Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Bediüzzaman Said Nursî’nin İtikadi-Siyasi İslâm Mezheplerine Bakışı – I

Bediüzzaman Said Nursî’nin İtikadi-Siyasi İslâm Mezheplerine Bakışı – I

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar: SİNAN ÖZYURT *

(…)

BİRİNCİ BÖLÜM

İTİKADİ SİYASİ İSLAM MEZHEPLERİNİN ORTAYA ÇIKIŞI VE SAİD NURSİ’NİN İLK İHTİLAFLARA BAKIŞI

2.1. İtikadi Siyasi İslam Mezheplerinin Ortaya Çıkış Nedenleri

Mezhep, “gidilen yol” anlamına gelen, Arapça “ذهب” kökünden türetilmiş bir kelimedir.[1] Gerek itikadî, gerekse ameli sahada görüş ve içtihat farklarının doğurduğu düşünce ekolleri “mezhep” olarak adlandırılmaktadır. Bu ortak adlandırmanın herhangi bir karışıklığa meydan vermemesi için mezhepler genel olarak “itikadî siyasi mezhepler” ile “fıkhî mezhepler” şeklinde iki ana başlık altında ele alınmaktadır. İtikadi siyasi İslam mezhepleri, tarihte ve kaynaklarda “fırka” (çoğulu: fırak) ya da “nihle” (çoğulu: nihal) şeklinde ifade edilmektedir.[2] Ancak Türkçemizde “mezhep” adlandırması yerleşmiştir.

İlk ortaya çıkan mezhep hareketlerinin kökü dışarıda değildir. Doğuşlarına sebep olan İslam toplumunun yapısı ve Kur’an-ı Kerim’in ortaya koyduğu “yeni zihniyet”tir. Bu yeni zihniyet o zamana kadar Arap yarımadasında ve İslam öncesi dinlerde görülmemiş bir “tefekkür hürriyeti” getiriyordu.[3]

İtikadi siyasi İslam mezheplerinin ortaya çıkışındaki en önemli amil dönemin siyasi atmosferi ve Müslümanlar arasında baş gösteren siyasi mücadelelerdir. Siyasi tefrika iç savaşa kadar varmış, yapılan savaşlarda Müslümanlar birbirlerini öldürmüşlerdir. Bu durum “insanın hürriyeti” meselesini, “kader” meselesini tartışma konusu haline getirmiştir. Bu meseleler tamamen Kur’an’a dayanarak münakaşa edilmiş, itikadi konularda bu şekilde başlayan tartışmalar “dış” tesirlerin de etkisiyle yaygınlık kazanmış ve itikadi siyasi İslam mezhepleri oluşmaya başlamıştır.111

İslam tarihinde ortaya çıkan itikadi ve siyasi mezhepler, ortaya çıktıkları dini, toplumsal, kültürel ve siyasi ortamın ürünüdürler. Belirli bir kavimden, topluluktan, kültürel ortamdan ya da coğrafi bölgeden gelen insanların genellikle aynı fırka ve gruplara yönelmesi, bazı mezheplerin belli bölgeler ve milletler arasında yayılması bu durumun önemli bir delilidir.[4] Mezheplerin ortaya çıkışında pek çok neden vardır. Kaynaklarda bu nedenler çeşitli tasnifler yapılarak sıralanmıştır.[5] Biz de bu sebepleri özetle çeşitli altbaşlıklar halinde incelemeye çalışacağız.

2.1.1. İç Nedenler

Müslüman toplumun yapısından, bu toplumu oluşturan insan unsurunun özelliklerinden, mensup oldukları kavimlerin hususiyetlerinden, aralarındaki siyasi ihtilaflardan, dinin temel kaynaklarına yaklaşımlarından kaynaklanan nedenler bu başlık altında değerlendirilecektir.

2.1.1.1. İnsan Unsurundan Kaynaklanan Nedenler

İnsanın olduğu her yerde ihtilafların olması doğaldır. Çünkü her bir insanın akıl, zekâ, huy, mizaç, davranış, tutum konusunda diğerlerinden farklı olduğunu araştırmalar ortaya koymaktadır.[6] Bu farklılıklar içinde yaratılan insanların çeşitli sorunlar karşısında farklı tepkiler vermeleri gayet normaldir. İnsan kendi kararını verebilen irade sahibi bir varlıktır ve bu yönüyle iyilikle donatılmış, asla Allah’ın emrinden çıkmayan meleklerden ayrılmaktadır. Dünya hayatındaki imtihanın gereği de budur.[7]

İnsanlar arasındaki fıtri farklılıklar, onların dini algılama biçimlerini ve anlayışlarını ciddi anlamda etkiler. Bu durum dini bir hareket ya da mezhebin ortaya çıkmasında etkili olduğu gibi, insanların içinde yer alacakları dini grubu belirlemelerinde de etkilidir. Mesela, bazı insanlarda var olan öne geçme, lider olma, başkalarına hükmetme arzusu bu insanların etrafında yeni grupların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Mezhepler tarihinde de bunun örneklerine rastlarız. Muhtar es-Sakafi, Meymun b. Deysan, Mirza Hüseyin Ali, Mirza Ğulam Ahmed gibi şahısları bu bağlamda zikredebiliriz.[8]

İnsanların mizaçlarında yer alan tepkisellik, şiddet taraftarlığı, akılcılık, gelenekçilik, uzlaşmacılık gibi eğilimler onların dini anlayışlarında ve içinde yer aldıkları grup seçimlerinde çok etkilidir. Hayat içinde karşılaştıkları sorunlara çözüm üretirken ya da herhangi bir dini harekete yönelirken insanların karakter özelliklerinin belirleyiciliğini bu alanda yapılan bazı araştırmalar ortaya koymaktadır.[9]

2.1.1.2. Toplumsal Yapıdan Kaynaklanan Nedenler

İnsan, fıtratı gereği sosyal bir varlıktır ve hayatı boyunca diğer insanlara ihtiyaç duyar. Bu da topluluklar halinde yaşamayı zorunlu kılar. Fıtrat hadisinde[10] ifade edildiği gibi bu ilişki insanın inançlarını doğrudan etkiler. Hatta çoğu zaman insanların hayatlarını şekillendiren en belirleyici değerler, içinde yaşadığı toplumun gelenekleri ve atalarından devraldığı yaşam biçimidir.[11]

Toplumların da tıpkı insanlar gibi bir takım karakteristik özellikleri vardır ve bu özellikler de dini inanç ve yönelimlerinde etkilidir. Sosyal yapıdan kaynaklanan farklılıklar dinin anlaşılma biçimi olan mezheplerin ortaya çıkışında da doğrudan etkilidir.[12] Mezheplerin doğuş süreçleri, yayıldıkları ve benimsendikleri bölgeler dikkate alındığında bu izler yakalanabilir. Mesela, Haricilik daha ziyade çölde yaşayan bedevi Arap karakterinin belirgin özelliklerini bünyesinde taşımaktadır. Şiilikte de uzun yıllar yarı ilahi özellikler atfedilen krallarla yönetilmiş olan Fars toplumunun ve Sasani kültürünün etkilerini görmek mümkündür. Mürcie ve Mutezile ise şehirleşmiş medeni toplumların hususiyetlerini gösterir.121 Yine beş altı asra yayılan Türklerin İslamlaşma süreçlerini de bu duruma örnek olarak zikredebiliriz. Bugün de devam eden Alevi ve Sünni farklılaşmasının temelinde yatan en önemli neden, göçebe, yarı göçebe, yerleşik kültüre mensup toplulukların birbirlerinden uzaklaşmaları ve zaman zaman da hasmane duygularla birbirlerini hor görmeleridir.[13]

2.1.1.3. Dini Metinlere Yaklaşımdan Kaynaklanan Nedenler

Dini metinlerden kastımız evvela Kur’an ayetleri ve hadislerdir. Kur’an dinin temel kaynağıdır ve Allah’ın Hz. Peygambere (sav) gönderdiği bir vahiydir. Vahiy ise “aynı ontolojik düzeye sahip olmayan iki taraf arasında”[14] yani Allah ile insan olan Peygamber arasında gerçekleşmiştir. Vahyin mahiyetini ve muradını en iyi bilen insan, hiç şüphesiz vahye muhatap olan Peygamber’dir. O’nun vazifesi Allah’tan aldığı mesajları insanlara ulaştırmak ve açıklamaktı. İnsanlar anlamadıkları yerleri bizzat Hz. Peygamber’den öğrenebiliyorlardı. Ancak onun vefatından sonra bu dinamik anlama süreci sona erdi. Artık insanların karşısında bir kitap ve onu açıklayan bir peygamberin sözleri vardı. Bu noktada hem Kur’an’ın yapısından kaynaklanan hem de muhataplarının bilgi, eğitim ve anlayış farklılıklarından kaynaklanan farklılaşmalar ortaya çıkmaya başladı.

Muhkem ve müteşabih ayetlerin[15] varlığı, anlatımda kullanılan mecaz, istiare, teşbih gibi edebi sanatlar ayetlerin muhataplar tarafından farklı yorumlanmalarına sebep olmuştur. 125 Kur’an’ın indiği dönemden uzaklaşılıp, içinde yaşanılan toplumsal hayat şartları da değiştikçe insanlar, Kitab’ı anlamada ve ilahi muradı tespitte farklı anlayış ve yöntemler kullanmaya başladıklarından farklı sonuçlara ulaştılar. Hatta insanları tevhid akidesi etrafında birleştirmeyi hedefleyen ve açık seçik olduğunu ifade eden bir metin olan Kur’an, sonuçta farklı anlayış ve düşüncelere sahip kişi ya da grupların kendilerini meşrulaştırmak için kullandıkları bir metne dönüştürüldü. 126 Doğru ve bütüncül anlama çabasının yerini sahip olunan düşünceleri Kur’an’a onaylatma yaklaşımı aldı.

Kur’an’dan sonra dinin ikinci asli kaynağı olarak kabul edilen ve Hz. Peygamber’den (sav) nakledilen söz, fiil ve takrirlerin bütününü ifade eden sünnet ile ilgili de benzer yaklaşımlar söz konusudur. Sünnetin bize aktarımı olan hadislerin sıhhat kriterleri mezhepten mezhebe değişiklik arzetmekte, bunun yanında insanlar kendi mezheplerinin görüşlerini destekleyen rivayet olduğunda sıhhat derecesini pek de önemsememektedirler. Özellikle akaid alanında mütevatir haber dışında kalan rivayetler kesin delil olarak kabul edilemezken, kelam âlimleri çeşitli konularda Kitaba ve akla dayalı delilleri sıraladıktan sonra ahad haberleri, hatta zayıf ve mevzu haberleri dahi kullanmışlardır.[16]

Neticede her mezhep ve fırka kendi anlayışına göre bir Kur’an ve sünnet tasavvuru geliştirerek dinin temel metinlerini kendilerine göre tevil etme yoluna gitmişlerdir.[17]

2.1.1.4. Siyasi Nedenler

Mezheplerin ortaya çıkışında en önemli faktörlerden biri, belki de en önemlisi Hz. Peygamber (sav) sonrası Müslümanlar arasında baş gösteren siyasi ihtilaflardır. Hükmetme arzusu, kendini beğenme, ailesini, soyunu sopunu üstün görme gibi vasıflar insanların kimi zaman açıkça ortaya koydukları, kimi zaman da bilinçaltında yaşattıkları özelliklerdir. İslam, mensuplarında bu türden özellikleri görmek istemez. Cahiliye toplumunda var olan bu vasıflar Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra Müslümanlar arasında tekrar nüksetmeye başladı. Özellikle “hilafet” meselesi üzerinden yeniden canlanan kabile ve kavim taassubu birçok mezhebin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Hz. Osman devriyle yeniden başlayan Emevi – Haşimi çekişmesi daha sonraları Şii fırkaların ortaya çıkmasında etkili olurken, Mudar ve Rebîa kabileleri arasındaki sürtüşmeler de Harici fırkalarına ciddi anlamda malzeme ve dayanak oluşturdu.[18]

Hz. Ebu Bekir dönemindeki Ridde savaşları, Hz. Osman’ın şehit edilmesi, Cemel ve Sıffin vak’aları, Emevi devletinin kurulması, Yezid’in veliaht tayin edilmesi, Kerbela hadisesi ve benzeri olaylar tamamen ilk dönem Müslüman toplumun kendi iç meseleleri olup, bu sorunlar karşısında alınan tavırlar fırkaların oluşmasında çok etkili olmuştur.[19] Bu olaylar, insanın hürriyeti, büyük günah, iman amel ilişkisi ve kader gibi problemlerin ortaya çıkıp tartışılmasına sebep olmuş ve bu tartışmalar da mezheplerin ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır.[20]

Hz. Peygamber (sav) hayattayken Müslümanlar arasında ciddi ihtilafların olması söz konusu değildi. Ortaya çıkan her türlü soruna çözüm bulan bir peygamberin varlığı Müslümanların hayatını kolaylaştırmaktaydı. Ancak O’nun (sav) hastalığı döneminden başlayan, ilk başlarda küçük gibi görülen fakat daha sonra mezheplerin doğuşuna zemin hazırlayacak bazı hadiseler vuku bulmuştur.[21]

İbn-i Abbas’tan gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber (sav) ömrünün son günlerinde, hastalığının ilerlediği bir dönemde, yanında bulunan ashabından kâğıt kalem getirerek söyleyeceklerini yazmalarını ister. Oradakilerin bir kısmı, Hz. Peygamberin ateşin verdiği acı ve sıkıntının tesiriyle böyle bir istekte bulunmuş olabileceğini, dinin artık tamamlandığını, Allah’ın Kitab’ı ve Rasulünün sünnetinin kendilerine yeteceğini söylerler. Bunun üzerine orada bulunanlar arasında bir tartışma çıkar. Hz. Peygamber bu tartışmadan rahatsız olur ve oradan çıkmalarını ister. [22]

Sonraları Kırtas hadisesi diye meşhur olan bu olay Şia ile Ehl-i Sünnet arasında büyük bir ihtilaf konusu olmuştur. Şia’ya göre eğer Hz. Peygamber (sav) sözlerini yazdırabilseydi, Hz. Ali’nin kendinden sonra halife olduğunu bildirecekti. Ehl-i Sünnet ise, Hz. Peygamberin daha sonra da bunu yapabileceğini ama yapmadığını söyleyerek, durumun böyle olmadığını savunmuştur. Şia’nın iddialarını ise kesin hüküm bildiren muhkem naslar varken müteşabihe yönelmek olarak nitelendirmişlerdir.[23]

Bu olay ve Hz. Peygamber’in defnedileceği yer, bıraktığı miras, Üsame ordusunun sefere çıkmasının gecikmesi gibi konular aslında Müslümanlar arasında ayrlıklar oluşturacak boyutlara asla ulaşmamıştır. Fakat daha sonraları özellikle siyasi ihtilaf ve çatışmalar neticesinde doğan fırkalar bu konuları kendi bakış açılarına göre değerlendirmiş, yer yer istismar etmişlerdir.[24]

Sahabe arasında baş gösteren ilk ihtilafları kronolojik seyri takip ederek ve önemli dönüm noktalarını başlıklar haline getirerek ele alacağız.

2.1.1.4.1. Hilafet Meselesi

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanların karşısına çıkan en önemli mesele ve ihtilaf hilafet konusudur.[25] Rasulüllah (sav) vefatından önce yazılı veya sözlü olarak yerine geçecek herhangi birini tayin etmemiştir. Hz. Peygamber’in vefatı ashab üzerinde şok etkisi yapmıştır. O’nun öldüğüne inanamamışlardır. Hz. Ebu Bekir duruma müdahil olarak, “Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.”[26] ayetini okumuş ve oradakilere, Hz. Peygamber’in öldüğünü, daima diri ve ölümsüz olanın sadece Allah olduğunu anlatmıştır.[27]

Sahabe bu şoku yaşarken ensarın bir kısmı “Sakifetu Benî Saîde” denilen Saîdeoğulları gölgeliğinde toplanmış ve hilafet konusunu konuşmaya başlamışlardı. Ensar, Sa’d b. Ubade’ye biat etmek istiyordu fakat muhacirlerin bundan haberi yoktu. Toplantıyı haber alan Hz. Ebu Bekir yanına Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah’ı da alarak, olay yerine geldi. Orada Sa’d b. Ubade’nin halife olması gerektiğine dair konuşmalar yapılıyordu. Hz. Ebu Bekir burada ensara hitaben uzun bir konuşma yaptı. Onların haklarını teslim etmekle birlikte, muhacirlerin önceliğe sahip olduklarını ifade etti. Hilafete en layık olan kabilenin Kureyş olduğunu ve Arapların Kureyş’in dışında başka bir kabileye itaat etmeyeceğini söyledi. Ensar’ın “bir emir sizden, bir emir de bizden olsun” teklifi de kabul görmedi. Hz. Ebubekir muhacirlerin emir, ensarın da vezir olması gerektiğini savundu. Neticede, muhacirlerden yanlarında bulunan Ebu Ubeyde b. Cerrah ya da Hz. Ömer’e biat edebileceklerini ifade etti. Ancak her ikisi de bu teklifi kabul etmediler. Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’in elini tutarak ona biat etti. Daha sonra ensardan Beşir b. Sa’d tartışmanın daha fazla uzamasını istemediğinden Hz. Ebu Bekir’e biat etti. Bunun üzerine orada bulunan herkes sırayla biat ettiler. Ertesi gün de bütün sahabe mescitte toplanarak Hz. Ebu Bekir’e genel biatte bulunmuşlardır.[28]

Hz. Ali ve Haşimoğulları Hz. Ebubekir’e hemen biat etmemişler, Hz. Aişe’den gelen bir rivayete göre Hz. Fatıma’nın vefatından sonra biat etmişlerdir. Hz. Ali’nin biatı geciktirmesi, Şiilerin iddia ettikleri gibi vasiyetle alakalı değildir. Peygambere yakınlıktan kaynaklanan hissi bir tavırdır. Daha sonra Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir’e biat ederken bunu belirtmiştir.[29]

Hilafet meselesi bu şekilde çözülmüş gibi gözükse de daha sonraları birçok grup tarafından istismar edilerek tartışma konusu olmaya devam etmiş, birçok fırkanın doğmasına sebep olmuştur. Şia Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ömer’in tesiriyle bir oldu bitti neticesi halife olduğunu, aslında hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu iddia etmiştir.[30]

Hz. Ebu Bekir’in hilafeti döneminde en önemli olaylar zekât vermeyi reddeden Arap kabileleri, dinden dönenler ve sahte paygamberlerle yapılan savaşlardır. Hz. Ebu Bekir’in kararlı tutumu neticesi bu sorunlar kısa sürede halledilmiştir.[31]

2.1.1.4.2. Hz. Osman’ın Şehid Edilmesi

Hz. Ebu Bekir’in vefatından sonra Hz. Ömer, onun tavsiyesi ve genel kabulle halife seçildi. Hz. Ömer’in hilafet dönemi devlet sisteminin oturması ve fetihlerle geçti. Hz. Ömer’den sonra Hz. Osman aşere-i mübeşşerenin sağ kalanlarından ve Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’dan oluşan yedi kişilik şuranın seçimi ve umumi kabulle halife oldu.[32]

Hz. Osman’ın halifelik dönemi iki devre olarak değerlendirilir. Bunlardan ilk altı yıllık birinci devre (H. 24/29) “iyi idare” dönemi, ikinci altı yıllık devre ise, “gayr-ı meşruluk ve karışıklık” dönemi olarak nitelendirilir.144 Hz. Osman’ın hilafetinin ikinci altı yıllık döneminde onun şehid edilmesine kadar varan iç karışıklıkların çıkmasının nedenleri üzerinde durmak gerekir. Bu nedenlerin başında İslam toplumunda yaşanan sosyal değişme gelmektedir. İslam’ın gelmesiyle başlayan süreç çok hızlı gelişmiş, İslam çok geniş bir alana yayılmış, farklı din ve kültürlerden insanlar Müslümanlarla bir arada yaşamaya başlamışlardır. Bunlardan bir kısmı yeni dini benimserken eski inanç ya da adetlerini de sürdürme eğiliminde olmuşlar, yeterli eğitimi de alamamışlardır.[33]

Yumuşak huyluluğu, tevazuu ve cömertliği ile bilinen Hz. Osman selefi olan Hz. Ömer kadar dirayetli olamamış, Hz. Ömer sahabenin büyüklerine Medine’den ayrılma izni vermediği halde o, onları serbest bırakmıştır. Bu da yanıbaşında danışacağı ehliyetli insanların bulunmamasına sebep olmuştur.[34]

Hz. Osman aleyhinde oluşan hareketin en büyük sebebi ise onun akrabalarına yani Emevi ailesine karşı gösterdiği aşırı yakınlık ve valiliklere onları tayin etmesidir.[35] Tayin edilen valiler halk tarafından sevilmeyen ve icraatlarında adil olmayan kimselerdir. Bu durum Kufe, Basra, Mısır gibi merkezlerde halifenin azlini isteyen grupların oluşmasına zemin hazırlamıştır. İlk olarak Mısırlı bir grup umre bahanesiyle Medine’ye gelmiş, Hz. Osman’ın ricası ile onlarla konuşan Hz. Ali, şikâyetlerini dinleyip, halifenin icraatlarının izahını yaparak şehre girmeden geri dönmelerini sağlamıştır. Gelenler ısrarcı olmadan dönmüşler, ama şehrin durumunu ve halifenin davranışını yakından gördükleri için, kendilerini duruma göre hazırlayıp aynı yıl bu sefer hac niyetiyle ve üç merkezden yola çıkmışlardır.[36]

Medine’ye üç konaklık mesafede konaklayan grup, halifenin görevden indirilmesinde anlaşmış olmakla birlikte yerine geçecek şahıs hakkında ihtilaf halindedir. Mısırlılar Hz. Ali’yi isterken, Basralılar Talha’yı, Kufeliler de Zubeyr’i hilafete getirmek istiyorlardı. Ancak bu şahıslar kendilerine yapılan teklifi reddederler. Bunun üzerine isyancılar vazgeçmiş gibi geri dönerken yolda birleşirler ve Medine’ye gelerek Hz. Osman’ı muhasara altına alırlar. Hz. Osman, bu duruma rağmen hala zorlayıcı tedbirlerden kaçınır. Onları konuşarak ikna etmeyi dener. Fakat bu gerçekleşmez. Evi Hz. Ali, Zubeyr ve Talha’nın oğulları ve diğer görevliler tarafından korunan Hz. Osman’ı öldürmek için isyancılardan bir grup komşu evin çatısından içeri girerek Hz. Osman’ı şehid ederler. Böylece Müslümanlar arasında büyük bir fitne alevlenmiş olur.[37]

2.1.1.4.3. Cemel Vak’ası

Hz. Osman’ın şehid edildiği bu olağanüstü durumda mescidde toplanan ashab, Hz. Ali’ye halife olarak biat eder. Hz. Ali’nin karşısında duran en önemli sorun Hz. Osman’ın katillerinin bulunup cezalandırılmasıydı.[38] Ancak ortada belirli bir katil yoktu. Sayıları binleri bulan bir topluluk “Osman’ı hepimiz öldürdük”diyordu. Hz. Ali durumun sakinleşmesini beklemekten yanaydı. Kendisine yapılan uyarılara rağmen ilk icraat olarak valileri değiştirmekle işe başladı. En büyük tepkiyi Şam valisi olan Muaviye’den gördü. Muaviye Hz. Osman ile olan akrabalık bağına istinaden onun kanını talep ediyor, katillerin cezalandırılmasını ya da kendisine teslim edilmesini istiyordu. Bunu yaparken de yönetimi altında olan Şam halkına ve ordusuna güveniyordu. Bunun üzerine Hz. Ali Muaviye ile savaşa karar verdi.[39]

Önce Hz. Ali’ye biat eden fakat sonra zorla biat ettiklerini söyleyen Talha ve Zubeyr de Mekke’ye giderek Hz. Aişe ile istişare ettiler ve onlar da katillerinin cezalandırılmasını talep ettiler. Talha ve Zubeyr’in biatden dönmelerinde Hz. Ali’nin, kendisinden istedikleri valilik görevini onlara vermemesinin etkili olduğuna dair rivayetler vardır.152

Talha, Zubeyr ve Hz. Aişe topladıkları yirmi bin kişilik orduyla Basra’ya yürüdüler ve şehri Hz. Ali’nin valisinden aldılar. Burada Hz. Osman’ın katline karışanlardan yakaladıklarını öldürdüler. Şam’a sefer düzenlemeye niyetlenen Hz. Ali bu durum üzerine Basra’ya yöneldi. İki ordu Basra yakınlarında karşı karşıya geldiğinde iki taraf da ıslah için geldiğini söylüyordu. Hatta yapılan müzakereler neticesinde anlaşma sağlama noktasına gelmişlerdi ki o gece birden iki ordu birbirine girdi. Bunun sebebinin, anlaşma sağlanırsa cezalandırılacaklarını düşünen asilerin her iki tarafa da saldırması olduğuna dair rivayetler vardır. Neticede Hz. Ali savaşı kazanır. Bu iç savaşta on binden fazla Müslüman ölür. Hz. Ali, yanındakilere yağmadan sakınmalarını ve kimseyi esir ya da köle olarak almamalarını söyler.[40] Hz. Aişe, Medine’ye gönderilir ve bir daha siyasete karışmaz.[41]

2.1.1.4.4. Sıffin Savaşı

Hz. Ali, Basra’da güvenliği sağladıktan sonra Muaviye’ye elçi gönderir. Ancak Muaviye’nin tavrının değişmediğini görünce ordusuyla Şam’a yönelir. Muaviye ise Şamlıları Hz. Ali’ye karşı kışkırtmaktadır. Hz. Ali’nin niyeti savaş değil, anlaşmaya varmaktır. Fakat Muaviye Hz. Ali’ye biat etmeyi reddedince, iki ordu Sıffin denilen yerde karşı karşıya geldi. Savaş günlerce devam etti. Muaviye ordusu tam yenilmek üzereyken Amr b. el-As hakem fikrini ortaya atar. Onun tavsiyesi üzerine Muaviye büyük Şam mushafını beş mızrağın ucuna bağlatarak beş kişiye taşıtır. Diğer askerleri da yanlarında bulunan mushafları mızrakların ucuna bağlarlar ve karşı taraftan Allah’ın kitabının aralarında hakem olmasını talep ederler. Hz. Ali’nin ordusunun ön saflarında çarpışanlar üzerinde Amr’ın hedeflediği etki oluşur. Hz. Ali bunun bir hile olduğunun farkındadır fakat yanındakileri savaşa devam etmeleri noktasında ikna edemez. Taraftarlarının tazyiki neticesinde tahkimi kabul eder ve savaşı durdurur.[42]

Muaviye’nin taktiği Hz. Ali taraftarlarını ikiye bölmüştür. Bir kısmı hakeme gidilmesini isterken diğer kısmı savaşa devam edilmesinden yanadır. Hakeme gidilmesini isteyenler sayı olarak diğerlerinden daha kalabalık olmamalarına rağmen, diğerlerine nazaran daha baskın bir topluluktur. Bunun için Hz. Ali savaşa devam etmek isteyenleri istemeyerek de olsa hakem olayına ikna etmek durumunda kalmıştır.[43]

Hakeme gidilmesine karar verildikten sonra her iki taraf birer temsilci belirlediler. Muaviye’nin temsilcisi Amr b. el-As olurken Hz. Ali tarafında ise kendisinin itirazına rağmen Ebu Musa el-Eş’ari görevlendirildi. Hakemler aralarında görüşerek Hz. Ali ile Muaviye’nin azledilerek Müslümanların başka birini halife olarak seçmeleri gerektiği hususunda anlaştılar. Bu şekilde yapılan bir anlaşma Muaviye’nin durumunu meşrulaştırmakta ve ona mevzi kazandırmaktaydı. Kaldı ki Amr b. el-As’ın hile ile Muaviye’nin hilafetini ilan ettiği de kimi kaynaklarda rivayet edilmiştir.[44]

Hakem olayı sorunu çözmediği gibi, İslam tarihinde “Hariciler” olarak anılacak bir fırkanın doğmasına da sebebiyet verdi. Hariciler hakeme gidilmesini kabul etmeyerek “Hüküm ancak Allah’ındır” sözünü sloganlaştırıp Müslümanlar arasından çıkan ilk fırka oldular. İlk defa siyasi bir ayrılıkla başlayan hareket zamanla itikadi bir mezhebe dönüştü. Hakem olayına razı geldiği için Hz. Ali’nin tevbe etmesi gerektiğini aksi halde kâfir olacağını savundular. Hz. Ali onların tevbe teklifini, yaptığının günah olmadığını savunarak reddedince, ona cephe alarak ordusundan ayrıldılar. Bu grup genel olarak çölde yaşayan bedevilerden oluşmaktaydı. Bunlar, tam manasıyla İslam terbiyesinden geçmemiş, dinin ruhuna nüfuz edememiş, Kur’an ve sünnetin zahirine sıkı sıkıya bağlı, içlerinde hiç fakih bulunmayan insanlar olarak nitelendirilmektedirler. Hz. Ali onlarla mücadele etmiş ve onları ağır yenilgilere uğratmıştır. Hz. Ali’yi de onlardan biri olan Abdurrahman b. Mülcem şehid etmiştir. Sonraları marjinal bir grup olarak varlıklarını sürdürseler de benzer zihniyet ve bakış açısına sahip insanlar Müslümanlar arasında hep varolagelmiştir.[45]

Hz. Ali’nin şehid edilmesinin ardından Kufeliler Hz. Hasan’a biat ettiler. Daha sonra Hz. Ali’ye biat etmiş olan diğer vilayetlerle, Mekke, Medine ve Yemen’deki Müslümanların biati geldi. Şam ve Mısır halkı ise Muaviye’ye biat etmişlerdi. Müslümalar arasında iki başlılık sözkonusu olmuştu. Hz. Hasan savaş yoluyla daha fazla kan dökülmesini istemediğinden altı ay halife olarak kaldıktan sonra Muaviye ile anlaşma yoluna gitti ve hilafeti ona bıraktı. Böylece İslam tarihinde Emeviler dönemi başlamış oldu.159

2.1.2. Dış Nedenler

Müslümanların eski kültür ve medeniyetlerle karşılaşmaları, aralarında oluşan etkileşim, felsefi eserlerin tercüme edilmesi ve nifak hareketlerinin tesirleri gibi başlıkları bu ana başlık altında ele alacağız.

2.1.2.1. Eski Kültür ve Medeniyetlerle Temas

Kısa sürede büyük bir gelişme kaydeden İslam toplumu fetihler yoluyla büyük bir coğrafyaya yayılmış, değişik din ve kültürlere mensup insanları ya hâkimiyeti altına almış ya da onlarla komşu olmuştur. Bu süreçte ihtida hareketleri başlamış, farklı din ve kültürlerden insanlar İslam’a girmişlerdir. Bunların çoğu bazı eski inançlarını yeni dinleri içinde de sürdürmeye devam etmişlerdir. Bu durum da kimi mezhebi farklılaşmalara sebebiyet vermiştir.[46]

Ehl-i Kitab’a mensup mühtediler de, Kur’an ve hadislerde tafsilatla anlatılmayan fakat onların kültürlerinde ayrıntılı olarak yer alan kimi kıssa ve hikayeleri İslam kültürü içine taşımakta bir beis görmemişler, böylece “İsrailiyat” dediğimiz, hurafelerle dolu bir bilgi yığını oluşmuştur. Mezhepler üzerinde etkili olan bazı konular israiliyat menşeli olarak tartışma alanına girmiştir. Allah’a nispet edilen sıfatlar, teşbih, tecsim, hulul gibi fikirler ve irade hürriyeti gibi tartışmalarda yabancı kültürlerin tesiri inkâr edilemez.[47]

2.1.2.2. Felsefi Eserlerin Tercüme Edilmesi

Kültürel etkileşimin en önemli yansımalarından birisi hicri ikinci yüzyılın ortalarına doğru başlayan felsefi eserlerin tercüme edilmesi çabalarıdır. Abbasi yönetimiyle birlikte bu çaba daha da gelişmiş, bazen resmi destek de görmüştür. Müslümanlar eski Yunan felsefesiyle karşılaşmış, felsefenin temel problemleri çerçevesinde kendi inanç sistemlerini de tekrar gözden geçirmişlerdir. Tercümelerle birlikte bir taraftan Müslümanlara has bir felsefi hareket ortaya çıkarken; diğer taraftan kelam ilminin kurulmasının da yolu açılmıştır. Ayrıca bu faaliyetler neticesinde başta Yunan felsefesi olmak üzere eski İran, Mezopotamya ve Hint kültüründen pek çok yabancı unsur İslam kültürüne girmiş, bunlar da kitabi tevhid anlayışını zedeleyecek yorum ve inançları geliştirmiştir.[48]

Felsefi eserlerin tercüme edilmesi ilahiyat bahislerinin, Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatlarıyla ilgili konuların, irade hürriyetiyle ilgili tartışmaların daha felsefi bir zemine kaymasını sağlamıştır. Selef-i salihin olarak adlandırılan ilk dönem ulemasının bu konularda nassa bağlı ve yoruma kapalı tavrı yetersiz kalınca bu alanlarda Müslümanlar adına söz söyleyecek birilerinin çıkması gerekmiş, bu görevi de Mutezile üstlenmiştir. Mutezile nassın yanına felsefenin bilgi kaynaklarını ekleyip, meselelerin çözümünde aklı egemen kılarak kelam ilminin kurucusu olmuş ve yeni bir fırka olarak ortaya çıkmıştır.[49]

2.1.2.3. Nifak Hareketleri

Hz. Peygamber (sav) zamanında başlayan nifak hareketleri onun vefatından sonra da devam etmiştir. Bilhassa son peygamberin kendilerinden çıkmayışını hazmedemeyen Yahudiler ve Arapların devletlerini yıkmalarını sindiremeyen İranlılar bu nifak faaliyetlerini devam ettirmişlerdir. Cephede yenemedikleri Müslümanları içeriden yıkmayı hedeflemişlerdir.

Abdulkaahir el-Bağdâdî, bu türden grupları, “İslam’a Mensup Olmadıkları Halde İslam’a Nisbet Edilen Fırkalar” başlığı altında ele almış, yirmi fırka ismi zikretmiştir. Ğalî şii fırkaları ve Batınîleri bu başlık altında değerlendirmiştir.[50]

2.2. Bediüzzaman’ın Sahabe Hakkındaki Görüşleri

Bediüzzaman içtihat meselesini ele aldığı yirmi yedinci sözde sahabenin sonraki nesillere olan üstünlüğü ve faziletleri üzerinde durmakta, ümmetin, sahabenin tümüyle adil ve doğru sözlü oldukları hususunda ittifak ettiğini belirtmektedir. Selef-i salihinin büyük müçtehitlerinin içtihatlarındaki isabeti de onların, “asr-ı nur” ve “asr-ı hakikat” olarak nitelediği sahabe dönemine yakın olmalarına bağlamaktadır. Zira o asırda yalanın çirkinliği bütün çirkinliğiyle, doğruluğun güzelliği de bütün güzelliğiyle ortaya çıkmış aralarındaki mesafe “arştan ferşe kadar” açılmıştır.[51]

Yirmi yedinci sözün zeylini sahabeler hakkında kaleme alan müellif, onların insanlık içinde peygamberlerden sonra en yüksek mertebede olduklarını ifade etmekte, velilerin onların mertebesine ulaşamayacaklarını söylemektedir. Zira evliya “velâyet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla” sohbet etmekte iken; sahabeler “nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) nuruyla” sohbet etmektedirler. Nübüvvet derecesi velayet derecesinden üstün olduğuna göre sahabe de evliyadan üstündür.[52] Sahabenin velayeti, “velayet-i kübra”dır ve “veraset-i nübüvvet”ten gelir. Berzah tarikına uğramayarak doğrudan doğruya zahirden hakikate geçen, gayet kısa olduğu halde gayet yüksek olan bir velayet yoludur. Keşif ve keramet az görülür.[53]

Bediüzzaman’ın sahabe telakkisi Ehl-i Sünnet’in sahabeye yaklaşımıyla örtüşmektedir. Sıffin savaşında Hz. Ali’yi haklı gördüğü halde Muaviye’nin isminin başında “hazret” ifadesini kullanması, onun sahabeden olmasından kaynaklanmaktadır.[54] Ehl-i sünnet âlimleri ayet ve hadislerde ashabın tezkiye ve medhedilmesini dikkate alarak, dinin ruhunu en iyi anlayanların onlar olduklarını belirtmişler, onların söz ve fiillerinin dinin üçüncü kuvvetli kaynağı olduğunu ifade etmişlerdir.[55] Hatta İbn Hazm: “Muaviye bir mükâfatlı hatalıdır, çünkü müçtehittir” demektedir.[56] Kanaatimizce ona bu sözü söyleten Muaviye’nin sahabi olmasıdır.

2.3. Bediüzzaman’ın İlk İhtilaflarla İlgili Görüşleri

Sahabe hakkındaki düşüncelerini yukarıda aktardığımız Bediüzzaman, en büyük velayet derecesinde gördüğü sahabenin arasında meydana gelen ihtilafları eserlerinin değişik bölümlerinde ele almakta ve ilgi çekici yorumlarda bulunmaktadır. Hz. Ali’nin, ilmi ve Hz. Peygamber’e yakınlığı cihetiyle hilafete layık olduğu halde neden ilk halife olmadığı yönündeki bir soruyu ele alarak buna cevap aramaktadır. Cevap sadedinde Ehl-i Beyt’ten ismini zikretmediği ve kutb-u azam olarak nitelediği bir şahsın şu sözünü nakletmektedir: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali’nin (r.a.) hilâfetini arzu etmiş. Fakat gaipten ona bildirilmiş ki, murad-ı İlâhî başkadır. O da arzusunu bırakıp murad-ı İlâhîye tâbi olmuş.”[57] Murad-ı ilahinin hikmetlerinden birkaçını zikrederek, Hz. Ali’nin halife olması durumunda kimi kabilelerin rekabet damarıyla bunu kabul etmeye yanaşmayabileceği ve onun hilafeti döneminde başlayan fitnelerin daha önceden husule gelebileceğini belirtmektedir. Ayrıca başka bir açıdan bakarak onun halifelik döneminin geriye kalmasının, ortaya çıkan fitne ve fesat karşısındaki cesaret ve feraseti açısından önemini vurgulamaktadır. Bu olaylara karşı ancak Hz. Ali gibi biri dayanabilirdi demektedir. Bir diğer açıdan Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’in varlığı Emevilerin zulüm ve azgınlıkta tamamen yoldan çıkmalarına engel olmuş, bu sebeple Emevi sultanları Müslümanlar nezdinde yerlerini koruyabilmek için ister istemez İslami ilimlerin muhafaza ve gelişmesine zemin hazırlamışlardır. Bediüzzamana göre, eğer karşılarında Ehl-i Beyt’in velayet, diyanet ve kemâlâtı olmasaydı, Abbasiler’in ve Emeviler’in son dönemlerinde olduğu gibi tamamen çığırdan çıkmaları muhtemeldi.[58]

Bediüzzaman asr-ı saadette sahabe ve tabiinin başına gelen kanlı fitnelerin hikmetinin ne olabileceğini sorgulamakta ve kendine has üslubuyla bu çalkantılı dönemi izah etmektedir:

“Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı îmâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, herbir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat, maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.”[59]

Yukarıdaki alıntıdan yola çıkarak Said Nursi’nin İslam tarihinde yaşanan üzücü olaylara bakışında hâkim olan pespektifi hikmet-i ilahiyye ve kader kavramlarıyla ifade etmek mümkündür. Sahabe arasındaki ihtilaf ve çatışmaları bahardaki fırtına ve yağmurlara benzetmekte, sonuçta rengârenk çiçeklerle dolu bir bahçenin ortaya çıktığını ifade etmektedir. Ehl-i bidat fırkaları bu bahçedeki dikenlere benzetmesi de dikkat çekicidir. Buradan onları tasvip edip beğenmese dahi İslam’ın geniş dairesi içerisinde telakki ettiği sonucunu çıkarabiliriz.

Bediüzzaman’a göre Cemel Vak’ası denilen ve Hz. Ali ile Hz. Aişe’yi karşı karşıya getiren savaş, adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Adalet-i mahza, bir masumun hakkının bütün halk için dahi iptal edilmemesidir. Bir cemaatin selameti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Adalet-i izafiye ise, cemaat için ferdin hakkını dikkate almamaktır. Eğer adalet-i mahzanın uygulanma imkanı varken bir nevi ehven-i şer olarak adalet-i izafiye tatbik edilirse bu zulüm olur. İşte Hz. Ali şeyheyn[60] zamanındaki gibi adalet-i mahzanın uygulanması gerektiği yönünde içtihatta bulunmuş, karşı tarafsa adalet-i izafiye üzerine içtihat etmiştir. Onlara göre İslamla bağları zayıf olan farklı kavimlerin Müslümanların toplumsal hayatlarına katılmış olmaları adalet-i mahzanın tatbikini müşkil kılmaktadır. Bunun için ehven-i şer olarak adalet-i izafiye uygulanmalıdır. Burada sözkonosu olan içtihat tartışması siyaset alanına girdiği için de savaşa sebebiyet vermiştir. Tarihin gösterdiği diğer sebepler gerçek sebepler değil, bahanelerdir. Her iki taraf da Allah rızası ve İslam’ın menfaati için içtihatta bulunmuş ve bu içtihat savaşa sebep olmuştur. Her ne kadar Hz. Ali’nin içtihadı isabetli olsa ve karşısındakiler hata etmiş olsalar da yine azaba müstehak değildirler. Zira içtihat eden hakkı bulsa iki sevap alırken, bulamazsa da bir nevi ibadet olan içtihat sevabını alır. Hatasında mazur görülür. Bunun için Bediüzzaman’a göre, hem katil hem de maktül ehl-i cennet ve ehl-i sevaptır.[61] Başka bir yerde de Ehl-i Sünnet’in görüşünün de bu yönde olduğunu belirten Bediüzzaman, bu savaşa katılan sahabe hakında lüzumsuz hatta zararlı tartışmalara girmeyi yanlış bulur. Ehl-i Sünnet’in de bunu men ettiğini ifade eder.[62]

Hz. Ali ile Muaviye arasında vuku bulan Sıffin savaşı ise hilafet ile saltanatın savaşıdır. Hz. Ali, dinin hükümlerini ve ahireti esas alıp, saltanatın ve siyasetin bir kısım gereklerini ona feda etmiştir. Muaviye ve taraftarları ise, toplumsal hayatı, saltanat siyasetiyle takviye etmek için azimeti bırakıp siyaset dünyasında kendilerini mecbur hissettikleri ruhsatı tercih etmişler ve hataya düşmüşlerdir.[63]

Bediüzzaman, Hz. Hasan ve Hüseyin’in Emevilere karşı mücadelelerini ise din ile milliyet savaşı olarak ifade etmektedir. Ona göre Emeviler, İslam Devletini Arap milliyeti üzerine kurup, İslamiyet bağını milliyet bağının gerisine ittiklerinden iki yönden zarar vermişlerdir. Birincisi, diğer milletleri rencide ederek ürkütmeleri, ikincisi de milliyetçiliğin yönetimi adaletten uzaklaştırmasıdır. Oysa İslam asabiyeti, ırkçılığı reddeder. Hz. Hüseyin, din bağını esas alıp, haklı olarak onlara karşı mücadele etmiş ve şehadet makamına ulaşmıştır. Tam bu noktada müellif, haklı olduğu halde Hz. Hüseyin’in neden başarısız olduğunu, ilahi kaderin ve rahmetin onların feci akıbete uğramasına neden müsaade ettiğini sormakta ve bu soruyu cevaplamaktadır. Ona göre, Hz. Hüseyin’in yakın taraftarları dışında kalan sair milletlere mensup unsurların içinde oluşan Arap milliyetine karşı intikam fikri Hz. Hüseyin ve taraftarlarının temiz ve parlak yollarına halel getirmiş, yenilgilerine sebep olmuştur. Fakat kader açışından bu feci akıbetin hikmeti ise, Hasan, Hüseyin ve onların nesillerinin manevi bir saltanata namzet olmalarıdır. Dünya saltanatı ile manevi saltanatın bir araya gelmesi çok zordur.

Bunun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü onlara gösterdi. Ta ki kalben dünyaya karşı ilgileri kalmasın. Onların elleri geçici ve zahiri bir saltanattan çekildi, fakat parlak ve sürekli bir manevi saltanata tayin edildiler. Sıradan yöneticiler olmak yerine evliya kutuplarına merci oldular.[64]

Bediüzzaman aynı konuda kendisine yöneltilen, Hz. Peygamber’in torunlarının başına gelen feci muamelenin hikmetine dair soruya cevap vermekte ve burada da dört sebep zikretmektedir. Birincisi, merhametsiz siyasetin, “Hükümetin selameti ve asayişin devamı için, eşhas feda edilir” prensibidir. İkincisi, onların saltanatının dayandığı milliyet fikrinin düsturu olan, “Milletin selameti için her şey feda edilir” anlayışıdır. Üçüncüsü, Emevilerin geleneklerinde var olan Haşimoğulları’na karşı rekabet damarının Yezid gibi bazı şahıslarda bulunmasıdır. Dördüncü sebep de, Hz. Hüseyin’in yanında yer alan sair milletlere, Emevilerin köle muamelesinde bulunması neticesinde onların intikam hisleriyle bu mücadelede yer almalarının Emeviler üzerinde oluşturduğu olumsuz tesirdir. Bu sebepleri zikreden müellif sonunda bunların zahiri nedenler olduğunu ifade etmekte ve yine konuya kader noktasından bakmaktadır. Hz. Hüseyin ve akrabasının o facia sebebiyle ulaştıkları uhrevi neticeler, ruhani saltanat ve manevi yücelikler o kadar kıymetlidir ki o facia ile çektikleri zahmet bu dereceler yanında gayet küçük kalır.[65]

Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Bediüzzaman sahabe arasında vuku bulan mücadelelere hep kader ve hikmet-i ilahiyye nazarıyla bakmaktadır. Mektubat içinde 19. mektup olarak yer alan Mucizat-ı Ahmediye risalesinde Peygamber’den (sav) gelen gelecekle ilgili rivayetleri ele alarak bunların gerçekleşmiş olmasını birer mucize olarak değerlendirmektedir. Burada özellikle Hz. Peygamber’den (sav) hemen sonra gerçekleşen olayları ve Müslümanlar arasındaki ihtilafları haber veren rivayetler ve Bediüzzaman’ın onları ele alış tarzı konumuzla doğrudan alakalıdır.

Müellife göre Hz. Peygamber (sav) “Benden sonra Ebubekir ve Ömer’e uyunuz”[66] şeklinde buyurarak Ebubekir ve Ömer’in kendinden sonraya kalarak sırayla halife olacaklarını haber vermiş ve öyle de olmuştur.[67]

“Osman, Kur’an okurken öldürülecek. Allah Osman’a (hilafet) gömleği giydirecek. Fitne topluluğu da o hilafet gömleğini çıkarmaya çalışacaklar”[68] rivayeti de Hz. Osman’ın halife olacağını, sonra hilafetten indirilmek isteneceğini ve Kur’an okurken şehit edileceğini haber vermektedir. Bu haber de aynen gerçekleşmiştir.[69]

Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali’ye hitaben, “Biatını bozanlar, hak ve adaletten sapanlar ve dinden çıkanlarla savaşacaksın.”[70] diyerek Cemel vak’asını, Sıffin savaşını ve Haricilerle olan mücadelesini haber vermiştir. Hz. Ali’ye, Zubeyr ile muhabbet ettiği bir zamanda, “Bu sana karşı savaşacak, fakat haksız olacak.”[71] diyerek, ikisinin Cemel vak’asında karşı karşıya gelmelerine işaret etmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber (sav), eşlerine, “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çok kimse katledilecek.”[72] şeklinde hitabederek Hz. Aişe’nin Cemel vak’asındaki konumunu ifade etmiştir. [73]

Hz. Peygamber (sav), Hz. Ali’ye, tanıdığı bir adam tarafından şehit edileceğini haber vermiştir.[74] O kişi de Harici olan Abdurrahman b. Mülcem’dir. Yine Haricilerin içinden Zü’s-südeyye denilen bir adamı haber vermiş, Haricilerin ölüleri arasında o adam bulunmuştur. Hz. Ali bu durumu haklılığınının bir delili olarak göstermiştir. [75]

Hz. Hasan ile Muaviye arasında gerçekleşen anlaşmayı da Hz. Peygamber şu sözleriyle haber vermiştir: “Şüphesiz benim bu torunum seyyiddir. Allah onun vasıtasıyla Müslümanlardan iki büyük topluluğun arasını bulacaktır.”[76] Peygamber (sav) Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edileceğini ve Ehl-i Beyt’in kendisinden sonra katle ve belalara maruz kalacağını haber vermiş ve hepsi de gerçekleşmiştir.[77]

Bediüzzaman, sahih rivayetlerde, Emevi devletinin ortaya çıkışının, yöneticilerinden çoğunun zalim olacağının, içlerinde Yezid ve Velid’in bulunacağının ve Muaviye’nin ümmetin başına geçeceğinin haberlerinin yer aldığını ifade etmektedir.[78]

Bahsi geçen rivayetlerin hepsinin sahih olduğunu belirten Said Nursî, kaynak zikretmemektedir. Bunu da yanında hiçbir hadis kitabının bulunmamasına bağlamaktadır. Ancak talebelerinin bu rivayetlerin kaynaklarını bilahere ilave edebileceklerini belirtmektedir. Nitekim son yıllarda yapılan baskılarda bu rivayetlerin kaynakları dipnot olarak yer almaktadır.[79] Bediüzzaman bu rivayetlerin sıhhatini hiçbir şekilde tartışma konusu yapmamakta ve hepsini Hz. Peygamber’in (sav) birer mucizesi olarak değerlendirmektedir.

Dipnotlar:

[1] İbrahim Mustafa, Ahmed Hasan ez-Zeyyat, Hamid Abdülkadir, Muhammed Ali en-Neccar, el-Mu’cemu’l-Vasit, İstanbul, 1992, s.317.

[2] Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İstanbul 1999, s.7.

[3] Yaşar Kutluay, İslamiyet’te İtikadi Mezheplerin Doğuşu, İstanbul  2003, s.119.   111 Kutluay, a.g.e, s.120.

[4] Sönmez Kutlu, Mezhepler Tarihine Giriş, İstanbul, 2008, s.43.

[5] Bkz. Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdilkerim eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut, 1998, ss. 17-49. Muhammed Ebu Zehra, Mezhepler Tarihi, trc. Sıbğatullah Kaya, İstanbul, 1996, ss. 17-27.

[6] Kutlu, a.g.e, s.44.

[7] Mehmet Saffet Sarıkaya, İslam Düşünce Tarihinde Mezhepler, İstanbul, 2009, s. 34.

[8] Sarıkaya, a.g.e, s. 34.

[9] Kutlu, a.g.e, ss. 44-45

[10] “Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ana babası onu Yahudi, Hıristiyan ya da Mecusi yapar.” Müslim, es-Sahih, Kader, 25.

[11] Sarıkaya, a.g.e, s. 35.

[12] Sosyolojik olguların dini gruplaşmalar üzerindeki etkisine dair bkz.: Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İstanbul, 1999, ss. 287- 320. 121 Kutlu, a.g.e, s.45.

[13] Sarıkaya, a.g.e, s. 36.

[14] Nasr Hamid Ebu Zeyd,  İlahi Hitabın Tabiatı, Ankara, 2001, s. 56.

[15] “Sana kitabı indiren O’dur. Kitab’ın bazı ayetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşabih ayetlerin peşine düşerler. Hâlbuki onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde derinlik sahibi olanlar ise; ‘Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.”( Âl-i İmran, 2/7) 125Ebu Zehra, a.g.e, s. 24. 126 Kutlu, a.g.e, s. 54.

[16] Sarıkaya, a.g.e, s.40.

[17] Kutlu, a.g.e, s. 54.

[18] Fığlalı, a.g.e., s. 21.

[19] Sarıkaya, a.g.e, ss.46-47.

[20] İlyas Üzüm, “Mezhep”, DİA, İstanbul, 2008, c.29, s.528.

[21] Fığlalı, a.g.e, s. 22.

[22] Buhari, es-Sahih, “Meğazi”, 83.

[23] Hasan Gümüşoğlu, İslam Mezhepleri Tarihi, İstanbul, 2008, ss. 21-22.

[24] Sarıkaya, a.g.e, s. 51.

[25] Fığlalı, a.g.e, s. 23.

[26] Zümer, 39/30.

[27] el-Bağdâdî, a.g.e, s. 15.

[28] Gümüşoğlu, a.g.e, ss. 35-37.

[29] Fığlalı, a.g.e, s. 28.

[30] Kutlu, a.g.e, s. 48.

[31] Sarıkaya, a.g.e, ss. 54-55.

[32] Şura çalışmaları hakkında bkz.: Hasan İbrahim Hasan, İslam Tarihi, çev.: İsmail Yiğit, Sadreddin Gümüş, İstanbul, 1987, c. 1, ss. 325-330. 144 Fığlalı, a.g.e, s. 31.

[33] Sarıkaya, a.g.e, ss. 55-56.

[34] Ebu Zehra, a.g.e, s. 34.

[35] Fığlalı, a.g.e, s. 33.

[36] Yaşar Kutluay, Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhebleri, İstanbul, 2003, s. 44.

[37] Fığlalı, a.g.e, s. 35.

[38] Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, İstanbul, 1992, s. 199.

[39] Sarıkaya, a.g.e, ss. 57-58. 152 Akbulut, a.g.e, s. 200.

[40] Kutluay, İslamiyet’te İtikadi Mezheplerin Doğuşu, s.72.

[41] Gerek Hz. Osman’ın şehid edilmesi, gerekse Cemel vak’ası konularının anlatıldığı kimi kaynaklarda bu olayların arkasındaki isim olarak Abdullah İbni Sebe ismi zikredilmektedir. Ancak bu konuyu tahkik eden eserler bu isim etrafında şüpheler olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle biz konuları ele alırken bu isim üzerinde durmadık. Geniş bilgi için bkz.: Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, ss. 337349. Sıddık Korkmaz, Tarihin Tahrifi İbn Sebe Meselesi, Ankara, 2005.

[42] Fığlalı, a.g.e, ss. 40-41.

[43] Akbulut, a.g.e, ss. 234-235.

[44] Sarıkaya, a.g.e, ss. 62-63.

[45] Gümüşoğlu, a.g.e, ss. 58-60. 159 Gümüşoğlu, a.g.e, s. 62.

[46] Fığlalı, a.g.e, s. 20.

[47] Sarıkaya, a.g.e, ss. 48-49.

[48] Bu konudaki örnekler için bkz.: Muhammed Abid el-Cabiri, Arap Aklının Oluşumu, çev. İbrahim Akbabba, İstanbul, 1997, ss. 225-255.

[49] Sarıkaya, a.g.e,  ss. 49-50.

[50] Abdulkaahir el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, çev. Ethem Ruhi Fığlalı, ss. 175-241.

[51] Said Nursi, Sözler, İstanbul, 2007,  ss.526-527.

[52] Nursi, Sözler,  s.532.

[53] Nursi, Mektubat, İstanbul, 2007, s.51.

[54] Nursi, Mektubat, s.55.

[55] el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, s. 246.

[56] Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, s. 237.

[57] Bkz.: Hatib el-Bağdadi, Târîhu Bağdâd, c.11, s.213; İbn Asâkir, Târîhu Dımaşk, c.45, s.322.

[58] , ss. 107-108.

[59] Nursi, Mektubat, s. 109.

[60] Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer.

[61] Nursi, Mektubat, ss.54-55.

[62] Nursi, Emirdağ Lahikası, İstanbul, 2007, ss.193-194.

[63] , s.55.

[64] Nursi, Mektubat, ss.55-56.

[65] , s.56-57.

[66] Bkz.: Tirmizi, Menâkıb, 16, 34; İbn Mace, Mukaddime, 11; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/382.

[67] Nursi, Mektubat, s.110.

[68] Kadı Iyaz, eş-Şifa, 1/339; Ayrıca bkz.: Tirmizi, Menâkıb, 18; İbn Mace, Mukaddime, 11.

[69] Nursi, Mektubat, s.112.

[70] Bkz.: el-Hakim, el-Müstedrek, 3/150.

[71] Bkz.. İbni Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/545; el-Hakim, el-Müstedrek, 3/413.

[72] Bkz.. İbni Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/538.

[73] Nursi, Mektubat, s.106.

[74] Bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/91, 102.

[75] Nursi, Mektubat, s.107.

[76] , s.106. Bkz.: Buhari, Sulh, 9; Tirmizi, Menâkıb, 30; Ebu Dâvûd,  Sünnet, 12-13.

[77] Nursi, Mektubat, s.106-107.

[78] Nursi, Mektubat, s.112-113.

[79] Bkz. Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, c. I-II, İstanbul, 2002.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Yüsr / Kolaylık Hakkında

DİNDE YÜSR (KOLAYLIK) Allah Teâlâ, denemek için yarattığı insanoğlunun dünya imtihanında başarılı olması için ona …

Kapat