Bediüzzaman’da Gurbet

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar: Doç. Dr. Ekrem BEKTAŞ

Lügatlerde “yurt, memleket özlemi” anlamına gelen “dâ‘ü’s-sıla” tamlaması, Risâle-i Nûr külliyatında sadece bir yerde geçmektedir. Ancak bu kavrama çok yakın anlamlar ihtiva eden “gurbet” kelimesi ise külliyatta yüzlerce yerde geçmektedir. Lügat anlamıyla “Yabancı, yabancı yerde bulunan, gurbette yaşayan; kimsesiz, zavallı, bîçâre; alışılan tarz ve surette olmamakla tuhaf görünen iş, acîp, bambaşka (Sâmî 1992: 965); yabancılık, yabancı bir memleket, yabancı yer, vatan dışı, yâdel” (Develioğlu 2010: 338)maksada ulaşmak için vatandan ayrılmak; eşten, dosttan ve tanıdıklardan uzak ve ayrı kalma, gibi anlamlara gelen gurbet kelimesi tasavvufîanlamda ise şöyle açıklanmıştır: “Sûfilere göre insanın asli vatanı ruhlar âlemidir. İnsan buraya geçici olarak, misafir olarak gelmiştir. O bu âlemde gariptir; ruh dâima aslî vatanı olan melekût ve ruhânîler âlemini özlemektedir.” (Uludağ 2101: 148)

Bu bildiride, uzun bir ömür süren Said Nursî’nin yaşadığı gurbetlere değinilecek ve Nursî’nin bu kavrama yüklediği anlamlar üzerinde durulacaktır.

Malumunuz olduğu üzere Bediüzzaman Said Nursî, 1878 yılında Hizan’ın Nurs köyünde dünyaya gelmiş, çocukluk yılları hariç, ömrünün büyük bir kısmını hatta çoğunu doğup büyüdüğü memleketinin dışında geçirmiştir. Anlatılanlara göre Nursî, dokuz yaşından itibaren Nurs’tan çıkmış, bir daha buraya uğramamıştır. Ya da uğramışsa da bu konuda bir bilgimiz yoktur. Çocukluk döneminden itibaren ilim tahsil etmek için bölgenin meşhur hocalarının medreselerine (Tağ, Gayda, Doğubeyazıt, Tillo vs.) kısa süreli de olsa uğramış, Miran aşireti Reisi Mustafa Paşa’yı yaptığı zulümlerden dolayı uyarmış, Mardin’deki siyasî faaliyetlerinden dolayı Bitlis’e gönderilmiş, Bitlis ve Van valilerinin evinde ilimle meşgul olmuş, hararetli münazaralar yapmış, Bitlis ve havalisinde üniversite açılması için ilk defa İstanbul’a gitmiş, zindan ve tımarhaneye gönderilmiş, Sultan Reşad’la birlikte Balkan seyahatine katılmış, Selanik ve İstanbul meydanlarında Meşrutiyet için nutuklar atmış, Meşrutiyetin şeriata uygun bir yönetim biçimi olduğunu halka anlatmak üzere Kürt aşiretleri arasında hürriyet ve meşrutiyet derslerini vermiş, Meşrutiyeti Bolşevizm olarak anlayıp da Bitlis’te ayaklanan Hizanlı Şeyh Selim’iuyarmış, Şam Emeviye Camiinde hutbe irâd etmiş, Birinci Cihan harbinde Erzurum cephesinde savaşmış, Bitlis’te Gönüllü Alay Kumandanı olarak Ruslarla çatışmış ve esir düşmüştür. Rusya’daki ihtilali fırsat bilerek Avrupa üzerinden İstanbul’a kaçmış, Darü’l-Hikmetü’l-İslamiye’de görevlendirilmiş, İngilizlerin İstanbul’u işgal etmelerine karşı koymuş, Ankara hükümeti tarafından Ankara’ya davet edilmiş, onlarla anlaşamayıp Van’a çekilmiş, 1925 yılından sonra da zorunlu olarak Barla’ya sürgüne gönderilmiştir. Özet olarak hayatından bahsettiğimiz Bediüzzaman Said Nursî’nin “sergüzeşt-i hayatım” dediği gurbet yıllarına dair en önemli bilgileri, Lem’alar isimli eserinin 26. Lem’adaki İhtiyarlar bahsinde verir. Bu Lem’a, 26 Rica olup 1934 yılında Barla’da yazılmıştır.

Bu risalenin başındaki ihtar kısmında Nursî, talebelerine, dolayısıyla Risale okuyucularına kendi manevî derdini yani gurbette çektiği ıstırapları,elîm ve müteessir bir tarzda anlatmasının sebebini Kur’ân’dan gelen ilacın tesirini göstermek olduğunu ifade ediyor. Aslında Bediüzzaman bu uyarısıyla çektiği sıkıntıları, gurbetin onun ruhunda meydana getirdiği inkılâpları anlatmak asıl amacının olmadığını söylüyorsa da bu anlatılanlardan onun gurbette neler çektiğini, hangi duyguları yaşadığını, bu duygu selini ne zaman ve nerelerde yaşadığını öğrenmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla Risâle-i Nurların hangi şartlarda ve müellifin nasıl bir ruh haliyle kaleme aldığını anlama imkânını yakalıyoruz.

Bediüzzaman’ın kendi hayatından bahsettiği olaylar, İhtiyarlar Risalesinde kronolojik olarak anlatılmamıştır. Ancak biz bu bildiride Nursî’nin gurbet hayatını zaman dizimsel olarak anlatmayı gayret edeceğiz.

Bediüzzaman gurbet kelimesini genellikle “karanlıklı, hazîn (hüzün verici), firkatli, rikkatli, vs. gibi sıfatlarla birlikte kullanır. Nursî, gurbetin ve dostlardan ayrılığın ölüm kadar zor olduğunu “Eğer dostlardan mufarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin, alsın.” anlamına gelen Arapça bir beyit alıntılayarak ifade eder. Devamında da “Demek, en ziyade insanı öldüren, ahbaptan mufarakattir. Evet, hiçbir şey beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış.” diyor. (Lem’alar, s. 248)

Bu ifadelerden anlıyoruz ki Bediüzzaman, ailesinden, akrabalarından, dostlarından ve memleketinden ayrı kalmağa çok içerlemiş, yüreği yanmış, hatta zaman zaman da ağlamıştır.

Bediüzzaman’ın kendi isteğiyle memleketinden ayrıldığı yılları hariç tutarsak ilk esareti ve gurbeti Birinci Dünya harbinde Bitlis cephesinde savaşırken Ruslara esir düşüp Kosturma’ya gönderilmesiyle başlamıştır denilebilir. Kendisi bu esaretini “karanlıklı gurbet” olarak ifade eder: “Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıtasının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehrinin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumîyi gören ihtiyardır. (Lem’alar: s. 234)

Peygamberler, büyük zatlar ve dava adamları genellikle kendi kişisel hayatlarından fazla bahsetmezler. Bediüzzaman’ın da böyle bir özelliğinin olduğunu biliyoruz. Örneğin Bediüzzaman’ın Rusya’daki esareti ve bu esaretten kaçarak Almanya, Avusturya üzerinden İstanbul’a gelmesi hakkında bir iki cümlelik kendi verdiği bilgi dışında bir bilgiye sahip değiliz. Hatta Rus Komutanı Nikola Nikolaviç ile olan münakaşasını da Abdurrahim Zapsu’un hatıralarından öğreniyoruz. Ancak Bediüzzaman’ın bu esarette çok sıkıntı çektiğini, kendisinin de bu meşakkate nasıl dayandığına inanamadığını şu cümlelerden öğreniyoruz: “…kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı, uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir meyusiyet geldi….” Her neyse… O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim.” (Lem’alar, s. 234-5)

Said Nursî, esaretten İstanbul’a döndükten sonra Dârü’l-hikmetü’l-İslamiye’de istemediği halde Enver Paşa’ın isteği ile görevlendirilmiş ve Çamlıca sırtlarında ikameti için bir köşk tahsis edilmiştir. Bediüzzaman, bu debdebeli köşk hayatına alışmamış olacak ki bir süre sonra burayı terk ederek Sarıyer’de daha mütevazı bir yere taşınmıştır. Nursî’nin yeğeni Abdurrahman’la birlikte Çamlıca’daki köşkte kalırken nasıl duygulandığını, hislendiğini ve dünyayı hangi gözle seyrettiğinin ifadeleri şöyledir: “…Dünyada herkesten ziyade kendimi mesut bilirken, aynaya baktım, saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm. Birden, esarette, Kosturma’daki camideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbabı tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse, baktım ki, çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda, en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: “Acaba ben bütün bütünaldanmış mıyım? Görüyorum ki, hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıptayla bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar? Yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?” (Lem’alar, s. 238-239)

Yine Bediüzzaman, Dârü’l-hikmet’te çalıştığı yıllarda siyaset havasını dağıtmak,gönül dünyasına dalmak ve tefekkür etmek için İstanbul’daki Eyüp Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerine çıkar, ufukları seyr eder, derin derin düşünür veibret verici muhasebeler yapar: “Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul, içinde vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul’un halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîrin hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın; sen de gideceksin. Ben kabristandan çıkıp, bu dehşetli hayal ile Sultan Eyüp Camiinin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul’da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. …İşte bu hâlette, gayet rikkatli ve firkatli, elemli bir hüzün ve gam, kalbime, başıma çöktü. Çünkü ben yalnız bir iki dostu kaybetmiyorum. İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan mufarakat gibi, çok sevdiğim İstanbul’dan da ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan iftirak gibi, çok sevdiğim ve müptelâ olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım diye düşünürken, yine kabristanın o yüksek yerine gittim. (Lem’alar, s. 237)

Bilindiği üzere Bediüzzaman, İngilizlerin İstanbul’u işgal etmelerine karşı basım-yayım yoluyla şiddetle karşı çıkar veHutuvatt-i Sitte adlı eserini neşreder. Gerek İstanbul’da gerekse daha önceki başarılardan dolayı Ankara hükümeti tarafından Ankara’ya davet edilir.[1] Bu davete icabet eden Nursî, hoşâmedî ile karşılanır. Yaklaşık beş altı ay Ankara’da kalan Bediüzzaman, Ankara Kalesi’ne çıkar ve hayalen âdeta tarihî bir gezinti yaptıktan sonra karamsar bir tablo çizer. Her zaman olduğu gibi Kur’an’dan meded umarak o karanlık, nura tebdil eder. İşte Bediüzzaman’ın Ankara Kalesi’ndeki dünya gurbetini anlattığı duygu dolu ifadeleri: “Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kalesinin başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kalede geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiğimden, bir nur, bir teselli, bir rica aradım” (Lem’alar, s. 229)

Bediüzzaman Ankara’daki dinî lakaytlığı görünce Mecliste on maddelikbir beyanname irad eder. Bu beyannameden sonra Cumhuriyetin kurucu kadrosuyla anlaşamayıp 1922 yılında ikinci memleketi olarak gördüğü Van’a döner. Nursî, Kur’ân-ı Kerim’in irşadı, Gavs-ı Âzam’ın yardımı ve ihtiyarlığın uyarmasıyla şaşaalı içtimai hayattan bir usanç ve nefret geldiğini, dâ‘ü’s-sıla tabir edilen iştiyâk-ı vatan hissinin, kendisini memleketine sevk ettiğini söyleyerek Erek Dağı’ndaki manevî menziline çekilir. Bediüzzaman, yedi sekiz yıla yakın ayrı kaldığı Van’a geri dönünce Van Kalesi’ne çıkarak şehri seyreder; yaklaşık on yılını talebe yetiştirmekle geçirdiği Horhor medresesindeki yıllarını hatırlar ve garip duygular yaşar:“Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim. Herşeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki, sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. Van’ın meşhur kalesi ki, dağ gibi yekpare taştan ibarettir, benim medresem onun tam altında ve ona tam bitişiktir. Benim terk ettiğim yedi sekiz sene evvel, o medresemdeki hakikaten dost, kardeş, enîs talebelerimin hayalleri gözümün önüne geldi. O fedakâr arkadaşlarımın bir kısmı hakikî şehid, diğer bir kısmı da o musibet yüzünden mânevî şehid olarak vefat etmişlerdi. Ben ağlamaktan kendimi tutamadım. Ve kalenin, tâ medresenin üstündeki, iki minare yüksekliğinde, medreseye nâzır tepesine çıktım, oturdum. Yedi sekiz sene evvelki zamana hayalen gittim.” (Lem’alar,s. 247)

Bu satırlar, bir kaç sene sonra gelecek ve Bediüzzaman’ın memleketine bir daha dönemeyeceği uzun sürgün hayatı ve işkenceli gurbeti haber verir. 1925 yılında vuku bulan Şeyh Said olayından sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da nüfuz sahibi ailelerin reisleri, ağaları ve şeyhleri Batı vilayetlerine sürgün edilirler. Bediüzzaman, Şeyh Said ayaklanmasıyla hiçbir ilgisi olmamasına ve hatta bir mektupla uyarmasına rağmen Van’dan Erzurum, Trabzon üzerinden İstanbul’a oradan Antalya, Burdur ve Barla’ya sürgüne gönderilir. Bediüzzaman’ın başına gelenler sadece sürgün değil, kelimenin tam anlamıyla bir süründürme, tecrid etme, kısaca hayatına son verme hareketidir. Eğer böyle olmasaydı yirmi sekiz kez zehirlenmez, haksız yere ve sudan bahanelerle mahkemeden mahkemeye süründürülmez, insanlarla görüşmekten menedilmezdi. Hatta bu zulüm ve tarassutlar öyle bir dereceye varıyor ki Bediüzzaman’ın, akrabalarıyla bırakın görüşmesine, mektuplaşmasına dahi müsaade edilmez. Bediüzzaman’a yapılan bu gayr-i insanî muamelenin boyutlarını müellifin gurbetle ilgili duygularını dile getirdiği paragraflarda görmek veya hissetmek mümkündür: “Bir zaman, Isparta vilâyetinin Barla nahiyesinde, nefiy namı altında işkenceli bir esaretle yalnız ve kimsesiz, bir köyde ihtilâttan ve muhabereden men’ edilmiş bir vaziyette, hem hastalık, hem ihtiyarlık, hem gurbet içinde gayet perişan bir halde iken…” (Lem’alar,s. 243)

Bediüzzaman, gerek mizacı gerekse şahsi evrad ve tezkarları gereği insanlarla fazla görüşmekten hoşlanmayan, belki de zaman bulamayan biridir. Ancak öyle zamanlar olmuş ki istediği halde yakınlarıyla bile mektuplaşamamıştır. Kendi kardeşine bile dört yılda, bir mektup yazabilmiştir. Çünkü ehl-i dünya kendisini her şeyden men etmiştir: “Bu gurbet halimde, garip, yalnız, kimsesiz, nafaka için çalışmaya benim gibilere muvafık olmayan bir köyde, herşeyden, herkesten men edildim.” (Mektubât, s. 67)

Bu haksızlık ve keyfi muameleler öyle bir dereceye ulaşır ki Bediüzzaman’ın Osmanlı devletinden kalma resmî imamlık ve vaizlik belgesi olmasına rağmen Barla’da kendi tamir ettiği camide bile imamlık ve vaizlik yapmasına izin verilmez: “Hattâ dört sene evvel, harap olmuş bir camii tamir ettirdim. Memleketimde imamlık ve vaizlik vesikam elimde olduğundan, o camide dört senedir -Allah kabul etsin- imamlık ettiğim halde, şu mübarek geçen Ramazan’da mescide gidemedim.” (Mektubât, s. 67)

Yukarıda da ifade edildiği gibi Bediüzzaman’ın çocukluk dönemi hariç bütün ömrü gurbette geçmiştir. Ancak Bediüzzaman’ın gurbeti kişisel tercih değil, tamamıyla sürgün hayatından kaynaklanan zorunlu bir gurbettir.

Bediüzzaman’ın “gurbet içinde gâyet perişân” diye tarif ettiği Barla’daki sürgün yıllarında, iki yakının vefat haberi onu çok müteessir eder, adeta mâteme boğar. Bu iki vefat haberinden biri annesi değeri de “arkadaşım, talebem, cesur arkadaşım ve manevî evladım” dediği yeğeni Abdurrahman’ın ölümüdür. Gerçekten de Bediüzzaman, bu iki ölüm haberi karşısında kelimenin tam anlamıyla yıkılır. Bu durumu aşağıdaki ifadelerden anlıyoruz: “Bir zaman, Isparta vilâyetinin Barla nahiyesinde, nefiy namı altında işkenceli bir esaretle, yalnız ve kimsesiz, bir köyde ihtilâttan ve muhabereden men edilmiş bir vaziyette, hem hastalık, hem ihtiyarlık, hem gurbet içinde gayet perişân bir halde iken, …

Vatanımı, ahbabımı, akaribimi unutabiliyordum. Fakat, vâhasretâ, birisini unutamıyordum. O da hem biraderzâdem, hem manevî evlâdım, hem en fedakâr talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin; ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki onunla muhabere edeyim, dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda öyle fedakâr, sadık birisi bana lâzımdı…”(Lem’alar, s. 243)

Bediüzzaman, gurbeti sadece memleketinden, aile fertlerinden ya da dostlarından ayrı kalma olarak değerlendirmez. O,dünyanın da bir gurbet yeri olduğunu, insanın hakiki yurdunun ya da vatan-ı aslisinin dünya değil, âhiret olduğunu sık sık hatırlatır. Onun “gurbet gurbet içinde” dediği de budur zaten. Bu tema, yani dünya gurbeti, İslâm mütefekkirlerinde, mutasavvıflarda ve bazı şairlerde çokça işlenmiş bir temadır. Özellikle Mevlanâ Celâleddin-i Rumî’nin Mesnevî’sinin ilk on sekiz beytinde dile getirdiği gurbet bu dünya gurbetidir. Ney metaforuyla aslından koparılmış, diğer bir ifade ile sazlıktan kesilmiş olan neyin geçirdiği istihaleler, bir nefesle ondan çıkan sesin yakıcılığı ve dolayısıyla insanın âlem-i ülvîden (âlem-i ervâh, lahutî âlem), âlem-i süflîye (dünya âlemine) gönderilişini ifade etmektedir. Risâle-i Nûr Külliyatında da bu mealde bir çok metafor vardır. Risalelerde, maddi gurbetin arkasında verilmek istenen mesajlarda, insanın ebedî, daimî ve asıl memleketi olan ahiret yurdunun kazanılması için ihlasla çalışmanın şart olduğu; bu dünyanın da her şeyiyle fanî, alaka-i kalbe değmediği vurgulanır. Nursî’nin “Firkatli ve gurbetli bir esârette, fecir vaktinde ağlayan bir kalbin ağlayan ağlamalarıdır.” başlığı altında anlattığı hakikatler asıl gurbetin dünya hayatı olduğunu, bu dâr-ı gurbete gönderilen insanın çok âciz olduğunu şu Farsça ibarelerle dile getiriliyor: “Yâ Rab! Peşîmânem, hacîlem, şermsârem ez-hünâh-ı bî-şümâr, perîşânem, zelîlem. Eşkbârem ez-hayât, bî-karârem, garîbem, bî-kesem, za’îfem, nâ-tüvânem, ‘alîlem, âcizim, ihtiyârem, bî-ihtiyârem, el-amân-gûyem, avf-cûyem, zî-dergâhet İlâhî.”[2] (Sözler, s. 213)

Nursî, bazen dünya hayatını mutlak vahşet ve dünyadaki gurbeti de mutlak gurbet olarak tavsif eder:“…dünyanın vahşet-i mutlakasından ve insanınkâinattaki gurbet-i mutlakasındankurtulmaktır.” (Mektubât,s. 440)

Bediüzzaman, bazı hitaplarında da dünyayı gurbet diyarı olarak zikreder: “Gayretli kardeşlerim, hamiyetli arkadaşlarım ve dünya denilen diyar-ı gurbette medar-ı tesellilerim.” (Mektubât, s. 28)

Bediüzzaman, sürgün hayatının büyük kısmınıBarla’da geçirir. Burada her türlü ihtilattan menedilen Nursî, içinde bulunduğu zor şartların da etkisiyle Risâle-i Nurların te’lifini gerçekleştirmek için sık sık Barla’nın yüksek dağları olan Çam dağına ve Tepelice’ye çıkar, vahşi hayvanlardan korunmak ve daha yüksek noktadan kâinatı tefekkür etmek için çam ağacında menzil yapar, bazen günlerce orada kalır.İnsanın gündüz bile ürktüğü hatta korktuğu bu tenha dağlarda, Bediüzzaman çoğu zaman yalnız kalır ve değişik halet-i ruhiyeler yaşar. Nursî, gurbette çektiği elem ve ıstırapları talebeleri daha çok müteessir olmasın diye hapsini kaleme almadığını ifade ediyor. Aslında aşağıdaki paragraf her şeyi özetliyor kanaatindeyim: “…Sizleri müteessir etmemek için, gurbetimdeki firkatimin ziyade elîm kısmını tayyedip bir kısmını sizlere hikâye edeceğim. Şöyle ki: Şu iki üç aydır pek yalnız kaldım. Bazen on beş yirmi günde bir defa misafir yanımda bulunur. Sair vakitlerde yalnızım. Hem yirmi güne yakındır dağcılar yakınımda yok, dağıldılar. İşte gece vakti, şu garibâne dağlarda, sessiz, sadâsız, yalnız, ağaçların hazinâne hemhemeleri içinde, kendimi birbiri içinde beş muhtelif renkli gurbetlerde gördüm. Birincisi: İhtiyarlık sırrıyla, hemen ekseriyet-i mutlaka ile akrân ve ahbâbım ve akâribimden yalnız ve garip kaldım. Onlar beni bırakıp âlem-i berzaha gittiklerinden neş’et eden hazin bir gurbeti hissettim. İşte, şu gurbet içinde ayrı diğer bir daire-i gurbet açıldı. O da, geçen bahar gibi alâkadar olduğum ekser mevcudat beni bırakıp gittiklerinden hâsıl olan firkatli bir gurbeti hissettim. Ve şu gurbet içinde bir daire-i gurbet daha açıldı ki, vatanımdan ve akâribimden ayrı düşüp yalnız kaldığımdan tevellüt eden firkatli bir gurbeti hissettim. Ve şu gurbet içinde, gecenin ve dağların garibâne vaziyeti bana rikkatli bir gurbeti daha hissettirdi. Ve şu gurbetten dahi, şu fânî misafirhaneden ebedü’l-âbâd tarafına harekete âmâde olan ruhumu fevkalâde bir gurbette gördüm. Birden, “Fesübhânallah!” dedim, bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır düşündüm. Kalbim feryatla dedi:

Yâ Rab, garîbem, bî-kesem, za’îfem, nâ-tüvânem, ‘alîlem, âcizem, ihtiyârem,

Bî-ihtiyârem, el-amân-gûyem, ‘afv-cûyem, meded-hâhem, zî-dergâhet İlâhî!

(Mektubât, s. 28-29)

Peki Bediüzzaman bu dayanılmaz, iç içe geçmiş beş gurbetin zulmetine, sürgüne, tarassudata ve zehirlenmelere nasıl dayandı? diye sorulacak olursa; bu sorunun cevabı Külliyatın muhtelif yerlerinde zikredilmiştir. Ancak kısaca ifade edilecekse imanın nuru, Kur’an’ın feyzi ve Rahman’ın lütfundan gelen bir teselli nuruyla Bediüzzaman bu sıkıntılara katlanabilmiştir. Bu konudaki orijinal ifade şöyledir: “…birbiri içinde hissedilmiş beş nevî hazin gurbetler zulmetinde nûr-uîman ve feyz-i Kur’ân ve lütf-ı Rahmândan gelen bir nûr-ı tesellînin beyânıyla o sırrı tefsir ediyor. (Mektubât,s. 474)

Bediüzzaman, bu gurbetlere maruz kalmasının sebebini kaderin bir tecellisi ve Kur’an-ı Kerime hizmet olarak görmektedir. Eğer bu gurbetler yaşanmasaydı, sürgünler olmasaydı Risâle-i Nûrlar yazılmayacak ve Kur’an’a hizmet edilmeyecekti denilmektedir. Bu konudaki kendi ifadesi şöyledir: “…şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm ve meşrebime muhâlif, yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim; ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’âniyeyi hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır…” (Mektubât,s.363)

Başka bir yerde de “…Cenâb-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmî, diyâr-ı gurbette, kimsesiz, ihtilâttan menedilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samîmi, gayyûr, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muâvin ihsan etti.” (Mektubât, s. 360)

“Benim Rabb-i Rahîmim, beni Kur’ân’ın hizmetinde ziyade istihdam etmek ve Sözler namıyla envâr-ı Kur’âniyeyi bana fazla yazdırmak için, dağdağasız bir surette beni şu gurbette bırakıp, bir büyük merhamete çevirdi.” (Mektubât, s. 51)

Nursî, kendisine zulmeden dünya ehlinin “O kadar belâlar gördük ki, kimseye emniyetimiz kalmadı. Sana nasıl emin olabiliriz ki, fırsat senin eline geçse, arzu ettiğin gibi karışmazsın?” sualine verdiği cevapta da şunları söyler:  “…memleketimde, talebe ve akrabam içinde, beni dinleyenlerin ortasında, heyecanlı hadiseler içinde dünyanıza karışmadığım halde, diyar-ı gurbette ve yalnız, tek başıyla, garip, zayıf, âciz, bütün kuvvetiyle âhirete müteveccih, ihtilâttan, muhabereden kesilmiş, iman ve âhiret münasebetiyle uzaktan uzağa yalnız bazı ehl-i âhireti dost bulan ve başka herkese yabanî ve herkes de ona yabanî nazarıyla bakan bir insan, semeresiz, tehlikeli dünyanıza karışsa, muzaaf bir divane olmak gerektir.” (Mektubât, s. 71)

Gurbet kelimesinin bir anlamının da “alışılmışın dışındaki tarz ve suret, acîplik” olduğunu söylemiştik. Bu anlamıyla da Bediüzzaman tam bir garip zattır. Onun çocukluğu, gençliği, medreselerdeki öğrenciliği, ilmi münazaraları, kılık kıyafeti, Bitlis ve Van valileriyle kavga etmesi, aşiret reislerine meydan okuması, padişahın hediyesini iade etmesi gibi o güne kadar pek rastlanılmayan hareketlerde bulunması, Bediüzzaman’ın garipliğini, acipliğini gösterir. Bu yüzden Nursî, bazı eserlerinde kendisini “Garîbüzzamân” olarak tanımlar.

Gerçekten de Bediüzzaman, her yerde ve hayatının her safhasında garip karşılanmıştır. Anlaşılmamak en büyük garipliktir. Hocalar, şeyhler, âlimler, idareciler onu anlamamışlar ya da anlamak istememişler.

Sonuç olarak Bediüzzaman, başta 26. Lem’a olmak üzere Külliyatın muhtelif yerlerinde gurbet temasını işler. Esaret ve sürgünlerle gurbetin en rikkatlisini, en şiddetlisini yaşayan Bediüzzaman, “Üç sene Rusya’da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler….Münafık kâfirden eşeddir. Onun için, kâfir Rus’un bana çektirmediğini çektiriyorlar.” diyerek yaşadıklarını açıkça izah eder. Bediüzzaman, çektiği sıkıntılı gurbet hayatını sırf iş olsun diye dile getirmez. Nursî, sürgün ve gurbet hayatı üzerinden, diyar-ı gurbet olan dünya hayatının geçici olduğunu, bel bağlanılmaması gerektiğini vurgular. Ayrıca Bediüzzaman’da gurbet hissini uyandıran mekânların özellikleri oldukça dikkat çekicidir. Bu mekânlar, insanlardan uzak, boş, ısız yüksek yerlerdir. Yukarıda da değindiğimiz gibi Volga nehri kenarı, İstanbul’un Çamlıca ve Eyüp tepeleri, Ankara ve Van kaleleri, Barla’nın yüksek dağları olan Tepelice ve Çam dağları belli başlı mekânlardır. Bediüzzaman, bu yüksek yerlerde teneffüs ediyor, ruhunu dinlendiriyor, yüksek yerler dışındaki mekânlarda adeta ruhu sıkılıyor. Bunda da doğduğu yerin, çocukluğunun geçtiği mekânların ve özellikle de mizacının etkili olduğu kanaatindeyim.

KAYNAKÇA

Bediüzzaman Said Nursî, Sözler

Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar

Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât

Develioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, İst, 2010.

Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı, İstanbul, 2001.

[1] Lem’alar, s. 343.
[2] Yâ Rab! Pişmânım, utanıyorum, sayısız günahımdan ar ediyorum, zelîlim. İstikrarsız yaşamaktan gözyaşı döküyorum. Garibim, kimsesizim, yalnızım, zayıfım, güçsüzüm, hastayım, âcizim yaşlıyım, ihtiyârsızım. “El-amân!” diyorum, af diliyorum, dergâhından yardım istiyorum, ey Allah’ım!

Risaleakademi.org

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Bâbîlik ve Bahâîlik Hakkında

BÂBÎLİK Mirza Ali Muhammed Bâb'ın (1819-1850) kurmuş olduğu bãtıl mezhep. Mirza Ali Muhammed 1819'da Şiraz'da …

Kapat