Ana Sayfa / Yazarlar / Bediüzzaman’ın Estetik Dünyası – V

Bediüzzaman’ın Estetik Dünyası – V

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

S e y r e t m e k

Contemplation Latince seyretmek, bizde bunu karşılayan temaşa kelimesidir. Kelime her tür dış ilişki dışında seyretmeyi sadece seyretmek maksadiyle yapmak mânâsını taşır. Estetik bir tavırdır.Seyretmekten seyretmenin dışında bir hedef görmemektir. Estetik tavrın kontemplatif bir tavır olduğu üzerinde ilk duran Kant olduğu gibi bu kelimeyi estetiğe kazandıran da yine Kant olmuştur. (İsmail Tunalı Estetik s. 43) Bediüzzaman seyretmek kelimesine öyle bir genişlik getirir ki sanat, felsefe ve estetiğin kayıt altına aldığı ve özel bir şekilde yorumladığı bu seyretme faaliyetini ideal insanın ve müminin vazgeçilmez nitelikleri arasında sayar. Onun eserlerini büyük bir kısmı seyretmek fiili üzerine kurulmuştur.

Estetik tavrın contemplatif olmasını İsmali Tunalı açıklar” Estetik tavrın bütün maddesel ilgilerin dışında objeden tam bir estetik haz almak için objeye yönelmesi, herhangi bir karşılık beklemeksizin onu seyretmek için seyretmek anlamına gelir.” (Aynı eser s. 44) Aslında Bediüzzaman öyle bir ideal insan modeli çizer ki estetik kuramı dikkatle okuyan ve Risale-i Nur eserlelerini inceleyen bir insan bu çok yüksek insaniyeti anlar.Kâinattaki güzellikler sadece insanın anlayabileceği bir keyfiyettir. O güzellikler karşısında seyir ve hayranlık insanın, insan olan insanın temel özelliğidir. Bu Bediüzzaman izah eder. “Kâinatı hadd ü hesaba gelmeyen dakik sanatlı tezyinat (güzellikler, süslemeler) ve manidar mehasin (çok mânâlı güzellikler) ile hikmettar nukuş (nakışlar) ile süslendirip tezyin etmesi (süslemesi), bilbedahe (açıkça) ona göre mütefekkir (düşünen) ve istihsan edicilerin (beğenenlerin) ve mütehayyir takdir edicilerin enzarını ister (hayret eden takdirciler), vücutlarını talep eder. Evet, nasıl ki hüsün elbette bir aşık ister. Taam ise aç olana verilir.Öyle ise şu nihayetsiz hüsn-i sanat (güzel sanat) içinde gıda-yı ervah ve kût-ı kulûb (kalbin ihtiyacı, gıdası), elbette melaike ve ruhanîlere bakar gösterir. Madem bu nihayetsiz tezyinat, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubudiyet ister. Halbuki ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye şu hikmetli nezarete, şu vüs’atli ubudiyete (kulluğun geniş alanı) karşı milyondan ancak birisini yapabilir. Demek bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan şu vezaif ve ibadete, nihayetsiz melaike envaları, ruhaniyet ecnasları lâzımdır ki şu mescid-i kebir–i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin.” (Sözler s. 676) 

Kant’ın seyir kelimesine getirdiği genişlik ile Bediüzzaman’ın getirdiği genişlik kıyaslanabilir. Bediüzzaman bu felsefenin en büyük devlerinden birinin kaç misli üstünde görünür bu karşılaştırmada. Bediizzaman mescid-i kebir-i âlem derken âlemin büyük bir mescid olduğunu söyler. Bu gezmek ve dolaşmanın da ibadet olduğu anlamına gelir, ama seyrederek ve seyrettiğini yorumlayarak.. Bediüzzaman’ın mescid ve ibadet anlamına getirdiği estetiksel genişlik yine ifade içinde bir cümle ile teyid edilir. Seyretmek nihayetsiz vazifedir, hikmetli nezarettir, vüsatli ubudiyettir (geniş bir kulluktur.) Burada mescide ve ibadet kavramına bilinenin çok ötesinde son derece ihata edilmeyen bir anlam veren, hepsinden ötesi yaşayan bir ideal insan ortaya çıkar, hem dini, hem felsefeyi, hem sanatı, hem estetiği kucaklayan bir insan modeli. Bediüzzaman’ın tabiatın kucağını yaldızlı, güzel şehirlere tercih etmesi işte onun bu seyir faaliyetinde bulmuş olduğu ifade edilmez zevkinden ötürüdür.” Isparta’nın dağlarını ormanlarını Yıldız Sarayına değişmem “diyen bu ihata edilmez derecede büyük insan çizdiği büyük insan portresinin ilk ve en önemli sahibi yine kendisidir.

Bediüzzaman bu paragraftaki yorumu ile din ile sanatı barıştıran adamdır. Ama nerede onu bu şekilde anlayan bir toplum, neye mahkum edilen bir insan. Kierkegaard, “En büyük trajedi anlaşılamamaktır” der işte bir insan ve dünyası. Barla’da,Çam dağında seyrettiği ağaçları, dallarındaki meyvelerle elmaların seyrini yüz sinema yüz tiyatroya değiştirmeyeceğini söyler. 

Sanat eseri seyir zevki için mevcuttur. Yani kendisini kendi halis inancına duygusuna, hayal gücüne göre sanat nesnesinde yeniden bulmayı ve sunuma çıkmış nesnelerle uyuşuma girebilmeyi talep eden bir kamu için mevcuttur. 

Bediüzzaman seyretmek denilen sanatın ve estetiğin en temel estetik davranışını dinin de davranışı olarak kabul eder. Ama onun seyretmek kelimesine getirdiği genişlik estetikçilerin sadece insan icadı eserler ile sınırlamaz.” Görüyoruz ki, Sani-i Hakimin, efrad ve cüz’iyatın tasvirinde büyük büyük tefennünleri vardır. (yani her canlıyı değişik bir şekilde tasvir etme başarısı) Evet, hayvanların pek büyük ve küçükleri olduğu gibi, kuşlarda, balıklarda, meleklerde ve sair ecramda, alemlerde dahi pek küçük ve pek büyük fertleri vardır. Cenab–ı Hakk’ın şu tefennünde takib ettiği hikmet: 

1- Tefekkür ve irşad için bir lütuf, bir teshilattır (düşünmek ve doğruyu bulmak için kolaylıktır, lütuftur.
2- Kudret mektuplarını okuyup fehmetmekte bir kolaylıktır. (Allah’ın insanların okumasına arz ettiği mektuplarını, eserlerini anlamaya kolaylıktır) 
3- Kudretin kemalini izhar etmektir. (kudretin en ideal boyutta iş yaptığını ortaya koymaktır) 
4- Celali ve cemali her iki nevi sanatı ibraz etmektir. (Büyük şeylerde haşmetini Celal ile,küçük şeylerdeki güzelliğini Cemal ile göstermektir. Yani güzel ve yüce) 

Maahazâ pek ince yazıları herkes okuyamaz ve pek büyük şeyler de nazar-ı ihataya alınamaz. İşte irşadı teshil ve tamim için bir kısmını küçük harflerle yazmakla irşadın iktizası yerine getirilmiştir.” (Mesnevi, Külliyat s. 1355) Çok estetik olan bu ifadenin daha açık anlamı, bir ressam nasıl ki bir çizimini en dikkat çekici şekilde yapar, bir terzi diktiği elbisenin beğenilmesini düşünerek en güzel şekilde düzenler. Bir mimar yaptığı binayı en elverişli ve estetik şekilde şekillendirir. Allah da yaptığı her şeyin en ideal şekilde tasvirini, biçimlendirmesini hesab eder. Çünkü öyle olmasa insanlar ve canlılar nazarında cazibesini kaybeder ilgi çekmez. Allah’a şükretmek için canlıların tasvirindeki cazibeler onlara takılmıştır. Allah’ın sanatçı yaratışı insanlara arz edilmiştir. Sanatının güzel ve haşmetli tabloları insanlara sunulmuştur. 

Birçok filozof bu konularda fikirlerini belirtir. Meselâ Plotinos’un fikri” Güzel kendiliğinden güzeldir. Zira güzel mutlak ruhun öteki ruhlarla eşya üzerine yansıması ve efsunlu bir gösteri haline gelmesidir. Güzele karşı duyulan derin ilgi, aslımızı oluşturan B i r’e, birinciye dönme arzumuzdan ve aslımıza karşı beslediğimiz sevgidendir. Her güzel şey, yalnız duyumlarımızın etkisiyle değil, kendi ruhumuzla özel bir benzerliği olduğu için güzeldir. Çünkü biz de mutlak ruhun bir g ö st e r i s i n d e n başka bir şey değiliz. Çekici olan şey yani güzel bizdedir, bizimdir, bizdendir. Biz ancak onun sayesinde aslımıza bağlıyız. Güzel karşısında duyduğumuz dalınç, sarhoşluk, kendinden geçme zevki, mutlak birliğe dönüş ve çokluk aleminde kendi aslımızı oluşturan mutlak birliği keşfetme nevinden başka bir şey değildir.” (Cemil Sena Estetik s. 25) Plotinos’un estetik düşünceleri ile Bediüzzaman’ın düşünceleri kıyaslanabilir, bu konuda da Bediüzzaman sayfalar dolusu yorumlara sahiptir. Lebniz de bu konuda benzer fikirlere sahiptir.” Güzelden aldığımız haz aklımıza değil, ruhumuza bağlıdır ve bu estetik zevk, karşılık beklemeyen bir temaşa veya fazla açıklamayan bir sempati duyguyu ile ifade olunabilir.” (Cemil Sena, Estetik s. 28) 

Bediüzzaman insanı “temâşâger” temaşa ile görevli olarak görür. Ancak onun temaşa edicisi estetikteki gibi sadece insan yapımı nesneler karşısında duygulanmaz. Çünkü modern estetik tabii nesneler karşısında duygulanmayı temaşa anlamında anlamaz. Bediüzzaman hem kelimeye, hem de işe büyük bir genişlik getirir” Asara bakıp gâibâne muamele suretinde saltanat-ı rububiyetin mehasinine temaşager makamında kendilerini gördüklerinden; tekbir ve tesbih vazifesini eda edip “Allahu ekber “dediler” (Allah’ın eserlerine bakarak onların nasıl oluşturulduklarını, süslendiklerini temaşa etmek seyretmek) (Sözler s. 158) 

Kant “yüce”yi tarif edilemeyen bir büyük karşısında ürperme ve hayret olarak yorumlar. Allahu ekber sözü de Allah’ın kuşatılamayan ve ihata edilemeyen büyüklüğü karşısında insanda hasıl olan ürpertiyi ve taşkınlığı bastırmak için söylenir. Böylece Namaz insanın varlık ve varlığın sahibi karşısında duyduğu mihnet ve ihtiram, hayret ve kendinden geçmeyi ifade için yapılır. Namaz bu haliyle en estetik davranıştır. İhtiramdır. 

“İnsanların kâinat sergisinde teşhir edilen garip, acib kudretin mucizelerini görmek ve mütalaa etmek için Sultan-ı Ezeli tarafından gönderilmiş mütalâacı olduklarını anlar” (Şualar s. 651) Bizim Müslüman olmak diye tarif ettiğimizin yanında Bediüzzaman çok yüksek bir insan modeli öne sürer. İnsan yer yüzüne gönderilmiş bir yorumcudur. 

Göz insan uzuvları arasında onun âleme açılan penceresidir. Eflatun’a göre temaşa ruhun baş etkinliğidir. Bediüzzaman seyir, temaşa görmek, bakmak, temâşâger kelimeleri ile bu kelime etrafında bir mânâ sağnağı ortaya koyar. Seyir kelimesi sanatın da kaynağıdır. Bütün güzel sanatlar bu organın işine göre şekillenir. Bu büyük ve organların kralı olan göz ve görevleri konusunda Bediüzzaman konuşur. “Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici devamsız bazı güzellikleri manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü gözün Sâni-i Basîrine satsan ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı (büyük kâinat kitabının yorumcusu) ve şu âlemdeki mucizat-ı sanat-ı Rabbaniyenin bir seyircisi (Rabb’in sanat mucizelerinin seyircisi) ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. (Sözler s. 31) 

Görmek ve seyir çok pahalı bir eylemdir. Bu yüzden gözlerin her yerde, her olumsuz işte kullanılmaması gerektiği insana telkin edilmiştir. Göz nefis ve arzular hesabına çalıştırılırsa kötü şeylerin bir öncüsü olur. Gözün en yüce faailiyeti, kâinat kitabını mütalaa etmek ve sonuçlar çıkarmaktır. Allah’ın sanatlarını seyretmek, rahmet çiçeklerinden bal çıkarmaktır.

Batı sanat teorisinde geleneksel sanat kavramında seyretmek yüce bir iştir. “Tanrı bize görme ve işitme melekelerini ihsan etmişlerdir. Ve ahenk ise onu günümüzde düşünüldüğü gibi makul olmayan zevklerin tatminine bir araç olarak değil, fakat ruhun kendi içinde kendisini düzene koymak ve kendisiyle uyum sağlamak amacıyla gerçekleştireceği devrime yardımcı olmak üzere akla uygun bir şekilde kullanabilecek olanlara verilmiştir.” (Ray Livingson, Geleneksel Sanat. S. 173) 

Seyretmenin en çok etkilendiği olaylar zeval, firak, ölüm, vefat ve darağacı gibi olayların göründüğü zamanın trajik levhalarındadır, ancak bu seyrin arkasında iman tılsımı hükmederse bu olaylar “Sâni-i Zülcelâl’in taze taze, renk renk çeşit çeşit mucizat-ı nakşını, (insanı acze düşüren nakışlarını) havârık-ı kudretini (kudretin harikalarını), tecelliyat-ı rahmetini, kemal-i lezzetle seyr ve temaşaya vasıta suretini alır.” (Sözler s. 36) Bediüzzaman’ın hayata sürdüğü din tamamen bediî, estetik boyutlu bir dini yaşama serüvenidir. 

Onuncu Söz seyir tekniği üzerine kurulmuş bir eserdir. Kâinattaki faaliyetler zincirini olayın akışı içindeki bir şahıs, inatçı arkadaşına yorumlar. Birlikte seyrederler olayları ve aralarında konuşmalar cereyan eder. Her seyrettikleri yeni bir kâinat levhası ve olaylar zinciridir. Bu yüzden emin kahraman diğerine “Göstereceğim ki” şeklinde hitab eder ve seyir sırasında gördüklerini ona anlatır. “Bu gidişata icraata bak. Bak ne kadar âlî bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Bak had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat’ûmat gösteriyorlar ki: Bak bu işler içinde görünüyor ki o misilsiz Zat’ın pek büyük bir şefkati vardır. İşte gel bak! Bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, hükmediyor. İşte bak her yerde her köşede müteaddid fotoğraflar kurulmuş suret alıyorlar. Gel ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Şimdi gel bu dairelerin ve ceamaatlerin bazı rüesâlarına ki her biri bizzat padişahla görüşecek hususi birer telefonu var. Gel bugün nevruz-ı sultanidir. Gel ey muannid arkadaş. Gel şimdi döneceğiz. İşte gel bak şu uzaktaki görünen cemaat-ı azîme içinde evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi Yâver-i Ekrem bir tebligatta bulunuyor. (1-12 suretlerin ilk cümleleri) 

Geleneksel sanatta insanın görevi hakikati seyretmektir. “Hakkı, hakikatı, ilahî âlemi seyretme gücüne ulaşabilmesi hususunda bir destek görevi gören sanat eserinin hedefi kendisini görüntüsü esere aktarılmaya çalışılan nesnenin ilahi alemdeki asli modeli, yani hakikatı ile özdeşleştirilebilmesini sağlamak olduğu için sanat eserinin başı ile sonu aynıdır” (Ray Livngston. Geleneksel Edebiyat Teorisi. S. 172) Ama her insan buna yeterli değildir. “Bazı insanlar sanat eserlerinin akla hitabeden özünün lezzetine gerçek bir şekilde varabilme gücünden daima yoksun kalacaklardır.” (Ray Livingston, Geleneksel Edebiyat Teorisi. s. 178) Bu yüzden bir eserden alınan zevk konusunda insanlar farklı sınıflara ayrılırlar. Bunlar Bediüzzaman’ın seyir kavramı doğrultusundaki uygulamalarını güçlendiren yorumlardır. Risale-i Nur bu yüzden sanatlı bir dini metindir. 

Haşrin daha sonraki bölümleri de seyir sırasında rastlanan örnek vakalarla doludur. Tekrar edilen kelimeler yine görmek ve seyirle ilgilidir. Bunlar, göstermek, gösterdiği, gösteriyor, gösteriyor ki, gösteren, görmüyor musun ki, gösterir ki, gösterir, görüp, görüyorsun, ve buna müteradif kelimelerdir. Dört işaret ve on iki hakikatte en çok tekrar edilen fiiller bunlardan kaynaklanır. 

Şu dünya Allah tarafından ruhlar ve ruhanîler için bir bayram suretinde yaratılmıştır. Bayram yerini bütün isimlerinin görülmemiş nakışları ile süsleyip, küçük büyük, yüce aşağı her bir ruha ona münasib ve o bayramdaki ayrı ayrı hesapsız güzellik ve nimetleri istifade etmeğe uygun ve hisler ile cihazlanmış bir cesed giydirir, bir cismani vücut verir ve bir defa o temaşa yerine gönderir. 

Hem zaman ve mekan cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere hatta günlere kıtalara taksim ederek her bir asrı, her bir seneyi, her bir mevsimi, hatta bir cihette her bir günü, her bir kıtayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebati masnuatına birer resmi geçit tarzında bir ulvi bayram yapmıştır. Ve özellikle yer yüzü hususan bahar ve yaz zamanında küçük masnuat taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, yüksek tabakalarda olan ruhanileri ve melaikeleri ve semavatın sakinlerini seyre celbedecek bir cazibedarlık görünüyor ve tefekkür ve düşünce ehli için öyle şiir bir mütalagâh oluyor ki akıl tarifinden acizdir. (Sözler 17 Söz) Demek bu kâinat her an sayısız mekanlarının sayısız canlılarla seyredildiği bir seyrangâhtır. Onlar ilahi sanatları seyreder ve hayret ederler. 

Bu büyük bayramdaki varlıklar hem seyr ve seyahat ederler, hem seyreder hem de seyredilirler. Meselâ dünyamız da seyahattedir. “Gözümüzün önünde seyyaremiz bulunan Arz’a bakıyoruz, görüyoruz ki: Bu seyyaremiz bir rububiyetin azametinin şevketi ve uluhiyetin sahtanatının haşmeti ve rahmetinin kemali ve hikmeti gösterir bir surette Güneş’in etrafında, emri Rabbani ile bir büyük hizmet için bir uzun seyir ve seyahat ona ettiriliyor. Bir Rabbani gemi olarak Allah’ın acib sanatları ile doldurulmuş ve şuurlu kullarına seyrangâh gibi bir seyyar mesken vaziyeti verilmiş. Ve vakitler ve hesabı bildirecek saat akrebi gibi Kamer dahi ince hesaplarla azim hizmetlerle ona takılmış ve O Kamer’e başka menzillerde ayrı seyr ü seyahat verilmiş.” (Sözler s. 935) 

Kâinata gelmek bir ayrıcalık, özel bir davettir. İnsan ve bütün canlılar eğer bilirlerse çok itibarlı bir misafir oldukları ortadadır. “Cin, insanlar ve hayvanları fezayı alem denizinde seyir ve seyahat ettiren ve Rabbanî bir gemi olan koca zeminin üstüne bindirip yüzünde hadsiz nimet çeşitleriyle dolu bir sofrayı serip, bütün canlıları küçük bir kahvaltı nevinde o ziyafete davet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün envâ-i lezâizi câmi, sermedî, ebedî bir evde cennetleri, her birisini birer nimet sofrası ederek hadsiz lezzetleri ve letâifi içine alan bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda, nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz kullarına, hakiki yemek için ziyafet açan bir Rahman ü Rahim” (Sözler s. 858) 

Ancak bu seyircilere bir rehber gerekmektedir. Bu rehber Peygamberimizdir. “Şu kâinatın Sanatkâr Yaratıcısı, şu kâinatı acaib neviler ve zinetlerle süslendirmek suretiyle yapması ve şuur sahibi mahlukatına seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona dahil etmesi ve hikmetinin gereği olarak onlara o eser ve sanatların mânâlarını kıymetlerini, temaşa edenlere ve tefekkür edenlere bildirmek istemesine mukabil, en azami bir surette cin ve inse, belki ruhanilere ve melaikelere de Kur’ân-ı Hakim vâsıtasiyle rehberlik eden, yine bilbedâhe o Zât’tır.” (Sözler s. 788) 

Peygamberimiz bu kâinat sarayına tarif edici ve üstad olarak tayin edilmiştir. “Sarayın hikmetlerini ve müştemilatlarının mânâlarını bildirerek O’nu üstad ve tarif edici tayin etti. Ta ki sarayın Sanatçısını sarayın içindekilerle ahaliye tarif etsin ve sarayın nakışlarının sembollerini bildirip içindeki sanatların işaretlerini öğretip, içindeki manzum nakışlar ve vezinli nakışların ne olduğunu ve ne yönden saray sahibinin kemâlâtına ve hünerlerine delâlet ettiklerini o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen Sultan’a karşı rızası dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.” (Sözler s. 154) 

İnsanın vücuduna giren rızık zerreleri de seyahat ederler. Seyir halindedirler. Rızık için gelen zerreler, rızk kafilesinde seyr ü sefereden o zerreler, o kadar hayret verici bir intizam ve hikmetle seyr ve seyahat ederler ve öyle tavırlarda, tabakalarda intizamperverâne geçip gelirler ve öyle şuurkârâne ayak atıp hiç şaşırmayarak gele gele ta canlıların bedenine dört süzgeçle süzülüp rızka muhtaç aza ve hücrelerin imdadına yetişmek için kandaki alyuvara yüklenip bir kerem kanunu ile imdada yetişirler. (Sözler s. 750) 

Seyretmek sanatın etrafında inşa edildiği bir kelimedir. Bahtin ünlü “Bir Eylem Felsefesine Doğru” isimli eserinde estetik görmenin analizini yapar. “Estetik görmenin gerçekleştirilen eylem/ davranışı eylemin ürünü olan herhangi bir estetik varlığın üstüne çıkar ve farklı bir dünyanın parçasıdır. Varlık olayının gerçek birliğine girer, kurucu bir uğrak yetisi içinde estetik dünyayı da varlıkla ilişkilendirir.” (M Bahtin. Bir Eylem Felsefesine Doğru. S. 45) Bediüzzaman’ın kâinattaki güzellikleri seyrederken o güzelliğin nesnelerinin kime ait olduğunu, mahiyetlerini ve maliyetlerini düşünmez, onu ilgilendiren onların saf estetik duruşlarıdır. Bir üzüm asmasındaki salkımları sayar, sonra bir salkımdaki üzüm tanelerini sayar, onların arkasındaki sevgi, merhamet ve şefkat anlamlarını düşünür. Yoksa onu ne üzümler ilgilendirir, ne de bağın sahibi. Bu yüzden Bediüzzaman çok yüksek bir Müslüman insan portresi çizmiştir, bu kadar sanatın kavram ve kuramları ile içli dışlı bir İslâm ve insan yorumu ona gelinceye kadar yapılmamıştır. 

Bediüzzaman görünüşlere yorumlarını bina eden bir düşünürdür. Görünüş yalnızca dahili veya hâricî bir varoluşa sahip olduğu ya da kendi sıfatıyla gerçeklik olduğu için değil; ancak bu gerçeklik kavrama karşılık geldiği için hakikidir. Hakikat da hiçbir şekilde var olan bir şey ile tasarımlar arasında bir uyum bulunduğu şeklindeki öznel anlamda değil; ama benin veya harici bir nesnenin, bir eylemin, bir olayın, bir durumun kendi gerçekliği içerisinde bizzat kavramın bir gerçekleşmesi olduğu şeklindeki nesnel anlamda hakikattir. Eğer bu yorum özneleri ile empati kurulmazsa o zaman var olan bir şey kendisinde bütün kavramın değil ama kavramın yalnızca tek bir soyut yanının nesnelleştiği bir görünüş olur. Bediüzzaman kendi beni, harici bir nesne ağaç, bitki, ay, güneş gibi şeyler, bir olay ölüm, hayat, hastalık gibi, bir durum karşısında empati tavırları ile yorumlarını gerçekleştirir. Onun düşünce dünyası harici eşyalar nesneler olaylar üzerindeki empatilerle vuku bulur, oluşur. Risale-i Nur’un bütün eserleri çok büyük oranda tabiat ile ortak empatilerle ortaya çıkmıştır. Bilgiyi nasları, tabiat durumları ve görünüşleri ile harmanlayarak kavramları fikirleri netleştimek onun aşılmaz bir doruğudur. Allah için her şeyi görmeklikten gelen tasavvufa bedel, Bediüzzaman görmezlikten gelinen nesneleri ve olayları ilahi hakikatlere dayanak yapar. Güzellik ve hakikat bir bakıma aynıdırlar, yani güzel kendinde hakiki olmak zorundadır. Bununla birlikte daha yakından incelendiğinde hakiki olan güzel olandan ayrıdır. Güzel kendinde sonsuz ve özgürdür. 
K a v r a m kendisini cisimleştiren gerçek varoluşu ruhsal hale getirir ve dolayısıyla bu nesnellik içerisinde özgürdür ve kendi yurdundadır.

Sonlu akıllar olarak biz harici ve dâhilî nesneleri duyumlarız, onları gözlemleriz, duyularımız aracılığıyla onların farkında oluruz; böylece onları seyrimizin ve tasarımlarımızın önüne yani aslında onlara mücerret küllîlik biçimi veren düşünen anlama kabiliyetimizin soyutlamaları önüne koymuş oluruz. Bu tutumun sonluluğu ve özgür olmayışı şeylerin bağımsız oldukları varsayımında yatar.Dolayısıyla dikkatimizi şeylere yöneltiriz, onları oldukları gibi bırakırız, şeylerden tasarımlar meydana getiririz. Şeylere inanmaya tutsak hale geliriz; çünkü şuna ikna edilmişizdir ki nesnelerle ilişkimiz edilgin olduğunda ve bütün etkinliğimizi onları fark etmedeki ve hayal gücümüze önceden tasarlamış kanılarımıza ve ön yargılarımıza negatif bir kısıtlama koymadaki biçimsellikle sınırladığımızda ancak nesneler doğru biçimde anlaşılır. 

Öznede (sanatçıda) ilgiler amaçlar ve niyetler bulunur ve özne şeylerin varlığı ve özellikleri karşısında bunları öne sürmeyi ister. Çünkü özne (yazar) kendi kararlarını ancak şeyleri yok ederek veya en azından onları başkalaştırarak, şekillendirerek, oluşturarak niteliklerini ibtal ederek veya onların birbirine etkide bulunmasını sağlayarak uygulayabilir. Şimdi böylelikle bağımsızlıklarından yoksun bırakılanlar şeylerdir; çünkü özne (sanatçı) onları kendi hizmetine sokar ve onları yararlı olarak, yani kendi özsel doğalarına ve amaçlarına kendilerinde değil ama öznede sahip nesneler olarak ele alır ve kullanır, öyle ki onların özgül özlerini oluşturan şey öznenin (yazarın) amaçlarıyla bağıntıları yani hizmetleri olmaktadır. Özne (yazar) ve nesne rollerini değiş tokuş etmiştir. Nesneler bağımlı özneler (yazar) ise özgür hale gelmiştir.

“Güzel” söz konusu olduğu zaman arzu geri çekilir ve özne nesneyle bağıntılı olan amaçlarını iptal edip nesneyi bağımsız kendinde bir amaç olarak ele alır. Güzelliğin seyri özgürleştirici bir seyirdir. Zevk ise esir edici niteliğe sahiptir. Bediüzzaman bu yüzden seyri süfli şeylerden uzaklaştırıp, yüce şeylere yöneltir. Görmek ve seyir iki başlı bir duygudur, ya süfli, ya da yüce şeyleri seyreder. Güzellik nesneleri özünde özgür ve sonsuz oldukları şekliyle bırakır; güzelliğin özünden ötürü güzel nesnede görünmek zorunda olan şey, ruhu ve amacıyla Kavram’dır. Güzel nesnenin tikel yönleri parçaları ve üyeleri ideal bir birlik oluşturmak ve bu birliği görünür kılmak üzere birbirleriyle ne kadar uyumlu hale gelmiş olurlarsa olsunlar yine de bu uyum bu parçalarda onların birbirlerine karşı bağımsızlık görünüşünü koruyacakları şekilde görülebilir olmak zorundadır. Hem güzel nesnenin ve onun öznel seyrinin hem de güzel kavramının özünde bulunan bu özgürlük ve sonsuzluk sayesinde güzel olanı sonlu şeylerin göreliliğinden çekilir ve idea ile onun hakikatinin mutlak alanına yükselir. Seyir özündeki hürriyet ve sonsuzluk nedeniyle kişiyi de özgür ve sonsuz hale getirir. Ama haz güzeli inkâr eder ve hazza kayıtlı kılar. Bediüzzaman daima seyirden yanadır, hazzı insanı alçaltan ve küçülten bir davranış olarak yorumlar. O bir elmanın seyrini yemesine tercih eder. 
Her sabah dünyayı yeniden farklı bir dünyada imiş gibi keşfeden adama Bediüzzaman’a göre mânâsını ifade etmiş bir dünya değil mânâsını ifade etmekte olan bir dünya vardır, kendisiyle ülfet edilmemiş bir tabiatın ortasında her gün yeni şeyler gözlemleyen adam Bediüzzaman.

Tutku evrenin insana, insanın da evrene o zamana kadar görülmemiş bir derinlikte açılmasını sağlayan anahtardır. Her şeyiyle tamamlanmış bir dünya diye bir dünya yoktur.

Güzel olanın bir kavram olmaksızın yani anlama kabiliyetinin bir kategorisi olmaksızın bir külli hoşlanma nesnesi olarak önümüze konan şey olması gerektiğini ileri sürer. Güzel olanı değerlendirmek kültürlü bir ruhu gerektirir; eğitilmemiş insan bir güzel yargısına sahip değildir, çünkü bu yargı külli geçerlilik iddiası taşır. Güzel olan böyle herhangi bir bağıntı veya karşılıklık olmaksızın doğrudan doğruya külli bir hoşlanma uyandırmak durumundadır. Risale-i Nur okumaları güzeli anlama ve değerlendirme kabiliyetini amaçlayan eserlerdir. Bu eserlerin müteaddid yerinde temas edilen bir konudur. Güzeli Allah kendi sanatında seyreder, insan da Allah’ın sanatlarındaki güzeli seyreder. Yaratılanlar kamuya açılmadan Allah tarafından eksikleri olup olmadığı düşünülüp, mükemmel olduklarına kanaat edildiklerinde kamuya, tabiattaki yerlerine konmuşlardır. Mahlukatın eksiği olmadığı onların iyi bir denetimden sonra vitrine konduğunu gösterir. “Kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve sanatlı ve parlak ve süslü şu mevcudat ışık güneşi bildirdiği gibi, misilsiz manevî bir cemalin mehasinini bildirir (benzersiz manevî bir güzelliği) ve nazirsiz hafî bir hüsnün letâifini (gizli bir güzelliğin inceliklerini) iş’ar  eder. O münezzeh hüsün o mukaddes cemalin cilvesinden esmâlarda belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder.” (Sözler s. 87) Burada mevcudatın dört özelliğine dikkat çekilir. Gayetle güzel, sanatlı, parlak ve süslü. Bu dört şey, örneği olmayan manevî bir cemâlin güzelliğini, benzersiz gizli bir güzelliğin letâifine işaret ederler, gösterirler. Nesneler ve tabiat unsurlarındaki bu güzellikleri fark etmek, oradan onların kaynağına gitmek bir estetik disiplindir. Hegel bu hissetmenin yani güzeli ve onun işaret ettiği manevî cemali hissetmenin bir disiplin olduğunu söyler. Bediüzzaman büyük sanat felsefecilerinin öğretmeye çalıştığı bu güzeli fark etme uğraşını büyük oranda gayesinin temel prensiplerinden biri edinmiştir. 

Kâinatın yaratılış hikmetlerinden biri de onun bir seyrangâh, temaşa yeri, gayet mânâlı ve hikmet sever bir mütalaa yeri olduğudur. “Gayet sanatkârâne bir teşhirgâh, ve gayet hayretkârâne ve şevkengizane bir seyrangah ve temaşagâh, ve gayet mânidarâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhane” (Ayet ül Kübra s. 17), teşhir seyir, temaşa ve mütalaa estetikte gayesi kendi içinde olan eylemlerdir. Gök kubbenin, yeryüzünün, bir caminin, bir katedralin, bir heykelin ve bir resmin karşısında hissedilen bu tür hislerdir. Bediüzzaman bir gün otomobiliyle yolculuk ederken otomobili durdurur. Mevsim bahardır. Her taraf yeşilin binlerce tonları ile süslenmiştir. Rüzgârın tahrikiyle ekinler bir sağa bir sola yatıp kalkarken o güzelliği fark eden dürbün gözlü büyük adam tarlanın kenarında durur ve şöyle der. “Temaşası benim olsun, mülkü kimin olursa olsun” Hegel’in pratik zevkten uzak dediği estetik zevk bu histir. Bediüzzaman ancak çok özel insanların fark edebildiği bu estetik faaliyeti her sınıftan insana hissettiren bir öğretinin sahibidir. Kant bir dostunun daveti ile bir dönem tatilini ormanlık bir arazide geçirir. Orada filozof yüce kategorisini keşfeder. Yüce ona göre insan idrakinin sınırlarını aşan bir büyüklüktür. Ama bu büyüklük karşısında sadece duyulan bir ürpertidir. Bediüzzaman bu ürpertinin ancak namaz ile teskin edileceğini ifade eder. “Namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtiyle işaret ettiği vezaifi makâmâtı mufassalan gördüler. Âsâra bakıp gâibâne muamele suretinde saltanat-ı rububiyetin mehasisine temâşâger makamında (Allah’ın sanatının güzelliklerini seyredici makamında) kendilerini gördüklerinden tekbir ve tesbih vazifesini eda edip Allahuekber dediler” (Sözler s. 158) Rububiyetin saltanatı insan idrakinin sınırlarını aşan bir yüceliktir. Bu yücelik karsısında söylenecek Allahuekber sözüdür, o da namazın her tarafında tekraralanan bir cümledir. 
Goethe asıl dehasını sanatın doğal yanına, harici doğaya, bitkilerin ve hayvanların organizmalarına, kristallere, bulutların oluşumuna ve renklere yöneltti. Bu büyük adamların Allah ile empati kurmadan seyrettikleri kâinatı Bediüzzaman Allah ile empatiler, nisbetler kurarak anlatır. Güzeli seyredeni güzeller güzeline bağlar.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Manevi Buhranlar ve İman Hakikatleri

Manevi Buhranlar ve İman Hakikatleri Günümüzün hayat hızı ve anlayış tarzının getirdiği şeyler İslam’ın evrensel …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
“Tevhid; hem Aklî Bir İlke ve hem de Gözlemsel Bir Bilgidir – 1

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (9) Bilim, her ne kadar Rabbimiz’i …

Kapat