Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Bedîüzzaman’a Göre Acz ve Fakr Kavramları

Bedîüzzaman’a Göre Acz ve Fakr Kavramları

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar: Vasfı ARSLAN *

BEDÎÜZZAMAN’A GÖRE ACZ VE FAKR KAVRAMLARI

1.Bedîüzzaman’a Göre Acz Kavramı

Acz kelimesi sözlükte, “beceriksizlik, zayıflık, güçsüz ve kabiliyetsiz olma”[1] gibi manalara gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de fiil hâli ve diğer bazı müştak hâlleri geçse de “acz” şeklindeki mastar hâli geçmemektedir. Aczin anlam sahasına giren “âciz bırakma, güç yetirememe, engel olamama” gibi anlamlar Kur’ân’da sık sık kullanılmaktadır. Bizim üzerinde duracağımız acz ise kişinin kendinde hiçbir güç ve kuvvet görmeyerek Allah Teâlâ karşısında âcizliğini idrak etme şuuru içinde bulunmasıdır. Bu mânâdaki acz, Türkçedeki âcizlik kelimesiyle farklı anlamlara gelmektedir.  Zira Türkçedeki âcizlik olumsuz bir vasıftır ve maddi anlamda iş görememe veya beceriksizlik gibi anlamlara gelir. Acz ise insanın tevâzû şuuruyla haraket ederek Allah Teâlâ karşısında kendisine zâtî bir değer atfetmemesi hâlidir.

Çünkü insanın ne kadar kudreti olursa olsun Allah Teâlâ’ya bağlanmadıkça o geçici güç ve kudret hakikatte hiçbir değer ifade etmemektedir. Bu bağlamda acz şuurunun kulluk şuuru ile yakından irtibatlı olduğu anlaşılmaktadır.

Bedîüzzaman’a göre “acz” kavramı, insanın tabiatına Allah Teâlâ tarafından kendi varlık ve kudretini hissettirmek gayesiyle yerleştirilen bir duyguyu ifade etmektedir. İnsandaki bu zayıflık ve hiçlik duygusu, tam olarak idrak edildiğinde onda Allah Teâlâ’nın kudretine dayanma hissini tetikleyen çok hayatî bir görev icra etmektedir. Çünkü “Kudret-i İlâhî” karşısında aczinin farkında olan bir insan bu sonsuz güç karşısında kendini bir “hiç” olarak görüp, elinde bulunan maddî mânevî bütün nimetlerin Allah Teâlâ’dan geldiğini bilir.[2] 

Bedîüzzaman, insanın tabiatındaki âcizlik unsurlarından dolayı vicdanen kendisine dayanıp güvenecek bir dayanak noktası aradığını belirtir: “Evet nev-i beşer, aczi ve düşmanların kesreti dolayısıyla dayanacak bir nokta-i istinada muhtaçtır ki, düşmanlarını kovmak için o noktaya iltica etsin.”[3]

Ona göre bu durumdaki insanın en temel dayanak noktası, “Bir şeyi dilediğinde O’nun buyruğu, sadece “Ol!” demektir, hemen oluverir.”384 ayetinde ifade edilen Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretidir. İman ve ibadet vasıtasıyla böyle bir kudrete dayanan insan ruhu, sonsuz bir rahata kavuşur ve artık dünya hayatında hiçbir şeyden korkmaz. Çünkü en zor şartlar karşısında âciz kaldığı bir durumda “Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette Ona döneceğiz”[4] der Rabbine itimat eder.

Bedîüzzaman insanda bulunan acz duygusu ile Allah korkusu arasındaki ilişkiyi şöyle açıklar: “ Bir yaşındaki bir çocuğun aklı ve şuuru bulunsa ve ona, “yaşadığın en tatlı hâletin nedir?” diye sorulsa; cevaben “acz ve za’fımı anlayıp validemin tatlı tokadından korkarak yine onun şefkatli sinesine sığındığım andır.” diyecektir. Hâlbuki bütün annelerin şefkati Allah Teâlâ’nın rahmetine nispeten denizden bir damla kadar bile yoktur. Onun için kâmil insanlar aczde ve mehâfetullahta öyle bir mânevî lezzet bulmuşlardır ki kendi güç ve kuvvetlerinden şiddetle kaçınıp Allah Teâlâ’ya acz ile sığınmışlar ve aczi ve havfı kendilerine şefaatçi yapmışlardır.”[5] Buradan anlaşılmaktadır ki insanın tabiatında bulunun acz sebebiyle bir dayanak noktası araması ve müminlerin Allah Teâlâ’ya olan iman ve intisapla bu dayanak noktasına kavuşmaları çok önemli bir mevzudur. Çünkü böyle bir dayanak noktasını ruhunda hissetmeyen dalaletteki bir insan ruhu, âciz kaldığı durumlarda çok büyük bir yalnızlığa düşer ve vicdanı daima azap içerisinde kalır.

Bedîüzzaman’a göre insandaki acz duygusu, onu Allah Teâlâ’ya iman ve O’na ibadete sevk eder. Mevcudatta bulunan zayıflık ve âcizlik ise Allah Teâlâ’nın varlığına bir çeşit delil teşkil eder. Çünkü kâinattaki her bir atom tanesi zâtî olarak şuurdan yoksun ve tam bir acziyet içerisinde olmasına rağmen icra ettiği harika işlerle her şeye gücü yeten bir Kadîr-i Mutlak’ın gücüne dayandığını göstermektedir.[6] Kâinattaki bütün sebepler kendi güçlerinin çok ötesinde işler yapmakla bir “Vacibu’l-Vücûd’un bulunduğuna delalet etmektedir.[7]

Bedîüzzaman’ın tasavvufî meşrebler arasında önemli bir yeri olan aşk yoluna göre daha eslem diye ifade ettiği “acz yolu”nun389 bazı özelliklerini kısaca şöyle maddelendirmek mümkündür:

a- Acz, insanı ubudiyete[8] sevk eder.

Fıtratında bulunan acz duygusunu idrak eden bir insan Kudret-i Ezeliye karşısında kendini sıfır görerek kulluk şuuruyla dolar. Zaten ibadetin mânâsı, kulun kendi acz ve kusurunu itiraf ederek dergâh-ı ilahiyeye karşı hayret ve muhabbetle secde etmesinden ibarettir.391 Secde etmek, insanın Allah Teâlâ’nın kudreti karşısında kendi zayıflığını hissederek tesbih ve hamd ile mukabelede bulunması mânâsına gelmektedir.

Bedîüzzaman’a göre insanı kulluğun en üstün mertebelerine ulaştıracak iki kanat acz ve fakr kanatlarıdır.[9] b- Acz, Kudret-i İlâhî’nin derecelerini idrak etmede bir ölçüttür.

Açlığın şiddetine göre nimetlerden lezzet alma oranının artması veya karanlığın şiddeti ölçüsünde ışığın görülmesi gibi, insanda bulunan acz ölçüsünde de Allah Teâlâ’nın kudreti tam mânâsıyla hissedilebilir.[10] İnsan fıtratındaki aczin idrak edilmesi neticesinde Kudret-i İlahiyenin mertebelerinin daha iyi anlaşılmasından yola çıkan Bedîüzzaman’a göre, insanın mânevî yapısındaki bu durum göstermektedir ki fıtratın gayesi ubudiyettir. Yani fıtrata acz duygusunu yerleştiren Allah Teâlâ, kullarını kendisine ibadet etmeye sevk etmektedir. Bu yüzden acz şuurunu idrak etmiş bir insan ibadet etmede hiç zorlanmayacaktır. Ubudiyetin esası ise insanın Cenab-ı Hakk karşısında “Estağfirullah” ve “Sübhanallah” gibi tesbîh-i takdîs sözcükleriyle acz ve zaafını itiraf etmesidir.[11] c- Bütün mahlukat aczleri nispetinde güçlüdür.

Bedîüzzaman’a göre, insan ve hayvan yavrularına en gerekli gıda olan sütün sebepler açısından çok zor şartlar altında annelerin memelerinden kolayca akması, o yavruların zaaf ve aczlerine Allah Teâlâ’nın merhametinin en büyük göstergesidir.395

Bedîüzzaman’ın bakış açısına göre insanın kâinattaki durumu minik nazlı bir çocuğun hâline benzer. Çocuk aczindeki kuvvetle etrafındaki insanları kendine hizmet ettirir. Daha doğrusu o acze binaen Allah Teâlâ insanları onun yardımına koşturur. Aynı şekilde insanın acz ve zaafında büyük bir kuvvet vardır. Çünkü o, dünyada istifadesine sunulmuş her türlü nimet ve ikramı kendi gücüyle değil acz ve zaafına binaen Allah Teâlâ’nın ikramı ile elde etmiştir. Yine ondaki aczin kuvvetiyle varlıklar Allah Teâlâ tarafından emrine verilmiştir.[12] Bu nimetlerin şükrü, acz ve zaafının farkında olarak kavlî ve fiilî olarak dua edip kullukta bulunmaktır. İnsanın aczini itiraf ederek Allah Teâlâ’ya dayanması neticesinde elde edeceği gücü Bedîüzzaman şöyle ifade eder: “Aczde tam kuvvet var, gör. Eğer Allah’ı buldunsa bütün eşya senindir, gör.”[13] Demek oluyor ki insanın, acz ve fakr lisanıyla her şeyin gerçek sahibine dua etmesi neticesinde bütün mahlûkat ona hizmetçi yerine geçmektedir.

  • Acz insanı duaya sevk eder.

Hastalık veya musibetler gibi insana acziyetini iliklerine kadar hissettiren olaylar karşısında insanın Rabbine dua ve yakarışlarla yakın olmaya çalışması inkâr edilemez bir hakikattir. İnsanın tabiatında var olan bu duygudan yola çıkan Bedîüzzaman’a göre, insana acziyet hissinin verilmesi onu her zaman dergâh-ı ilâhîye dua ile müracaatta bulunmaya sevk etmek içindir. [14] Ona göre, insan Allah’a ve ahirete iman etmezse ruhen çok şiddetli ızdıraplar yaşar. Çünkü bu durumdaki insanın bakış açısına göre insan, yokluktan bu dünyaya tesadüfen atılmış, başına gelebilecek her türlü musibete karşı son derece âciz ve zayıf, dünyadaki diğer bütün varlıklara yabancı bir varlıktır.[15] Bütün kâinat içinde küçük ve âciz bir varlık olan bu şartlardaki bir insanın yapması gereken tek şey iman ettikten sonra var gücüyle duaya sarılmaktır.400 Bedîüzzaman’a göre, kısaca insanın içinde bulunduğu şartlar onu bir üstün kudrete dua ve kulluk ile dayanmaya mecbur kılmaktadır.

  • Acz yolu aşk yolundan daha güvenli bir yoldur.

Mutasavvıfların tespit ettiği şeriatın özüne yani hakikate ulaşma yollarının en önemlilerinden bir tanesi de “Şüttar Tariki” denen yoldur. Aşk ve muhabbet ehlinin yolu olan bu yolda aşk vecd ve coşku ile sülûk edilir. Mutasavvıflara göre, âlemlerin içerisinde aşka yabancı bir zerre bile yoktur. Fakat her mahlûk kendi kabiliyeti nispetinde aşkı tadabilir. Nefse galebe çalmanın en kestirme yolu aşk yoludur.[16] Ahmed el-Gazâlî, Aynülkudât el-Hemedânî, Senâî, Attâr, Rûzbihân-ı Baklî, İbnü’l-Fârıd ve Celâleddîn-i Rûmî gibi mutasavvıflar meşreplerinde aşk yolunu esas alan en önemli isimlerdir. İbnü’l-Arabî ise aşk ve muhabbet kavramlarına büyük önem atfetmekle birlikte daha çok ilim ve marifet ağırlıklı bir yol tutmuştur.402

Bedîüzzaman’a göre, acz de aşk gibi Allah Teâlâ’ya ulaştıran yollardan biridir, ancak acz, aşktan daha kısa ve daha güvenilir bir yoldur. [17] Bununla O, aşk yolunda görülen bazı şathiye ve naz ifadelerine karşın acz yolunda tevazû ve mahviyetin esas olması durumunu kastetmektedir. Çünkü aşk yolunda aşk-ı mecaziye takılıp kalma ve bazen haddi aşan niyaz ifadeleri sarf etme söz konusu iken,acz yolundaki sâlik kendinde acz ve kusurdan başka bir şey görmez. Ayrıca acz yolu daha çok insana hitab edebilen bir potansiyele sahiptir.[18]

  • Helal rızık acz nisbetinde gelmektedir.

Risale-i Nur müellifi Barla’da vaktinin çoğunu, Çam Dağı denen mevkide mahlûkatı doğal ortamlarında tefekkür ederek geçiriyordu. Bu durum bazen birkaç ay gibi uzun süreler devam etmekteydi. O,Risale-i Nurlarda bu tefekkürlerini görüşlerine delil olarak sıklıkla zikretmektedir. O helal rızkın acz ve zayıflık nisbetinde Allah Teâlâ tarafından gönderildiğini anlatırken de tabiattan örnekler verir. Örneğin ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından onlar yerlerinde tevekkül hâlinde beklerler ve ihtiyaçları olan rızık onlara gönderilir. Yine âciz yavruların ihtiyaç duydukları temel gıda, annelerin memelerinden kolayca gönderilir. Bu yavrular biraz büyüyüp güç ve iktidar kazanınca o süt kesilir.405 Bütün bunlar göstermektedir ki “Vesile-i rızk-ı helâl; acz ve iftikardır, zekâ ve iktidar değildir.”[19] Tevekkülün zıddı olan hırs ile rızkın peşinden koşmak ise rızkın daralmasına sebep olmaktadır.

Öyle anlaşılıyor ki Bediüzzam’a göre, insanın acz ve zaafının şuurunda olması onun için hem dünyevî rızık elde etme, hem de ahiret nimetlerine mazhar olma noktasında büyük önem arz etmektedir.

  • Acz rahmeti celb eder.

Bedîüzzaman, Kâinatta Allah Teâlâ’nın rahmet ve merhametini gösteren varlık ve hadiseler üzerinde önemle durmuştur. Ona göre, kâinatta rahmet tecellileri, özellikle zayıf ve âciz mahlûkat üzerinde çok bariz bir şekilde görünmektedir. Bir ağacın başındaki yuvada bir yavrunun aczi; annesini ona itaatkâr bir hizmetçi hâline getirmektedir. O anne, yavrusu için gezer dolaşır ve yiyecek bulup ona getirir. Yavru kuş biraz büyüyüp uçmaya başlayınca artık ona gıda bulmayı bırakır ve adeta yavrusuna başının çaresine bakmasını söyler. Allah Teâlâ bütün yavrulara, aczlerine binaen hiç ummadıkları bir şekilde rızık gönderdiği gibi, hükmen çocuk yerine geçen yaşlılara da yaşadıkları eve bereket yağdırmak suretiyle rahmetini hissettirir.[20] Buna ilave olarak, bir hanenin bereket kaynağı, o hanedeki ihtiyarlar olduğu ve o haneyi belalardan muhafaza eden şey, içindeki beli bükülmüş masum ihtiyarlar ve ihtiyareler olduğu hadislerde ifade edilmektedir.[21] Buradan anlaşılmaktadır ki, beli bükülmüş ve acz ve zaaf içerisindeki mümin ihtiyarlar, Allah Teâlâ’nın rahmetini celb etmektedir. Bedîüzzaman, acz ve zaafın rahmetin tecelli etmesinin önemli bir vesilesi olduğunu bu şekilde tespit edildikten sonra insanın maddî ve mânevî yapısındaki acze dikkat çekmiş, bu aczin şuuruna varan insanın kendi hakkında rahmetin tecellisini sağlayabileceğini ifade etmiştir.“Kur’an-ı Hakîm’de yüz yerde “Errahmanirrahîm” sıfatlarıyla kendini bizlere takdim eden ve daima zeminin yüzünde merhamet isteyen zîhayatların imdadına rahmetini gönderen ve gaybdan her sene baharı hadsiz nimet ve hediyeleriyle doldurup rızka muhtaç bizlere yetiştiren ve zaaf ve acz derecesi nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyade gösteren bir Hâlık-ı Rahîm’imizin rahmeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır. Bu rahmeti bulmak, iman ile O Rahmân’a intisab etmek ve feraizi kılmakla ona itaat etmektir.”[22] h- Materyalist bakış açısına göre insandaki aczin çaresi yoktur.

Risale-i Nur müellifi imanî konuları işlerken maddeci bakış açısına göre meselenin nasıl değerlendirildiğine de değinerek kendi görüşünün ne kadar haklı olduğunu ispat etmeye çalışmaktadır. İnsandaki acz ve zaaf noktalarını değerlendirirken de söz konusu bu yaklaşımını sürdürmüştür. Maddeci bakış açısına göre insanlığın gayesi, “Teşebbüh-ü bil-Vâcib”dir; yani Vâcibü’l-Vücûd’a benzemektir.” Bu bakış açısında olanlar Bediüzzaman’ın ifadesiyle “insandaki enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar; insaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr-ı ihtiyaç, naks-ı kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişlerdir.”[23] Nübüvvet yolu olan hidayet yoluna göre ise insanın gayesi; “ahlâkı ilahiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i ilâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i ilâhiyeye istinâd, fakrını görüp rahmet-i ilahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i ilâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı ilâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlahîye tesbihhan olmaktır.”411 Ayrıca bir başka yerde Bedîüzzaman şöyle der: “Dalalet nazarı, matlublarını tahsil etmekten âciz olan insanların sahibsiz, hâmisiz olduklarını telakki eder ve hüzün, keder, aczlerinden dolayı ağlayan yetimler gibi zanneder. İman nazarı ise, canlı mahlûkata ağlayan yetimler gibi değil, ancak mükellef memur, muvazzaf zâkir ve tesbihhan ibâd sıfatıyla bakar.”[24]

Bu ifadelerden materyalist felsefeye göre, sadece insan değil kâinattaki bütün canlıların âcizliğin pençesinde kıvrandığı; hidayet nazarına göre ise bütün mahlûkatın, ihtiyaçları Allah Teâlâ tarafından tekeffül edilmiş görevli memurlar olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde dalalet nazarı, insandaki acz ve zaaf noktalarını görmezden gelerek hakikate göz yumarcasına onu geçici büyüklük kuruntularıyla oyalarken; ehl-i hidayetin nazarında insan acz kanadıyla kulluğun en üst mertebelerine çıkar ve Allah Teâlâ’nın rahmet hazinelerine dayanarak madden ve manen huzur içinde yaşar.

Sonuç olarak şunu söylememiz mümkündür: Bedîüzzaman; insanın bu dünyada aslî vazifesi olan kulluk görevlerini yerine getirerek Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmada acz yolunu çok önemli bir esas olarak tespit etmektedir. Ona göre, insan zâtî gücü itibariyle başına gelebilecek musibetler karşısında ve elde etmek istediği gayeler açısından tam bir acziyet içerisindedir. Bu yüzden zâtî gücü yok denecek kadar az olan insan Allah Teâlâ’ya ve haşre iman ettikten sonra kendi gücünden tamamen yüz çevirerek sırtını Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretine ve rahmetine dayasa tükenmez bir güç kaynağına kavuşmuş olur. Mahviyet ve tevâzu temeline dayanan acz şuuru sayesinde insan ubudiyetin asıl mânâsı olan acz ve kusurunu itiraf ederek tezellül ile dergâh-ı ilahiyeye sığınmaya kâmil mânâda muvaffak olabilir.

2. Bedîüzzaman’a Göre Fakr Kavramı

Sözlükte “ihtiyaç duyulan şeyleri elde edememe, yoksulluk, çaresizlik” gibi mânâlara gelen fakr, tasavvuf literatüründe; maddî olarak herhangi bir şeye sahip olsun veya olmasın, sâlikin kendi vücudu dâhil bütün varlıktan vazgeçerek Allah Teâlâ’da fâni olması[25] ve malına-makamına bakmadan sadece Allah Teâlâ’ya muhtaç olduğu şuurunu muhafaza etmesi anlamlarına gelmektedir.[26]

Bedîüzzaman fakr kavramını sözlük ve tasavvuf literatüründeki mânâlarıyla uyumlu bir şekilde ele almıştır. Buna ilaveten O, insandaki maddî ve mânevî fakirlik noktaları üzerinde derinlemesine durmuş ve mesleğinin en önemli esaslarından birini, insanın Allah Teâlâ karşısında fakrını itiraf etmesi olarak tespit etmiştir.

Bedîüzzaman’a göre fakr kavramı, Türkçede kullanılan fakirlikle maddî yönü itibariyle anlamsal olarak örtüşmekte ve dünyevî ihtiyaçlarını karşılayamayan insanın durumunu ifade etmektedir. Ancak bir de insanın mânevî yönü vardır. İnsanın yeme, içme, duyma, görme vs. gibi dünyevî hislerine bağlı ihtiyaçları olduğu gibi tasavvuf literatüründe latîfe diye adlandırılan birçok mânevî hissi de söz konusudur. İşte bu maddî ve manevî hislere bağlı olarak insanın rûhen, vicdanen, aklen ve hissen birçok ihtiyacı vardır ve insan bunları karşılama noktasında çok yetersiz kalmaktadır. Bedîüzzaman bu durumu anlatırken insanın ihtiyaç dairesini, hayalinin ulaşabildiği kadar, iktidar dairesini ise elinin yetişebildiği bir daire kadar diye ifade eder:  “Evet insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde; sermayesi hiç hükmünde… Hem nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde; iktidarı, hiç hükmünde bir şey… Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi, eli nereye yetişirse o kadardır. Fakat emelleri, arzuları elemleri ve belaları ise; gözü ve hayali nereye yetişirse, o kadar geniştir.”[27] İnsanın mahiyetinin bu şekilde yaratılmasından yola çıkan Bedîüzzaman, bu sayede onun Allah Teâlâ’ya dua ve niyaza yönlendirildiğini ve fıtraten insanın görevinin dua ve ibadet etmek olduğu sonucunu çıkarmaktadır.[28]

Bedîüzzaman’a göre insan, ihtiyaçlarını karşılamada son derece yetersizdir. O, insanın bu durumunu, tam bir sermayesizliği ifade anlamında “fakr-ı mutlak” sözüyle ifade etmektedir.[29]  

Bedîüzzaman’ın tespit ettiği insandaki fakr noktalarını şu şekilde toparlamamız mümkündür:

  • İnsanda son derece şiddetli bir bekâ arzusu vardır. Hiçbir insan hayatının son bulmasını, yok olmayı veya diğer bir ifadeyle fâniliği istemez. Ancak insanoğlu bu ihtiyacını karşılayabilme imkânına sahip değildir.418
  • İnsan dünyevî yaşantısında kısa süreli bile olsa bir başka beldeye seyahat etmeyi planladığı zaman yolda ve gideceği yerde ihtiyaç duyacağı şeylerin listesini uzun uzun yazma gereği duyar. Aynen bunun gibi ebedî durağı olan ahirete yolculuk hâlinde olan insanın da dünyaya ve ahirete yönelik bir sürü ihtiyacı vardır. Ne var ki bu ihtiyaçlarının binde birini karşılamaya gücü yetmediği için son derece fakr içerisindedir.[30]
  • İnsan aklı sayesinde diğer varlıklardan farklı olarak geçmiş ve gelecekle alakasını devam ettirmektedir. Bu yüzden insan, sevdiği ve kendinden ayrılmalarını istemediği eş, dost ve akrabalarıyla sürekli beraber olmak ister. Ama ölümden dolayı insanın bu ihtiyacı karşılanamamaktadır.[31]
  • İstikbali tam bir belirsizlik içerisinde olan insan kendisi ve sevdikleri için iyi bir gelecek hayal eder ama bunu gerçekleştirme noktasında elinde hiçbir sermayesi yoktur.[32]
  • İnsan, kalbinde taşıdığı şefkat hissi sebebiyle sadece insanların değil, çevresinde görüp alıştığı ve sevdiği bütün varlıkların birer birer yokluğa sürüklenmeleri karşısında üzülür. Bu ayrılık acısını daha iyi anlamak için biricik evladını kaybeden bir annenin hâlini düşünmek yeterli olacaktır. Ancak insanın dünyadaki ayrılıklarla ilgili yapabileceği bir şey yoktur.[33]
  • Bütün ihtiyaçlarını karşılamak için olağanüstü bir kudrete ihtiyaç duyan insanoğlu, elinde sermaye olarak bulundurduğu cüz’î iradeye bakar ve onun yaratma gücünün olmadığını, sadece mevcudu elde etme potansiyelinin olduğunu görür.[34] Bu açıdan da insan ihtiyacını karşılayamaz ve fakirliğini iliklerine kadar hisseder.
  • Kişi başta kendisi ve sevdikleri olmak üzere bütün insanların cehennem azabından kurtulup cennette ebedi bir saadet içinde yaşamasını arzu eder.[35]

Yukarıda sayılanların dışında da insanın bu dünya ve ahirete yönelik maddî ve mânevî pek çok ihtiyacı vardır. Bu açıdan Bedîüzzaman’ın insan için kullandığı “fakr-ı mutlak içinde”[36], “nihayetsiz/hadsiz fakr sahibi”[37] ifadeleri yerinde kullanılmış ifadelerdir. Çünkü insan aldığı nefes dâhil her an ihtiyaç içerisinde bulunmakta ve kendi kudretiyle asla ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Bedîüzzaman’a göre, insanı Allah Teâlâ’ya ulaştıran yollardan en önemlisi acz ve fakr yoludur. Ona göre, insanın fakr şuuruna ulaşması aşağıda gelecek hususlardan dolayı son derece önemlidir.  

  • “Fakr” şuuru insanı hamd ve şükretmeye sevk ederek gurur ve kibirden korur.

Bedîüzzaman’a göre şükür, ubudiyetin en temel esaslarından bir tanesidir. İnsanın hakkıyla şükredebilmesi, üzerindeki nimetleri idrak etmesiyle doğru orantılıdır. İnsanın mahiyetindeki fakirliği görmesi ve Allah Teâlâ’nın ihsanlarına karşı şükürle mukabelede bulunması için Allah Teâlâ insanı canlılar içerisinde her türlü rızka muhtaç bir şekilde yaratmıştır. Şayet insan bütün bunlara rağmen şükretmezse hem nankörlük yapmış, hem de diğer canlılardan aşağı bir mertebeye düşmüş olur.[38]

Bedîüzzaman bir değerlendirmesinde, geçmişte ehl-i zevk ve şevk olan evliyaullahtan bazılarının ulaştıkları yüksek makamların tesiriyle; nazı, şatahatı ve fahrı, şükre ve niyaza tercih ettiklerinden hata ettiklerini belirtir.[39] Ona göre, bu hataya düşmemenin yolu, insanın mâhiyetindeki fakirliği tam olarak kavraması ve nefsine kusur, naks ve aczden başka bir şeyi isnâd etmemesidir. Böyle bir insan kendinde gördüğü bütün iyi kabiliyet ve özellikleri, Allah Teâlâ’nın kendisine birer lütfu olarak değerlendirir. İçinde bulunduğu güzel durumlardan ötürü kibir ve gurura düşmek yerine, o nimetlere hamd ve şükürle mukabelede bulunur.[40]

  • Fakr şuuru sayesinde insan Allah Teâlâ’nın Rahmâniyet ve Rahîmiyetini tam olarak kavrar.

Allah Teâlâ insanı yaratırken onun mâhiyetine koymuş olduğu maddî ve mânevî özellikler sayesinde insan her çeşit elem ve sevinçleri hissedebilmektedir. Çünkü insanın yapısında bulunan her bir hissin ayrı bir hüznü, elemi ve sevinci söz konusudur.[41] Bundan dolayı bütün kâinatta tecellî eden esmâ-i ilâhi tek bir insanda tecellî edebilecek duruma gelmiştir. Adeta insan fakrıyla Allah Teâlâ’nın gınâsını yansıtan bir ayna hükmüne geçmiştir.[42] Çeşitli nimetler insanı şükre sevk ettiği gibi, insanın mahiyetinde var olan fakr da onu Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ’dan yardım dileyip ona yönelmeye sevk etmektedir. Bundan dolayı karanlığın zifiri olması oranında ışığın daha iyi fark edilmesi veya susuzluğun şiddeti oranında sudan daha fazla lezzet alınması gibi, insandaki fakirlik unsurlarının çok çeşitli ve fazla olması nisbetinde de insan Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliğini ve ihsanlarının derecelerini daha iyi idrak etmektedir.[43]

  • İnsanda ve tüm mahlukatta bulunan fakr Allah Teâlâ’nın varlığına ve birliğine delildir.

Bedîüzzaman’ın bakış açısına göre; evrendeki bütün mahlûkatta tam bir fakirlik hüküm sürmektedir. Yani bütün mevcudat kendi zâtî güçleriyle misyonlarını yerine getirme hususunda son derece fakirdir. İnsanlarda da durum böyledir. Çünkü insan, akıl ve iradesiyle dünyaya ait ihtiyaçlarını bile tam anlamıyla karşılayamazken, onun ebedî yaşamla alakalı ihtiyaçlarını karşılayabileceğini düşünmek imkansızdır. Mahlûkatın mahiyetine bu fakrı yerleştiren Cenâb-ı Hak buna karşılık rahmet hazinelerini de yaratmış ve o tükenmez hazineyle bütün mahlûkatının ihtiyaçlarına cevap vermiştir. İşte mahlûkatın ihtiyaçlarının hiç umulmadık yerlerden sorunsuz bir şekilde karşılanması bir Rezzâk-ı Kerîm’in varlığına delalet etmektedir.[44] Aynı şekilde kendi iktidarlarının çok üstünde işler yapmaya muvaffak olan bütün canlılar, Bedîüzzaman’a göre, hâl diliyle tek ve yüce bir kudretin varlığını zorunlu bir şekilde göstermektedir. [45] d- İnsanın mahiyetinde var olan “nokta-i istimdât (yardım isteme duygusu)” bir yaratıcının varlığına delalet etmektedir.

İnsan, vicdanının sesine kulak verdiği zaman özellikle tamamen çaresiz kaldığı durumlarda, vicdanında “nokta-i istimdât (üstün bir kudretten yardım isteme duygusu) bulunduğunu görecektir. Örneğin, bir uçağın düşmesi esnasında o uçaktaki inanan inanmayan herkes el açıp dua etmeye ve bir kudretten yardım dilemeye başlar. İnsanın içinde bulunan bu yardım isteme duygusu, bu duyguya cevap verecek, kudreti sonsuz bir Zât’ın var olduğunu göstermektedir. Aksi halde insanın mahiyetinde böyle bir hissin olması abes olurdu.[46] Kâinat incelendiğinde onda abes hiçbir şeyin bulunmadığı ve insandaki bütün hislerin bir karşılığı olduğu değerlendirildiğinde insandaki bu nokta-i istimdâdın da Allah Teâlâ’nın varlığına bir çeşit delil teşkil ettiği açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bedîüzzaman, insanın vicdanındaki bu nokta-i istimdâdı bir pencereye benzetmektedir. Bir mümin kalbindeki o pencereden bakarak bütün ihtiyaçlarını temin edecek bir Ganiyy-i Rahîm’i görür ve mâlikinin kim olduğunu anlar. Bunun neticesinde acz ve fakrdan dolayı içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulur ve ebedî huzur ve feraha kavuşarak ruhen çok rahat bir hayat yaşar.[47] e- “Fakr” Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman sayesinde şevk ve iştiyaka dönüşür.

Bedîüzzaman, insanın vicdanında bulunan “nokta-i istimdâd”(yardım isteme duygusu)’nu geliştirmenin çok önemli olduğuna dikkat çekmektedir. Bunun yolu da Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe tam olarak inanmaktan geçmektedir.[48] Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanan bir insan kendisini her türlü rahmet hazinelerinin sahibi Cevadı Kerim’in aziz bir misafiri olarak görür. Bu aşamadan sonra insan fakirliğini bir zenginlik olarak telakki eder. Çünkü onun her türlü nimetin sahibi Allah Teâlâ ile irtibatı fakirliği ölçüsünde gerekleşmektedir. Bunun içindir ki kâmil insanlar Allah Teâlâ’ya fakirlikleriyle iftihar etmişlerdir. Yani inanan insandaki fakr, rahmet hazinelerine ve o hazinelerin sahibine şevk ve iştiyaka dönüşmektedir.[49] İnançsız bir insan için fakr, devası olmayan bir hastalık gibidir. Çünkü maddî ve mânevî sonsuz ihtiyacı olan inançsız insan, dünyalık ihtiyaçlarını kısmen karşılasa bile vicdanında hissettiği ebedî mutluluk, sevdiklerinden ayrılmama gibi mânevî ihtiyaçlarını karşılayacak bir dayanak noktası bulamadığı için ruhen çok yalnızlık hisseder ve acı çeker.[50] Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanan bir mü’min ise fakrını, Allah Teâlâ’nın rahmet hazinelerine dayanmada ve O’ndan bir şeyler istemede bir şefaatçi gibi görmektedir.[51] İnsan için fakr şuuruna ulaştıktan sonra en önemli iş, ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kuvvete dayanma meselesidir. İnsan, iman ve kulluk sayesinde Kadîr ve Rahîm Allah Teâlâ’ya intisab eder ve fakirliğin bütün dertlerinden kurtulmuş olur. 

  • İnsandaki “fakr” yarası, Allah Teâlâ’ya tevekkül sayesinde tedavi edilebilmektedir.

İnsan dünyevî ve uhrevî veya diğer bir tasnifle cismânî ve rûhî ihtiyaçlarını karşılama noktasında sonsuz fakr sahibidir. Buna karşılık o, tevekkül sayesinde sırtını Allah Teâlâ’nın rahmetine dayarsa çok büyük bir dayanak noktası bulmuş olur. Çünkü Allah Teâlâ, Rahmetiyle geçici bir misafirhanesi olan bu dünyada azıcık kalacak misafirlerine bile bahar mevsiminde sayılamayacak kadar güzel ve tatlı nimetlerini ihsan etmektedir. Ayrıca ahirette sekiz tane daimî cennetini sonsuz nimetleriyle donattığını haber vermektedir. İşte böyle bir Ganiyy-i Mutlak’a kul olup ona tevekkül eden insan için ihtiyaçlarını karşılayamama anlamındaki “fakr”, problem teşkil etmekten çıkmış olmaktadır.[52] Allah Teâlâ’ya tevekkülü sayesinde insan hayatın yükünü O’nun rahmetine ve kudretine teslim eder ve ihtiyaçlarını elde edememenin verdiği rahatsızlıktan kurtulmuş olur.[53]

Mahiyetinde bulunan fakr derdine tevekkül ve teslim ile mukabelede bulunan insan sadece rûhî ve psikolojik olarak değil, dünyevî hayat standartları ve rızık noktasından da rahat bir hayat yaşar. Bedîüzzaman, fakrının şuurunda olarak tevekkülle Allah Teâlâ’nın takdirine rıza gösterenlerin dünyevî nimetlerden istifade açısından daha iyi bir konumda olacaklarını, hayattan bir örnek vererek şöyle açıklamaktadır: “Hem çok ediblerin ve çok ulemanın fakr-ı hâli ve çok aptalların servet ve gınâsı dahi gösteriyor ki: Celb-i rızkın medarı, zekâ ve iktidar değildir; belki acz ve iftikârdır, tevekkülvâri bir teslimdir ve lisân-ı kâl ve lisan-ı hâl ve lisân-ı fiil ile bir duadır.”[54] g- Fakr duayı gerektirir.

Bedîüzzaman insanı değerlendirirken özellikle onun rûhî ve vicdanî özelliklerine dikkatleri çekmektedir. Diğer canlılara kıyasla insanın konumunu tespit ederek onun bu kâinatta ne gibi vazifelerini olabileceğini değerlendirmektedir. Örneğin, Bedîüzzaman insandaki beka duygusunu ele almaktadır. İnsana bütün dünyevî nimetler verilse bile onun bu beka arzusu tatmin olmamaktadır. Bu yüzden insan vicdanı ebedî bir mutluluğu aramakta ve sürekli onu talep etmektedir.[55] İnsanın ebedî saadetle ilgili bu talebini yerine getirebilecek tek merci ise bütün kâinat onun için bir saray hükmünde olan ve ahireti yaratmak bir odanın kapısını açmak misali kendisi için kolay olan Kadir ve Hakîm olan Allah Teâlâ’dır.[56]

Bedîüzzaman, insanın maddî ve mânevî olarak sonsuz ihtiyaç, arzu ve istekleri olacak şekilde yaratılmasını, Allah Teâlâ’nın kullarını dua ve ubudiyetle kendine yöneltmek istemesine bağlamaktadır. Ona göre insan fıtratının aslî vazifesi imandan sonra dua ile rabbine teveccüh etmektir.[57] Duanın bir ibadet olduğunu vurgulayan Bedîüzzaman’a göre insan acz ve fakrını mânevî birer kanat gibi kullanarak ubudiyet makamlarının en yükseğine yükselebilir.447 Bedîüzzaman, rubûbiyetin sonsuz rahmet hazinelerinin kendisini dua ile talep eden şuurlu varlıklar gerektirdiğini şu şekilde ifade eder: “Rubûbiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki: Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlûkatın fakr u ihtiyâcâtını sual ve dua lisanıyla izhâr ve Rabbînın ihsân ve inâmâtını, şükür ve senâ ile ve Elhamdülillah ile ilân etsin.”[58]

Netice olarak şunu söylememiz mümkündür: Tasavvuf litaratüründe fakr, genelde bir makam olarak değerlendirilmiş ve dünyevî mal-mülk yoksunluğu olan maddi fakirlikten ziyade Allah Teâlâ’ya muhtaç olma şuuru diyebileceğimiz mânevî fakirlik olarak tanımlanmıştır. Özellikle Hucvirî fakrı, insanın dünyevî imkânlarına bakmaksızın kendisi ve bütün varlık adına dünyadan geçerek Allah Teâlâ’da fâni olma mânâsına hamletmiştir.[59]Bedîüzzaman ise, fakr tanımlarında geçen “Allah Teâlâ’ya muhtaç olma şuuru” kısmına aynen iştirak ederken, “kendini tamamen yok sayarak Allah Teâlâ’da fâni olma” kısmına hiç değinmemiştir. O, içinde yaşadığı zamanın şartlarını gözettiğinden olsa gerek, çağın realitelerine uygun olarak insanın bu dünyada nasıl bir varlık olduğu ve fakirlik noktalarının neler olduğu üzerinde durmuştur. Ayrıca Bedîüzzaman birçok kavramı ele alırken yaptığı gibi, fakr kavramını değerlendirirken de iman hakikatlerini izah etme ve insanları ibadet ve duaya yönlendirme perspektifinden meseleye yaklaşmıştır. Ona göre fakr; insânî realiteler içerisinde, özellikle ebede yönelik ihtiyaç ve arzuları dikkate alındığında, insanın sermayesinin hiç hükmünde olmasından ibarettir. Bunun yanında O, insanın içinde bulunan yardım isteme duygusunu harekete geçirerek insanın dua ve niyaz ile Rabbine yönelmesi gerektiği üzerinde önemle durmaktadır.

3. Hakikate Ulaşmada Acz ve Fakrın Rolü

a. Bedîüzzaman’a Göre ‘Hakikat’ Kavramı

Kelime anlamı olarak; gerçek, var olduğu kesin ve açık olarak bilinen şey, mâhiyet gibi anlamlara gelen “hakikat” kavramı, tasavvuf literatüründeki en temel kavramlardan birisidir. Sûfîler şeriat, tarikat, hakikat ve marifeti Allah Teâlâ’ya ulaşma yolunda dört kapı olarak kabul ederler. Şeriat bir ağaç farz edilirse hakikat onun meyvesi mesabesindedir.[60] Sufiler bunların sırasıyla avam (genel olarak halk), havass (seçkinler), havassu’l-havass (seçkinlerden de seçkin olanlar) ve ehass-ı havassu’l- havas (toplumda en seçkin kimseler)’a ait mertebeler olduğunu söylerler.[61] Şeriat ilimlerini öğrenmek için gayret sarf etmek gerektiği gibi şeriatın bâtınî boyutu olan tarikatı ve onun da bâtınî olan hakikati öğrenmek için de talim gereklidir. Bütün bu eğitimlerin neticesi marifettir ki, o da kişilerin istidat ve kabiliyetine göre farklılık arz etmektedir.452 Bir başka yaklaşımla hakikat; şeriatın örtüsüyle gizlenmiş batınî mânâ; şeriat ise uzuvlar üzerine cârî, zahir davranışları içeren kural ve hükümler demektir.[62]

Tasavvufun gayesi hakikate ulaşmaktır. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek isteyen ehl-i tarikat ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi vesellem)’in ahlâkıyla ahlâklanarak bütün mânevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakk’ın rızasında fâni olmaya çalışmışlardır. İşte bu ulvî neticeyi elde eden kimselere ehl-i hakikat denmektedir.[63] Ulaşılması çok kolay olmayan bu neticeye varma adına tarih boyunca birçok islâmî şahsiyet tarafından çok çeşitli yollar tespit edilmiştir.

Bedîüzzaman’a gelince o, hakikat kavramına yukarıdaki mânâlara yakın bir anlam yüklemektedir. Onun hakikatle ilgili açıklamalarına bakılınca, şeriatın bir nevi özü sayılan bütün iman hakikatlerini veya bir başka deyişle tevhid inancını kasdettiği anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra o, en büyük hakikatin iman esasları olduğunu455 ifade ettikten sonra kâmil mânâda bu iman mertebelerine ulaşmanın yollarından bahseder. Bu yollar tarikat ve hakikat yolları olmak üzere genelde iki temel çatı altında toplanmıştır. Hakikat mesleği, kelam ilminde olduğu gibi, yalnız kalbî değil aklî delillerle de iman hakikatlerini izah etme temeline dayanmaktadır. İşte Bedîüzzaman, Risale-i Nurların birçok yerinde kendisinin “hakikat mesleğini” yani “ilmî kelamî” bir tarzı benimsediğini ifade etmektedir.

Bu görüşünü detaylandırdığı Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde o, felsefî ve aklî ilimlerle geçmişte fazlaca meşgul olduğunu ve aklının felsefi düşüncelerle kısmen yaralı olduğu için tedavisi gerektiğini söyler. Akabinde “hakikatü’l-hakâike”(hakikatler hakikati/kâinattaki en önemli hakikat) ulaşmak için kendisine bir meslek aradığını ve akıl-kalp birlikteliği ile her varlıkta insanı Allah Teâlâ’ya ulaştıracak mesajlar olduğu gerçeğine bağlı bir yol tespit ettiğini şöyle anlatır: “Nefs-i emmaresi de şükûk ve şübehatıyla onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazâlî, Mevlâna Celâleddin ve İmam-ı Rabbanî (radıyallâhu anhüm) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, Kur’an’ın dersiyle, irşadıyla hakikata bir yol bulmuş, girmiş. Hattâ“ وَ  ف ى كلِّ شيءٍ لهُ آي ةَ تدل  انهُ وا ح دHer varlıkta Allah Teâlâ ’nın birliğini gösteren işaretler vardır.” hakikatine mazhar olduğunu, Yeni Said’in Risale-i Nur’uyla göstermiştir.”[64]

Buradan anlaşılmaktadır ki; Bedîüzzaman, iman hakikatlerine ulaşmada kalp tasfiyesine dayalı tarikat yolundan ziyade, akıl-kalp birlikteliğiyle hareket etme temeline dayalı kelamî bir yol benimsemektedir. Bundan dolayı o, Risale-i Nur mesleğini tarikat değil; hakikat olarak adlandırmaktadır.457

Bedîüzzaman bu durumu farklı ifadelerle başka bir eserinde şöyle ifade etmektedir: “Risale-i Nur tasavvuf ve tarîkat yerine, doğrudan doğruya İlm-i Kelâm içinde ve İlm-i Akîde ve Usûlü’d-Din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış ki; bu asrın hakikat ve tarîkat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.[65]

Bu ifadelerinden Bedîüzzaman’ın, içinde yaşadığı asrın gereklerini dikkate alarak teslimiyetçi bir yaklaşıma sahip tasavvufî metodolojiden ziyade ilmî ve mantıkî olan kelâmî metodolojiyi kullandığı anlaşılmaktadır. Bunu söylerken onun tasavvufa karşı olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü bizzat kendisi hakikat dersini, üveysî[66] olarak doğrudan doğruya Abdülkadir Geylani ve Zeynelâbidîn, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin vasıtasıyla Hz. Ali’den (radıyallâhu anh) aldığını ve adı geçen bu büyük şahsiyetlerin vesayetinde hizmet ettiğini belirtmektedir.460 Görüldüğü gibi Bedîüzzaman Hz. Ali ve Abdülkadir Geylani (radıyallâhu anh) gibi iki büyük şahsiyeti hakikat yolunda referans olarak göstererek bulunduğu yolun hak oluşunu ispat etmeye çalışmaktadır.

Bedîüzzaman, velâyet yolunun sadece tarikat ve tekkelerden geçmediğini savunmaktadır. Ona göre, eskiden beri tekkedeki küçük bir velî medresenin büyük bir âliminden daha yüksek kabul edilmektedir. Hatta o büyük âlim feyiz için tekkenin küçük velisinin elini öper ve ona tabi olurdu. Hâlbuki medrese içinde tekkeye göre daha kısa, bidat gibi tehlikelerden uzak ve daha hâlis bir yol, ehl-i sünnetin ilm-i kelâmında bulunmaktadır. Söz konusu bu yolu, ilimle iman hakikatlerinin tahsili neticesinde Risale-i Nur, Kur’an-ı Kerim’in mânevî bir mucizesiyle açmış ve göstermiştir. [67] Yani Risale-i Nurları okuyan bir kimse iman hakikatlerine daha kısa bir zamanda, daha tehlikesiz bir yoldan ve daha samimi bir şekilde ulaşabilmektedir. Bedîüzzaman’ın tarikat yolunu benimsemeyişinin bir nedeni de, yaşadığı asırda bidatların çok yaygın olmasıdır. Tarikatların gayesi olan neticeye Risale-i Nur sayesinde ulaşmak mümkündür.[68]

Bedîüzzaman şeriat, tarikat ve hakikat kavramlarıyla ilgili bir hususa özellikle dikkat çekmektedir. Ona göre şeriatın hakikatine ulaşmada birer basamak olan tarikat ve hakikat mesleklerinin maksud-ı bizzat değil, birer vesile olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Çünkü tarîkatın ve hakikatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüzleri mesabesindedir. Şayet tarikat ve hakikat meslekleri bizzat maksadmış gibi telakki edilirse şeriatın muhkematı, muamelatı ve sünnet-i seniyye prensipleri ikinci plana atılmış olur. Bu hataya düşen insan, mesleğinin bir âdabını şeriatin muhkem meselelerine tercih eder ve hataya düşer. Hâlbuki şeriatın sarsılmaz prensipleri olan farzların bir tanesine, tarîkat evradının bütünü mukabil gelemez; yerini dolduramaz. Bu yüzden vesile olan tarikat ve hakikat gibi yolların esasları ile asıl maksad olan dinin prensipleri asla eşdeğer görülmemeli ve şeriata birinci derecede önem vermekten geri durulmamalıdır. [69]

b. Bedîüzzaman’a Göre Hakikate Ulaşmanın En Kısa Yolu

İlk dönemlerden itibaren tarikatlarda belirli metotlarla seyr-i sülûk yapılmıştır. Bunlardan en yaygın olanları nefsânî tarikatların uyguladığı, nefsin aldatıcı ve geçici arzularına karşı çile ve riyazet gibi yollarla mücâhede ederek nefsi ıslah etme metodu ve rûhânî tarikatların metodu olan nafile ibadetler, zikir, teslimiyet ve rabıta gibi mânevî gıdalarla ruhu besleme metodudur.[70]

Temel yaklaşım olarak Bedîüzzaman, Ehl-i Sünnet çizgisinden sapmamak kaydıyla bütün tarikat ehlinin seyr-i sülûkta benimsediği yolları hak olarak kabul etmektedir. Ancak Ona göre bu yolların bazısı bazısından daha kısa, daha selametli veya daha evrensel olabilmektedir.465

Çile, riyazet ve nafile ibadet disiplinleriyle hareket etme en yaygın metot olsa da içinde yaşadıklara çağa göre mürşidlerin seyr-i sülûkta kendi dönemlerine uygun buldukları farklı yollara da başvurdukları bir hakikattir. Bedîüzzaman da, kendi asrında, İslam inanç esaslarıyla ilgili pozitivist felsefeden kaynaklanan şüphe ve tereddütlerin şeriatın temellerini sarsacak kadar şiddetli bir hâl aldığını belirterek bu yöne ağırlık verilmesi gerektiğini düşünmektedir. Bundan dolayı O, çağdaşı olan insanları hakikate ulaştırmada alternatif bir yol olarak kendi ifadeleriyle, nübüvvet hakikatinin bir yansıması ve sahabe mesleğinin günümüze uyarlanması esasına dayanan bir meslek tespit etmiştir.

Bedîüzzaman’a göre, eşyanın zâhirinden hakikatine geçmek iki şekilde mümkündür. Birincisi, tarikat yoluyla seyr-i sülûk yaparak mesafe kat etmektir.  İkincisi ise hiç tarikat metotlarını kullanmadan Allah Teâlâ’nın lütuf ve yönlendirmesiyle en kısa yoldan hakikate geçmektir.[71] Bu ikinci yolun öncüleri ilk planda sahabelerdir. Onlar Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi vesellem)’in nübüvvet yönünden ve Kur’ân’dan ders alarak bütün latîfe ve duygularını beslemişlerdir. Ehl-i velâyetin nefs-i emarelerini öldürmelerine karşın sahabe nefislerini öldürmek yerine tezkiye etmiştir. Bundan dolayı sahabeler nefsin mahiyetinde bulunan birçok mânevî cihaz sayesinde ubudiyetin bütün çeşitlerine, hamd ve şükrün bütün yönlerine vakıf bir şekilde kullukta bulunmuşlardır.[72]

Bedîüzzaman, sahabelerin ne derece üstün olduklarını yaşadığı bir tecrübeye dayanarak şöyle izah etmektedir. İbn-i Arabî gibi zâtların neden sahabelerin mertebesine yetişemediğini anlamaya çalıştığı bir dönemde O, bir namaz esnasında “سُبْحَانَ رَبىَِّ اْلاعَْلىَ” derken bu kelimenin mânâsının inkişaf ettiğini ve kısmen hakikatini gördüğünü ifade eder. Daha sonra da sadece bu zikirden aldığı mânevî hazzı kendi şahsî ibadetlerinden bir sene ibadete karşılık gelmeyeceğini belirtir. Ona göre sahabelerin bütün namazları o namazdan daha ileri seviyede idi. Çünkü asr-ı saadetin kendine has mânevî ikliminde bulunan sahabelerin mânevî alıcıları diyebileceğimiz latifeleri öyle uyanık ve güçlü idi ki ibadet ve tesbihlerin nurlarını kâmil mânâda alabiliyorlardı. Hâlbuki sonraki yıllarda gaflet ve ülfet yüzünden dua ve zikirlerden aynı mânevî semereyi almak imkân haricine çıktı. Bu yüzden bir sahabenin kırk dakikada kazandığı bir fazileti başkası kırk günde, hatta kırk yılda ancak kazanabilmektedir.[73]

Eserlerinde sahabenin fazileti üzerinde önemle duran Bedîüzzaman kendi asrında İslam dinini yaşamada ve anlamada sahabeyi örnek almıştır. O, sahabelerin Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kur’an’ın feyzinden istifade ederek en yüksek mânevî mertebelere ulaştıkları gibi Risale i Nurlar sayesinde kendi asrındaki insanların da hakikate ulaşabilecekleri kısa ve selametli bir yol tespit etmiştir.

Bedîüzzaman hakikate ulaşma adına takip edeceği yolu tespit ederken ehl-i tarikat gibi yalnız kalben hareket etmeye kanaat etmediğini, çünkü aklının felsefî bazı düşüncelerden dolayı yaralı olduğunu belirtmektedir.[74] Bundan dolayı O, akıl ve kalp birlikteliğiyle hareket eden Mevlâna Celâleddin Rûmî, İmam-ı Rabbanî ve Gazâlî gibi zatlarla aynı yoldan gitmiştir. Yirminci yüzyılda, çok çeşitli meşguliyetlerden dolayı zamanını iyi kullanamayan insanoğluna, onu en kısa yoldan hakikate ulaştıracak bir yolun Allah Teâlâ tarafından bu çağın insanına lütfedildiğini Bedîüzzaman şu sözlerle anlatmaktadır:“Tevfik-i İlahî refiki olan adam, tarîkat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’an’dan, hakikat-ı tarîkatı -tarîkatsız- feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza maksud-ı bizzât olan ilimlere ulûm-u âliyeyi okumaksızın îsal edici bir yol buldum. Seriü’s-seyr olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmetli bir tarîkı ihsan etmek, rahmet-i hâkimenin şânındandır.”[75] Bu ifadelerinden anlaşılmaktadır ki, Kur’ân’dan istinbat ettiğini açıkladığı bu yolda her insanın seyr-i sülûk ve ulûm-ı âliyeyi yıllarca tahsil etmesine gerek kalmamaktadır. Yani Risale-i Nurları anlayarak okuyan ve Bedîüzzaman’ın tavsiyeleri doğrultusunda namazını tâdil-i erkân ile kılmak, akabinde tesbihâtı dikkatlice yapmak, sünnete tabi olmak ve büyük günahlardan kaçınmak gibi prensiplere riâyet eden bir insan, geçmişte uzun seyr-i sülüklar veya uzun yıllar medresede dini ilimleri tahsil etmek suretiyle ulaşılan iman hakikatlerine daha kısa ve daha selametli bir yoldan ulaşmaya muvaffak olmaktadır.

Bedîüzzaman, bütün geçmiş yollara bir alternatif olarak kendi yaşadığı dönemin insanları için en uygun gördüğü bir yolu Kur’ân’dan istifadeyle ortaya koymuştur. Bunu yaparken gerek Kur’an’ın temel esasları açısından gerekse onun irşat, tebliğ, ispat ve ikna metodu açısından Kur’an’ın yolunu olduğu gibi takip etmiştir.[76] Bu yolun temel esaslarını ise acz, fakr, şefkat ve tefekkür olarak tespit etmiştir.

İnsanın dünyevî sebepler açısından güç ve kudret olarak son derece yetersiz olduğunu idrak etmesi demek olan acz mesleği, aşktan daha selametli bir yol olmakla birlikte kulluk vesilesiyle insanı mahbûbiyet makamına daha çabuk ulaştırır.472 Çünkü insan, kendi nefsinde ve dış dünyada ne kadar âciz olduğunu düşündüğünde şöyle bir neticeye ulaşır: Enfüsî tefekkür açısından insan beden olarak gençken ve sağlıklıyken kendisini güçlü, kudretli olarak düşünebilir, ancak bir hastalık veya ömrünün sonundaki ihtiyarlıktan dolayı insan, aslında kendine ait zâtî hiçbir kudretin olmadığını idrak eder. Yine aynı şekilde insan ölümle burun buruna geldiği bir hadise karşısında bu dünyada ne kadar âciz bir varlık olarak hayat sürdüğünü bütün benliğiyle kavrar. Âfâkî tefekkür açısından bakılınca, yine insanın kendi dışında cereyan eden hadiseleri yönlendirmede çok âciz olduğu görülmektedir. Çünkü sevdiği insanların hastalık ve ölüm gibi hallerine bir çare bulamadığı gibi çeşitli musibetler karşısında da onları engelleme adına elinden bir şey gelmemektedir.

İnsanın ihtiyaçları karşısında sermayesinin yetersiz olması mânâsına gelen fakr, insanı Allah Teâlâ’nın Rahman isminin tecellilerine mazhar kılar.[77] Sonsuz ihtiyaçları olan insanın sermayesi yetersizdir. Bütün varlığa hükmü geçen ve tüm hadiselerin arkasında hakiki fail olan Allah Teâlâ’ya karşı fakrını kulluk şeklinde tezahür ettirebilen insan O’nun çok geniş rahmetine mazhar olabilir.

Bedîüzzaman’ın tespit ettiği yolun önemli bir ayağını da şefkat oluşturmaktadır. Şefkat hakkında O, ‘üstadım’ dediği İmam-ı Rabbânî’ye muhâlif olarak Hz. Yakup’un Hz. Yusuf’a karşı duyduğu şiddetli hissiyatı muhabbet ve aşk değil, şefkat hissi olarak değerlendirmektedir. Çünkü şefkat, aşk ve muhabbetten daha yüksek, nezih ve peygamberlik makamına daha uygundur. Aşk ve muhabbeti dünyadaki fâni varlıklara karşı şiddetli bir şekilde hissetmek nübüvvet makamına uygun düşmemektedir. Ona göre, Allah Teâlâ’nın Vedûd ismine ulaşmaya vesile olan aşk ise Züleyhâ’nın Hz. Yusuf’a karşı hissettiği duygudur. Demek ki Kur’ân-ı Hakîm Hz. Yakup’un hissini ne derece Züleyha’nın hissine kıyasla yüksek tutmuşsa şefkat dahi aşktan o derece yüksektir. Şefkat aşka göre daha kuşatıcıdır. Örneğin, bir anne şefkat ettiği yavrusu dolayısıyla bütün yavrulara hatta canlılara şefkatini yöneltir ve bir nevi Allah Teâlâ’nın Rahîm ismini yansıtan bir ayna gibi olur. Aşk ise sadece sevdiğine bakar, yalnız onu görür ve her şeyi o sevgilisine feda etmek ister. Yine şefkatin aşka racih olmasının bir delili de şefkatin karşılıksız ve sâfi olması aşkın ise mutlaka karşılık beklemesidir. Hatta âşıkın mâşukuna karşı ağlaması dahi bir nevi sevgi ve ilgi beklentisidir.[78]

Bedîüzzaman’ın yolunda tefekkürün çok önemli bir yeri vardır. Tefekkür, insanın kendi mahiyetinden başlayarak bütün kâinatı büyük bir kitabı mütalaa ediyormuşçasına okuması, araştırması ve eşyada bulunan tevhid ipuçlarını yakalamaya çalışması eylemidir. Allah Teâlâ’nın Hakîm isminin tecellilerine ancak tefekkürle ulaşılabilmektedir. Bedîüzzaman’ın eserlerinde taklîdî imanın tahkîkî iman seviyesine çıkarılması temel bir mevzu olarak ele alınmaktadır. Bir saati bir senelik ibadete denk olan tefekkür sayesinde insan imanını güçlendirebilir. Bedîüzzaman’ın tevhid delillerini anlattığı Âyetü’l-Kübrâ isimli risalesi sistemli bir şekilde tefekkürün nasıl olması gerektiğine çok iyi bir örnek teşkil etmektedir. Gaflet nazarıyla bakılınca basit ve sıradan görünen eşya ve hadiselerin, tefekkür edilince nice hikmetler içerdiği ve Allah Teâlâ’nın birçok esmasının tecellilerine mazhar oldukları anlaşılmaktadır.

Kısaca izah ettiğimiz acz, fakr, şefkat ve tefekkür kavramlarına dayanan bu yolu değerlendirirken Bedîüzzaman, söz konusu yolun sair tarikatlarda olduğu gibi uzun yıllar çile ve riyazetle veya halvetle uğraşmadan gayet kısa olan dört hatve/adımdan ibaret olduğunu ifade etmektedir.[79] Bu kısa tarîkin evradı olarak da; ittiba-ı sünnet, ferâizi işlemek, kebâiri terk etmek, bilhassa namazı ta’dil-i erkân ile kılmak ve namazın arkasındaki tesbihâtı yapmak gibi maddeleri sıralamaktadır.

Bedîüzzaman dört “hatve (adım)” adını verdiği dört mertebeyi bazı ayetlerle irtibatlandırarak şöyle açıklamaktadır:

Birinci mertebeye “Öyleyse kendinizi temize çıkarmayın, övünüp durmayın [80]  âyeti işaret etmektedir. Bedîüzzaman birinci mertebeye hadiste büyük cihat olarak ifadesini bulan nefse karşı cihad etme ve onu temize çıkarma gayretlerine girmeme meselesini koyar. İnsana sürekli kötülüğü emreden nefs-i emmâre yapı itibariyle kendi menfaatine çok düşkündür. Nefis kendini o kadar çok sever ki çevresindeki insanları dahi kendi menfaati ölçüsünde sever. Bazen bu sevgi ve tutku o seviyeye gelir ki insan “Baksana) şu kendi heva ve heveslerini tanrı edinen kimseye!”[81] ayetiyle ifade edilen duruma düşerek nefsini putlaştırır. Bu durumdaki bir insan hiçbir hatayı ve kusuru kendine yakıştırmaz ve nefsini hep temize çıkarmak ister. Bu kötü durumdan kurtulmak için insan sürekli nefsiyle hesaplaşmalı, hata ve kusurlarını onunla yüzleştirmeli ve asla onu tezkiye etmek için uğraşmamalıdır. Aksine nefsini temize çıkarmamak suretiyle onu gerçek mânâda temizlemelidir.[82]

İkinci mertebe: “Allah’ı unutup da, Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın!479 ayetinde de anlatıldığı gibi insanın kendisini sadece mükafat, ücret gibi menfaatine olan şeylerde hatırlayıp diğer konularda unutmasının çok hatalı bir davranış olduğu üzerinde durulmaktadır. Nefs-i emmaresine tâbi olan insan ücret ve mükâfat zamanı ön planda görünüp ibadet, amel ve itaat gibi nefsine ağır gelen hususlarda geri planda kalıp nefsini unutmak ister. Nefsin bu hâlini ıslah etmek için insan ölümü ve ahireti, Allah Teâlâ ’ya olan kulluk borçlarını, ailesine ve çevresine karşı olan sorumluluklarını hep akılda tutmalı, nefsin dünyevî istekleri, intikam, kin ve ihtiras gibi şeyleri de unutmalıdır. Böyle yapan bir insan nefsini tezkiye etmiş ve onun insanı kulluktan uzaklaştırmaya yönelik hilelerinden korunmuş olur.

Üçüncü Mertebe: Bu mertebede Bedîüzzaman “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.”[83] ayetini merkeze koymuştur. Ona göre nefis, yaptığı bütün sâlih amelleri ve iyilikleri kendine mâl eder ve o güzel işleri sanki tamamen kendisi yaratmış gibi kibre ve gurura düşer. İşlediği günahlar ve yaptığı kötü fiilleri ise hatalı bakış açısından dolayı, ya zahiri sebeplere veyahut da kadere vererek kendini temize çıkarmak ister. Hâlbuki kişinin yapmaya muvaffak olduğu sâlih ameller için sebepleri ona göre ayarlayan ve insana o fiilleri yapma gücü ve kudretini veren yalnız Allah Teâlâ’dır. Bu yüzden insana düşen sahip olduğu mükemmellik ve güzelliği kendisine lütfedilmiş bir nimet olarak görüp gururlanmak yerine, kendisine bunları ihsan eden Allah Teâlâ’ya hamd ve şükür hisleriyle dolu bir şekilde ibadet etmektir. Yaptığı hata ve günahları ise kendi iradesinin zayıflığına ve nefsine vermelidir. Bu mertebede nefsin tezkiyesi, insandaki her türlü güç ve iktidarın, aczine binaen Allah Teâlâ tarafından kendisine bir lütuf olarak verildiği; içinde bulunduğu zenginliğin ise fakirliğinden dolayı gelen bir ihsan olduğunu idrak etmesiyle olur. “Nefsini maddî ve manevî kirlerden arındıran, felâha erer.”[84] ayeti de bu hakikati ifade etmektedir. Böylelikle insan nefsine eksiklik, kusur, acz ve fakrdan başka bir şeyi layık görmez ve bunun sonucunda riya, ucb, kibir gibi çok büyük mânevî hastalıklardan âzade bir hayat yaşar.[85]

Dördüncü mertebe: Bedîüzzaman dördüncü ve son mertebede “Onun Vechi (Zâtı ve rızası) dışında her şey yok olup gitmeye mahkûmdur.483 ayetinin ifade ettiği hakikate dikkat çekmekte ve nefsin başka bir yönünü ele almaktadır. Şöyle ki nefis kendisini fillerinde tamamen özgür ve zatıyla müstakil bir varlık olarak görme potansiyelinde bulunmaktadır. Bu hususta bazen o kadar ileri gider ki kendisinin ilah olduğunu iddia edip rabbine karşı isyankâr bir tavır takınarak düşmanlık besler. Hâlbuki hakikatte hiçbir varlığın mevcudiyeti yaratıcıdan bağımsız müstakil ve kendi kendine oluşmuş değildir. Bilakis bütün mevcudat varlıklarını ve hayâtî fonksiyonlarını Allah Teâlâ’nın güç ve kudretine borçludur. Bir başka açıdan kâinattaki bütün varlıklar Allah Teâlâ’nın isimlerinin birer tecelli alanını oluştururlar. Yani kendi nefislerine bakan yönleriyle onlar hakiki var olan yaratıcının varlığı yanında yok hükmündedirler. Bedîüzzaman’ın “mânây-ı harfî” ve “mânây-ı ismî” kavramlarıyla anlattığı bu hakikate göre varlıklar Allah Teâlâ’ya ayna olma yönünden mevcut; kendi fâni varlıklarına bakan yönleriyle ise yok hükmündedirler. Bu mertebede nefsin tezkiyesi ise kendisini müstakil bir varlık olarak görmeme ve “…hâkimiyet Onundur. Bütün hamdler ve övgüler O’na mahsustur”[86] ayetinin mânâsına uygun olarak bütün varlığı Allah Teâlâ’ya nispet etmektir.[87] Ateş böceği misali nefis kendi zâtî varlığına güvense yalancı azıcık bir ışığı elde eder, ama kendi nefsine güvenmezse ve kendini bir hiç olarak görebilirse o zaman güneşin ışığıyla birlikte tüm mevcudâta ve sonsuz bir varlığa sahip olur.

Bedîüzzaman takip ettiği mesleğin mertebelerini dört hatve olarak anlattıktan sonra bu yolun diğer ehl-i tarikatın yollarına nisbetle avantajlı gördüğü yönlerine değinmektedir. Ona göre bu yol diğer yollara nazaran daha kısadır çünkü sadece dört adımdan oluşmaktadır. Yine bu yol mânevî açıdan daha güvenlidir. Çünkü nefis bu yolda haddini aşacak şekilde şathiyata veya farklı iddialara giremez. Zira bu yolda nefis kendinde acz, fakr ve zaaftan başka bir şey kabul etmediğinden haddini aşıp naz makamında şathiyeler söylememektedir.[88]

Bedîüzzaman’ın mesleğine basamak yaptığı hususları kısaca özetlemek gerekirse bu yolda insanın şu dört hususa riayet etmesi gerektiği anlaşılmaktadır.

1-Olaylar karşısında nefsini temize çıkarmamak.

2-Allah Teâlâ’yı ve kulluk esaslarını her an hatırda tutmak.

3-Bütün kötülüklerin kaynağının nefis; güzelliklerin kaynağının da Allah Teâlâ olduğunu bilmek.

4- İnsan nefsi de dâhil her şeyin kendine bakan taraflarıyla fâni olduğu, yalnızca

Allah Teâlâ’nın isimlerinin tecelli sahası olması itibarıyla varlığın değer kazandığını bilmek.

c. Risale-i Nur Mesleğinde Acz ve Fakrın Yeri

Bedîüzzaman, Risale-i Nurların değişik yerlerinde benimsediği hizmet metodunun esaslarından bahsederken en çok “acz, fakr, şefkat, tefekkür, uhuvvet, ihlâs, şükür, terk-i enâniyet ve mahviyet” gibi kavramlar üzerinde durmaktadır. Özellikle tarikatla mukayese bağlamında ele aldığında kendi mesleğinin tarikat sistemi üzerine değil “hakikat”,[89] “uhuvvet”[90] ve “hıllet”[91] kavramları üzerine bina edildiğini ifade etmektedir. Ona göre Risale-i Nur mesleğinde esas olan tarikatlardaki şeyh mürit ilişkisinden farklı olarak uhuvvettir. Uhuvvette fertler arası ilişkide kardeşlik söz konusudur. Hıllet kavramıyla da ifade edilen bu prensibe göre insan kardeşini en yakın dost, en fedakâr arkadaş ve en civanmert yoldaş olarak görür.[92]

Bedîüzzaman, kendi yolunu benimseyen insanların birbirleriyle ve kendisiyle olan münasebetlerinde özellikle ‘uhuvvet’ üzerinde önemle durmaktadır. Tarikatlardaki “fena fi’ş-şeyh” anlayışına mukabil o talebelerine ve takipçilerine “fena fi’l-ihvan” anlayışını öğretmek istemektedir. Bu anlayışa göre insanın bir buz parçasına benzeyen şahsiyetini ve enâniyetini bütün cemaatin iyi amellerinin toplandığı sevap havuzunu kazanmak için o havuza atıp eritmesi gerekmektedir. Yani kişi şahsiyetini kardeşleri içinde fâni ederek onların nefislerini kendi nefsine tercih etmelidir.491  Bu uhuvvet anlayışında kardeş kardeşe mürşit tavrını takınamaz. Sadece kardeşine destekçi ve hizmetlerinde yardımcı olabilir. Bunun neticesinde Risale-i Nur mesleğini benimseyenlerde şahsiyet ve enâniyetten kaynaklanan çekişmeler de yaşanmamış olur.

Risale-i Nur mesleğinin çok önemli iki esası, ihlâs ve enaniyeti terk etmektir.[93] Birbiriyle yakından alakalı olan bu iki kavrama göre bu meslekte şahsi ego ve çıkarlar yerine bütün amellerde sadece Allah Teâlâ’nın rızasının gözetilmesi gerekmektedir.

Bedîüzzaman bütün hayatı boyunca şahsi egosundan vazgeçmiş ve hep mü’minlerin imanının takviyesi uğrunda çalışmıştır. Bunu gösteren hayatında birçok hadise mevcuttur. Bunun yanında O ihlâsa çok büyük önem atfetmiştir. Bundan dolayı, yüz otuz risaleden oluşan külliyatında sadece İhlâs Risalesi’nin başına, “en az on beş günde bir defa okunmalıdır” kaydını koymuştur.[94] Kendisi hayatı boyunca şahsına yapılan teveccühlerden rahatsızlık duymuştur. Sadece dünyada değil kabirde bile kendi şahsına teveccüh edilmemesi için kabrinin gizli kalması gerektiğini ifade etmiştir. Bunun sebebini izah ederken kendi zamanında eskisi gibi Allah rızası için kabir ziyareti yapılmadığını ve insanların genelde kabirde yatan zatın dünyevî şan ve şöhretine binaen ziyaret ettiklerini belirtmiştir. Bundan dolayı O, şöyle diyerek kabrinin gizli kalmasının vasiyet etmiştir. “Ben de Risale-i Nur’daki a’zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garbda, hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider. Dünyada beni sohbetten men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek.[95]Onun bu sözlerinden de anlaşılacağı üzere Bedîüzzaman’ın hayatı bütünüyle rıza-i ilahi uğrunda, şahsi çıkarlardan uzak ve iman hakikatlerinin anlatılması gayesine yönelik geçmiştir. O, kendisiyle görüşmek isteyen insanları, en büyük davası olarak gördüğü Risale-i Nur’lara yönlendirmiş ve onları okuyup anlamalarını tavsiye etmiştir.[96]

Risale-i Nur mesleğinin en önemli gayesi insanların imanını takviye etmektir. Çünkü Bedîüzzaman’a göre evrende en yüksek hakikat imandır.[97] İman hakikatini gönüllere yerleştirmek en büyük vazifedir. Bu açıdan tarikat ikinci planda kalmaktadır. Çünkü tarikat dairesinden çıkan şeriat dairesine düşer ama şeriat dairesinden çıkan iflah olmaz. Buna binaen Bedîüzzaman, Abdülkadir Geylânî, Şah-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbanî (radıyallâhu anhum) gibi zâtların kendi zamanında gelmeleri hâlinde, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akâid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerini söylemektedir.[98] Bu yüzden Bedîüzzaman hizmet stratejisini bu yönde geliştirmiştir.

Bunu yaparken o asla tasavvufa karşı bir tavır içine girmemiştir. O, Risale–i Nur dairesinin aynı zamanda Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Abdülkadir Geylânî (radıyallahu anhum)‘nin de dairesi olduğunu söyler. Çünkü hem Hz. Ali hem de Abdülkadir Geylani kaside ve münacatlarında gaybî olarak Risale-i Nur hizmetine işarette bulunmuş ve bu hizmetin hâdimini teşvik etmişlerdir. Bedîüzzaman, Risale-i Nurların birçok yerinde şu zamânâ yapılması gereken en önemli işin itikadî şüphe ve tereddütler içerisinde bocalayan insanlığın şüphelerinin giderilmesi ve onlara sağlam bir inanç kazandırılmasının öneminden bahsetmektedir. Ona göre zaman tarikat zamanı değil, “hakikat” zamanı ve insanların imanını kurtarma zamanıdır.[99]

Kendi zamanındaki en büyük problemi, dalalet fikrinin ilim ve fenden gelmesi olarak gören[100] Bedîüzzaman bu çağın insanının eskiden olduğu gibi sadece vaaz ve irşat yoluyla cennet, cehennem gibi konular işlenerek inancını sağlam bir şekilde muhafaza etmesinin mümkün olmadığını, ancak îmanî konuların sağlam delillere dayanarak anlatılması neticesinde bunun mümkün olacağını savunmaktadır.

Bedîüzzaman’a göre bir insanın imanını kurtarmak her şeyden önemlidir. Tarikat ve şeyhlik insana velayet mertebeleri kazandırır. Ancak insanların îmânî mevzularda zafiyet ve dînî yaşantıda eksiklikler yaşadığı böyle bir asırda bir adamın imanını kurtarmak on mümini veli yapmaktan daha önemlidir.[101] Çünkü imansız insan ahirette her şeyini kaybetmiştir. İnanan ise ebedî saadeti kazanmış demektir.

Bedîüzzaman’ın, Allah Teâlâ’ya ulaşmada en selametli ve en kestirme yol olarak kabul ettiği yolun en önemli iki ayağını acz ve fakr kavramları oluşturmaktadır. O’nun acz ve fakr anlayışının temelinde,  insanın hakiki anlamda hiçbir şeye mâlik olamaması, bazen küçücük bir mikroba mağlup olarak yatağa düşüp hasta olması, kendisinin ve dünyasının çok sınırlı ve fâni olması,  isteklerinin sonsuz olmasına rağmen ecelinin kısa olması vb. hususlardan dolayı maddî yapısı ve dünyevî durumu açısından insanın tam bir acziyet ve fakirlik içerisinde bulunması yatmaktadır.

Ruhlar âleminden başlayıp, anne karnından geçip, çocukluk, gençlik ve yaşlılıktan sonra ahirete uzanan ve ebediyete kadar devam edecek uzun bir yolculuğa çıkmak durumunda bırakılan insandaki bu acz ve fakr çaresiz bir yara durumundadır. Bu iki yaradan kurtulmanın çaresi ise Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe imandır. İnsanın bu inanç sayesinde acz ve fakrını Allah Teâlâ’nın rahmetine karşı bir şefaatçi yaparak sonsuz bir kudrete dayanması mümkün olmaktadır.

Bedîüzzaman, insandaki acz ve fakr noktalarını şu şekilde sıralamaktadır:

1-Yaratılış olarak bütün mahlûkatla alakadar ve çevresindeki şeylerle maddeten- manen iletişim içerisinde olmaya mecbur olan insanın sağ, sol, ön, arka, alt, üst olmak üzere altı ciheti bulunmaktadır.[102] Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanmayan bir insan, tevekkülsüz ve gaflet nazarıyla çevresine bakınca bu altı cihette ne kadar âciz ve fakir olduğunu anlayabilir. Şöyle ki insan sağa, yani mazi olan geçmiş zamânâ bakınca orayı, geçmiş ataları ve hemcinsi olan insanlara ait çok geniş bir mezarlık şeklinde korkunç ve ürpertici bir şekilde görmekte ve dehşete kapılmaktadır. Sonra sol tarafı olan geleceğe baktığı vakit kendisinin ve gelecek neslini yılanlara ve akreplere yedirecek karanlık, korkunç bir kabir şeklinde görür. Sağ ve soldan bir ümit ışığı bulamayan insan üst taraf olan gökyüzü cihetine bakar, orada milyarlarca yıldız ve güneş sistemlerinin şuursuzca ve karmakarışık şekilde süratle dolaştığını görür ve vahşet ve korkuya kapılır. Sonra o cihette de morali bozulan insan alt cihete yani dünyaya dikkat eder ve görür ki sonsuz uzay boşluğunda güneşin peşinde şuursuz ve sahipsiz bir şekilde dolaşan dünyası gözüne korkunç görünür.  Burada da aradığını bulamayan insan ön cihete yani insanlıkla beraber bütün varlığın süratle gidip boşaldığı ve yok olduğu adem tarafına bakar ve kendisinin de bir gün mecburî olarak o cihete gideceğini düşünür ve iyice kederlenir, çıldırma noktasına gelir. Daha sonra arka tarafa yani geriden gelenlere bakıp bütün bu insan ve diğer canlılar nereden gelmekte? Ve niçin bu şekilde mecburen varlık alemine gelmekte? Sorularının cevabını düşünüp bulamamakla iyice sıkılır ve bunalır. Bütün bu yönlerden ümitsizliğe kapılan insanın elindeki tek sermaye ve gücü ise küçük bir cüz-i ihtiyariden başkası değildir. O ise ne geçmişe ne de geleceğe hükmedebilir.[103]

  • İnsan âcizdir zira hiçbir şeye hakiki anlamda mâlik değildir. Aslında vücudu dahi ona emanettir, mülk değildir. Kendisi ve dünyası fânidir. İnsan şu mevcudat içinde ihtiyarı ve kudreti en geniş olan mahlûk olmasına rağmen yeme, içme gibi cüz’-i ihtiyârisiyle yaptığı şeylerde bile ancak yüzde birisi kendine aittir.[104] Çünkü basit bir yeme işleminde bile yiyecekleri Allah Teâlâ yaratmıştır. İnsan sadece ağzına koyar ve çiğner. Gıdanın mideye gitmesi ve oradan vücuda vitaminler olarak dağılmasında insanın bir müdahalesi yoktur. Bu yüzden insanın elinde güç ve kudret olarak hiçbir şey yok denilebilir.
  • İnsanı diğer canlılardan ayıran, geçmiş ve gelecekle alakalı olmasını sağlayan akıl, insanın acz ve fakrını artırmaktadır. Çünkü sair hayvanlar geçmişin elem veren olaylarını veya geleceğin endişeye sevk edebilecek olaylarını düşünüp acı çekmez. İnsan ise kendisinin veya sevdiklerinin fâni olup yok olacakları düşüncesi veya gelecekte başına gelmesi muhtemel felaketlerden emin olamamasından kaynaklanan endişelerle bu hayattan tat alamaz bir hâle düşebilir. Bundan dolayı insan hayvandan daha aşağı bir derekeye düşmektedir.504 Bu durumda insan ya aklını çıkarıp atmalı veyahut her şeye sözü geçen Allah Teâlâ ya tevekkülle bu durumdan kurtulmalıdır.
  • İnsan şu dünya hayatına gözlerini açmasından itibaren hücum eden düşmanlar gibi hastalıklar, elemler, belâ ve afetler karşısında kendisine yardım edecek birisine ihtiyaç duyar. Ancak Allah Teâlâ’ya ve ahirete inanmadığı için bütün tabiat hadiselerini acımasız ve düşman vaziyetinde görür. Kafasını kaldırıp istimdatkarane gökyüzüne bakınca kocaman gök cisimleri süratli ve heybetli hâlleriyle onu korkutur. Göklerden de bu şekilde dehşet ve korkuya kapılan insan kendi vicdanına dönüp bakınca orada binlerce emel ve arzuların çığlıklarını duyar gibi olur. Ne ihtiyaçlarına cevap veren ne de sonsuz düşmanlardan kendisini koruyabilecek birisini vicdanında bulamayan kimse üzgün ve şaşkın bir vaziyette kalakalır.505
  • İnsan dünya hayatının gerekliliklerini yerine getirmede güç ve kudret açısından ve dünyevî mutluluk ve huzur açısından bir serçe kuşundan çok aşağıdadır.506 Çünkü insanda hüzün, keder, endişe gibi duygular vardır ama o hayvanda yoktur. Ayrıca bazen küçücük bir mikrop veya kanser hücresi insanı yere sermektedir.

Bedîüzzaman’a göre insandaki acz ve fakr zaman ve mekân ne kadar değişirse değişsin aynı kalmakta hatta daha da artmaktadır.507 Çünkü eski zamanlarda insanlar için ihtiyaç sayılmayan birçok şey çağdaş asırda ihtiyaç maddeleri olarak insanın karşısına çıkmaktadır. Bu durum insanı daha da fakîr ve ihtiyaçlarını karşılamada daha da âciz bir duruma düşürmektedir.

Bedîüzzaman insanın acz ve fakrını ele alırken insanı bir çocuğa benzeterek meseleye ışık tutmaya çalışır. Ona göre insan şu koca kâinatta nazik ve nazenin bir çocuğa benzer. Aslında çocuğun bu acz ve zaafında gizli büyük bir kudret saklıdır.508 Çünkü o acz ve fakr sayesinde bütün mevcudat ona musahhar kılınmıştır. Yani güneş, ay, yeryüzü, bitkiler ve hayvanlar, kısacası kâinattaki bütün varlıkların insanın yardımına koşması ve onun yaşamını rahat bir şekilde sürdürmesine hizmet etme konumunda bulunmaları, insanın gücüyle onlara galip gelip yönetmesi neticesinde değil insandaki zaaf ve acz sebebiyle Allah Teâlâ’nın rahmetinin bir tecellisi olarak gerçekleşmektedir.509

İnsan şayet acz ve fakrını tam olarak kavrayıp sözleriyle ve davranışlarıyla şükr ve hamd hâlini yakalayabilse o zaman bu nimetin şükrünü eda etmiş ve isteklerine kavuşmuş olur. Mesela tavuğun yavrusundaki acz ve zaaf ona öyle bir şefaatçi olur ki annesi onu korumak için köpeğe bile saldırır. Aynı şekilde vahşi bir canavar olan aslan dahi yavrusu için kendisi aç kalmayı göze alır.510 İşte nazlı bir çocuk ağlamasıyla ve hazin hâliyle en güçlü insanları çevresinde pervane gibi döndürür. Ancak o çocuk bütün bunları kendi zâtî gücü zannetse ve öyle söylese çevresindeki insanların gazabını celbeder ve tokatı yer. İnsan da Kârun gibi  ا نمََّا اوُت يتهُُ عَلىَ  علْمٍ yani: “Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım” dese, azabı hak eder. Bu hususu Bedîüzzaman şöyle vurgular: “Demek şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyat-ı beşeriye ve kemalât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve

                                                 

507  Bediüzzaman, a.g.e., s. 180.

Sözler, s. 336.

Şualar, s. 49.

Mektubat, s. 40.

 

hikmet-i İlahiyedir ki; eşyayı ona teshir etmiştir. Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlub olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; onun iktidarı değil, belki onun za’fının semeresi olan teshir-i Rabbanî ve ikram-ı Rahmanîdir.”511

İnsandaki acz ve zaafın gücünü bu şekilde anlatan Bedîüzzaman insana şöyle seslenir: “Ey insan! Madem hakikat böyledir; gururu ve enaniyeti bırak. Ulûhiyetin dergâhında acz u za’fını, istimdad lisanıyla; fakr u hacatını, tazarru ve dua lisanıyla ilân et ve abd olduğunu göster. Ve  حَسْبنُاَ هاللُّٰ وَن عْمَ الْوَ كيلُ de, yüksel”.512

Marifetullah sırrına ermiş insanlar için kişinin her şeyiyle Allah Teâlâ’ya muhtaç olması mânâsındaki fakirlik ile sebeplerin kendi güç ve kuvvetinin yetersizliği anlamındaki âcizlik, şeref duyulan hususlar olarak kabul görmektedir. Çünkü ihtiyacı olan kimse ihtiyaç duyduğu şeyleri karşılayacak birisine sığınmak ister. Kâmil insanlar Allah Teâlâ’ya muhtaç olma mânâsında fakrı gurur vesilesi kabul etmişlerdir. Bu anlayışın bir tezahürü olsa gerek tasavvuf çevrelerinde insanlar kendilerinden bahsederken kendi güç ve kudretlerinden yüz çevirerek kendilerini fakîr diye adlandırırlar.

Bedîüzzaman Allah dostlarının fakr ve aczde bir çeşit lezzet bulduklarını ve kendi güçlerine itimat etmekten şiddetle kaçınıp Allah Teâlâ’nın havl ve kuvvetine dayanmayı bir esas kabul ettiklerini şöyle ifade etmektedir: “Ârif-i billâh aczden, mehâfetullahtan telezzüz eder. Evet, havfta lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse, “En leziz ve en tatlı hâletin nedir?” Belki diyecek: “Aczimi, zaafımı anlayıp validemin tatlı tokatından korkarak yine validemin şefkatli sinesine sığındığım hâlettir.” Hâlbuki bütün validelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecellî-i rahmettir.

Onun içindir ki, kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki, kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî edip Allah Teâlâ’ya acz ile sığınmışlar; aczi ve havfı kendilerine şefaatçi yapmışlar.”513

Bedîüzzaman kendi yolunun esaslarını anlatırken şu hususa özellikle dikkatleri çekmektedir. Kendi zatında acz ve fakirliği kavrayan insan bu şuuru sadece Rabbine         

Sözler, s. 349.

Sözler, a.y.

a.g.e., s. 32.

karşı yaşamalı ve hissetmelidir. Yoksa insan, diğer insanlara karşı acz ve fakr hissederek tezellül durumuna asla düşmemelidir.514

Bedîüzzaman’a göre zahiren bakıldığında çok güçsüz ve zayıf görünen mikrop, karınca, sinek, incir çekirdeği gibi bazı varlıklar Allah Teâlâ’nın güç ve kudretine dayandıklarında çok büyük işler başarmaktadırlar. Mutlak Kadir ve Gani olan Allah Teâlâ’ya intisab ettiği vakit bütün varlıkların zâtî güçlerinin çok üstünde bir güç kazandıklarını Bedîüzzaman şöyle ifade etmektedir: “Her mahluk, her zerre doğrudan doğruya Vâhid-i Ehad’e isnad edilse ve onlar ona intisab etseler; o vakit o intisab kuvvetiyle ve seyyidinin havliyle, emriyle; karınca, Firavun’un sarayını başına yıkar, başaşağı atar; sinek, Nemrud’u gebertip Cehennem’e atar; bir mikrop, en cebbar bir zalimi kabre sokar; buğday tanesi kadar çam çekirdeği, bir dağ gibi bir çam ağacının destgâhı ve makinası hükmüne geçer; havanın zerresi, bütün çiçeklerin, meyvelerin ayrı ayrı işlerinde, teşekkülâtlarında muntazaman, güzelce çalışabilir.”515

Mahiyetindeki acz ve fakr noktalarını iyi kavramış bir mümin kendinde bulunan tüm güzellik ve kabiliyetleri Allah Teâlâ tarafından kendisine lutfedilmiş nimetler olduğunu kavrayarak gurura kapılıp övünmek yerine hamd ve şükürle mukabelede bulunur ve قدَْ افَْلحََ مَنْ زَكَّيهَا ayetinin sırrıyla kemalini noksanlığında, kudretini aczde, gınasını ise fakrında bilir.516

Bedîüzzaman acz ve fakrın nasıl Allah Teâlâ’nın rahmetine mazhar olmak için bir vesile ve şefaatçi olduğunu ihtiyarlar için yazdığı risalesinde şöyle anlatmaktadır. Kendisi Rusların elinde esir olduğu dönemde o esaret kampında yapayalnız garip tek başına bulunmasını ve orada o şekilde vefat edeceğini düşünmesiyle ruhu çok sıkılır ve Allah Teâlâ’dan yardım diler. Birkaç gün sonra birçok Rusça bilen kurnaz mahkûmların dahi başaramadığı şeyi başarır ve Allah Teâlâ’nın inayetiyle Varşova ve Avusturya üzerinden uzun bir firari sefer neticesinde İstanbul’a ulaşır. Acz ve fakrın inayet ve rahmete vesile ve şefaatçi olmasını şahsında yaşadığı tecrübeyle ifade ettikten sonra Bedîüzzaman diğer canlılardan örneklendirmeler yapar. Mesela acz ve fakrın en uç noktasında olan insan ve hayvan yavrularının en muhtaç oldukları rızka en basit bir şekilde annenin memelerinden ulaşması veya yavru kuşlarda olduğu gibi Allah        

Mektubat, s. 515. Mektubat, s. 289. a.g.e., s. 517.

Teâlâ’nın rahmetinin bir tecellisi olarak anne kuşun gıdayı yavrunun ağzına bırakması bu konuda verdiği en çarpıcı iki örnektir. Hatta hayvanların yavruları biraz büyüyünce onlara yardımı kesmesi ve onları kendi hallerine terk etmesi de acz ve fakrdan uzaklaşmanın merhameti de uzaklaştırdığına bir delil teşkil etmektedir.

İnsanoğlu, dünya hayatındaki acziyeti ve afetler, savaşlar, hastalık vs. gibi hayatını tehdit eden unsurlar karşısındaki çaresizliğinden dolayı manen sırtını yaslayıp rahat edeceği bir dayanak noktası bulmaya muhtaçtır. Yine aynı şekilde ihtiyaçlarının çokluğu ve sermayesinin azlığından kaynaklanan şiddetli fakirliği neticesinde yardım isteyeceği bir kapıya muhtaçtır ki o kapı sayesinde ihtiyaçlarını görsün. Bedîüzzaman Allah’a ve ahiret gününe imanın insan için nasıl bir dayanak ve sığınma noktası olduğunu ve insan vicdanının ancak böyle bir dayanak noktasıyla huzur bulacağını şöyle ifade etmektedir:” Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder; vicdanı daima muazzeb olur. Lâkin birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdad eden adam kalben ve ruhen pekçok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki; hem müteselli, hem vicdanı mutmain olur.”517

Bedîüzzaman kendisinin de ruhî ve fikrî bazı bunalımlar yaşadığını, şeytan ve nefis kaynaklı çeşitli evhamlara maruz kaldığını ancak acz ve fakrını vesile yaparak rabbine iltica ettiğini ve kurtulduğunu ifade etmektedir.518

 “Nur mesleği” olarak adlandırdığı yolunun esaslarını Bedîüzzaman şöyle ifade etmektedir: “Nurun mesleği, hakikat ve sünnet-i seniyye ve ferâize dikkat ve büyük günahlardan çekinmek esastır, tarikata ikinci, üçüncü derecede bakar.”519  

Söz konusu bu dört mertebenin ortak noktası diyebileceğimiz husus ise insanın Allah Teâlâ karşısında ne kadar âciz ve fakîr olduğunu kavrayarak nefsini küçük görmesi ve buna göre hareket etmesi gerektiğidir.

        

Şualar, s. 734.  

Mesnevi-i Nuriye, s. 43.

Emirdağ Lahikası, c. I, s. 230.

 

Bedîüzzaman’a göre yukarda geçen dört hususa riayet eden bir insan, kâinata Allah Teâlâ hesabına bakar ve daimi huzuru kazanarak gaflete düşmekten korunmuş olmaktadır.

d. İnsandaki Acz ve Fakr Derdinin Devası

Dünyada yaşam standartları açısından insan ile diğer canlılar mukayese edildiğinde maddî ve cismânî açıdan insanın durumu sair canlılara nazaran oldukça kötüdür. Çünkü insan, Bedîüzzaman’ın ifadeleriyle, “zayıftır, belaları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyadedir. Âcizdir, hayat yükü pek ağırdır. Eğer Kadîr-i Zülcelal’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder.”[105]

Bugün sahih bir tevhid inancına sahip olmayan toplumların durumu Bedîüzzaman’ı aynen tasdik etmektedir. Çünkü bu toplumlarda yaşayan insanlar, bedenî ve ruhî/vicdânî ihtiyaçlarını tatmin etme noktasında tam bir acziyet içerisindedir. Bu tatminsizliğin neticesinde Allah Teâlâ’ya iman ve tevekkül gibi bir dayanak noktası da bulamayınca insanlar kendilerini uyuşturucu ve uyutucu faktörlere yönlendirmekte veya insanlıktan çıkmış canavarlara dönüşmektedirler.

İnsanın bu acziyetinin yanında aynı zamanda fakirliği de söz konusudur. Bedîüzzaman’a göre insan vücudunu yolda bulmamış veya kıymeti olmadığı için kenara atılmış bir eşya gibi bir yerden almamıştır. İnsanın cesedindeki harika sanatlardan da anlaşılacağı gibi o bir Sâni’-i Hakîm’in kudret elinden çıkmış kıymetli bir hane olup insan emaneten o hanede bulunmaktadır. İnsan vücudunda yapılan tasarruftan ancak onda biri insanın kontrolünde gerçekleşmektedir. Mahlûkat içinde en şerefli ve en kuvvetli insan olmasına rağmen kendi iradesiyle yaptığı yeme, içme gibi sıradan fiillerde bile onun payı ancak yüzde birdir. Aynı şekilde insanın düşünce dünyasında veya mânevî yapısında kendi şuuru olmaksızın bir sürü fiil gerçekleşmekte ama insan müdahil olamamaktadır. Demek ki insan gerçek mânâda bir şeye mâlik değildir.[106] Her şeyin gerçek mâliki Allah Teâlâ’dır. İnsan ise ona muhtaç âciz ve fakîr bir kuldur.

Bedîüzzaman, ‘insanın manevî yapısında bulunan iki yara’ diye nitelediği acz ve fakr dertlerinin devası için Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe tam olarak inanmayı çare olarak görmektedir.[107] Çünkü Allah Teâlâ’ya inanan insan, benliğinde hissettiği acze ve fakra karşı sabır ve tevekkülle karşılık verir. Kur’ân-ı Kerîm’de “وَ إ ذَا قضََى أمَْراً  كُنْ فيَكَُون فإَ نمََّا يقَوُلُ / Bir şeyi yaratmak isteyince sadece “ol!” der, oluverir.”523 ayetiyle sonsuz kudretini kullarına anlatan Allah Teâlâ’ya aczini bir şefaatçi gibi arz eden insanın artık endişe duyacağı hiçbir husus kalmamış demektir. Bu durumdaki insanın başına hangi musibet gelirse gelsin “ ال ذَّينَ إ ذَا أصََابتَْهمُ مُّ صيبةَ  قَالوُاْ إ ناَّ  لِلٰ  وَإ ناَّ إ ليَْ ه رَا جعونَ/Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına bir musîbet geldiğinde, ‘Biz Allah’a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz’ derler.”524 ayetinde halleri övgüyle anlatılan müminler gibi Rabbine itimat eder ve o musibeti rahatça atlatır.

Bedîüzzaman bir çocuk için en huzurlu hâlin, acz ve fakrını anlayarak annesinin tokadından korkup yine onun kucağına sığındığı andaki hâli olduğunu söyler. Hâlbuki çocuğu celp eden annedeki o rahmet, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin yanında güneşin yanında bir mum ışığı kadar bile değildir. İnanan bir insanın Allah Teâlâ’dan korkarak ve haşyet duyarak yine O’nun rahmetine ve bağışlamasına sığınması böyle bir hâldir. O yüzden birçok arif-i billâh zaaf ve aczlerini şefaatçi yaparak Allah Teâlâ’nın rahmetine acz ile iltica etmişlerdir. 525

İnsan Allah Teâlâ’nın kendisine olan rahmetini ve ikramını kavradıktan sonra asla fakirlikten endişe etmemelidir. Çünkü fakrının şiddeti oranında kişi kendisini Allah Teâlâ’ya muhtaç hisseder ve O’na daha çok bağlanır. Bu durumu Bedîüzzaman şu ifadelerle vurgular: “Bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevvad-ı Kerim’in misafirine fakr ve ihtiyaç, nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki fakr-ı ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır. İştiha gibi fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki: Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler”[108]

Bedîüzzaman’a göre insan, imanının kuvvetine göre başına gelen bela ve musibetlerle baş edebilir. İmanı sayesinde Allah Teâlâ’ya tevekkül eden bir insan bütün dertlerini Kadîr-i Mutlak’ın kudretine emanet eder ve hayatta karşısına çıkan problem ve meşakkat dalgaları içinde emniyetle yoluna devam edebilir. Tevekkül etmeyen bir insan ise dünya hayatının sıkıntılarını zayıf fıtratıyla taşıyamayacağı için büyük sıkıntılar yaşar. Bedîüzzaman, doğru tevekkül anlayışıyla ilgili önemli bir hususa şöyle dikkati çeker: “Yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-i fiilî telakki ederek; müsebbebatı yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir.”[109] Görüldüğü gibi Bedîüzzaman’a göre bu dünya hayatında sebeplere riayet etmek çok önemli bir esastır. Tevekkül, iradenin hakkı verilip sebeplere riayet edildikten sonra neticeyi Allah Teâlâ’ya havale etmek mânâsına hamledilmektedir.

Bedîüzzaman dünya meşakkatlerinin kendini bunalttığı,  acz ve fakrını tam hissettiği bir dönemde  “ حَسْبنُاَ هاللُّٰ وَ نعْمَ الْوَ كيلُ/Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!”[110] ayetinden manen medet bularak ilme’l-yakînden daha ileri bir seviye olan ayne’l-yakîn seviyesinde bazı teselli verici mânâ nurlarını tespit ettiğini belirtir.[111] Acz ve fakr yaralarının merhemi olarak nitelendirebileceğimiz bu mânâları şu şekilde maddeleştirmek mümkündür:

  • İnsanda bulunan şiddetli beka arzusu aslında Allah Teâlâ’nın Bâki oluşunun minik bir tecellisinden ibarettir. İnsan bir his yanılması neticesinde kendisinin bekasını düşünür. Ancak mezkûr ayetin irşadıyla insan anlar ki Allah Teâlâ’nın bâki olması insanın kendisinin baki olmasından çok daha önemli ve insan için daha sevindiricidir. Çünkü Allah Teâlâ’ya iman ve kullukla intisâb eden bir insan O’nun varlığı ile tüm varlıklara ve özellikle insan cinsinden sevdiği eş, dost ve akraba gibi kimselerin baki olan Allah Teâlâ ile münasebetlerini düşünür ve kalbinde çok büyük bir huzur ve refah hisseder.
  • Kendisine zulmedenlerin hücumundan bunaldığı bir anda mânevî bir dayanak noktası arayan Bedîüzzaman “ حَسْبنُاَ هاللُّٰ وَ نعْمَ الْوَ ك يلُ” ayetine müracat ettiğini ve aradığı dayanak noktasını onda bulduğunu belirtir. Şöyle ki insan, imanının bağıyla Kadîr-i Mutlak olan Allah Teâlâ’ya sırtını dayadığı vakit şöyle düşünür. Bahar mevsiminde binlerce türden oluşan bitki ve hayvanların bütün ihtiyaçlarını hatasız, noksansız gönderen ve yaz mevsiminde yeryüzünü bir sofra şeklinde kuru topraktan çok çeşitli ve lezzetli yiyeceklerle donatan ve kendisine hiçbir işin ağır gelmediği “emr-i kün feyekûn”[112] mülkünün sahibi olan Kadîr-i Külli Şey’e ve Ganiyy-i Ekrem’e iman sayesinde intisab eden insanın hiçbir şey hakkında acze düşmesi veya hiçbir ihtiyacını karşılayamayıp fakra düşmesi söz konusu değildir.
  • İnsan kâinattaki konumunu düşündüğünde görür ki kendisine etrafındaki bütün canlıların üstünde bir değer verilmekte ve ona göre nimetlere mazhar olmaktadır.حَسْبنَُا” kelimesindeki “ ناَ ” zamirine dikkat edilince görülür ki kâinattaki bütün varlıklar işlerini Allah Teâlâ’ya havale edip O’ndan aldıkları güçle hareket etmektedirler. Bu sayede kendi zâtî güçlerinin çok üstünde işleri güzelce yapmaya muvaffak olurlar. Yüz binlerce bitki ve hayvan türlerinin kimisini basit bir damla sudan, kimisini birbirine çok benzeyen tohumlardan ve çekirdeklerden mükemmelen yaratan

Allah Teâlâ’nın insan için vaat ettiği cennetleri ve ebedî saadet saraylarını yaratacağında şüphe kalmaz.[113] “ حَسْبنَُا هاللُّٰ وَن عْمَ الْوَ كيلُ” ayetinden böyle bir teselli bulduğunu belirten Bedîüzzaman bütün mahlûkat adına da bu ayetin hakikatini haykırmak istediğini şöyle ifade etmektedir: “Elimden gelseydi bilfiil ve gelmediği için binniyet, bittasavvur, bilhayal bütün mahlûkat dilleriyle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim ve ebed-ül âbidîn daima tekrar etmek istiyorum.”[114]

  • Bedîüzzaman kendisindeki ihtiyarlık, gurbet, hastalık gibi vücudunu sarsan problemlerle karşılaştığında ve ilk planda kendi vücudu ikinci olarak bütün mahlukatın vücutları ademe gidiyor diye üzüldüğü bir anda yine “ حَسْبنُاَ هاللُّٰ وَ نعْمَ الْوَ كيلُ” ayetinden teselli bulduğunu ifade etmektedir. Ona göre insan, iman nazarıyla kendisine ve varlığa baktığı vakit onların vücutlarının kendilerine bakan yönleriyle fâni olduğunu fakat Allah Teâlâ’nın sanatı olması ve O’na mensubiyeti açısından asla yok olmayacağını anlayabilir.[115] Aynen bir kelimenin söylendikten sonra vücudunun kalmayıp mânâlarının hafızalarda kaldığı gibi sair mahlûkat ve onların bir ferdi olan insan da Allah Teâlâ’nın bir kelimesi olarak fâni vücudu yok olsa da ruhu, mânâsı, hakikati ve mahiyetinin dünyevî ve uhrevî neticeleri hem hafızalarda hem de levh-i mahfuzda bâki olarak kalmaktadır.[116] Çünkü her bir canlıda özellikle ruh sahibi olan insanda tecelli eden esmâ ve sıfât-ı ilahiye bir an yaşamış olsa bile onu ebediyet ile bağlamış ve bir nevi ebediyet kazandırmıştır.
  • İnsan, ömrünün çabucak tükenmesi ve hayatının bazen çok bunalımlar içerisinde devam etmesi neticesinde üzülüp acziyet hisseder. Ancak hayata “ حَ سْبنُاَ هالٰلُّ وَ نعْمَ الْوَ كيلُ” ayetinin mânâ çerçevesi içerisinde ve hayatı bizzat veren Hayy-ı Kayyûm’u düşünerek bakıldığında dünya hayatının insana bakan yönü bir ise Allah Teâlâ’ya bakan tarafının bin olduğu görülecektir. Çünkü Hayy-ı Kayyûm’a bakan yönüyle hayatın hakikati ve görevi esmâ-i ilahiyeye aynalık etmektir. İnsan kendindeki görme, duyma, bilme, kızma, sevme, mâlik olma, acz, fakr, vb. his ve özellikler sayesinde Allah Teâlâ’ya en geniş kapsamlı bir mazhariyet göstermektedir. Bu mazhariyet belli bir müddet sağlandıktan sonra vazife biter ve uzun süre yaşamaya gerek kalmaz. Özellikle insanda iman, hayata nüfuz edince yani bir mânâda ona ruh olunca hem beka bulur, baki meyveler verir hem de o derece yücelir ki ebedî bir hâl alır. Bu açıdan bakılınca insanın rızâ-i ilâhi dairesinde bir an yaşaması kâfidir, uzun süre yaşamaya gerek yoktur.[117]
  • İnsan fıtratında daima güzele karşı arzu ve istek, kemal ve mükemmelliğe karşı da bir aşk-ı iştiyak vardır. Bu his bazı insanlarda çok daha ileri seviyelerdedir. Bedîüzzaman kendisinde bu hissin şiddetlendiği bir dönemde, varlıkta bulunan yok olma, fâni olma ve ölüm gibi hakikatleri düşünüp ümitsizliğe düştüğünü ama “ حَ سْبنُاَ هاللُّٰ وَن عْمَ الْوَ كيلُ” ayetinin tesellisiyle bu sıkıntıda kurtulduğunu ifade eder.536 O ayetten şöyle bir teselli bulmaktadır. Nasıl ki güneşin yedi rengini yansıtan cam, su vb. şeffaf şeyler hareketleriyle ve nehir üzerinde ki kabarcıklar nehir akıp gittikçe üzerlerinde ki yansımalar kaybolup yerine yenilerini terk etmesiyle gökte diama sabit duran güneşin varlığını gösteren bir delildir.[118] Aynen bunun gibi kâinattaki mahlûkatta Allah Teâlâ’nın esma ve sıfatlarının tecellilerini yansıttıktan sonra yok olup giderler ve bu görevi kendilerinden sonraki yansıtıcılara havale ederler. Böylece baki bir yaratıcının varlığını ispat etmiş olurlar.538

Bu bağlamda, Bedîüzzaman’ın tevekkül ve acz-fakr ilişkisi hakkındaki tespitlerinden şu neticeye varmamız mümkündür. İnsan bu dünya yaşamında sair hayvanlardan daha zayıf ve ihtiyaçlarını karşılama yönünden daha muhtaç durumdadır. Çünkü insan, hayattan aldığı lezzet ve problemler karşısında duyduğu elem gibi noktalardan diğer canlılara nazaran çok daha gelişmiş durumdadır. Örneğin insan geçmişte kaybettiği sevdiklerinden ayrılma acısı çeker. Gelecekle ilgili kaygılar duyar. Bu noktalardan hayvanlara göre çok daha çaresiz durumdadır. Buna rağmen başta insan olmak üzere evrendeki bütün varlıklar hayatları boyunca adeta gaybî bir el tarafından korunup gözetilmekte ve ihtiyaçları hiç umulmadık yerden karşılanmaktadır. İşte insanoğlu kendini görüp gözeten yaratıcısını bulup O’na iman ederek kullukta bulunmakla mükelleftir. Kudretine hiçbir şeyin ağır gelmediği böyle bir yaratıcıyı bulan insan için bahsedilen acz ve fakr elemleri dua ve yakarışta birer şefaatçi konumuna yükselmektedir. Acz ve fakrını Allah Teâlâ’ya kulluk mertebelerinde yükselmek için birer basamak gibi kullanan ve Allah Teâlâ’ya tevekkülle kuluk şuuru takınan bir insan, dünyada ve ahirette kendini kurtaracak huzur atmosferine girmiş olmaktadır.

4. Kulluk ve Acz-Fakr İlişkisi

a. İbadet ve Acz-Fakr İlişkisi

Boyun eğmek, kulluk etmek, itaat etmek[119] ve sâlikin gösterdiği çaba540 gibi anlamlara gelen ibadet ile acz ve fakr şuuru birbirleriyle yakından alakalıdırlar.  Başta namaz ibadeti olmak üzere genel olarak ibadetlerin mânâsında acz ve fakr çok önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü bir insan acz ve fakr şuurunda ne kadar derinleşirse Allah Teâlâ’nın rahmetini o kadar iyi idrak ederek ümitle dolar. İbadet ve ubudiyet kelimelerinin türediği “abd” kelimesi lügatte köle için kullanılır.  Kölenin, kendi başına hiçbir şey yapmaya muktedir olamama anlamında tam bir acziyeti ve hiçbir şeye mâlik olamama anlamında da fakirliği söz konusudur. Tasavvufta ise abd(kulluk), insanın kalbini Allah Teâlâ’dan gayri her şeyden sıyırması anlamında kullanılan çok yüksek bir mertebedir.[120] Allah Teâlâ başta Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi vesellem) olmak üzere nebiler ve resullerini bu isimle anmıştır: “Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammedi, Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren O zatın şanı ne yücedir!”[121], “Kullarımızdan İbrahim’i an!”[122], “Kulumuz Eyyub’u an!”[123], “Ne güzel kul!”[124]. Yine kelime-i şehadette Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi vesellem)’in “kulluk” vasfı, “rasullük” vasfından önce zikrolunmaktadır. Görüldüğü gibi kulluk bir insan için en yüksek bir makam olarak kabul edilmektedir.[125] Rabbine boyun eğen kimse aslında O’ndan başka kimsenin karşısında eğilmeyeceğini ifade eder. İnsanın gerçek hürriyeti kulluk şuurunda gizli olduğu gibi gerçek zenginliği, fakirliğini idrak etmesinde, hakiki kudreti de acziyetini idrak etmesinde gizlidir.

Bedîüzzaman’a göre ubudiyet, ulûhiyete karşı kulların zaaf içinde aczlerini ve ihtiyaç içine fakrlarını ilan etmelerinden ibarettir. Ubudiyetin özünü ise namaz ibadeti oluşturmaktadır. Namazda kul Allah Teâlâ’nın sonsuz kibriyası, kudreti ve izzetine karşı rükû ve secde yaparak bütün kâinatla beraber zaafını, aczini ve fakrını izhar eder.[126] Bedîüzzaman kullukla ilgili çok önemli bir hususa dikkat çekmektedir. Ona göre insan ibadetlerini gelecekte bazı mükâfatlara ulaşma beklentisiyle ifa etmemelidir. Çünkü kul yaptığı ibadetlerle o ana kadar kendisine lütfedilen nimetlerin şükrünü eda etmeye bile tam mânâsıyla güç yetiremeyecektir. O, bu gerçeği gayet veciz bir şekilde şöyle ifade etmektedir: “Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır.”548 Allah Teâlâ’nın insanı vücut sahasına çıkarması, hayat için gerekli bütün levazımatı en güzel şekilde insan için tedarik etmesi, nimetlerin en büyüğü olan iman ve İslam’ı nasib etmesi gibi nimetlere karşı insan bir ömür hayatını secdede geçirse yine o nimetlerin şükrünü eda edemez. Bundan dolayı Bedîüzzaman kula yakışanın naz değil niyaz olduğunu, ibadetlerin neticesini dünyevî veya uhrevî neticelere bağlamanın yanlış olduğunu ifade etmektedir.[127]

Bedîüzzaman ibadeti iki kısma ayırır. Birincisi; müsbet ibadet ki namaz, oruç, zekât gibi bilinen ibadetlerdir. İnsan bu ibadetleri ifa ederken bazen gaflete düşerek şuursuz veya riyakârane yapabilir. Bundan dolayı bu ibadetlerde iç huzur ve hudu çok önemlidir. İkinci tür ise menfi ibadettir ki insanın başına gelen çeşitli musibet ve hastalıklar neticesinde aczini ve fakrını tam mânâsıyla hissederek Rabb-i Rahim’ine teveccüh edip O’nu düşünüp O’na yalvarmasıdır. Bu halis bir ibadettir ki içine riya giremez. O yüzden insan başına gelen hastalık veya musibetlere sabretse ve şükürle mukabelede bulunsa çok büyük ecir ve mükâfatı olan hâlis bir ibadete mazhar olmuş olur.[128]

Bedîüzzaman, insanın Allah Teâlâ ile olan kulluk münasebetini ele alırken ilk olarak insan ile diğer bütün hayvanların yaratılıştaki fıtri hallerine dikkatleri çekmektedir.[129] Ona göre insan kendinde bulunan ve yaratılıştan gelen fiziki, psikolojik, sosyal vb. yönlerini derinlemesine düşünüp diğer canlılarla kendisini mukayese etmelidir. İnsanla hayvan özellikle üç açıdan birbirinden farklıdır:

Birincisi: insanın geçmiş ve gelecekle alakadar olmasıdır. Hayvanların zaman algısı bu derece gelişmiş değildir.

İkincisi, insanın enfüsî ve afakî meselelerde idrak ve anlayışı hayvanınkine göre çok küllî ve geniştir.

Üçüncüsü: Eşyalardaki sebep netice ilişkisini insan kavramaya mâlik iken hayvan için bu söz konusu değildir.552

Bu mukayese neticesinde insan şöyle bir sonuca ulaşır:  İnsanın hakiki anlamda insan seviyesine yükselmesi ancak yaratanını tanıyıp bilmesi ve ona iman etmesiyle mümkün olabilmektedir. Buna ilaveten Bedîüzzaman bir başka yerde insan ve hayvan arasındaki şöyle bir farktan bahsetmektedir. Hayvan dünyaya geldiği zaman sanki başka bir âlemde eğitim almış gibi kabiliyet olarak tam olgun bir şekilde gelir. Bazı hayvanlar birkaç saatte, bazıları beş-on günde bazıları ise en fazla birkaç ayda yaşamı için gerekli olan bütün hayat şartlarını ve hayatta kendine lazım olabilecek sıfat ve kabiliyetleri kazanır. İnsanın yaklaşık yirmi senede ancak kazanabildiği menfaat ve zararını ve hayat kanunlarını hayvan kısa bir zamanda öğrenir veya ona ilham ile öğretilir. Bu durumdan anlaşılmaktadır ki hayvanlar bu dünyada talim ile bazı şeyleri öğrenmek için yaratılmamışlardır. Onların görevi kendilerine ilhamla öğretilen kabiliyet ve istidatlara uygun çalışmak ve kulluk görevlerini yerine getirmektir.

İnsanın dünyaya gelişi ise; her şeyi öğrenmeye muhtaç, son derece âciz ve zayıf, iki senede ancak ayağa kalkabilecek durumda, dünyada hayatını devam ettirebilmek için gerekli kanunlardan habersiz bir şekildedir. Bu kanunları ve menfaatine veya zararına olan şeyleri tam olarak öğrenmesi en az yirmi sene sürmektedir. Bu hâliyle insan belki ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaçtır. Ayrıca insan tek başına tüm ihtiyaçlarını karşılayamadığından diğer insanlarla yardımlaşarak sosyal bir yaşam sürmek zorundadır. Bütün bu tespitlerden anlaşılmaktadır ki insanın asıl görevi sair hayvanlar gibi sadece çalışmak değildir aksine ilim öğrenerek amelde bulunmak ve dua ederek kulluk yapmaktır.[130]

Bedîüzzaman başka bir yerde, insanın “ahsen-i takvim/en güzel kıvam”da yaratılarak şu imtihan dünyasına gönderilmesini ve en aşağı seviyeden en üst mertebeye kadar birçok mertebede bulunabileceğini şu sözleriyle dile getirir: “İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet câmi’ bir istidad verildiği için; esfel-i safilînden tâ a’lâ-yı illiyyîne, ferşten tâ arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamata, meratibe, derecata, derekata girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suuda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i san’at olarak şu dünyaya gönderilmiştir.”554 Derin mânâlar içeren bu ifadelerinden sonra Bedîüzzaman insanın bu dünyada en aşağı mertebeye düşmesine veya en yüksek mertebelere çıkmasına sebep olan hususları beş kısımda izah etmektedir.

Bunlardan birincisi: İnsan, içinde yaşadığı evrende çeşitli yönlerden birçok şeye muhtaç bir varlıktır. Bediüzaman’a göre insanın ihtiyaçları bu dünyanın her tarafına yayıldığı gibi arzu ve istekleri ebede kadar uzanmaktadır. Çünkü insan bu dünyada bir çiçeği veya bahçeyi sevdiği gibi ebedî âlemde cennet bahçelerini de ister. Bu âlemde dostlarını görmek ve onlarla beraber olmak istediği gibi öbür âlemde Cenab-ı Hakk’ın cemâlini görmeyi de ister. Başka bir memlekette bulunan bir sevdiğini ziyaret etmek için yanına gitmeyi istemesi gibi vefat eden dostlarını ve sevdiklerini ziyaret etmek ister. İşte böyle çok muhtaç bir durumda olan insanın ihtiyaçlarını ancak her şeyin kontrolünü elinde tutan ve her şeye gücü yeten ve her türlü eksiklikten münezzeh olan bir Kadîr-i Zülcelâl yerine getirebilir. Çünkü sonsuz ihtiyaç sahibi olan insanın bu ihtiyaçlarını ancak sonsuz güç ve çok geniş bir ilme sahip olan Allah Teâlâ gerçekleştirebilir. İşte bunun bilincinde olan insan, iman bağı ile Allah Teâlâ’ya bağlanıp kul olduğunun şuurunda olursa bütün canlıların üstünde bir konuma yükselir. Ama kulluk yapmaktan kaçınıp enaniyetine ve kendi zayıf gücüne güvenip kendini büyük görürse o zaman mahlûkatın en alt seviyesine düşer.

Sonuç olarak insan nefsine itimat eder ve kulluktan geri durursa çok geniş bir sahada suç işleme potansiyeline sahiptir. Örneğin yüz günde yapamadığı bir evi bir günde yıkabilir. Eğer enaniyeti bırakıp Allah Teâlâ’dan hayrı ve güzeli dilese ve bunun için çalışsa ve istiğfar edip kul olsa; o vakit “Ancak şu var ki dönüş yapıp iman edenler güzel ve makbul işler işleyenler bundan müstesnadır. Allah Teâlâ onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara çevirir”[131] ayetinin ifade ettiği gibi çok iyiliklere muvaffak olabilir. Bunun sonucunda insan kâinatta çok şerefli bir konuma yükselebilir.[132]

İkincisi: İnsanın benlik ve nefis cihetinde şu dünya hayatına, kulluk cihetinde de ebedî hayata bakan iki yönü bulunmaktadır. Benlik ve nefis itibariyle insan tam anlamıyla âciz ve fakirdir. Çünkü tek sermayesi kısacık bir hayatta çürümeye mahkûm bir ceset, azıcık bir irade ve iktidar olarak zayıf bir kesp (kazanç)’ten ibarettir. Bu hâliyle koca kâinatın minicik bir ferdi olarak dünyada bulunmaktadır. Kulluk cihetinde ise insanın çok yüksek bir değeri vardır. Çünkü Allah Teâlâ insanı yaratırken onun mânevî yapısına sonsuz bir acz ve fakr koymuştur. “Eşya zıddıyla bilinebilir.” hakikatinden hareketle insan fıtratındaki bu acz ve fakrı ölçüt alarak Cenab-ı Hakk’ın ne kadar kadîr ve ganî olduğunu idrak eder.

Bedîüzzaman, insanın hâlini bir çekirdeğin hâline benzeterek konuyu daha anlaşılır kılmaya çalışmıştır. Bir çekirdeğin kendinde potansiyel olarak bulunan özellikleri ortaya çıkarabilmesi için toprağın altında uygun işlemlerden geçmesi ve ardından lisan-ı hâl ile Allah Teâlâ’ya yalvarıp bir ağaç olmayı dilemesi gerekir. Ancak bu sayede o, kendisi için en zirve olan noktaya ulaşabilir. Eğer o çekirdek kendi kötü yapısından dolayı toprak altında bazı zararlı maddeleri kendine çekerse o dar yerde toprak altında faydasız bir şekilde bozulup çürüyecektir. İşte aynen misaldeki çekirdek gibi insan da kendisine verilen çok önemli hissiyat ve duyguları, ahirete nispeten çok dar olan şu fâni dünyada nefsin arzu ve istekleri doğrultusunda sarf etse azıcık lezzet için dar bir âlemde önemli mânevî duygularını boşuna çürütmüş olur. Eğer insan böyle yapmayıp kendisine verilen mânevî duyguları kulluk yolunda kullanırsa ahirette o duygular dal budak salıp kocaman mânevî birer meyveli ağaç olabilir.[133]

Üçüncüsü: Bedîüzzaman’a göre insan, dünyaya bakan amel yönünden ve fiziki çalışma gücü itibariyle zayıf ve âciz bir mahlûktur. Bu hususta onun tasarrufu son derece sınırlıdır. Hatta evcil koyun, inek, at vb. hayvanlar bile insandaki acz ve zaaftan birer hisse almışlardır ki yabânî eşlerine kıyaslanınca ne kadar zayıf oldukları görülebilir.  İnsanın mânevî yönüne gelince o dünyada aziz bir yolcu ve Allah Teâlâ’nın değerli bir misafiridir. Öyle ki Allah Teâlâ bu aziz misafirine en kıymetli hazinelerini açmış ve onun emrine nice farklı türden mahlûkatını (güneş, ay, hayvanlar, bitkiler vb.) hizmetçi olarak vermiştir.[134]Bundan anlaşılmaktadır ki insandan beklenen bu dünya için değil ahiret için çalışmak ve amel etmesidir. Yani insan kendine verilen maddî, mânevî duyguları sadece bu geçici dünya için sarf ederse sermaye ve donanım olarak çok üstün olmasına rağmen hayvandan yüz derece aşağı bir duruma düşer. Ama bu duyguları sonsuz ahiret hayatı için değerlendirirse sair hayvanların sultanı ve başkanı seviyesine yükselir.

Bedîüzzaman insanın dünyadaki asıl vazifesini şöyle tarif etmektedir:  “İnsanın vazife-i asliyesi, nihayetsiz makâsıda müteveccih vezaifini görüp, acz ve fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmek ve küllî nazarıyla mevcudatın tesbihatını müşahede ederek şehadet etmek ve nimetler içinde imdadat-ı Rahmaniyeyi görüp şükretmek ve masnuatta kudret-i Rabbaniyenin mu’cizatını temaşa ederek nazar-ı ibretle tefekkür etmektir.”[135]

Öyle anlaşılıyor ki hayvandan sermayece çok üstün olan insan sadece bu dünyada rahat yaşamakla değil fıtratında bulunan acz ve fakrı iyice anlayıp bunu ibadet ve dualarla ilan etmek, varlıkların tespihlerini işitip şahitlik etmek, bunca nimetleri görüp tefekkür ve şükürle mukabele etmekle mükelleftir.[136] Aksi hâlde öbür tarafta sermayesini gerektiği gibi kullanmadığı için azap çekmekten kurtulamayacaktır.

Dördüncüsü: İnsan bu dünyada âciz ve zayıf bir çocuk gibidir. Çocuk zayıflığını gösteren ağlamasıyla etrafındaki nice güçlü kuvvetli kimseleri kendine hizmetçi yapar. Çocuğun o zayıf ve âciz hâli kendisi hakkında bir çeşit şefaatçi olur ve güçlü kimseler adeta çocuğun emrine amade olurlar. Ancak o çocuk bilmelidir ki bütün bunlar zaaf ve aczinin neticesinde olmaktadır. Yoksa çocuk kendi kudretiyle bütün o büyükleri emrine amade kıldığını düşünse ve bunu dile getirse o zaman yardımlar birden kesilecektir. Aynen çocuk gibi insan da bu kâinatta nazlı bir çocuğa benzer. Onun bütün kuvveti acz ve fakrında gizlidir. Eğer insan bu acz ve fakrının farkında olarak bütün mevcudatı kendi emrine veren Rabbini tanısa, O’na dua etse ve kullukta bulunsa isteklerine çabucak kavuşur. Yoksa kendi gücüne itimat edip varlığı kendi emrine amade kılanı tanımaz ve Rabbinin rahmetini görmezden gelerek Kârun gibi; “Ben bu servete ilmim ve becerim sayesinde kavuştum.”561 derse o zaman bütün zayıflığıyla ortada kalır ve nankörlüğünün cezası olarak azabı hak eder.

Bedîüzzaman, insanın maddi ve nefsânî yapısı itibariyle hayvanlardan bile daha aşağı mertebede olduğunu; mânevî yapısı ve Allah Teâlâ ile olan kulluk münasebeti açısından ise bütün mahlûkattan daha şerefli bir konumda olduğunu şöyle ifade etmektedir: “Evet ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibariyle; sagir bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahluk, zaîf bir hayvansın ki; bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat muhabbet-i İlahiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip; insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin ve hakaretin içinde öyle makamın büyük ve daire-i nezaretin geniş bir nâzırsın ki, diyebilirsin: “Benim Rabb-i Rahîm’im dünyayı bana bir hane yaptı. Ay ve güneşi, o haneme bir lâmba; ve baharı, bir deste gül; ve yazı, bir sofra-i nimet; ve hayvanı, bana hizmetkâr yaptı. Ve nebatatı, o hanemin zînetli levazımatı yapmıştır.”[137]

Gerçek şudur ki insanın yeryüzündeki hilafeti ve diğer bütün canlılara hâkim bir konumda bulunması onu zâtî iktidarı neticesi değil, acz ve fakrının neticesi olarak Cenab-ı Hakk’ın kendisine bir ikramıdır. Çünkü insan bazen küçücük bir mikropla başa çıkamaz ve mağlup olur. Aynı şekilde gözü olmayan bir akrep ve ayakları dahi olmayan bir yılana mağlup olur.563 Netice olarak insan gururu ve enaniyeti bir kenara bırakıp acz ve fakrını Rabbine şefaatçi yaparak dua ile yalvarmalı ve O’na olan kulluğunu arz etmelidir.

Beşincisi: Bedîüzzaman, önceki dört maddenin bir nevi neticesi olan bir hususa dikkat çekmektedir ki o; insanın maddi-mânevî bütün kabiliyet ve potansiyeliyle bu imtihan dünyasına bir memur olarak gönderilmesi hususudur. İnsan en şerefli bir varlık olarak “ahsen-i takvim” suretinde yaratılmış564 ancak kendi kötü tercihleriyle en aşağı mertebelere kadar inmiştir. [138]

İnsan kendini dünyada her şeyiyle yaratıcısına muhtaç bir kul olarak görebilirse kıymetler üstü bir kıymete nail olacaktır. Ama kendi zayıf hâline bakmayarak dünyanın fâni yüzüne aldanıp nefsine itimat ederek kibirlenirse en çetin azaplara müstahak olur.

Bedîüzzaman’a göre insanın yaratılış hamuru neredeyse sonsuz bir kusur, sonsuz bir acz ve fakr, nihayetsiz bir ihtiyaç ile yoğrulmuştur. Nasıl ki dünyanın maddi zevkleri açısından açlık ve susuzluk gibi ihtiyaçlarının fazlalığı nispetinde suyun ve yiyeceğin tadını o nispette daha iyi kavrar ve bu nimetlerin kıymetini daha iyi takdir eder. Aynı şekilde insan kendinde bulunan acz ve kusur nispetinde Cenâb-ı Hakk’ın zenginliğine, rahmetine ve kemaline bakıp kavrayabilir. Bunun sonucunda da insan, yaratılışının ana gayesinin ibadet ve dua olduğunu idrak eder.

İnsanın kâinattaki bütün canlıların en şereflisi ve bu âlemde yüce Allah’ın bir halifesi olmasının ne anlama geldiğini şöyle ifade etmektedir: “insan saltanat-ı rububiyetin mehasinine nâzır ve esma-i kudsiyenin cilvelerine dellâl ve kalem-i kudretle yazılan mektubat-ı İlahiyeyi mütalaa ile mütefekkir olduğu cihetle, eşref-i mahlukat ve halife-i arz olmuştur.”[139] Yani yukarıda sayılan vasıfları haiz olmayan bir insan, halife olma şerefinden ve mahlukatın üstünde bir dereceye sahip olma pâyesinden mahrum kalmaktadır.

Bedîüzzaman, Eflatun, Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi bazı filozofların insanın fıtratındaki acz ve fakrı görmezden gelip insanı benlik ve kibre sevk eden , “İnsaniyetin gâyetü’l-gâyâtı, “teşebbüh-ü bil-vâcib”dir. Yani Vâcibü’l-Vücûd’a benzemektir.” ifadesiyle özetlenebilecek görüşlerini eleştirmektedir. Çünkü bu görüş insandaki benlik duygularını coşturup onu şirk derelerine atmış ve insanlığın içinden esbabperest, sanemperest, tabiatperest gibi birçok şirk çeşidinin türemesine sebep olmuştur. Aynı zamanda insanın yapısında ağırlıklı olarak var olan acz, fakr ve ihtiyaç gibi faktörleri yok sayarak kulluk, dua ve şükrün önünü kesmişlerdir. Bedîüzzaman’a göre materyalist felsefenin aksine nübüvvet, insanın yaratılış gayesini şöyle izah etmektedir: “Gâye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, zaafını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-i İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır.”567

Bedîüzzaman Ramazan orucunun farz olmasının hikmetlerinden bahsederken insan nefsinin kendinden başka bir otoriteye boyun eğmek istemediğini ve firavunvâri kendi ilahlığını ilan etmek istediğini söyler. Nefsin bu özelliğini terbiye etme adına en önemli etken onun aç kalmasıdır. Oruç sayesinde nefis, acz ve zaafını anlayarak Allah Teâlâ karşısında âciz bir kul olduğunu ikrar eder.[140]

Bedîüzzaman’ın kulluk anlayışına genel mânâda baktığımızda onun daha çok insanın maddi-mânevî potansiyeli açısından konuya yaklaştığını görülmektedir. Ona göre insan potansiyel olarak evrendeki diğer varlıklardan çok üstündür. Ancak bu üstünlük dünyevî hayat şartları adına maddi bir üstünlük değildir. Söz konusu üstünlük, ondaki Allah Teâlâ’nın kâinattaki icraatını temaşa etme, canlıların tesbihlerini işitme ve bunların neticesinde Allah Teâlâ’yı  takdis ve tenzih etme kapasitesinden kaynaklanmaktadır. İnsanın bu potansiyeline uygun hareket edip etmemesine göre Allah Teâlâ katında kıymeti artmakta veya eksilmektedir. İnsanın enaniyete ve egoizme yenilmeden kulluk görevlerini sergileyebilmesi kendinde bulunan acz ve fakrı idrak etmesiyle doğru orantılıdır. İnsan kendi noksaniyetini ve Allah Teâlâ’ya olan ihtiyacının çok fazla olduğunu anladığı an istenen kulluk seviyesini elde etme adına önemli bir adım atmış olmaktadır.

b. Besmele ve acz-fakr ilişkisi

Besmele, terkip olarak “Bismillahirrahmanirrahîm” şeklinde okunan ve çok derin mânâlar içeren bir ayettir. Yapılacak her hayırlı işin başında o işin hayır ve bereketinin tam olması için besmele çekilmelidir. Besmelenin başında bulunduğu surenin birinci ayeti olup olmadığı hususunda farklı görüşler bulunsa da Neml suresinde aynen geçmesinden dolayı Kur’ân’dan bir ayet olduğu hususu açıktır.[141]

Kur’ân, Fatiha’da; Fatiha ise besmelede öz ve mânâ olarak bulunmaktadır. Adeta besmele bir anahtar işlevi görmekte ve insanoğlu o anahtar sayesinde Kur’ân ilminin kısaca konusuna ve gayesine ulaşabilmektedir. Diğer bir deyişle besmelenin mânâ içeriği önce Fatiha suresinde sonra da bütün Kur’ân’da tafsilatıyla açıklanmaktadır570. Bundan dolayı besmele çok geniş ve sırlı mânâlar içermektedir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) de “Bismillahla başlamayan işler güdüktür, bereketsizdir”[142] sözleriyle besmelenin insanın mânevî yaşamındaki önemine dikkat çekmektedir.

Bedîüzzaman besmeleyi birkaç farklı açıdan şöyle tanımlamaktadır: “Fatiha’nın fihristesi ve Kur’anın mücmel bir hülâsası ve Hazine-i rahmetin en birinci anahtarı “Bismillahirrahmanirrahîm”dir.[143]Şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı hâliyle vird-i zebânıdır.”[144] O ömrünün semeresi olarak gördüğü, okunması ve anlaşılması için uzun yıllar çabaladığı ve nice sıkıntılara katlandığı Risalei Nur külliyatının telifine şu cümlelerle başlamıştır: “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız…[145] Burada dikkati çeken önemli bir husus şudur: Bedîüzzaman cümleye başlarken normalde yüklem konumunda olan “bismillah” kelimesini başa almış ve besmeleye verdiği öneme binaen ağızdan çıkan ilk kelimenin “bismillah” kelimesi olmasını sağlamıştır.

Besmelenin insanın mânevî yaşamı adına ne kadar önemli olduğuyla ilgili değerlendirmelerden sonra Bedîüzzaman’ın besmele ile insandaki acz ve fakr duygusu arasında kurduğu anlam ilişkisini ele almaya çalışalım.

Bedîüzzaman, insanın dünyadaki durumunu çölde tek başına seyahat etmek zorunda kalan bir insana benzetmektedir. Bu insan çölde yoluna devam ederken ne zaman ve ne şekilde olacağı hiç belli olmayan aç ve susuz kalma tehlikesi, yol kesiciler, vahşi hayvanlar ve kum fırtınası vb. türlü türlü tehlikelere karşı oldukça savunmasız ve âcizdir. Peki, bu şartlar altında insan nasıl davranmalıdır? Burada insanın iki seçeneği vardır; ya gurura kapılıp “ben kendime yeterim” diyerek gurur ve kibirle yoluna devam edecek veyahut kendi acz ve fakrının idraki içinde her yerde tanınan ve kendisine saygı duyulan bir kabile reisinin ismini alarak yola devam edecektir. Eğer insan sadece kendi gücüne güvenip kibrinden dolayı bir kabile reisinin himayesine girmezse yolculukta karşısına çıkan problemlerle baş etmesi mümkün değildir. Ama herkesin tanıyıp saygı duyduğu büyük bir kabile reisinin himayesine girerse güvenle yolculuk yapabilir. Çöllerde ne kadar tehlike olursa olsun o yoluna güven ve selamet içinde devam edebilir.

Aynen bu misaldeki gibi insan da şu dünya yolculuğunda sonsuz acz ve fakr içerisindedir. Geçim derdi, sağlıklı bir yaşam, gelecek korkusu vb. ihtiyaç ve arzuları çok fazla olmakla birlikte güç ve kudret olarak oldukça zayıftır. Yine başına gelebilecek musibetler karşısında elinden fazla bir şey gelmemektedir. Hayattaki tek sermayesi ise ne zaman tükeneceği belli olmayan ömür sermayesidir. İnsan Bismillâhirrahmânirrahîm’i kendine şefaatçi yaparak her şeyin kontrolü elinde olan Zât-ı Zülcelâl’ın ismini alsa ve ona dayansa bütün korkularla ve problemlerle başa çıkma kudretine ermiş olur. Böylece başına gelmiş veya gelebilecek hiçbir hadiseden dolayı endişe etmez ve korkmaz. Çünkü kâinatta her şey Allah Teâlâ’nın izni ile hareket eder ve her şey onun emrine itaat etmek mecburiyetindedir. Allah Teâlâ’nın kudretinin sonsuzluğu bir ayeti kerimede etkileyici bir üslupla şöyle ifade edilmektedir: “Allah göğe ve yere şöyle buyurdu:“isteyerek de olsa, istemeyerek de olsa emrime gelin!” onlar da: “gönüllü olarak geldik.” dediler.”[146]

İşarâtu’l-İ’caz adlı eserinde Bedîüzzaman, besmelenin nasıl Allah Teâlâ’nın inâyetini celbettiğini ve bundan dolayı insanın hiçbir işine besmeleyi okumadan başlamaması gerektiğini şu şekilde açıklar: “Bismillah kudret-i ezeliyenin taalluk (alâka) ve te’sirini celb eder. Ve o taalluk, abdin kesbine (kulun ameline) ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyle ise hiç kimse, hiçbir işini Besmele’siz bırakmasın.”[147]

Bedîüzzaman’a göre insandan başka kâinattaki bütün varlıklar hâl diliyle bismillah demektedir. Çünkü görüyoruz ki atomlardan güneşlere kadar her bir varlık kendi zatî gücünün çok üstündeki yüklerin altına girer ve muvaffak olur. Demek ki bu varlıklar o büyük işleri her şeye gücü yeten bir zatın namıyla yapıyorlar. Bu durumu O, yine güzel bir misalle şöyle açıklar: Mesela bir adam gelse bütün şehir ahalisini zorla belirli bir yere toplasa, bu durumu dışarıdan seyreden bir insan kesin olarak anlar ki o şahıs kendi zatî gücü ile bunları yapamaz; ancak devlet namına hareket edip gücünü devletten aldığı için insanlara sözünü geçirip onları sevk ediyor. Aynı şekilde minicik tohumlar “Bismillah” der kocaman ağaç olur ve hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini doldurup insana servis eder. Yine her bir inek, koyun, deve vs. hayvanlar kendi iktidarlarıyla en faydalı gıdalardan biri olan sütü icat edemezler. Bu hayvanlar  “Bismillah” der ve yüce Allah’ın izniyle süt çeşmesi gibi olurlar. Aynı şekilde çok ince ve kibar olan bazı minik ot kökleri “Bismillah” der ve çok sert kayaları delerek kendilerine yol bulurlar. Kâinattaki tüm varlıkların manen bismillah dediğini bu şekilde ispat eden Bedîüzzaman bu durumun bir neticesi olarak insana şöyle seslenir: “Madem her şey mânen “Bismillah” der. Allah namına, Allah’ın nimetlerini getirip bizlere veriyorlar. Biz dahi “Bismillah” demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise, Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.”[148]

İnsan acz ve zaafının farkına varıp kendine itimat etmekten vazgeçip besmeleyle Cenab-ı Hakk’ın himayesine girince hem hadiseler karşısında korku ve endişeye kapılmaktan kurtulur hem de karşılaştığı iyilik ve güzelliklerden dolayı hakiki nimet vereni bilip yalnız ona şükretmiş olur. Aksi halde kendisine nimeti getiren hizmetçinin elini ayağını öpüp göndereni hatırlamayan akılsız insanın durumuna düşer.

Kâinatta Allah Teâlâ’nın rahmetinin tezâhürleri her yerde o kadar açık seçiktir ki görmemek için kör olmak gerekir. Allah Teâlâ’nın rahmeti, özellikle acz ve fakr içinde bulunan bütün varlıkların hayatlarını devam ettirme noktasında şartları uygun hâle getirmesinde tazâhür etmektedir. Bedîüzzaman bu rahmet tezahürlerini anlatırken ağaç misalini kullanır. Nasıl ki ağacın kök, gövde, dal, vs. bütün azaları meyve için çalışır ve ona hizmet etmiş gibi olur; aynen bunun gibi güneş, ay, hava, toprak gibi unsurlardan bitkiler ve hayvanlara kadar her varlık insana hizmet etmektedir.[149] Bu tespitten sonra bu durumu açıklayan iki ihtimale ulaşmak mümkündür. Bunlardan birincisi bütün mahlûkat şuurlu ve akıllı bir şekilde insanı tanıyor, biliyor ve onun ihtiyaçlarını karşılamaktan âciz olduğunu bildiği için ona yardıma koşuyor. İkincisi ise her şeye gücü yeten bir Kadîr-i Mutlak, insana olan rahmetinden dolayı mevcudatı onun emrine âmâde kılıyor. Birinci seçenek akıldan çok uzak görünmektedir. Çünkü kâinattaki varlıkların insanı tanımaları söz konusu olamaz. İşin doğrusu; insanı bilen, tanıyan ve merhamet eden bir zatın eşyayı insana musahhar kılması neticesinde bu işler gerçekleşiyor. İşte kendisine karşı dünyada böyle geniş ve güzel bir rahmetin bulunduğunu anlayan insanın yapması gereken şeyi Bedîüzzaman şöyle ifade eder: “Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva’-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hacetlerine “Lebbeyk! dedirten Zât-ı Zülcelal seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat’iyyen anla ki: Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka bu koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-ı rahmettir. Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür ve ciddî ve sâfî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve o safi hürmetin tercümanı ve ünvanı olan “Bismillahirrahmanirrahîm”i de. O rahmetin vusulüne vesile ve o Rahman’ın dergâhında şefaatçı yap.”[150]

Allah Teâlâ’nın kâinat ve insan üzerinde cârî olan geniş rahmetini idrak eden insan, kendisine böyle büyük bir rahmetle muamelede bulunan yaratıcısıyla irtibata geçmek ve O’nun bu rahmetine karşı şükür ve hürmetle mukabelede bulunmak isteyecektir. Bu hususla ilgili Bedîüzzaman insanın besmeleyi mi’rac mesabesinde değerlendirerek manen arşa kadar yükselebileceğini şöyle ifade eder:

“Ey insan! Bil ki:

O rahmetin arşına  yetişmek için bir mi’rac  var. O mi’rac “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Ve bu mi’rac ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yüzondört surelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitapların iptidalarına ve umum mübarek işlerin mebde’lerine bak. Ve Besmele’nin azamet-i kadrine en kat’î bir hüccet şudur ki: İmam-ı Şafiî (radıyallâhu anh) gibi çok büyük müçtehidler demişler: “Besmele tek bir âyet olduğu hâlde, Kur’an’da yüz on dört defa nâzil olmuştur.[151]

Şu dünya hayatında maddî ve cismânî açıdan sonsuz acz ve fakr içerisinde yuvarlanan insan için rahmet öyle bir vesiledir ki zatında hiçbir şeye muhtaç olmayan ve hiçbir şey iradesine yön veremeyen yüce Mevla’ya insanı muhatap yapar ve sevgili bir kul seviyesine çıkarır. Ancak insan nasıl güneşten uzaktadır ona yetişemez ama güneş ışığı ve ısısıyla ona yaklaşabilir. Aynen öyle de insan Cenâb-ı Hakk’ın zatına çok uzaktır fakat O’nun rahmet tecellileri sayesinde yakınlık kazanabilir.[152] İnsan bu rahmet hazinesine ise ancak besmele anahtarıyla girebilir.

Bedîüzzaman’ın önde gelen talebelerinden Hüsrev Altınbaşak, besmele ile alakalı yazılmış bir risale hakkında düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: “Bu kudsî mübarek kelimenin her sure başında zikriyle, ehemmiyet ve azameti ve her hayırlı işlerde tekrarıyla mübarek bir şefaatçı olması, ferşte gezen insana, arşa çıkacak kamet giydirmesi ve acz-i mutlakta çırpınan insanı, Kadîr-i Mutlak’a rabtetmekle, insanın kıymet ü izzeti gösterilmektedir.[153] Bedîüzzaman’ın diğer bir meşhur talebesi hafız Ali ise üstadının gönderdiği ve besmelenin ehemmiyetini anlattığı risalesini şu ifadelerle değerlendirmektedir: “Şu söz (Bismillahirrahmanirrahîm) öyle bir hakikati ders veriyor ki, daha insana yabancı ve bilinmesi mümkün olmayan bir şey kalmıyor. Her gördüğü munis bir arkadaş oluyor ve susuz vâdiler ve geniş sahralar ve koca küre-i arz bir bahçe hükmünde Hâlık-ı Rahîm tarafından ihzar edilmiş ve tılsımı da “Bismillahirrahmanirrahîm” olduğu ve tılsımı bulunmazsa ve alınmazsa, o bahçede yaşamak mümkün olmadığı ve yaşasa da her tarafta yabancı olarak ve her hatvesinde istiskal edilerek, hayat değil, belki camid olarak bulunacağını izah buyuruyorsunuz.[154]

Sonuç olarak acz ve fakr; insanı gökler ötesinden Allah Teâlâ ile irtibata geçiren mânevî merdivenin basamaklarıdır. Aynı zamanda acz ve fakrı sayesinde insan, Allah Teâlâ’nın rahmetini kendine celbeder ve bu sayede ona muhatap olabilir. İşte besmele, insanın aczini ve fakrını şefaatçi yaparak kendisine değil sadece Cenab-ı Hakk’ın rahmetine itimat ettiğini ilan edip Allah Teâlâ’nın rahmet kapısını çalmasından ibarettir.

c. Dua ve Acz-Fakr İlişkisi

Dua, kelime olarak isteme, yalvarma, niyaz gibi anlamlara gelmektedir. Dua darda kalmışların rahatladığı yer ve ihtiyaçların anahtarıdır. Duada insanın Rabbi karşısında kulluk zilletini ortaya çıkarması söz konusudur.[155] “ قلُْ مَا يعَْبؤَُا ب كُمْ رَبِّى لوَْلاَ دُعَاؤُكُمْ

/Resûlüm! De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?”585 ve “ ادُْعُون ى اسَْت جَبْ لكَُمْ/ Bana dua edin, size cevap vereyim.”[156] ayetlerinin de ifade ettiği gibi dua, Cenâb-ı Hak katında çok büyük bir öneme sahiptir. Hadis-i şeriflerde duanın ibadetin özü ve esası olduğu ve onun bizzat ibadet olduğu[157] ifade edilmektedir. Bu bilgilerden anlaşılmaktadır ki dua, kulluk adına vazgeçilemez bir olgudur. Bu yüzden olsa gerek insanın manen terbiyesini deruhte eden tasavvuf ve tarikatlarda dua ve evrâdı ezkâr, başka şeylerle doldurulamayacak kadar mühim bir yer tutmaktadır.

Bedîüzzaman eserlerinde duanın önemiyle ilgili kapsamlı bilgiler vermektedir. Ona göre dua Allah Teâlâ’ya iman etmenin ve insan fıtratının bir gereğidir.[158] Yani duanın hem inanç yönü hem de insanın fıtrî yapısına bakan bir yönü söz konusudur.

İster mümin olsun ister kâfir insanın yapısında üstün bir kudrete sığınma ihtiyacı her zaman mevcuttur.

Bedîüzzaman, meseleye insanın maddî ve mânevî yapısıyla kâinatta işgal ettiği konum açısından yaklaşmaktadır. O, insanı kâinattaki konumu itibariyle, şu vasıflarla nitelemektedir ‘Şu kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi’, ‘hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi vesellem) cihetiyle çekirdek-i aslîsi ve kâinat Kur’an’ının âyet-i kübrası’, ‘kâinat sarayının en mükerrem misafiri’, ‘o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa me’zun en faal memuru’, ‘kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebed’in gayet dikkatli bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı’, ‘sema, arz ve cibâlin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrâyı omuzuna alan ve önüne iki acayip yol açılan; bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı’, ‘kâinat sultanının ism-i a’zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi’ bir âyinesi’, ‘kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı ve hadsiz fakrıyla ve acziyle beraber hadsiz maksadları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı’, ‘kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazât-ı insaniyesi şehadet eden’…[159]

İnsanla ilgili zikredilen nitelemelerden anlaşılmaktadır ki insan bu dünyada son derece merkezi bir konuma sahiptir. Omzunda çok büyük sorumlulukları olan insanın aynı zamanda dünyaya ve ahirete yönelik sayılamayacak kadar arzu ve istekleri vardır.

Bedîüzzaman’a göre bu durumdaki bir insanın acz ve zaafında büyük bir kudret gizlidir. Acz ve zaaftaki bu kudret sayesinde varlık insanın emrine musahhar kılınmıştır. İnsanın varlıklar içerisinde bu seçkin konumu ve onlara sözünü geçiren bir komutan gibi olması kendi güç ve kudretiyle onlara galip gelmesinden değildir. Bilakis ona acz ve fakrından dolayı Allah Teâlâ tarafından ihsan edilmiş birer nimettir. İnsan, gurur ve enaniyeti bırakıp ulûhiyetin dergâhında acz ve zaafını, istimdad lisanıyla; fakr ve hâcâtını, niyaz ve dua lisanıyla ilân etse ve kul olduğunu gösterse o nimetlerin şükrünü eda etmiş ve bütün ihtiyaçlarına kâfi bir rahmet hazinesine mâlik olmuş olur.[160]

Bedîüzzaman duanın bizzat ibadet olduğu hususunu önemle vurgulamaktadır. Ona göre dua kulluğun ruhu ve hâlis bir imanın neticesidir.[161] Nasıl ibadetler dünyevî maksatlar gözetilerek îfa edilemez; dua da aynı şekilde dünya meselelerine bağlanmamalıdır. Çünkü dua ve ibadetin neticesi bu dünyada değil ahirette insanın karşısına çıkacaktır. İnsan sadece acz ve zaafını izhar edip duayla Allah Teâlâ’ya iltica etmelidir. Tedbiri Allah Teâlâ’ya havale edip O’nun rubûbiyetine karışmamalıdır.

Bedîüzzaman’a göre dünyevî maksatlarla dua etmek yanlıştır. Çünkü dünyadaki ihtiyaçlar ve arzular dua etmenin vakitleridir. Buna misal olarak O, yağmur duası, hüsûf ve küsûf vakti yapılan duaları gösterir. Yani yağmursuzluk, güneş ve ayın tutulması duanın vaktini göstermektedir. Yoksa bizzat yağmur yağması için veya ay ve güneş tutulmalarının açılması için duaya niyet etmek yanlıştır. Aynen bunun gibi bela ve musibetlerin gelmesi bazı duaların vaktini gösterir. İnsan o vakitlerde aczini ve fakrını anlar ve dua ile Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına iltica eder.[162] Bu iltica neticesinde belalar def olmasa bile duaya devam edilmelidir. Çünkü bu durum, dua vaktinin devam ettiği anlamına gelmektedir. Dünyevî maksat hasıl olursa duanın vaktinin geçmiş olduğu anlaşılır.[163]

Bedîüzzaman duayı dörde ayırmaktadır.

Bunlardan birincisi: İstidat lisanıyla yapılan duadır. Bütün bitkilerin istidat lisanıyla Allah Teâlâ’dan, esmasına bir mazhariyet ve belirli bir suret istemeleri buna örnektir.

İkincisi: İhtiyac-ı fıtrî lisanıyla yapılan dua. Bütün canlıların, hayatlarını devam ettirme ve rızık gibi iktidarları altında olmayan zaruri ihtiyaçları için Cevâd-ı Mutlak’a lisan-ı fıtrî ile dua etmeleri de buna misaldir.

Üçüncüsü: Lisan-ı ızdırarla yapılan duadır. Muztar kalan her bir canlının ıztırar lisanıyle Allah Teâlâ’ya arz ettikleri dualardır.

Bu üç çeşit dua genelde kabul edilen dualardandır.

Dördüncüsü ise en meşhur olan ve herkesin bildiği insanların yaptıkları dualardır. Bunlarda fiili ve kavli diye ikiye ayrılır. Fiili duaya örnek, tarlaya tohum atmak gibi, bir işin olması için sebeplere riayet etmektir. Kavli dua ise insanın elinde olmayan bazı istekleri için Allah Teâlâ’dan talepte bulunmasıdır. Bedîüzzaman’a göre bu duanın en büyük ve en güzel neticesi şudur: Dua yapan insan anlar ki kalbinden geçenleri bilen, her şeye gücü yeten, aczine ve fakrına medet eden birisi vardır.[164] Bu duygu sayesinde insan yalnızlıktan kurtulur ve dertlerinin dermanı olacak bir merci bulduğu için huzura kavuşur.

Bedîüzzaman insanın acz ve fakr yönüne vurgu yaparak ona şöyle seslenmektedir: “İşte ey âciz insan ve ey fakîr beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını, kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi  ا ياكَ نسَت عينُ de. Kâinatın güzel bir takvimi ol.”595

Buradan anlaşılmaktadır ki Allah Teâlâ’nın rahmet hazinelerine ulaşıp sonsuz bir zenginliğe ermenin yolu acz ve fakrının şuurunda olarak ve onları vesile yaparak o hazinelere mâlik Allah Teâlâ’ya dua etmekten geçmektedir. Ancak bu sayede insan, dünyada sair canlılara bir sultan ve Hak Teâlâ’nın yeryüzündeki halifesi ünvanını elde edebilmektedir.

Bedîüzzaman hastanın duasının makbul ve geçerli olduğunu ifade eder. Çünkü insan hastalık anında kendisinin ne kadar âciz ve zayıf olduğunu çok daha iyi hissetmektedir. Bu açıdan hasta kulluk için gerekli olan tam bir tezellül hâlinde Allah Teâlâ’ya teveccühte bulunabilir. Onun kendinde bulunan ve otuz-kırk yıldır devam eden kulunç hastalığından da örnek vererek hastalıklarla ilgili yaptığı değerlendirmeler dikkate değerdir. İnsan hastalandığı vakit aczini anlayıp dergâh-ı ilahiyeye sığınır ve yüce Allah’tan yardım diler. Bu yaptığı dualar samimi ve riyadan uzak olduğu için büyük oranda makbuldür. Buna binaen hastalıklar samimi ve içten dua etmesi için yüce Mevla tarafından insana verilen nimetlerdir.[165]

Netice olarak şunu söylememiz mümkündür. Başta dünyanın insan yaşamı için müsait bir şekilde dizayn edilmesi olmak üzere bütün bitki ve hayvanların insanın emrine musahhar kılınması gibi nimetleri insan kendi güç ve kudretiyle elde etmiş değildir. Bu tesbitten yola çıkan Bedîüzzaman insanın hem geçmiş nimetlere bir şükür olarak hem de hayatı esnasında veya gelecekte başına gelecek dertlerden sakınmak, bunun yanında istek ve arzularına nail olabilmek için tek yapması gerekenin acz ve fakr şuuru içinde duaya sarılmak olduğunu savunmaktadır. Aksi hâlde kendi güç ve kuvvetine güvenerek bütün korkulardan emin olmaya veya isteklerine kavuşmaya çalışması tam bir nankörlük ve akılsızlık olarak değerlendirilmektedir.

SONUÇ

Tasavvuf perspektifinden Bedîüzzaman’ın eserlerinde “acz ve fakr” kavramlarının ele alındığı bu çalışmada ilk olarak tasavvuf düşüncesinde, daha sonra da Bedîüzzaman’ın fikir dünyasında söz konusu kavramların yeri ve önemi incelenmiştir.

“Acz” ve “fakr” kavramlarına tasavvufî açıdan bakıldığında bu iki kavramın birbirine yakın anlamlar içerdikleri görülmektedir. İkisi de insanın kudret veya sermaye olarak dünyevî ve uhrevî isteklerini karşılamada yetersiz olduğunu ifade etmektedir. Bunun yanı sıra bu iki kavramın tasavvuf literatürünün en temel kavramlarıyla iç içelik arz ettiği görülmektedir. Şöyle ki zühd kavramının bir boyutu acz ve fakra bakar. Tevekkül ve dua kavramları acz ve fakr şuuru ile yakından alâkalıdır. İhsan, ihlâs, tevâzû, ubûdiyet vb. tasavvufun temel konularını acz ve fakrdan ayrı düşünmek mümkün değildir. Bu itibarla bahis konusu ettiğimiz kavramların tasavvufun içerisindeki merkezî konumu açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Bununla birlikte tasavvuf klasiklerine bakıldığında fakr konusunun müstakil bir kavram olarak ele alındığı; aczin ise fakrın içerisinde bir bölüm olarak veya kibir ve ucb gibi konuların işlendiği yerlerde dolaylı olarak söz konusu edildiği görülmektedir.

Acz kelimesi klasik eserlerde ve tasavvuf ıstılahlarına dair sözlüklerde başlı başına bir kavram olarak geçmese de özellikle kibir ve ucb konularının işlendiği yerlerde, insanın fıtraten âciz ve zayıf bir varlık oluşu üzerinde durulmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve bazı hadislerde insanın ilk yaratılışının ayaklar altındaki topraktan, daha sonraki nesillerin de hakir bir damla sudan olduğu vurgulanmaktadır. Özellikle Muhâsibi ve Gazâlî, kibir ve ucb kavramlarını müstakil başlıklar hâlinde ele alarak bu iki kavramın mâhiyeti, sebepleri, belirtileri, zararları, kibir ve ucbdan kurtulma yolları gibi konular üzerine geniş açıklamalar yapmışlardır. Onlara göre kibir ve ucb gibi kötü ahlaki özellikler yüzünden insan, Allah Teâlâ karşısında acziyetini unutarak nefsine, olduğundan daha fazla değer atfeder. Halbuki insan var olmadan önceki hâlini, yaratılış evrelerini, hayatını ve akıbetini düşünerek maddî ve mânevî açıdan ne kadar aciz bir varlık olduğunu idrak etse, bu tür hastalıklara yakalanmaktan kendisini korumuş olacaktır.

Araştırmamızın ikinci kavramı olan farkla ilgili şu sonuçlara ulaştığımızı söylememiz mümkündür. İlk dönemden itibaren mutasavvıflar söz konusu kavrama çok büyük önem atfetmişler ve onu ulaşılması gereken en önemli hedeflerden biri olarak görmüşlerdir. İlk sufilerden Maruf el- Kerhî, fakrı tasavvufun ön şartı kabul ederek onun tasavvufla ilişkisini şöyle dile getirir: “tasavvuf, hakikatleri almak, insanların elindekilerden ümit kesmektir. Fakrı gerçekleştiremeyen tasavvufu da gerçekleştirememiş sayılır.” Fakrın anlam dünyası zamanla yeni mânâlar kazanmış, farklı tanım ve terkipler içinde ele alınmış ve bunun sonucunda o çok zengin bir muhteva kazanmıştır. Ayrıca sûfîler Allah Teâlâ’ya yakınlaşmada fakîrliğin mi yoksa zenginliğim mi daha işlevsel olduğu, fakirliğin faziletleri, fakirin vasıfları ve âdâpları gibi konulara da eserlerinde geniş yer ayırmışlardır.

Sûfîler Mescid-i Nebî’nin avlusunda yatıp kalkan, fakîr ve garip olarak hayatlarını devam ettiren ve dini yaşama hususundaki hassasiyetleriyle herkes için numûne olan Ashâb-ı Suffe‘yi kendilerine örnek almış ve bu yüzden dünya malından uzak durarak fakirliği tercih etmişlerdir.

Neticede sufilerin fakr kavramına yaklaşımları incelendiğinde yapılan tanımların ortak noktasını şöyle tespit etmemiz mümkündür: Fakr, insanın maddî olarak herhangi bir varlığa sahip olsun veya olmasın kendisini sadece Allah Teâlâ’ya muhtaç bilmesi, diğer bir deyişle “istiğna billah” denen Allah Teâlâ ile zengin olması hâlidir.

Çalışmanın asıl amacını, birinci bölümde tasavvuf literatüründeki yerleri incelenen “acz” ve “fakr” kavramlarının Bedîüzzaman’ın fikir dünyasındaki karşılıkları teşkil etmektedir. Bu bağlamda öncelikli olarak adı geçen İslam düşünürünün tasavvuftaki yeri ve tasavvuf ve tarikatlarla ilgili görüşleri incelenmiştir.

Bedîüzzaman, XX. yüzyılda yetişen en önemli ilim ve fikir adamlarından birisidir. Kendinden sonrakilere çok önemli bir miras olarak bıraktığı Risale-i Nur’lara bakıldığında O’nun, Tefsir, Hadis, Kelam gibi temel İslâmî ilimlerin yanı sıra dil, felsefe ve tasavvuf gibi birçok ilim dalında fikir beyan edecek kadar yetkin bir âlim olduğu görülmektedir.  Özellikle çocukluk ve gençlik dönemini geçirdiği Anadolu’nun doğu vilayetlerinde tasavvufun çok canlı olması ve birçok mutasavvıfla bizzat görüşüp dersler alması sosyal ve kültürel açıdan onun tasavvufla olan ilişkisine olumlu tesir etmiştir.

Bedîüzzaman, Kur’ân ve Sünnet kaynaklı, bidatlardan uzak tüm tasavvuf ekollerine son derece olumlu yaklaşmış ve asla tasavvuf ve tarikatların karşısında olmamıştır. Ancak şu da bir gerçek ki o tasavvufî tarikatlardan hiç birinin temsilcisi olmamış ve müstakil bir İslâm düşünürü olarak sadece davasına hizmet etmiştir. O’nun öncelik verdiği husus bir tarikata intisab etmekten ziyade insanların, dinin iman esaslarına tereddütsüz bir şekilde inanmaları için gayret göstermektir. O’nun, “Zaman tarikat zamanı değildir.”, “Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakâik-i İslâmiye gıdadır” gibi sözleri bu zaviyeden değerlendirildiğinde tasavvufu inkâr manası taşımadığı açık bir şekilde görülmektedir.

Bundan başka Risale-i Nur’ların neredeyse tamamında tasavvuf büyüklerinin isimlerine yer verilmekte ve birçoğunun görüşlerine atıfta bulunulmaktadır. Ayrıca Risale-i Nur’lardaki dil, üslup ve kullanılan ıstılahlara dikkat edildiğinde bunların tasavvuf geleneğiyle büyük oranda örtüştüğü görülmektedir.

Bedîüzzaman, genel bir sistem olarak tasavvuf ve tarikatların ümmet için yararlı olduğunu düşünmekle beraber kitap ve sünnetin ölçülerini tam olarak öğrenip hayatına tatbik etmeden tasavvuf yoluna giren bazı tarikat müntesiplerinin ifrat ve tefrite düşmelerini eleştirir. Ona göre kitap ve sünneti bilmeyen ve tarikatın inceliklerinden haberi olmayan bir kısım tarikat ehlinden bazıları, sünnete tam ittibâ etmeme, tarikat taassubunda bulunma, tarikatın inceliklerini tam anlayamama, kendini beğenme ve aceleci davranma gibi zaafların neticesinde değişik ifrat ve tefritlere girerek bir kısım hatalara düşmüşlerdir. Bu hatalardan kurtulmanın çaresi ise şeriatın usül ve esaslarını, seyr-i sülûkta karşılaşılan müşahede ve zevklere tercih etmek ve bir çatışma durumunda da Kitap ve Sünnetin ölçülerine göre hareket etmektir.

Tasavvufun gayesi hakikate ulaşmaktır. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek isteyen ehl-i tarikat ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi vesellem)’in ahlâkıyla ahlâklanarak bütün mânevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakk’ın rızasında fâni olmaya çalışmışlardır. Bedîüzzaman ise iman hakikatlerine ulaşmada kalp tasfiyesine dayalı tarikat yolundan ziyade, akıl-kalp birlikteliğiyle hareket etme temeline dayalı kelâmî bir yol benimsemektedir. Bundan dolayı O Risale-i Nur mesleğini tarikat değil; hakikat olarak adlandırmaktadır. Hakikat mesleğinin en temel iki esasını acz ve fakr oluşturmaktadır.

Bedîüzzaman’a göre “acz” kavramı, insanın tabiatına Allah Teâlâ tarafından kendi varlık ve kudretini hissettirmek gayesiyle yerleştirilen bir duyguyu ifade etmektedir. İnsandaki bu zayıflık ve hiçlik duygusu, tam olarak idrak edildiğinde onda Allah Teâlâ’nın kudretine dayanma hissini tetikleyen çok hayatî bir görev icra etmektedir. Çünkü “Kudret-i İlâhî” karşısında aczinin farkında olan bir insan bu sonsuz güç karşısında kendini bir “hiç” olarak görüp, elinde bulunan maddi mânevî bütün nimetlerin Allah Teâlâ’dan geldiğini bilir. Mahviyet ve tevâzu temeline dayanan acz şuuru sayesinde insan ubudiyetin asıl mânâsı olan acz ve kusurunu itiraf ederek tezellül ile dergâh-ı ilahiyeye sığınmaya kâmil mânâda muvaffak olabilir.

Bedîüzzaman’ın çağındaki insanlar için tespit ettiği hakikat mesleğinin aczden sonraki en önemli ayağını fakr oluşturmaktadır. O, insandaki maddî ve mânevî fakirlik noktaları üzerinde derinlemesine tahlillerde bulunmuş ve mesleğinin en önemli esaslarından birini, insanın Allah Teâlâ karşısında fakrını itiraf etmesi olarak tespit etmiştir.

Bedîüzzaman’a göre fakr kavramı Türkçe’de kullanılan fakirlikle maddî yönü itibariyle anlamsal olarak örtüşmekte ve dünyevî ihtiyaçlarını karşılayamayan insanın durumunu ifade etmektedir. Ancak bir de insanın mânevî yönü vardır. İnsanın yeme, içme, duyma, görme vs. gibi dünyevî hislerine bağlı ihtiyaçları olduğu gibi tasavvuf literatüründe latife diye adlandırılan birçok mânevî hissi de söz konusudur. İşte bu maddî ve manevî hislere bağlı olarak insanın rûhen, vicdânen, aklen ve hissen birçok ihtiyacı vardır ve insan bunları karşılama noktasında çok yetersiz kalmaktadır. Adeta insanın ihtiyaç dairesi, hayalinin ulaşabildiği kadar geniş; iktidar dairesi ise elinin yetişebildiği kadar dardır. O insanın bu durumunu, tam bir sermayesizliği ifade anlamında “fakr-ı mutlak” sözüyle ifade etmektedir.  

Sonuç olarak Bedîüzzaman’ın düşüncesinde acz ve fakr kavramlarıyla ilgili şunları söylememiz mümkündür: O’nun söz konusu kavramlara yüklediği anlam, bir tasavvuf terimi olarak klasik tasavvuf anlayışındaki karşılıklarından çok büyük farklar içermemektedir. Ancak takip ettiği mesleğin esasları açısından bakıldığında Tasavvuf tarihinde acz ve fakr kavramını bu kadar ön planda tutan bir kişi veya meslek bulunmamaktadır. Müellifimiz özellikle acz kavramı üzerinde klasik tasavvuf düşüncesinde göremediğimiz bir yoğunlukta durmakta ve yolunun esaslarını zikrederken en başa bu kavramı yerleştirmektedir. Ayrıca insanın maddî ve mânevî yapısında bulunan acz ve fakr noktaları üzerinde detaylı bir şekilde durmakta ve bu iki kavramın ibadet, kulluk dua vb. gibi konularla olan ilişkisi hakkında derin tahliller yapmaktadır. Neticede Bedîüzzaman’ın Allah’a ulaştıran yollar içinde en kısa, güvenilir ve kestirme vasıflarıyla nitelediği yolunun bütün esaslarının, acz ve fakr üzerine bina edildiğini söylememiz mümkündür.

*TASAVVUFÎ AÇIDAN BEDÎÜZZAMAN SAİD NURSÎ’DE “ACZ” VE “FAKR” KAVRAMLARI adlı yüksek lisans tezinden alınmıştır.

Dipnotlar:

[1] Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, s. 7.

[2] Bediüzzaman, Sözler, s 747, 167.

[3] Bedîüzzaman, Said Nursî, Şualar, Şahdamar Yay., İstanbul 2007, s. 734. 384  Yasin, 36/82.

[4] Bakara, 2/156.

[5] Bedîüzzaman, Sözler, s. 32.

[6] Bedîüzzaman, Sözler, s. 317.

[7] Bedîüzzaman, a.g.e., s. 603. 389  Bedîüzzaman, a.g.e., s. 518.

[8] Arapça “kulluk” manasına gelen “ubudiyet” kavramının tasavvuftaki manası, ahitlere vefalı olamak,, İslam’ın çizdiği sınırları muhafaza etmek, mevcut olana rıza göstermek ve elden çıkana da sabretmek şeklinde tanımlanmaktadır. Bkz. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 667. 391 Bedîüzzaman, a.g.e., s. 47.

[9] Bedîüzzaman, a.g.e., s. 336.

[10] Bedîüzzaman, Lem’alar. s. 438.

[11] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 206. 395  Bedîüzzaman, Mektubat, s. 471.

[12] Şualar, s. 49.

[13] Bedîüzzaman, Sözler, s. 233.

[14] Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 260.

[15] Bedîüzzaman, İşarât-ül İ’caz s. 27. 400  Bedîüzzaman, Sözler, s. 336.

[16] Yılmaz, Hasan Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşr., İstanbul 2010, s. 207. 402  Uludağ, Süleyman, ‘Aşk’ mad., DİA, c. IV, s. 14.

[17] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 192.

[18] Bedîüzzaman, Mektubat, s. 517. 405  Bedîüzzaman, Şualar, s. 161.

[19] Mektubat, s. 471.

[20] Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 289.

[21] Ebû Ya’lâ el- Mevsılî, Müsned, Dâru’l-Me’mûn Li’t-Türâs, (Tahk. Hüseyn Selim Esed), I-XIV, Beyrut 1987, c.XI, s. 287.

[22] Lem’alar, s. 274.

[23] Bedîüzzaman, Sözler, s. 589. 411  Bedîüzzaman, a.g.e., a.y.

[24] Şualar, s. 736.

[25] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 204, Seyyid Mustafa Rasim Efendi, Tasavvuf sözlüğü (Istılâhât-ı İnsan-ı Kâmil), s. 866.

[26] Şarkavi, Hasan, Mu’cem-i Elfâzı’s-Sufiyye, Müesseset-ü Muhtâr, Kahire, ts., s.226.

[27] Bedîüzzaman, Sözler, s. 18.

[28] Mesnevi-i Nuriye, s. 206.

[29] Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 438       418  Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 408.

[30] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, a.y.

[31] Bedîüzzaman, Sözler, s. 27.

[32] Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 282.

[33] Bedîüzzaman, Şualar, s. 12.

[34] Bedîüzzaman, Sözler, s. 225.

[35] Bedîüzzaman, Lem’alar, s 74.

[36] Bedîüzzaman, Asâ-yı Musa, s. 35; Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 438.

[37] Bedîüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybî s. 89; Şualar, s. 633;  Mektubat, s. 445.

[38] Bedîüzzaman, Mektubat, s. 414.

[39] a.g.e., s. 512.

[40] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 193.

[41] Bedîüzzaman, Şualar, s. 11.

[42] Bedîüzzaman, Mektubat, s. 273.

[43] Lem’alar. s. 438.

[44] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 53.

[45] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 29.

[46] Bedîüzzaman, Sözler, s. 747.

[47] Bedîüzzaman, Asâ-yı Musa, s. 219.

[48] Mektubat, s. 476.

[49] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 204.

[50] Bedîüzzaman, Şualar, s. 734.

[51] Bedîüzzaman, Sözler, s. 4.

[52] Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 306.

[53] Bedîüzzaman, Sözler, s. 691.

[54] Bedîüzzaman, Mektubat, s. 471.

[55] Bedîüzzaman, Şualar, s. 206.

[56] Bedîüzzaman, a.g.e., s. 11.

[57] Bedîüzzaman, Sözler, s. 336. 447 Bedîüzzaman, a.g.e., s. 43.

[58] Bedîüzzaman, Sözler, a.y.

[59] Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbi, Keşfu’l Mahcûb: Hakikat Bilgisi, (haz. Süleyman Uludağ), s.89.

[60] Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 153.

[61] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 243. 452  Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 315.

[62] Afifî, Eb’ul-Âlâ, Tasavvuf- İslam’da Manevi Hayat, s. 109.

[63] Yalsızuçanlar, Sadık, Tasavvuf Risalesi, s. 163. 455 Bedîüzzaman, Sözler, s. 817.

[64] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 2. 457  Bedîüzzaman, Sözler, s. 518.

[65] Bedîüzzaman, Emirdağ Lahikası, c. I, s. 85.

[66] Üveysîlik: Bir şeyhe bağlanıp resmi sülûk görmeden, Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi vesellem) veya bir velinin ruhunun etkilemsesiyle terbiye ve irşâd edilmenin tasavvuftaki adıdır. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 678. 460 Bedîüzzaman, Emirdağ Lahikası, c. I, s. 62.

[67] Bedîüzzaman, Kastamonu Lahikası s. 195.

[68] Bedîüzzaman, Emirdağ Lahikası, c. II, s. 230.

[69] Mektubat, s. 508.

[70] Yılmaz, Hasan Kamil, Anaharlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 233-234. 465  Bedîüzzaman, Mektubat, s. 515.

[71] a.g.e., s. 403.

[72] Bedîüzzaman, Sözler, s. 536.

[73] Bedîüzzaman, Sözler, s. 534.

[74] Tarihçe-i Hayat, s. 127.

[75] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 197.

[76] Beki, Niyazi, Kur’ân’ın Yüksek ve Parlak Bir Tefsiri-Risale-i Nur, Şahdamar Yay., İzmir 2008, s. 4             472  Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 192.

[77] Bedîüzzaman, a.g.e., a.y.

[78] Bedîüzzaman, Mektubat, s. 28- 29.

[79] Bedîüzzaman, Mektubat, s. 515.

[80] Necm, 53/32

[81] Furkan, 25/43; Câsiye, 45/23.

[82] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 192. 479  Haşir, 59/19.

[83] Nisâ, 4/79.

[84] Şems, 91/9.

[85] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 192. 483  Kasas, 28/88.

[86] Teğâbûn, 64/1.

[87] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, a.y.

[88] Bedîüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 192; Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, c. II, s. 175.

[89] Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 205.

[90] Bedîüzzaman, Şualar, s. 309.

[91] Bedîüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 419; Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası, c. II, s. 170.

[92] Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 204. 491  Bedîüzzaman, a.g.e., a.y.

[93] Emirdağ Lâhikası– c. I, s. 106.

[94] Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 200.

[95] Bedîüzzaman, Emirdağ Lâhikası, c. II, s. 186.

[96] Bedîüzzaman, a.g.e., c. I, s. 21.

[97] Bedîüzzaman, Sözler, s. 817.

[98] Mektubat, s. 20.

[99] Bedîüzzaman, Barla Lahikası, s. 26.

[100] Bedîüzzaman, Emirdağ Lâhikası, c. I, s. 19; Bedîüzzaman, Şuâlar, s. 704.

[101] Kastamonu Lahikası, s. 57.

[102] Bedîüzzaman, Şualar, s. 732.

[103] Bedîüzzaman, Lem’alar, s. 282; Bediüzzaman, Şualar, s. 733.

[104] Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 51. Sözler, s. 250.

İşarat-ül İ’caz, s. 27, 28.

Sözler, s. 288;  Bediüzzaman, Lemalar, s. 414; Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 206.

[105] Bediüzzaman, Sözler, s. 28.

[106] Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 58.

[107] Bediüzzaman, Sözler, s. 32. 523  Bakara, 2/117. 524  Bakara, 2/156   525  Sözler, a.y.

[108] Sözler, s. 33.

[109] Bediüzzaman, a.g.e., s. 335.

[110] Âl-i İmrân, 3/173.

[111] Lem’alar, s. 310.

[112] Bu ifade ile Bakara Suresi 117. Ayete telmihte bulunarak Allah Teala’nın kudretinin yüceliği anlatılmak istenmektedir.

[113] Bediüzzaman, Sözler, s. 122.

[114] Şualar, s. 62.

[115] Bediüzzaman, Mektubat, s. 332.

[116] Bediüzzaman, Şualar, s. 63.

[117] Şualar, a.y. 536               , s. 67.

[118] Bediüzzaman, Mektubat, s. 273. 538  Bediüzzaman, Lem’alar, s. 314.

[119] Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 293. 540 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 179.

[120] Cebecioğlu, Ethem, a.g.e., s.10.

[121] İsra, 17/1

[122] Sâd, 38/45

[123] Sâd, 38/41

[124] Sâd, 38/30

[125] Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, a.y.

[126] , s. 46. 548        , s. 384.

[127] Bediüzzaman, a.g.e., s. 386.

[128] Bediüzzaman, Lem’alar, s. 253.

[129] Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 191. 552 Bediüzzaman, a.g.e., a.y.

[130] , s. 336. 554     , s. 340.

[131] Furkan, 25/70.

[132] Bediüzzaman,            , s. 342.

[133] Bediüzzaman,            , s. 342.

[134] , s. 345.

[135] Bediüzzaman, a.g.e., s. 346.

[136] Bediüzzaman,               , s. 346. 561 Kasas, 28/78.

[137] Bediüzzaman, a.g.e., s. 350. 563  Bediüzzaman, Sözler, s. 349 564  Tin, 95/4.

[138] , s. 352.

[139] Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 205-206. 567 Bediüzzaman, Sözler, s. 589.

[140] Bediüzzaman, Mektubat, s. 454.

[141] Elmalılı, Hak Dîni Kurân Dili, c. I, s.15. 570 Elmalılı, a.g.e., c. I, s. 46.

[142] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 359.

[143] Bediüzzaman, Sözler, s. 12; Bediüzzaman, Lemalar, s. 124.

[144] Bediüzzaman, a.g.e., s. 4.

[145] a.g.e., a.y.

[146] Fussilet Suresi, 41/11

[147] İşarat-ül İ’caz, s. 12.

[148] Bediüzzaman, Sözler, s. 6.

[149] Lem’alar, s. 120.

[150] Sözler, s. 9.

[151] Lem’alar, s. 123.

[152] Bediüzzaman, a.g.e., s. 121.

[153] Bediüzzaman, Barla Lahikası, s. 178.

[154] Bediüzzaman, Barla Lahikası, s. 176.

[155] Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s.173. 585  Furkan, 25/77.

[156] Mü’min, 40/60.

[157] Tirmizî, Deavât 1.

[158] Şualar, s. 633.

[159] Asâ-yı Mûsa, s. 32.

[160] Bediüzzaman, Sözler, s. 349.

[161] Bediüzzaman, Mektubat, s. 342.

[162] Sözler, s. 338.

[163] Mektubat, s. 341.

[164] Sözler, s. 339. 595          a.g.e., a.y.

[165] Lem’alar, s. 264.

 

KAYNAKÇA

Kitaplar:

Abdulbâkî, Muhammed Fuad, el-Mu’cemu’l-Mufehres li Elfâzi’l-Kur’âni’lKerîm, Dâru’l-Hadîs, Kahire 1996/1417.

Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafâ ve Müzîlu’l İlbâs, Dâru İhyai’tTürâsi’l-Arabî,  Beyrut 1932.

Ahmed b. Hanbel (ö.241/855), Müsned (I-VI), Çağrı Yayınları-Dâru Sahnûn, 2.

Baskı, İstanbul 1413/1992.

Algar, Hamid vd., Bedîüzzaman ve Tasavvuf, Gelenek Yayınları, İstanbul 2003.

Alî el-Muttakî, Alâu’d-Dîn b. Hüsâmeddîn el-Hindî, Kenzü’l-Ümmâl fi Süneni’l-Akvâl ve’l-Efâl, (I-XVIII), Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1986. 

Âlûsî, Şihâbuddîn Muhammed (ö.1270/1853), Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’lKurâni’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî (I-XXX), Dâru’l-Fikr, Beyrut 1418/1997.

Armağan, Servet, Hak Arama Hürriyeti ve Bedîüzzaman, Şahdamar Yayınları, İzmir 2012.

Badıllı, Abdülkadir, Bedîüzzaman Said-i Nursî-Mufassal Tarihçe-i Hayatı, (IIII), Timaş Yayınları, İstanbul 1990.

Baklî, Ruzbihân, Kitâbu Meşrabi’l-Ervah el-Meşhûr be Hezâruyek Makâm,

(neşr. Nazif Muharrem Hoca), Matba’atü Külliyyeti’l-Âdâb, İstanbul 1974.

Balcı, Ramazan, İmam Bedîüzzaman; Hayatı, Davası ve Eserleri, Şahdamar Yayınları, İzmir 2008.

Bardakçı, Mehmet Necmettin, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Rağbet

Yayınları, İstanbul 2005.

Bedîüzzaman, Said Nursî, Sözler, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, Asâ-yı Mûsâ, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, Tarihçe-i Hayat, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, Âsâr-ı Bediiye, İttihad Yayınları, İstanbul 1999.

___________, Barla Lâhikası, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, Emirdağ Lâhikası, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, Muhâkemât, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, Mesnevi-i Nuriye, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, Lem’alar, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, Şuâlar, Envar Nesriyat, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, Kastamonu Lâhikası, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, Mektubât, Envar Nesriyat, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

___________, İşârât-ül- İ’câz, Şahdamar Yayınları, İstanbul 2007.

Beğavî, Ebû Muhammed Hüseyin b. Mes’ûd (ö.516/1122), Tefsîru’l-Beğavî (Meâlimu’t-Tenzîl) (I-VIII), Dâru’t-Tayyibe, Riyad 1409/1989.

Beki, Niyazi, Kur’ân’ın Yüksek ve Parlak Bir Tefsiri-Risale-i Nur, Şahdamar Yayınları, İzmir 2008.

Beki, Melahat, Said Nursî’nin Tasavvufî Görüşleri, M.Ü.S.B.E., Basılmamış yüksek lisans tezi, İstanbul 2007.

Beydâvî, Nâsıruddîn Ebi’l-Hayr Abdullah b. ‘Umer b. Muhammed (ö. 685/1286), Tefsîru’l-Beydâvî (Envaru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Te’vîl) (I-V), Dâru İhyai’tTurâsi’l-Arabî, Beyrut ts.

Beyhaki, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyin b. Ali, Şu’abü’l-îman, Mektebetü’rRüşt, Riyad 2003.

Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâil (ö.256/870), el-Câmiu’s-Sahîh (IVIII), Çağrı Yayınları-Dâru Sahnûn, 2. Baskı, İstanbul 1413/1992.

Bursevî, İsmâil Hakkı (ö.1137/1724), Tefsîru Rûhi’l-Beyân (I-X), Mektebetu Eser, İstanbul 1389/1969.

Câmî, Ebu’l-Berakât Abdurrahmân, Nefehâtu’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds, Daru’l-Kütübi’l-Mısriyye, Kahire 1989.

Cânan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi,  Akçağ Yayınları, İstanbul 1993.

Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ağaç kitapevi Yayınları, Ankara 2004.

_______, Tasavvuf klasikleri, Erkam Matbaacılık, İstanbul 2010.

Celâluddîn el-Mahallî (ö.864/1459)-Celâluddîn es-Suyûtî (ö.911/1505), Tefsîru’l-Celâleyn, Mektebetü’t Tevfîkiyye, Kahire ts.

Cevherî, İsmail b. Hammâd (ö.393/1002), es-Sıhah Tâcu’l-Luga ve Sıhahu’l-

Arabiyye, (I-VI), (Tahk. Ahmet Abdulğafûr Attar), Dâru’l-İlim, 3. Baskı, Beyrut

1404/1984,

Cürcânî, es-Seyyid eş-Şerif Ali b. Muhammed (ö.816/1413), Kitâbu’t-Ta’rîfât,  Mektebetü Lübnân, Beyrut 1985.

Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman (ö.255/868), Sunenu’dDârimî (I-II), Kahire 1386/1966.

Demirci, Mehmet, Hadislerle Tasavvuf Kültürü, Vefa Yayınları, İstanbul 2009.

______, Sorularla Tasavvuf ve Tarikatlar, Damla Yayınevi, İstanbul 2004.

Devellioğlu, Ferit (ö.1405/1985), Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat,

(Yayına Haz. Aydın Sami Güneyçal), 11. Baskı, Aydın Kitapevi Yay., Ankara 1993.

Dilek, Şener, Bir Yol Haritası; Nur Mektebi, Feyza Yayınları, İstanbul 2007.

Ebû Dâvud, Süleyman b. El-Eş’as es-Sicistânî (ö.275/889), Sunen (I-V), Çağrı Yayınları-Dâru Sahnûn, 2. Baskı, İstanbul 1413/1992.

Ebû Hayyân, Muhammed b. Yusuf el-Ğırnâtî el-Endelüsî (ö.745/1344), elBahru’l-Muhît fi’t-Tefsîr (I-VIII), Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut 1413/1993.

Ebu’l-Bekâ, el-Kefevî, Eyyûb b. Mûsâ el-Huseynî (ö.1262/1845), el-Külliyyât

Mu’cemu fi’l-Mustalahâti ve’l-Furuki’l-lugaviyye, (Tahk. Adnan Dervîş, Muhammed el-Mısrî, 2. Baskı, Beyrut 1413/1993.

Ebussuûd, Muhammed el-İmâdî el-Hanefî (ö.982/1574), İrşâdu’l-Akli’s-Selîm

İlâ Mezâye’l-Kitâbi’l-Kerîm, (I-V), (Tahk. Abdulkâdir Ahmed Atâ), Mektebetü’rRiyâd, Kâhire 1971.

Ebû Ya’lâ, el- Mevsılî, Müsned, Dâru’l-Me’mûn Li’t-Türâs, (Tahk. Hüseyn Selim Esed), (I-XIV), Beyrut 1987.

el-‘Acem, Refîk, Mevsû’atü Mustalahâti’t-Tasavvufî’l-İslâmî, Mektebetü Lübnan, Beyrut 1999.

el-Cevziyye, İbnü’l Kayyım, Medâricü’s-Sâlikîn, I-II, (Tahk. Rıdvan Câmî Rıdvan), Müessesetü’l-Muhtar, Kahire 2001.

Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dînî Kur’ân Dili (I-IX), Bedir Yayınları, İstanbul 1993.

Enîs İbrahim vd., Mu’cemu’l-Vasît, Mektebetü’l-İslamî,  İstanbul, ts.

Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İfav Yayınları, İstanbul 2011.

Ferâhidî, Halil b. Ahmed (ö.175/791), Kitabu’l-Ayn (I-VIII), (Tahk. Mehdî el-

Mahzûmî- İbrâhim es-Samrâî), Muessesetu’l-Âlemî li’l-Âlemî li’l-Matbûât, Beyrut 1408/1988.

Fîrûzâbâdî, el-Okyanûsu’l-Basît fî Tercemeti’l-Kâmûsi’l-Muhît (I-III), (çev.

Mütercim Âsım Efendi, Matbaatu’l-Osmâniyye, İstanbul 1305.

Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâu Uûmi’d-Dîn, I-II, Dâru’sSelâm, Kahire 2005.

_____,  Kimyâ-yı Saâdet, (çev. A. Faruk Meyan), Bedir Yayınevi, İstanbul 1975.

Herevî, Ebû İsmâil Abdullah b. Muhammed b. Ali el-Ensârî el-Herevî (ö.481/1089), Menâzilü’s-Sâirîn, Mısır 1966.

Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbi, Keşfu’l Mahcûb: Hakikat Bilgisi, (haz. Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları, İstanbul 2010.

İbn Âşûr, Muhammed Tâhir (ö.1973), Tefsiru’t-Tahrîr ve’t-Tenvîr (I-XXX), Dâru’t-Tunûsiyye, Tunus 1984.

İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Cemâleddin Abdurrahman b. Ali b. Muhammed el-

Bağdâdî (ö.597/1200), Zâdü’l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr, (I-IX), Mektebü’l-İslâmî, Beyrut 1404/1984.

İbn Dureyd, Ebû Bekr Muhammed Hasen (ö.321/1001), Kitabu Cemhereti’l-

Luga, (I-III), (Tahk. Remzî Munîr Ba’lebekkî), Dâru’l-İlmi li’l-Melâyîn, 1. Baskı, Beyrut 1408/1987.

İbn Fâris, Ebu’l Huseyn Ahmed b. Zekeriyya (ö.395/1004), Mu’cemu Mekâyîsi’l-Luga (I-VI), (Tahk. Abdüsselam Muhammed Hârûn) , 2. Baskı, Mısır 1972.

İbn Haldûn, Ebu Zeyd Abdurrahman b. Muhammed, Şifâu’s- Sâil ve Tehzîbü’lMesâil, (Tahk. Muhammet Muti’el-Hafız), Dâru’l-Fikr, Dımeşk 1996.

İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ İsmâil b. Kesîr el-Kuraşî ed-Dımeşkî (ö.774/1372), Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm (I-VIII), Tahk. Sami b. Muhammed es-Sellâme, Dâru Tayyibe, 2. Baskı, Riyad 1420/1999.

İbn Mâce, Muhammed b. Yezîd (ö.273/886), Sünen (I-II), Çağrı Yayınları-Dâru Sahnûn, 2. Baskı, İstanbul 1413/1992.

İbn Manzûr, Cemâluddîn Muhammed b. Mukerrim (ö.711/1311), Lisânu’l Arab (I-XV), Dâru’l Fikr, 3. Baskı, Beyrut 1414/1994.

İmam-ı Rabbânî, Ahmed Fârukî Serhendî, Mektubat, (I-II), (çev. Abdülkadir Akçiçek), Çile Yay., İstanbul 1977.

İsfehânî, Ebû Nuaym Ahmed b. Abdillâh, Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakâtü’lAsfiyâ, (I-X), Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut 1988. 

Kara, Mustafa,  Tasavvuf Ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 1985.

Karaman, Hayreddin, vd., Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir (I-V), D.İ.B.

Yayınları, Ankara 2007.

Karahisârî, Muslihiddin Mustafa b. Şemseddin, Ahteri-i Kebir, Matbaatü’lÂmire, İstanbul 1893.

Kâşânî, Abdürrezzak, Istılahât’ıs-Sûfiyye, (Tahk. Abdü’l-Âli Şahin), Dâru’lMenâr, Kahire 1992.

______, Tasavvuf Sözlüğü (Letâifu’l-a’lâm fî işarâtı ehli’l-ilhâm), (çev. Ekrem Demirli), İz yay. İstanbul 2004.

Kelâbâzî, Ebû Bekir Muhammed b. İshak, et-Taarruf li Mezhebi Ehli’tTasavvuf, Daru’l Kütübü’l-İlmiye, Beyrut 1994.

Kılıç, Mahmud Erol, İbn Arabî Düşüncesine Giriş; Şeyh-i Ekber, Sufi Kitap, İstanbul 2011.

Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed Ensârî (ö.671/1272), el-Câmi’ li Ahkâmi’lKur’ân (I-XX), Mısır 1372/1952.

Kuşeyrî, Ebu’l-Kâsım Abdulkerîm b. Hevâzin b. Abdulmelik (ö.465/1072), Tefsîru’l-Kuşeyrî (Latâifu’l-İşârât) (I-III), el-Hey’etül-Mısriyyetü’l-Âmme li’l-Kitâb, Mısır, 2000.

_______, er-Risâletu’l-Kuşeyriyye, Dâru Sâdır, 1. Baskı, Beyrut 2001.

Lings, Martin, Tasavvuf Nedir? (ter. Veysel Sezgin), Vural yay., İstanbul  2007.

  1. Abu-Rabi, İbrahim, Said Nursî ve Tasavvuf, Etkileşim Yayınları, İstanbul 2009.

Mâlik b. Enes (ö.179/795), el-Muvatta (I-II), Çağrı Yayınları-Dâru Sahnûn, 2. Baskı, İstanbul 1413/1992.

Mardin, Şerif, Bedîüzzaman Said Nursî Olayı: Modern Türkiye’de Din ve

Toplumsal Değişim, İletişim Yayınları, İstanbul 1990.

Mekkî, Ebû Tâlib, Kûtu’l-Kulûb fî Muâmeleti’l-Mahbûb, I-III, (Tahk. Mahmud İbrahim Muhammed er-Rıdvânî), Mektebetü Daru’t- Türâs, Kahire 2001.

Muallim Naci (ö.1310/1893), Lugat-ı Naci, Çağrı Yayınları, İstanbul 1987.

Muhâsibî, Hâris b. Esed, er-Riâye li Hukûkillâh (Kalb Hayatı), çev. Abdulhakim Yüce, İzmir 2004

Müslim, Ebu’l-Huseyn Muslim b. Haccâc (ö.261/875), el-Câmiu’s-Sahîh (I-III), Çağrı Yayınları-Dâru Sahnûn, 2. Baskı, İstanbul 1413/1992.

Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb (ö.303/915), Sünen (I-VIII), Çağrı Yayınları-Dâru Sahnûn, 2. Baskı, İstanbul 1413/1992.

Nesefî, Ebu’l-Berekât, Abdullah b. Ahmed Mahmûd (ö.710/1310) Tefsîru’n-

Nesefî (Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl), (I-III), 1. Baskı, Dımeşk-Beyrut 1426/2005.

Nevevî, Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref (ö.676/1277), Riyâzu’s-Sâlihîn (Peygamberimizden Hayat Ölçüleri) (I-VIII), (Terceme ve Şerh. Kandemir, Yaşar; Çakan, İsmail Lütfi; Küçük, Râşit), Erkam Yayınları, İstanbul 2004.

Okudan, Rifat, Gelenbevî ve Vahdet-i Vücûd, Fakülte Kitabevi, Isparta 2006,

Râğıb el-İsfahânî, Hüseyin b. Muhammed (ö.502/1108), el-Mufredât fî

Garîbi’l-Kur’ân, (Tahk. Muhammed Seyyid Keylânî), Şerike Mektebe ve Matbaa Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır 1381/1961.

Râzî, Fahruddîn (ö.606/1209), Mefâtîhu’l-Ğayb, (et-Tefsîru’l-Kebîr) (IXXXII+Fihrist), Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrut 1411/1990.

Sâhib, İsmâil b. Abbâd (ö.385/995), el-Muhit fi’l-Luga (I-IX), (Tahk. Muhammed Âli Yâsin), I. Baskı, Beyrut 1414/1994.

 Salihî, İhsan Kasım, Kendi Dilinden Bedîüzzaman Said Nursî, Şahdamar Yayınları, İzmir 2008.

Seccâdî, Seyyid Cafer, Tasvvuf ve İrfan Terimleri Sözlüğü, (çev. Hakkı Uygur), Ensar Neşriyat, İstanbul 2007.

Selvi, Dilaver, Kaynaklarıyla Tasavvuf (Adap- Mürşit-Hizmet, Semerkant İstanbul 2012.

_____, Kur’ân ve Tasavvuf; (Tefsirlerin Tasavvufa Bakışı), Hoşgörü Yayınları, İstanbul 2012.

Seyyid Kutub, Fî Zilâli’l-Kur’ân, (I-VI), Dâru’ş- Şurûk, Kahire 1423/2003.

Shimmel, Annemarie, Tasavvufun Boyutları, (çev. Yaşar Keçeci), İstanbul 2000.

Serrâc, Ebû Nasr et-Tûsî, Lüma’ fi’t-Tasavvuf, (Tahk. Abdulhalîm Mahmut, Abdulbâki Sürûr), Dâru’l-Kitabı’l-Hadis, Mısır 1960.

Seyyid Mustafa, Rasim Efendi, Tasavvuf Sözlüğü (Istılâhât-ı İnsan-ı Kâmil) haz. İhsan Kara, İnsan Yayınları, İstanbul 2008.

Sühreverdî, Ebu Hafs Şihâbuddîn Ömer, Avârifü’l-Maârif-Tasavvufun Esasları, Haz. Hasan Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, Erkam Yayınları, İstanbul 1989.

Sülemî, Ebû Abdurrahmân Muhammed b. Huseyn b. Musa (ö.412/1021),

Tefsîru’s-Sulemî (Hakâiku’t-Tefsîr) (I-II), Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrut 2001.

Şahiner, Necmettin, 40 Yazarın Kaleminden Bedîüzzaman, Anadolu Yayınları, İstanbul 2001.

______, Bilinmeyen Taraflarıyla Bedîüzzaman Said Nursî, Nesil Yayınları, İstanbul 2004.

_____, Son Şahitler, Nesil Yayınları, İstanbul 2004.

Şarkâvî, Hasan, Mu’cem-i Elfâzı’s-Sufiyye, Müesseset-ü Muhtâr, Kahire, ts.

Şemseddin Sâmi (ö.1322/1904), Kâmûs-ı Türkî, Alfa Yayınları, İstanbul 1998.

Jan S. Markham ve Suendam Birinci Pirim, Said Nursi’yi Anlamak, Vakıf Yayınları, İstanbul 2012.

Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr (ö.310/922), Câmi’u’l-Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân (I-XXX), Dâru’l-Fikr, 1415/1995.

Taşköprülüzaâde Ahmed Efendi, Ahmet b. Mustafa, Mustalahâtu Miftahı’sSaâde ve Misbâhu’s-Siyâde fî mevzûâti’l-ulûm, (Tahk. Ali Dehruc), Mektebetü Lübnan, Beyrut 1998.

Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali b. Muhammed (ö.1158/1745), Keşşâfu

Istılâhâti’l-Funûn, (I-IV), Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, 1. Baskı, Beyrut 1418/1998.

Tirmizî, Ebû İsa, Muhammed b. İsa (ö. 279/892), Sunen (I-V), Çağrı YayınlarıDâru Sahnûn, 2. Baskı, İstanbul 1413/1992.

Tüsteri, Sehl b. Abdullah (ö.283/896), Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, (Tahk. Taha Abdurrauf Sa’d, Sa’d Hasan Muhammed Ali ), Dâru’l- Haram Lit’türâs, Kahire 2004.

Uysal, Muhittin, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Ensar Neşriyat, İstanbul 2012.

Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2012.

Wensinck, A.J., el-Mu’cemu’l-Mufehres li Elfâzı’l-Hadîsi’n-Nebevî (I-VIII), Mektebetu Berîl, Leiden 1936.

Yalsızuçanlar, Sadık, Tasavvuf Risalesi, Sûfî Kitap Yayınları, İstanbul 2007.

Yıldırım, Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadisteki Dayanakları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2000.

Yılmaz, Hasan Kamil, Rûhâni Hayat, Erkam Yayınları, İstanbul 2000.

_____, el-Lüma’-İslâm Tasavvufu (Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar), Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996, s. 471.

_____,  Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Neşriyat, İstanbul 2010.

Zebîdî, Muhammed Murtezâ Huseyn Vâsıtî (ö.1205/1790), Tâcu’l Arûs min Cevâhiri’l-Kâmus (I-XL), (Tahk. Abdüssettâr Ahmed Ferâc), Türâsu’l- Arabî, Kuveyt 1385/1965

Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Cârullah, Mahmud b. ‘Umer (ö.538/1143), el-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmizi’t-Tenzîl ve ‘Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-Te’vîl (I-IV), Dâru’l-Fikr, Beyrut 1397/1977.

Zevbî, Mahmûd, Mu’cemu’s-Sûfîyye, Dâru’l-Cîl, Beyrut 2004.

MAKALELER

Kurt, Hüseyin, “Bediüzzaman Said Nursi’nin Muhyiddin İbnü’l-Arabî Ve

Vahdet-İ Vücud Hakkındaki Düşünceleri”, Tasavvuf, İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), Ankara 2009.

Sancaklı, Saffet, “Fakirlik ve Zenginlikle İlgili Hadisler Üzerine Bir Deneme”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2001, cilt: V, sayı: 1.

Yılmaz, Hasan Kamil, Tasavvufî Açıdan Ashâb-ı Suffa, Tasavvuf Dergisi, yıl 3, sayı 7, Ankara 2001.

 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Mu’cizat-ı Ahmediyeye (asm) dairdir – XII / Mektubat; 19. Mektub; 16. İşaret

On Dokuzuncu Mektup On Altıncı İşaret İrhasat denilen, bi’set-i nübüvvetten evvel fakat nübüvvetle alâkadar olarak …

Kapat