vb. hususlarda farklılığını yeğeni Abdurrahman Nursi şöyle anlatmıştır: “Molla Said, dört şeyde o havalinin ulemasına muhalif bulunuyordu. Bu hususlar şunlardır:

1. Kat’iyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek.

2. Hiçbir ulemadan sual sormazdı. Yirmi sene zarfında, daima mucib kaldı. Bu hususta kendileri derlerdi ki: “Ben ulemanın ilmini inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şüphe edenler varsa sorsunlar, onlara cevap vereyim. Şu halde sormak şüphe edenlerin hakkıdır.”

3. Nezdinde bulunan talebelerini “ratıb” getirmek ve zekât almaktan menederdi. Talebelerini kendi iaşe ettiği gibi hasbeten lillah tedris ederdi.

4. Daima mücerret kalmak, dünyada hiçbir şeyle alâka peyda etmemekti. Şimdiye kadar hangi yerde nakl-i mekan olmuşsa bütün mal mülkü bir eliyle kaldırıp götürmüştür.”[18]

Bediüzzaman Said Nursi’nin istiğnasına mühim örneklerden biride Tahir Paşa’nın kıyafetini değiştirmesi karşısında yaptığı “Bin altın, hususi bir konak ve kızı ile evlenmesi” teklifidir. Ancak Üstad bu teklifleri reddetmiştir.[19]

Bediüzzaman, Darü’l Hikmet’il İslamiye de vazife aldığında da aldığı maaşı israf etmeyip millete hizmete harcamıştır. Bu konuyu da hadisenin bizzat şahidi olan: “Çok zeki, kahraman ve gayyur bir âlim olan veled-i manevisi ve biraderzadesi Abdurrahman (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatıyor:

“1334 (1917) senesinde esaretten geldikten sonra, amcam rızası olmadan Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’ye aza tayin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan, bir müddet mezunen vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teşebbüsünde bulundu, fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Darü’l-Hikmete devama başladı. Haline dikkat ediyordum ki, zaruretten fazla kendine masraf yapmıyordu. ‘Maişetçe neden bu kadar muktesit yaşıyorsun?’ diyenlere cevaben:

“Ben sevâd-ı azama tâbi olmak isterim. Sevâd-ı azam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tâbi olmak istemem’ demişlerdir.

“Darü’l-Hikmet’ten aldığı maaştan miktar-ı zarureti ayırdıktan sonra, mütebakisini bana vererek, ‘Hıfzet!’ derdi. Ben de, bir sene zarfındaki fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine; hem malı istihkar etmesine itimaden, haberi olmadan tamamen sarf ettim. Sonra bana dedi ki: ‘Bu para bize helâl değildi, millet malı idi, niçin sarf ettin? Mademki öyledir, ben de seni vekil harçlıktan azl ile kendimi nasbettim!”

“Bir müddet aradan geçti. Hakaikten on iki telifatını tab ettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o telifatların tabına verdi. Yalnız bir iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini etrafa meccanen dağıttı. Niçin sattırmadığını sual ettim. Dedi ki:

“Maaştan bana kut-u lâyemut caizdir, fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum.”

Darü’l-Hikmet’teki hizmeti, hep böyle şahsî teşebbüsü ile idi. Çünkü orada müştereken iş görmek için bazı mâniler görüyordu. Onu tanıyanlar biliyorlar ki, Bediüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’de demir gibi dayandı. Ecnebi tesiratı, Darü’l-Hikmet’i kendine âlet edemedi. Yanlış fetvalara karşı pervasızca mücadele etti. İslamiyet’e muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.”[20]

Bediüzzaman, 1323 (1907) senesi zarfında İstanbul’a geldiğinde de bütün maddi teklifleri reddetmiş maarif için geldiğini beyan etmişti. Bu hususta Divan-ı Harbi Örfi’nin naşiri olan Diyarbekir Liceli Kürdizade Ahmed Ramiz Efendi şunları söyler: “Evet, Said-i Kürdi İstanbul’a şurezar-ı, maarifsizlikle öldürülmek istenilen kainat idrakinde yapamadığı kaşanelere bedel Yıldız siyaset selhhanelerini zelzelere vermek azmiyle gelmişti. Daha İstanbul’a gelmeden Van’dan, Bitlis’ten, Siirt’ten, Mardin’den, Erzurum’dan defaatle nefy olundu. İstanbul’a gelmesiyle beraber Abdülhamid tarafından da suret-i ciddiyede tarassut altına aldırıldı ve birkaç kere tevkif edildi. Nihayet bir gün geldi ki; Said-i Kürdi’yi Üsküdar’a Toptaşı’na yolladılar. Çünki, hapishanede ikaz edilecek kimseler bulunması muhtemeldi. Tımarhaneden ikide birde çıkarılır..Maaş, rütbe tebşir edilir.. Hazret-i Said “Ben Kürdistan da mektep açtırmak üzere geldim. Başka dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem” diyordu. Ta’bir-i aherle; Bediüzzaman iki şey istiyordu: Kürdistan’ın her tarafına mektepler açtırmak istiyor; başka bir şey almamak istiyordu.”[21]

Bediüzzaman istiğna düsturuna öyle bir riayet etmiştir ki Padişah’ın iradesi ile kendisine verilmek istenilen maaşı dahi reddetmiştir. Konuya kendisi şöyle yer vermektedir:

DEVRİ İSTİBDATTA TIMARHANEDEN SONRA TEVKİFHANE İKEN ZAPTİYE NAZIRI ŞEFİK PAŞA İLE MUHAVEREMDİR

Zaptiye Nazırı: “Padişah sana selam etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış. Sonra da yirmi otuz lira yapacak” dedi.[22]

Cevaben: “Ben maaş dilencisi değilim, bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim. Milletim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz rüşvet ve hakkı sükuttur.”

Nazır: “İradeyi reddediyorsun. İrade reddolunmaz.”

Cevaben dedim: “Reddediyorum. Ta ki Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim.”

Nazır: “Neticesi vahimdir.”

Cevaben: “Neticesi deniz olsa geniş bir kabirdir. İdam olunsam bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit hayatımı rüşvet getirmişim, ne ederseniz ediniz.

Bunu da ciddi söylüyorum; ben isterim ki ebna-yı cinsimi bil fiil ikaz edeyim ki, devlete intisap hizmet etmek içindir, maaş kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da hüsn-ü tesirledir. O da hasbilikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terki menafi-i şahsiye iledir. Binaenaleyh, ben maaşın kabulünde mazurum.”

Nazır: “Senin Kürdistan’da neşr-i maarif olan maksadın Meclis-i Vükela ’da derdest-i tezekkürdür.”

Cevaben: “Acaba maarifi te’hir, maarifi ta’cil edersiniz, ne kaide iledir. Menfaat-ı şahsiyemi menfaat-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz.”

Nazır hiddet etti. Ben dedim: “Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fayda vermez, nafile yorulmayınız. Beni nefy edin, Fizan olsun, Yemen olsun razıyım. Sizde pineduzluktan ve yamacılıktan kurtulursunuz. Bende yüksekten düşmekle incinmekten kurtulurum.”

Nazır: Ne demek istiyorsun?”

Cevaben dedim: “Sigara kağıdı kadar ince ve nizam namıyla bir perdeyi bu kadar feveran-ı efkar ve hissiyata karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes altında, sizin tazyikınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemi idim, altına girmedim, üstüne düştüm. Suret-i telebbüsüm gibi ahlakım da sakil idi. Bir kere mabeyn’de yırtıldı. Şişli’de bir Ermeni’nin evine düştüm, orada yırtıldı. Şekerci Hanı’na düştüm orada da yırtıldı. Tımarhaneye düştüm, şimdi de tarasuthaneye düşmüşüm. Hasılı, siz de o kadar yamacılık yapamazsınız. Ben de incinirim. “Kedit-tesea xerku aler-rakii”[23]

Hem de Kürdistan’da iken sizi iyi bilirdim. Bu ahval sizin serairinizi bana iyi öğretti. Bahusus, Tımarhane bu metinleri bana iyi şerh etti. Hem de bu hallere teşekkür ederim. Zira su-i zan makamında hüsn-ü zan eder idim.”[24]

Abdulkadir Badıllı ağabey bu görüşmenin Haziran 1908 de hapishanenin hususi görüşme odasında gerçekleştirildiğini söylemiştir.[25]

MUSTAFA KEMAL’İN TEKLİFLERİNİ REDDETMESİ

Bediüzzaman Said Nursi hayatındaki istiğna örneklerinin en önemlisi Mustafa Kemal’in büyük paralar ve büyük makamlar öneren teklifini reddetmesidir. Üstad söz konusu teklifi ve reddetme nedenini bir eserinde şöyle ifade etmiştir:

Mühim bir suale hakikatli bir cevaptır.

Büyük memurlardan bir kaç zat benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üç yüz lira maaş verip, Kürdistana ve vilâyât-ı şarkiyeye, Şeyh Sinûsî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun” dediler.

Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer, otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüz binler vatandaşa, her birisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi olmayan ve sırr-ı ihlâsı taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hatta ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zatlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim.”[26]

Bediüzzaman Said Nursi sürgüne gönderildiğinde dahi insanlardan istiğna düsturuna riayetsizlikten uzak durmuştur. Üstad Lem’alar da bu hususu şöyle anlatmaktadır: “Hatta dokuz sene (şimdi otuz sene) evvel benimle beraber Burdur’a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin reislere dedim: “Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben sizden daha zenginim.” Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim. Câ-yı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı, iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para, iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüzsuyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı hacete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan “nastan istiğna” mesleğini bozmadı.”[27]

3. BAZI NUR TALEBELERİNİN HATIRALARI

Hatıralara ilk örnek olarak ikinci mektubun yazılış sebebi olan Hulusi Yahyagil ağabeyin hatırasıyla başlamak istiyoruz. Araştırmacı Yazar İhsan Atasoy[28] hatırayı Hulusi Yahyagil ağabey’in hayatını anlattığı eserde şöyle anlatır: “Evet, ikinci mektubun yazılış gerekçesi, Hulusi Bey’in Üstad’a diktirip gönderdiği bir şalvardır. Bununla ilgili kısım mektubun sonunda yer alır:

İşte bu gibi esaslar için insanlardan istiğna ve tevekküle itimat edip ve kanaat ve iktisatla amel ediyorum. İşte kardeşim, senin maddi hediyene mukabil, bu sırrımın keşfi sana manevi bir hediye olsun.

Hem demişsin ki: ‘Senin şalvarınla mübadele ediyorum. Benim namıma kime isterseniz veriniz. Ey kardeşim, kabul ettim. Elli yamalı bendeki senin şalvarını, yine kendime verdim. Çünkü elli yamalı şalvarı beğenecek, kendimden başka bulamadım.’… 22 Temmuz1930 El-Baki Huve’l Baki Kardeşiniz Said Nursi.”[29]

Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden olup Molla Hamid Ağabey’in de abisi olan Abdullah Ekinci ağabey Üstadın hediye, zekat ve sadakaları hem de en ihtiyaç duyulabilecek anda kabul etmediğini şöyle anlatıyor: “Hiçbir kimseden hediye, sadaka, para kabul etmezdi. Bana hâdiseyi Kinyas Kartal anlattı: “Van’dan ayrılış anında civardan köylüler, zenginler, birçok kimseler, keselerle, mendillerle para, altın vermek istemişler. Seyda hiçbirine dönüp bakmamış. “Ne kadar teklifler yapıldıysa hepsini reddetmiş. Artık bu duruma, sürgün gönderilen hocalardan, Gevaşlı Hasan Efendi, Kinyas Kartal’a, ‘Sen Seyda ile iyi konuşuyorsun, daha samimisiniz. Eğer kendisi almak istemiyorsa, alsın bize versin’ diyor. Kinyas Kartal bunu Üstad’a söyleyince, Üstad tebessüm ediyor.

“Seyda’yı Van’dan jandarmalar alıp götürdüler. Seyda gidince, o kadar çok üzüldüm ki, karakola geldiğimde saatlerce ağladım. Sürgünden sonra bir daha Seyda ile görüşmek nasip olmadı.”[30]

Kastamonu şahitlerinden Tahsin Aydın’ın hatırası da şöyledir: “Kastamonu’da Üstad Bediüzzaman’ın kaldığı evin az ilerisinde, İstiklâl Harbi kahramanlarından, Yunan kumandanını esir alan, Kurmay Albay Dadaylı Halid Beyin (Akmansü) evi vardı. Halid Beyin kızı ise fabrikatör Hamdi Beyin hanımıydı. Bu hanım yanında bir başka hanımla birlikte Üstadın ziyaretine gelmişlerdi. Halid Beyin kızı da Üstada bir tabak muhallebi getirmişti. Ayrıca bir zarfın içinde babasının gönderdiği bir miktar para vardı. Paranın miktarını bilmiyorum. Üstad bana hitaben, “Benim dişlerim düşmüş, iyice anlatamıyorum, sen arada vasıta ol ve anlat” demişti.

Halid Beyin kızı, “Talebelerine vermek üzere bir miktar para ayırmışım” dedi. Üstad ise, “Hanım kızım, evet, Halid Bey benim ahiret kardeşimdir, kahraman askerlerdendir. Fakat para almak bizim âdetimiz değildir. Bizim bu âdetimiz bozulmasın, buna sen sebep olma!” diyerek, paraları almadı ve kabul etmedi. Halid Beyin kızı çok ısrar etti. Bunun üzerine Üstad, “Bak hanım kızım, Halid Beyin hatırı için bu tatlıyı kabul ediyorum. Fakat parayı kabul edemem. Bu âdetim değildir. Bu âdetimizi bozmaya sen sebep olma” diyerek Halid Beye tekrar tekrar selâm gönderdi.”[31]

Üstad’ın kendisine nurcuların abisi diye hitap ettiği Üstad’ın varis ve hizmetkârlarından Abdullah Yeğin Ağabey’in hatırası da şöyledir: “”Ben Üstadımın yanına şunun için gitmiştim: Kimseden hediye almazmış. Yaşayışını gördüm, hakikaten fakirdi. Odasının birinde bir kilim ve bir kaç tane bezden seccade vardı. Gerisi ise tam takır, boştu. Halkın eşrafı ve zengin kimseleri ona bir şey getirseler, o çok lâtif bir surette onu reddederdi. Kimseyi de gücendirmek istemezdi. Mutlaka bir karşılık vermeden bir eşya almaz ve yemezdi. Hakikaten yazdığı derslerdeki hali yaşıyordu. Konuşmaları hep Risale-i Nur’du. O derslerin tekrarı gibiydi. Onun için ben dikkatsizlik eder ve bazan da sözlerine aldırış etmezdim. Bu yazılıdır, ben bunu okurum ve biliyorum zannı ile hareket ederdim. Bu gafletimi de unutmuyordum..

“Kastamonu’da iken işim olmadığından ziyaretine giderdim. Ve bazen odun kırmak, suyunu getirmek gibi hizmetlerini yapmak isterdim. Onun kimsesiz haletine, fakirliğine merhameten yapmak isterdim. Bunu sonradan hatırlıyorum.

“Emirdağ’da bana: ‘Ben şimdi eski Abdullah’ımı kaybetmişim. Eski Abdullah yok’ derdi. Çünkü ben o zaman Üstad büyük bir zattır. Âhirzamanda gelen bir ıslahatçıdır, diyerek, ona daha başka hürmetle hizmet etmek isterdim. O bunları hissetmişti ve bana böyle derdi. ‘Ben kendime hürmet istemiyorum, bana bağlanmayınız. Risale-i Nur’a bağlanınız. O Kur’an’ın dersidir.'[32]

Kastamonu Şahitlerinden Satı Yılmaz’ın hatırası da şöyledir:

“Benim tanıdığım Üstad Bediüzzaman katiyen karşılıksız bir hediye kabul etmiyordu. Bazı zamanlar Kastamonu’nun Hacı İbrahim Dağı’ndan kuru odun toplar, bunları fırıncıya getirir ve fırından buna mukabil ekmek alırdı.

“Fırıncılar her seferinde, ‘Hocam, siz neden zahmet ediyorsunuz, biz ve fırınımız sizin emrinizdeyiz. Siz kabul edin, değil odun mukabilinde ekmek, sizin gibi bir âlime canımızı dahi feda ederiz’ derlerdi. “Bediüzzaman ise, ‘Hayır kardeşim, hayır, Allah sizlerden razı olsun, ben ancak bu odunların mukabilinde ekmek alırım’ diyordu.”[33]

Denizli şahitlerinden Hilmi Arıcı’nın hatırası: “Denizli’de Bediüzzaman’ı ziyaret eden iki tüccar arkadaş Hasan Kağnıcı ve Bekir koyuncu l50’şer lira para çıkarıp vermek istemişler. “Biz para almıyoruz!’ diyerek vermek istedikleri l50′ şer lirayı reddetmiş.”[34]

Afyon Şahitlerinden Hasan Ergen Ağabey’in hatırası ise Üstadın hem istiğna düsturunu hem de bunun neticesi olarak uğradığı zulümlerin sebebini açıkça ortaya koyan bir hatıradır. Hasan Ergen Ağabey’in bu konudaki hatırası şöyledir:

“Üstadın sürgün sebebi: M. Kemal”

“Sonra kendisine, ‘Hocam çok affedersiniz, size bir şey sormak istiyorum’ dedim. “Buyur sor bakalım’ deyince “Sizin evraklarınız jandarma komutanlığında, bunlar gizli olduğu için hiç bir şey bilmiyorum. Sizden işitmek istiyorum. Sizi niçin hapsediyorlar? Takip ediyorlar ve gözaltında bulunduruyorlar?’ diye sordum. Aynen şöyle anlattı: “Zaferden sonra M. Kemal Paşa, bana bir köşk ve çiftlik vermek istedi, ben kabul etmedim. Allah için harp ettim, benim vazifem buraya kadardı. Ben çiftlik almak için çalışmadım. Ben Allah rızası için harp ettim. Hiç bir şey istemiyorum, her şey milletin olsun, dedim.

“Daha sonra yine, M. Kemal Paşa, ‘Ben bazı yenilikler yapacağım, bu yenilikleri yaparken sizin yardımlarınıza ihtiyacım vardır’ dedi. “İçki içmek, açık gezmek gibi bazı meseleleri hafifletmek istiyorum.” “Ben de kendisine Kur’an’dan bir ayet okuyarak Kur’an-ı Kerimin bir ayetinin, bir hükmünün değil, bir harfinin bile değiştirilemeyeceğini söyledim. Kendisi de Arapçayı ve Kur’an-ı Kerimi iyi biliyordu. O da bana okudu. ‘Ben bunları biliyorum’ deyince, ben de ‘Ama Kur’an’a dokunma, İslamiyet’e ilişme, Fen ve sanata dair yenilikler yap. Ama Kur’an’ı değiştirmeye kalkma’ dedim.

“Bunun üzerine M. Kemal Paşa çok hiddetlendi. Bana hitaben, ‘Hayatının sonuna kadar yaşa, ancak sürgün olarak yaşayacaksın’ dedi. “İşte Oğlum Hasan, benim sürgün sebebim budur.”[35]

Afyon şahitlerinden İbrahim Arman’ın hatırası: Afyon’un zenginlerinden Tuzcu Avni isminde bir arkadaş Bediüzzaman’a bir yün yatak, bir yün yorgan ve bir tane de halı gönderdi. Ben kendisine bunu söylediğimde, Bediüzzaman, ‘Sağ olsun, ben hediye kabul etmediğim için bu hediyelerini kabul edemeyeceğim’ dedi.”[36]

Emirdağ Şahidi Mehmet Çalışkan: “Üstadın yemeklerini bizim hanım yapardı. Afyon hapsine kadar, dört sene bizim evden giderdi. Hapisten sonra talebeleri yapmıştı. Üstad umumiyetle mevsim yiyeceklerini tercih ederdi. Bazı mevsimler patlıcan, karnıyarık, dolma, bamya, tatlı gibi, bizim evde pişen normal yemekleri yerdi. Bana tenbih ederdi: Hemşirem yemek yaparken yanında sen bulun. Dükkâna getir. Dükkândan ben alırım.

“Ben de evde yapılan yemeği bir sepete koyup, dükkâna getirirdim. Zehirleme olmasın diye, yemeğin bizim evde yapıldığını bildirmemeye çalışıyor ve titizlilik gösteriyordu. Kendisi kızartma yemezdi. Az yerdi. “Çorba gibi diş getirmeyecek yemekleri tercih ederdi. Yemek tabağı dükkâna geldiği zaman içerisinden bir yirmi beş kuruş çıkardı. Önceleri verdiği paraları hep biriktirirdim. Sonralara talebelere vere vere dağıldı, gitti. “Günde bir defa yemek götürürdük. Ceylân veya Zübeyir dükkândan alıp götürürdü.”[37]

M. Zeki Çalışkan’ın hatırası: “Üstad, çayı çok severdi. Bir tarihte şeker, çay vesikaya düşmüştü. Hele şeker tamamen yok olmuştu. Üstadın şekerini dükkândan biz verirdik. Hep ben götürürdüm. Ağabeyim dükkânda otururdu. Her seferinde para vererek fiyatını öderdi. Ayrıca bana ayak kirası olarak, hurma, elma, bisküvi verirdi. Bunlar başucundan hiç eksik olmazdı. Bize teberrüken verirdi. Mehmet Çalışkan Amcamın hanımı olan yengemin çorbasını alırdı. Birkaç sefer ben götürmüştüm. Parasını bana vermişti.[38]

Ceylan ağabeyin hatırası: Üstad Bediüzzaman’ın kendi el yazısıyla Ceylân Çalışkan’a hitaben birkaç pusula ve notları bulunmaktadır. Bunlar “Üçüncü medrese-i Yusufiye hatıratından vecize ve lâtif mektuplar” başlığı altında takdim edilmektedir. Bunlardan Ceylân’a hitaben yazılanlardan bir tanesi şöyledir:

“Ceylân! Bir sene çamaşırlarımı yıkayan Rabia bana bir gömlek, bir parça kömür göndermiş. Ben bir senede ona çok minnettar olduğumdan, onun hediyesini geri çevirmem. Fakat faidem bulunmak için bana Mekke’den gelen zemzemi ve hurmaları ona mukabil çok selâmla beraber gönderiniz.”[39]

İhsan Çalışkan ağabeyin hatırası: “Üstad kimseden hediye kabul etmezdi. Bazı hediyeleri, ‘Aldım, kabul ettim’ der, iade eder, ‘Bunu benim namıma oradaki kardeşlerime verin’ derdi. Annemden ve yengemden gelen hediyeleri kabul eder, ama bedelini de verirdi.”[40]

Bayram Yüksel ağabeyin hatırası: “Karşılıksız hediye kabul etmezdi”

“Mübarek, muazzez Üstadımızın en yakın hallerini bizler görüyorduk. İktisat düsturunu harfiyen tatbik ederdi. İstiğna düsturunu hiç bozmazdı. Çünkü ‘Benim mesleğim sahabe mesleği, aç kalmak var, hapislik var, zahmet var, var, var…’ derdi. Mübarek, muazzez Üstad hiç kimseden hediye almazdı. Çok sevdiği talebesi dahi bir kilo üzüm getirse veyahut bir teberrük getirse, mukabilini muhakkak verirdi. ‘Benim kaidem bozulur, bana dokunur’ derdi. Bizler mukabilini vermeden hiç hediye aldığını görmedik. Bizlerden dahi almazdı. Üstadımızın bu hallerini görenler, ‘Kimseden hediye almıyor da nasıl geçiniyor’ diye soruyorlardı. İktisat ve bereket-i İlâhiye’ye mazhar oluşunun çok hikmetleri vardı.[41]

Abdullah Gayretlioğlu’ nun hatırası: “Karşılıksız hediye almazdı”

“Oğlumun düğünü vardı. Üstada düğün yemeği götürmeye niyet etmiştim. Merhum Zübeyir Gündüzalp’e danıştım. O da Üstadımızın mukabelesiz bir şey kabul etmediğini söyledi. Yemek getirmekte ısrarlı olduğumu anlayınca, ‘Kapalı kapta getir, yoksa hiç kabul etmez’ dedi. “Hazırladığım yemek çeşitlerini küçük kaplar içinde bir sepete koydum, ağzını kapattım. Üstad âdeti olduğu üzere, mukabelesiz bir şeyin kendisine dokunduğunu ifade etmişti. Mukabele olarak bana bir lira verdi, o para o zaman çok kıymetliydi. Ben de bu ücreti mecburiyetle kabul ettim.[42]

“Üstadımız, bazen yaya gittiğinde yollarda şoförler rastlarlardı. Hemen dururlar, ısrar ederler, ‘Hocam, buyurun arabamıza’ derlerdi. Bindirmek için ısrar ederlerdi. Üstadımız da biner ve ‘Mukabilini vermezsem olmaz, benim kaidem bozulur’ derdi. Muhakkak ücretini verirdi. Ve ‘Şoförlük de beşeriyete hizmettir, yalnız siz farz namazınızı kılarsanız, çalışmanız da ibadet yerine geçer’ derlerdi.

“Bazen kırlarda, bahçe kenarlarından geçerken bahçe sahipleri meyve getirirlerdi, ısrar ederlerdi. Üstadımız bazen hatırlarını kırmazdı, çok az alır, mukabil parasını verirdi. ‘Mukabil parasını vermezsem, bana dokunur, benim kaidemi bozmayın’ derdi. “Hatta bizden bir şey alsa, muhakkak mukabilini verir, bizimle pazarlık ederdi. ‘Bunu bu fiyata bana sattınız mı?’ diye sorar, biz de, ‘Sattık’ derdik. Yemek, içmek, yatmak hususlarında Sünnet-i Seniyye’ye harfiyen ittiba ederdi. Çok sade yerdi.[43]

Elbette hatıralar bunlardan ibaret değildir. Ama bir sempozyum tebliğinde ancak bu kadar hatıraya yer verebiliyoruz. Diğer hatıralar için Ağabeylerin hatıralarını anlatan eserlere müracaat edilmelidir.

SONUÇ

Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatına baktığımızda Ali Ulvi Kurucu’nun aktardığı büyük ve eski bir Arap şairinin “Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak Cenab-ı Hakka zor gelmez.”[44] Hakikatine masadak olduğunu görürüz.

Üstad’ın istiğna düsturuna riayetinin neticelerini Ali Ulvi Kurucu şöyle açıklar: “İşte, Risale-i Nur Külliyatının mazhar olduğu İlâhî fütuhat, hep bu enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan-kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir. Artık, herkesin, uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle asla alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fatihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuruyla dolmaz?[45]

Zira bu büyük insan, büyük ve munsif Fransız şairi La Martin’in dediği gibi, “Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor”[46]du.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Diyanet camiası, cemaatler özellikle nur talebeleri maddi ve manevi hizmetlerine bedel istememeli, maddi ve manevi istiğna düsturuna riayet etmelidirler.


[1] . Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, Hizmet Vakfı Yayınları, İstanbul 1991, sh.293

[2] . Risale-i Nur Enstitüsü, Osmanlıca Türkçe Lügat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2001, sh. 571

[3] . Şuara Suresi: 107-109; 124-17; 142-145; 162-164; 178-180

[4] . Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı c. 1, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1991, sh. 268

[5] . M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle Müslümanlık (Hayat’üs-Sahabe) c. 3, Mütercim: Yaşar Erol vd., Cümle Yayıncılık, İstanbul t.y, sh. 1161

[6] . Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, sh. 158

[7] . İmam Suyuti, Camiüs- Sağir Muhtasarı Tercüme ve Şerhi c. 1, Tercüme: İsmail Mutlu-Şaban Döğen- Abdülaziz Hatip, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2002, sh. 384

[8] . Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, sh. 27-28

[9] . Yunus Suresi: 72 “Benim mükâfatımı vermek ancak Allah’a aittir.”

[10] . Yasin Suresi: 21 “Doğru yolda olan ve sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere tâbi olun.”

[11] . İbni Haceri’l-Heytemî eş-Şafii, Tuhfetü’l-Muhtâc li-Şerhi’l-Minhâc, 1:178.

[12] . Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, sh. 27-29

[13] . Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, sh. 206-207

[14] . Emirdağ Lahikası, sh. 730

[15] . Tarihçe-i Hayat, sh. 962

[16] . Tarihçe-i Hayat, sh. 24

[17] . A. g. e, sh. 55

[18] . Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman’ın Tarihçe-İ Hayatı, İçtima-i Reçeteler c. 1, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1990, sh. 23-24

[19] . Abdulkadir Menek, Bediüzzaman Said Nursi- İstanbul Hayatı, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2008, sh.86

[20] . A. g. e, sh. 31-32

[21] . Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, İçtima-i Reçeteler c. 1, Tenvir Neşriyat, İstanbul 1990, sh. 37-38

[22] . İslam Yaşar, Şefik Paşa’nın 80 altın teklif ettiğini yazar. Bkz: İslam Yaşar, Zamanın Sesi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1995, sh.296

[23] . Manası: Delik yamadan geniş oldu.

[24] . İçtima-i Reçeteler, Divan-ı Harbi Örfi, sh. 73-74

[25] . Abdulkadir Badıllı, Hakkı Müdafaa Cephesi, Ajans Yıldırım, İstanbul, sh. 22

[26] . Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, sh. 460-461

[27] . Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 2007, sh. 357-358

[28] . Fırat Üniversitesi Hocalarından Prof. Dr. Muhammed Beşir Aşan Hoca da 11 Mayıs 2013 te Bitlis’te düzenlenen Said Nursi Sempozyumunda tebliğimi sunduğum oturumun başkanı olarak söz konusu ettiğimiz hatırayı Hulusi ağabeyden bizzat aynı şekilde dinlediğini beyan etmişti.

[29] . Mektubun Tamamı için Bkz: İhsan Atasoy, Nur’un Birinci Talebesi Hulusi Yahyagil, Nesil Yayınları, İstanbul 2010, sh. 77-78

[30] . Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor c.1, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1993, sh. 112

[31] . A. g. e c. 2, sh. 150-151

[32] . A. g. e, sh. 168

[33] . A. g. e, sh.237

[34] . A. g. e, sh. 266

[35] . A. g. e, sh. 298

[36] . A. g. e, sh. 337

[37] . A. g. e, sh. 355

[38] . A. g. e, sh. 375

[39] . A. g. e, sh. 397

[40] . A. g. e, sh. 418

[41] . Son Şahitler, c. 3, sh. 58

[42] . A. g. e, sh. 140-141

[43] . A. g. e, sh. 63

[44] . Tarihçe-i Hayat, sh. 16

[45] . Tarihçe-i Hayat, sh. 28

[46] . A. g. e, sh. 29


 

* Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yüksek Lisans Öğrencisi Abdulkadir CEYLAN’ın Adım Adım Bitlis Günleri Sempozyumu tebliğidir.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Önceki yazıyı okuyun:
Hasadı olmayan mevsim?… (İmam-Hatipler ve Köy Enstitüleri üzerine) / Orhan SALCI

A R A L I K Orhan SALCI Hasadı olmayan mevsim?… (İmam-Hatipler ve Köy Enstitüleri üzerine..) …

Kapat