Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Müdafaalar & Cevaplar / Bediüzzaman’ın “gayb”a dair tespitlerine dönük itiraz ve iddalara cevaplar

Bediüzzaman’ın “gayb”a dair tespitlerine dönük itiraz ve iddalara cevaplar

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Bediüzzaman’ın gayb konusundaki tespitlerine dönük ortaya atılan bir takım iddalar ve cevapları…

İddia:

Nur Risaleleri’nden yaptığımız bu alıntılardan, evliyanın gaybı bildiği sonucu çıkmaktadır. Nitekim, bu kanaat Nur Risaleleri’nde açık olarak belirtilmiştir:

Madem Hz. Ali (R.A.) “ene medînetu’l-‘ilmi ve ‘aliyyun bâbuhâ” hadisine mazhardır. Hem madem Şah-ı Velayet ünvanını alarak harika kerametlerini göstermiştir. Hem ahir zamanda gelen hadiselere karşı Kur’an ve Al-i Beyt cihetinde herkesten ziyade alâkadardır. Hem madem esrarlı Kaside-i Ercüziyede ve meşhur Kaside-i Celcelûtiyesinde vâkıat-ı istikbaliyeden haber veriyor. Ve “esrar-ı gaybiyeyi benden sorunuz” diye iddia ederek kısmen davasını ihbarat-i sadıka-i gaybiye ile isbat etmiştir. (…)

(…) (Hz. Ali) diyor ki:

“Evvel-i dünyadan kıyamete kadar, ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur.”

“İmam-ı Ali’nin bir kısım sırları ve gaybî haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda İmam-ı Ali’nin (R.A.) Âyet-ül-Kübrâ namını verdiği “Yedinci Şuâ”yı bitirdiğim aynı vakitte -îtikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak- geceleyin Celcelûtiyeyi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi: İmam-ı Ali (R.A.), Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verildiği gibi kıymetdâr risalelerine de işaret derecesinde remzedip îmâ ediyor. Eğer sarih bir surette gaybdan haber vermek (çok zararları bulunduğundan hikmete münafi olduğu cihetle) hikmet-i İlâhiye tarafından yasak olmasa idi tasrih edecekti.” “Ne isterseniz benden sorunuz, haber vereyim size. Sorun bana mazîden, halden ve istikbalden!” diye ashâb-ı izâm arasında, kendini âleme ilân eden ve her müşkülü izah ve beyan ve “ene medînetu’l-‘ilmi ve ‘aliyyun bâbuhâ” hadîs-i şerifini isbat ve ayan eden nâşir-i ilim ve vâkıf-ı esrar-ı Kur’ân Cenab-ı Hazret-i Haydar (…) “

Sual:

Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bâzı evkatta, mâzi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden mâziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da, istikbalden hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?

Elcevap:

“Lâ ya’lemu’l-gaybe illâllâhu” âyetiyle, “‘âlimu’l-gaybi felâ yuzhiru ‘alâ gaybihî ehaden illâ meni’rtezâ min rasûlin…” âyetini ifade ettikleri kudsî yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb takınmak için, tasrihden işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlâhî ile olmuştur. Çünkü istikbâlî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi; niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itâati işmam ediyor.

Ehl-i Hak geçmişte olanı, gönüllerinde bir kitap gibi okurlar, hâl ve gelecek hepsi aynı şekilde, onların derûnundadır.

Gördüklerini ve söylediklerini (onlara) Allah öğretiyor, (onlar), Hakk’ın mükemmel ve ölçülü kudreti ve âletidirler. (…)

Bu sırrı, Ehl-i velâyetten her zaman görürsün, gelecekten ve hâlden haber vermişlerdir.

“lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu” düstüruna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki, medar-ı teklif ve hakaik-ı îmaniyeden başka olan umur-u gaybiyeden izn-i Rabbanî ile haber verenler dahi, yalnız işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbar etmişler.

Gayb ile ilgili teknik açıklamalara girmeden, ayet-i kerimelerden bazılarının meallerini vermekle yetineceğiz:

GAYBI TÜMÜYLE BİLEN YALNIZ ALLAH’TIR

“Gaybın anahtarları onun yanındadır, onları ondan başkası bilmez. (…)”

“(…) De ki: ‘Gayb yalnızca Allah’ındır (gaybı bilen odur).’ (…)”

“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. (…)”

“De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez. (…)”

GEÇMİŞ(İN BİRÇOĞU) VE GELECEK GAYBTIR

“Bunlar sana vahyettiğimiz, gayba ait haberlerdendir. Onlardan hangisi Meryem’i sorumluluğuna alacak diye kalemleriyle kur’a atarlarken sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin.” 

“Bunlar (Nuh ve kavminin kıssası) sana vahyettiğimiz gayba ait haberlerdendir. Ne sen ne de kavmin daha önce bunları biliyordunuz. (…)”

“İşte sana vahyettiğimiz bu (Yusuf kıssası), gayba ait haberlerdendir. Onlar (Yusuf’un kardeşleri) yapacakları işe topluca karar verip, o hileli düzeni kurarlarken sen yanlarında değildin.”

“Musa’ya o işi yaptığımız (kendisine bildirmek istediğimiz işi ona vahyettiğimiz) vakit sen (Mukaddes Vadinin) batı tarafında değildin, (o hadiseyi) görenlerden de değildin. Fakat biz (Musa’dan sonra) birçok nesiller yarattık da onların üzerinden uzun zaman geçti. Sen Medyen halkı arasında oturmuş da değildin ki (orada olanları görüp öğrenesin de) ayetlerimizi bunlara okuyasın. (Bu, bir yerden görme, öğrenme ile değildir, fakat) biz seni elçi olarak gönderdik (ve bu olayları sana vahyettik). (Musa’ya) seslendiğimiz zaman Tur’un yanında değildin. Fakat, Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik) ki, senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan toplumu uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar.”

“(…) Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah (her şeyi) bilen, (her şeyden) haberi olandır.”

HZ. PEYGAMBER DAHİ GAYBI BİLMEZ

“De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana tâbi oluyorum.’ (…)”

“De ki: ‘Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda ve ne de bir zarar vermeye sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır elde ederdim ve bana hiç bir kötülük de dokunmazdı. Oysa ben, inanan kimseler için ancak bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.”

“Ben size ‘Allah’ın hazineleri yanımdadır’ demiyorum. Gaybı da bilmem, size ‘ben meleğim’ de demiyorum. (…)”

Bildiği hâlde, böyle bir başlığı atıp ve açıklamadan konuyu saptırmaya çalışmak, dürüstlükle bağdaşmaz. Evet, Hz. Peygamber dahi -Allah’ın bildirmediği- bir gaybî bilgiyi bilemez. Ancak Allah’ın bildirmesiyle Hz. Peygamber pek çok gaybî bilyi bilmiştir. Ayet ve sahih hadis kaynaklarında bunun misalleri vardır.

ALLAH, GAYBTAN DİLEDİĞİ KADARINI, SADECE DİLEDİĞİ PEYGAMBERİNE BİLDİRİR

Bu başlık, daha sonra verilen “Elbette biz, sahabenin Hz. Peygamber’den duydukları gaybî haberler ve kalplerine doğan keşiflerle istikbalde olacak bazı hadiseleri bildiklerini teslim ve kabul ediyoruz. Buna sonraki Allah velisi kullar da dâhildir.” şeklindeki bilgiyle taban tabana zıttır. Şimdi hangisi yalan, hangisi doğru; Allah peygamberlerden başkasına gayb bilgisini öğretmiş mi, öğretmemiş mi? Bize göre başlıkta verilen bilgi yanlıştır.

“(…) Allah sizi gayba muttali kılacak da değildir; ancak Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer. O hâlde Allah’a ve Peygamberine iman edin.(…)”

“O, gaybı bilendir. Dilediği peygamberden başka hiç kimseye gaybını bildirmez. O, (peygamberinin) önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar.”

İddiaya Cevap:

GAYB BİLGİSİ VE CİN (72/27) SURESİNDEKİ “RESUL” KAVRAMI

– Aşağıdaki ayetlerde Allah’tan başka kimsenin gaybı bilmediği ifade edilmiştir:

“Gaybın anahtarları onun yanındadır, onları ondan başkası bilmez.” (En’âm, 6/59.)

“De ki: ‘Gayb yalnızca Allah’ındır.” (Yûnus, 10/20)

“Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir.” (Hûd, 11/123)

“De ki: Gerek göklerde, gerek yerde olanlardan hiç kimse gaybı bilemez, gaybı yalnız Allah bilir.” (Neml, 27/65).

– Ancak şu ayette ise, Allah’ın bilmesini istediği elçiler de gaybı bildikleri vurgulanmıştır:

“O bütün gaybı bilir. Fakat Gayblarına kimseyi vâkıf kılmaz. Ancak bildirmeyi dilediği bir “resul” / elçi bunun dışındadır.” (Cin, 72/26-27).

– Bir de elçilerin dışında da bazı velilerin gaybı bildikleri şüphe götürmez bir realite olarak ortadadır. Buna göre, “gaybı Allah’tan başka kimse bilmez” diyen ayetlerle, “Allah’ın dilediği elçilerin de gaybı bildiklerini” bildiren ayet arasında bir çelişki görüntüsü vardır. Keza, “Elçi olmadıkları halde, bazı velilerin de gaybı bildiklerini” gösteren realiteler / kesin bilgiler ile “Gaybı Allah ve onun bilmesini istediği elçilerden başka kimse bilemez” bilgisini veren ayetler arasında da bir çelişki görüntüsü söz konusudur.

– Bu iç içe bir çelişki yumağı görüntüsünü veren “gayb” konusunu aşağıda birkaç madde halinde açıklamaya çalışacak ve gerçekte bir çelişkinin olmadığını ortaya koymaya çalışacağız.

a. Önce, Kur’an’ın -meal olarak-: “gaybı Allah’tan başka kimse bilmez” ifadesi ile “peygamberlerin de gaybı bilebileceklerini” bildiren ifadesi arasında gözüken çelişkiyi şöyle açıklayabiliriz:

Kur’an’da yer alan bu iki vurgunun arasında herhangi bir çelişkinin olmadığını gösteren anahtar kelime ise, istisna cümlesinde yer alan ve “Allah’ın iznini, hoşnutluğunu, dilemesini” gösteren “İRTED” fiilidir. Bu istisna, şunu gösteriyor: mutlak gaybın bilgisi yalnız Allah’a aittir. Ancak, Allah’ın gaybı bildirmek istediği kulları da bu bilgiye sahip olabilirler. Buna göre, “gayb bilgisini Allah’a tahsis eden” ayetlerde, dolaylı olarak, Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin gayb bilgisine sahip olamayacağı gerçeği vurgulanmıştır. “Allah’ın dilediği elçiler bunun dışındadır” anlamına gelen Cin suresinin ilgili ayetinde ise, Allah’ın dilemesiyle ve gaybı bildirmesiyle onun elçilerinin de buna sahip olabileceğine işaret edilmiştir.

Bu açıklamanın özeti şudur: Allah bütün gaybı bilir. Onun dışında hiçbir varlık kendi başına böyle bir bilgiyi elde edemez. Ancak, Allah’ın gaybı bildirdiği elçileri de – Allah’ın bildirmesiyle bilirler. Böylece çelişki gibi görünen iki ifade arasında, gerçekte herhangi bir çelişkinin olmadığı ortaya çıkmıştır.

b. “Elçi olmadıkları halde, bazı velilerin de gaybı bildiklerini” gösteren realiteler / kesin bilgiler ile, “Gaybı Allah ve onun bilmesini istediği elçilerden başka kimse bilemez”bilgisini veren ayetler arasında gözüken çelişki görüntüsünü de şöyle açıklamak mümkündür:

– Bu farklı iki gerçeğin arasında bir çelişkinin olması mümkün değildir. Çünkü, Allah’ın kelamı olan Kur’an ile, Allah’ın yarattığı olayların realiteleri arasında bir zıtlık olamaz. Biri Allah’ın sözü, diğeri Allah fiili.

– Allah’ın kelamı zaten ortadadır. Cin suresindeki ayetin mealine yeniden bakalım:

“O / Allah bütün gaybı bilir. Fakat Gayblarına kimseyi vâkıf kılmaz. Ancak bildirmeyi dilediği bir “resul” / elçi bunun dışındadır.” (Cin, 72 / 26-27).

– Elçilerden başka kimselerin de gaybı bildiklerini gösteren çok güvenilir bilgiler vardır. Bunlardan bazı misalleri hatırlatmakta fayda vardır:

1. “Hz. Aişe anlatıyor:

Babası Ebu Bekir’s-Sıddîk, bir araziyi kendisine vermeyi düşünmüş, vefat edeceği zaman ona şunları söylemiştir:

“Kızım! Allah yemin ederek söylüyorum ki, benden sonra senin zengin bir durumda bırakmaktan daha sevimli, benden sonra seni fakir bir hâlde bırakmaktan daha zor/daha acı bir şey benim için söz konusu değildir. Daha önce sana vereceğimi düşündüğüm “yirmi vesk” civarındaki araziyi verseydim, o şimdi senin olurdu. Fakat, o şimdi artık varislerin ortak malıdır. İki erkek iki de kız kardeşin var, artık malınızı Allah’ın kitabına göre taksim edersiniz.” dedi. Ben,

“Esma’dan başka kız kardeşim yoktur, öbürü kimdir?” dedim. Bunun üzerine Ebu Bekir;

“Hamile olan eşimin karnında / rahminde olanın kız olduğunu düşünüyorum.” dedi ve gerçekten kız olarak doğdu.

İmam Sübkî’nin de ifade ettiği gibi, burada iki cihetten bir keramet, gaybdan haber vermek vardır. Birincisi, “artık malının varislerine kaldığını” söylemek suretiyle, içinde bulunduğu hastalıktan kesin olarak öleceğini söylemesi, ikincisi, hamile olan eşinin kız doğuracağını bildirmesi. (bk. Gazalî, İhyau’l-ulûm, 3/23; Yusuf Nebhanî, Huccetullahi alal’-âlemîn, s.860).

2. Hz. Ömer, Sariye adında bir kişiyi Fars bölgesine gönderdiği ordunun başında komutan tayin etti. Ordu, Nihavend’i kuşatma esnasında,  her taraftan hücum eden düşman askerleri karşısında az kalsın hezimete uğrayacaktı. Hz. Ömer Medine’de minbere çıkmış hutbe okuyordu. Birden sesini yükselterek,

“Sariye! Sırtını dağa ver, şunu bil ki, sürüsünü kurda kaptıran büyük bir zulüm etmiş olur.”

diye seslendi. Allah, onun bu sesini Sariye’ye duyurdu ve

“Bu Emiru’l-müminin Ömer’in sesidir.”

dedi ve emri doğrultusunda askerlerini dağ tarafına çekti ve zafere ulaştı.(Gazalî, İhyau’l-Ulûm, 3/23; Nebhanî, a.g.y).

3.  Hz. Enes anlatıyor:

“Ben Hz. Osman’ın yanına giderken, yolda gözüm bir kadına ilişti ve içimden güzelliğini düşündüm. Yanına vardığımda, Hz. Osman:

‘Bakıyorum biriniz yanıma geliyor, zinanın izleri gözlerinden okunuyor.’ dedi ve ekledi; ‘Göz zinasının -harama- nazar etmek / bakmak olduğunu bilmez misin? Yemin ederek söylüyorum ki, ya tevbe edeceksin, yahut sana ta’zir cezasını uygularım.’ Bunun üzerine ben:

“Resulullah’tan sonra da vahiy gelir mi?”dedim. O,

“Hayır! Fakat basiret, burhan/bazı deliller-alametler ve sadık/doğru firaset vardır.”diye cevap verdi. (Gazalî, İhyau’l-ulûm, 3/23-24; Nebhanî, 861-62).

4.  Hz. Ali tarafından meşhur Ercuze kasidesinde,

“Dokuz karn sonra (o günün ıstılahında, karn 60 yıldır), şark kavimleri, Arab üzerine hücum edecek, galeb edip hayvan gibi Arab’ı kesecek. Bunlar, öyle müthiş fitneler, musibetler ki, en karanlık geceden daha ziyade karanlık olacak.” 

– Bu kasidede Abbasî devletinin başına gelen yıkım felaketine “tarih vererek” işaret ettiği gibi, yine ebced hesabıyla “1348/1928” tarihinde İslam harflerinin kaldırılıp yerine Latin harflerinin konulacağına –sarahate yakın bir tarzda- işaret etmiştir(bk. Şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Mecmuatü’l-ahazab/şazelî cildi, s. 590). İşte Hz. Ali kendisinden sonra yaklaşık 500 sene sonra meydana gelen Cengiz-Hülagu fitnesinden bahsettiği gibi, 13 asır sonra meydana gelen Kur’an harflerinin kaldırılacağına dair gaybî haber vermiştir.(Bu konu için bk. Sikke-i Tasdik-i gaybî, On Sekizinci Lem’a).

– Gayb bilgisi iki çeşittir: Mutlak gayb bilgisi, izafî gayb bilgisi. Mutlak gayb, Allah’ın ilmindeki gaybtir. İzafî gayb ise, mutlak gaybden çıkmış şahadet alemine girmiş göreceliği olan rölatif gaybtir. Yani bazılarımız için gayb olan bir kısım şeyler, bazılarımız için gayb olmaktan çıkmıştır. Bu şuna benzer; uzaktan bir şeyi gözlemeye çalışan iki kişi vardır; bunlardan birisi onu çıplak gözle seyretmeye çalışıyor ve -gözün kapsam alanının dışında olduğundan-  onu göremez. Bu şey onun için bir gaiptir. Diğeri ise, dürbünle baktığı için rahatlıkla onu görebiliyor. Ve bu şey bu adam için gaip değil, gaiplikten çıkmış bir olgudur. Bu durum, kalp gözü açık olanlarla kalp gözü kapalı olanlar için de geçerlidir.

– Kur’an’da “gaybı ancak Allah bilir” mealindeki ifadenin anlamı şudur: Hiçbir varlık Allah’ın izni olmadan gayb olan bir şeyi bilemez. Hiç kimse mutlak gaybı bilemez. Bunu – Peygamberler dahil- kimse bilemez. Fakat Allah dilediği elçisini vahiy yoluyla – ve elçinin izinden giden samimi kullarını ilhamla -bundan haberdar edebilir.

– Gelecekten haber vermek ise, bağımsız olarak kendi başına gaibi bilmeye yönelik bir iddia olduğu için kabul edilemez. Böyle bir iddia,

“Gãibi Allah’tan başka kimse bilemez. Bir de Allah’ın kendisine öğrettiği elçisi bilebilir.” (Cin, 72 / 26-27)

mealindeki ayetin ifadesine ters düşer. Fakat Peygamberlerin, özellikle Hz. Muahammed (a.s.m)’in gaibe dair haberleri yüzlercedir. Aklı başında hiç kimse, her an Allah ile irtibat halinde olan peygamberimizin (a.s.m) gaibi bilmesini yadırgasın. Doğrusu bu çok ciddi bir cehalet ürünüdür.

Gerek peygamberimizin (a.s.m), gerek samimi bir şekilde onun yoluna tabi olmak suretiyle keşif – keramet sahibi olan velilerin bu tür gaybî haberlerinin doğruluğuna ehl-i sünnet alimlerinin ittifakı vardır.

– Peygamberimiz (a.s.m), hanımlarından birine gizli bir şey söylemiş, fakat o bu sırrı kumalarından birine aktarmış ve peygamberimiz, onun söylediklerini kendisine aktarınca da, şaşırmış ve bunları nerden öğrendiğini sormuştu. Efendimiz de ‘Bunları bana her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi’ demiştir” Bu olay Kur’an’ın Tahrim Suresinde geçmektedir.

– Sahih hadis kaynaklarında, Hz. Peygamber (a.s.m)’in İran, Bizans, Kudüs, Şam, İstanbul fethi gibi daha bir çok yerin fethedileceğini haber verdiği ifade edilmektedir. Zaman ise, o haberlerin aynen çıktığına onlarca kez şahitlik yapmıştır.

İşte birer örnek olsun diye verdiğimiz bu misaller, tereddüde yer vermeyecek derecede, Peygamberimizin nübüvvetini çok güçlü bir şekilde tasdik etmektedir.

– Hz. İsa (a.s.)’ın,

“Evlerinizde ne yediğinizi ve biriktirip sakladığınızı da bilirim.” (Âl-i İmran, 3 / 49)

mealindeki ifadesi de, onun gaybı bildiğini göstermektedir.

İddia:

• GAYBI BİLDİĞİNİ İDDİA EDENLER

“Ayetlerimizi inkâr eden ve ‘Bana mal da çocuk da verilecek’ diyen kimseyi gördün mü? O, gayba mı muttali oldu, yoksa Rahman katından bir söz mü aldı? Hayır, asla! Söylediğini yazacak ve azabını artırdıkça artıracağız.”

“Yoksa onların, göğe tırmanacak bir merdivenleri vardır da, göğün sırlarını oradan mı dinliyorlar? O hâlde dinleyicileri apaçık bir delil getirsin. (…) Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri mi (oradan istediklerini) yazıyorlar?”

“Gaybın bilgisi kendi yanında da o mu (âlemin esrarını) görüyor?”

“Yoksa gayb, kendi yanlarında da onlar mı (istedikleri gibi) yazıyorlar?”

Said Nursî, Hz. Ali’nin şöyle dediğini iddia etmektedir: “evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur” Yani: “Ben, dünyanın başlangıcından kıyamete kadarki mühim sırları biliyorum ve benim bu bilgim gözle görülemeyenin, duyularla idrak edilemeyenin, bilinemeyenin ve gizli olanın, yani size ‘gayb’ olanın aksine; gözle görülen, duyularla idrak edilen ve hâlihazırdaki ‘şehadet’ bilgisi derecesindedir. Şüphe eden varsa istediğini sorsun! O, zelil (hor, hakir; alçak, aşağılanan) olacaktır.” 

Hz. Peygamber ise, yukarıda da aktardığımız üzere, şöyle demekle emrolunmuştur:

“Ben gaybı bilmem. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır elde ederdim ve bana hiç bir kötülük dokunmazdı.”

Merhum Yazır, gaybı bilir olmayı rububiyetle irtibatlandırmıştır. O, A’râf suresinin 188. ayetinin tefsirinde şunları söyler:

(…) Eğer ben kendi kendime gaybı bilir olsa idim, daha çok hayır yapardım ve bana o su’, o dokunabilen elem ü zarar dokunmazdı. Yani hâlim şimdiki gibi bir beşer, bir abid hâli olmazdı rabb olmam lâzım gelirdi. Bu ise muhâldir.

İlyas Çelebi ise, meseleyi ulûhiyetle ilgili görmüştür:

Kur’an; peygamberi sihirbazlarla ve kâhinlerle karıştıran, onun şahsiyetini ilâh, cin ve melek şeklinde düşünen, peygamberin sadakatini ancak gaybtan haber vererek ispat edebileceğine inanan Yahudilere, Hristiyanlara ve müşriklere karşı Resulü Ekrem’e, melek olduğunu söylemediğini, gaybı bildiğini iddia etmediğini ve Allah’ın hazinelerinin kendi yanında olduğunu ileri sürmediğini söylemesini emretmekte (En’âm, 6/50) ve gerçekçi bir akideyi dile getirmektedir. Bu ve benzeri ayetlerde gaybı bilmek ile ulûhiyet arasında ilgi kurulmuştur.

Said Nursî, yürüdüğü zeminin kayganlığına rağmen adımlarını ihtiyatsızca atmaktadır. Hz. Ali’ye aşırı muhabbet, nicelerinin ayağını kaydırmıştır. Nitekim, Şianın Galiye taifesinden Hz. Ali’nin ulûhiyetini iddia edenler olmuştur.

Peygamberlik makamının bile söyleyemediği bu sözleri Hz. Ali’ye nisbet etmek, açıkça ona iftira atmaktır.

Said Nursî’nin zikrettiği ayet (“lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu”), Neml suresinin 65. ayeti olsa gerektir. Aslında böyle bir ayet yoktur. İçinde bu kelimelerin geçtiği yerini belirttiğimiz ayet şöyledir: “Kul lâ ya’lemu men fi’s-Semâvâti ve’l-Arzi’l-gaybe illallâhu (…)” “De ki: ‘Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez.’ (…)”

İddiaya Cevap:

“lâ ya’lemu’l – gaybe illallâhu” ifadesi, bu şekliyle bir ayet olmadığı doğrudur. Asıl ayetin metni “”Kul lâ ya’lemu men fi’s-Semâvâti ve’l-Arzi’l-gaybe illallâh” (Neml, 27/65) şeklindedir. Bu ayette vurgulanan husus “lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu” ifadesinde yer alan ve “Allah’tan başka kimse gaybı bilemez” mealine gelen ifadedir. Bu ifadenin hepsi ayette vardır. Yalnız, “göklerde ve yerde olanlar” mealindeki “men fi’s-Semâvâti ve’l-Arzi” ifadesi “lâ ya’lemu” ile “’l-gaybe illallâhu”) arasında yer almıştır. Fakat alimler arasında eskiden beri, bu ayetten iktibas edilerek “lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu” düsturu yaygın bir kullanım alanına sahiptir.

İddia:

Said Nursî’nin, “Allah’ın izniyle, bildirmesiyle” gibi getirdiği istisnalar, ayetlerin hükmünü değiştiremez. Şüphesiz ki, Allah Tealâ sadıktır ve Kitabında belirttiği üzere tasarruf eder. Kitabında “vermem, bildirmem…” demişse; bu, insanların hayatında da aynen tezahür edecektir. Yüce Rabbimiz Kitabında verdiği haber, vaat ve ahitlerini asla neshetmez.

“(…) Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?”

Nitekim, “Eğer Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa, ihtilâf edip durmaktadırlar. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri (bu ihtilâftan) istisna teşkil ederler. Zaten, Allah, insanları bunun için yaratmıştır. (…)” buyurulmuştur. Şüphesiz ki, Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz. Rabbimiz dileseydi insanları tek bir ümmet de yapardı, ama yapmamıştır. Diğer bir ayette “(…) Sizin her biriniz için bir şeriat ve bir yol vazettik. Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat, size verdiği şeylerde denemek için (böyle yapmadı). (…)” buyurulmuştur. Kur’an-ı Kerim’de böyle birçok ayet vardır:

“(…) Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. (…)” Ama güçlük çıkarmayı dilememiş, bilâkis kolaylık göstermiştir. “(…) Size kolaylığı ister, güçlüğü istemez.”

“(…) Eğer Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah, dilediğini yapar.” Demek ki, birbirlerini öldürmüşlerdir.” Eğer Allah dileseydi, onlar şirk koşmazlardı. Seni onlara bekçi kılmadık. Sen, onlara vekil de değilsin.” Onlar şirk koşmuşlardır.”

“Eğer Allah dileseydi, peygamberlerden başkasına da gaybı bildirirdi. Ama o, dilediği peygamberden başkasına gaybını bildirmez.”

Ve yine iddia ediliyor ki:

Allah’tan başkasının gaybı bilemeyeceği ve Allah’ın onu peygamberlerden başkasına bildirmeyeceği hükmü, Said Nursî tarafından bir “kudsî yasak” diye ifade edilmiştir. Sanki Allah Tealâ, “gaybı kimse bilemez” dememiş de “kimse, gelecekle ilgili açıklama yapmasın.” diye bir yasak koymuştur. Bu, kişiyi büyük bir sorumluluk altına sokar.

(Bu iddia sahiplerinin “Elbette biz, sahabenin Hz. Peygamber’den duydukları gaybî haberler ve kalplerine doğan keşiflerle istikbalde olacak bazı hadiseleri bildiklerini teslim ve kabul ediyoruz. Buna sonraki Allah velisi kullar da dâhildir.”

Hz. Ali (r.a.)’ye ve Allah velisi diğer kullara isnat edilen, ayetlere muhalif olmasın diye çaktırmadan, sezdirmeden gaybtan haber verme iddiası da, alenen onlara atılmış bir iftiradır. “Ayetlerde ‘gaybı yalnız Allah bilir; Allah peygamberlerinden başkasına gaybı açmaz’ denmiştir, ama aslında gayb bize bildirilmiştir. Ayetlerin zahirine ters düşmemek için bunları sizlere remz, işaret, ima yolu ile bildiriyoruz.” türünden sözler, Allah velisi kullardan sâdır olacak sözler değildir.

Said Nursî, kehanetle velâyeti de birbirine karıştırmıştır.

Said Nursî’nin “ilm-i kelâmın en büyük allâmesi” , “Ehl-i sünnetin ve ilm-i kelâmın azîm imamlarından meşhur” diye tavsif ettiği Taftazanî, Şerhu’l-Akaid’de kâhini şöyle tanımlamaktadır:

Kâhin, gelecek zamanda vuku bulacak hadiseleri haber veren, sırları bildiğini ve gayb âlemine ait bilgilere vâkıf olduğunu iddia eden kişidir.

İmam Nesefî de şöyle der:

Gaybtan verdiği haber konusunda kâhini tasdik etmek küfürdür.

Aliyyü’l-Karî ise Fıkh-ı Ekber Şerhi’nde demektedir ki:

İnanç hususlarından biri de, kâhinlerin gaybtan verdikleri haberlere inanmanın küfür olduğudur. (…) Kâhin gelecek zamanda olacak hadiselerden haber veren kişidir. Kâhin sırları bildiğini iddia eder. (…) Kendine ilham geldiği yolunda haber veren kişilerin ilhamlarına uymak da caiz değildir. Hece (ebced) harflerinden manalar çıkaracak bilgiye sahip olduğunu iddia eden kimsenin iddialarına da uyulamaz. Çünkü, bu da kâhinlik manası içine girmektedir.

İddiaya Cevap:

Müslümanlar tarafından çok iyi bilinen kâhinleri, velilerle birlikte anmak, sanki kehaneti savunan varmış gibi bir imaj oluşturmaya çalışmak tam bir cerbezeliktir. Ebced hesabı, Müfessirlerin imamı olarak şöhret bulmuş İbn Cerir Taberî’den beri tefsir kaynaklarında yer almış, böyle hesap sisteminin olmadığını kimse söylememiştir. Bu hesapla, 29 Surenin başında bulunan mukattaat harflerinin bazı tarihî vak’alara işaret ettiğini kabul edenlerin yanında kabul etmeyenler de vardır. Fakat, -bu tarihî olaylarla ilgili çıkarsamaları kabul etsin etmesin- ebced hesabıyla ilgili hadis rivayetine itiraz eden tefsircilere hemen hemen hiç rastlanmamaktadır.

Daha birkaç satır yukarıda, şu sözlere de yer verilmişti:

“Elbette biz, sahabenin Hz. Peygamber’den duydukları gaybî haberler ve kalplerine doğan keşiflerle istikbalde olacak bazı hadiseleri bildiklerini teslim ve kabul ediyoruz. Buna sonraki Allah velisi kullar da dâhildir.”

İddia:

“Hz. Ali (r.a.)’ye ve Allah velisi diğer kullara isnat edilen, ayetlere muhalif olmasın diye çaktırmadan, sezdirmeden gaybtan haber verme iddiası da, alenen onlara atılmış bir iftiradır. “Ayetlerde ‘gaybı yalnız Allah bilir; Allah peygamberlerinden başkasına gaybı açmaz’ denmiştir, ama aslında gayb bize bildirilmiştir. Ayetlerin zahirine ters düşmemek için bunları sizlere remz, işaret, ima yolu ile bildiriyoruz.” türünden sözler, Allah velisi kullardan sâdır olacak sözler değildir.”

İddiaya Cevap:

Şimdi bakın, bir yandan hiç kimsenin istikbalde olacak gaybî işleri asla bilmediklerini iddia ederken, diğer yandan söylediklerinin tam tersini seslendiren bu gibi insanların aklî muhakeme sahibi olduklarını söyleyebilir misiniz? Demezler mi; “Eğer bu zatların istikbale ait bilgilerini kabul ediyorsan, -yukarıdan beri- şimdiye kadar yaptığınız çarpıtmalı izahların anlamı ne?” 

Bu çelişkili ifadelerin tek bir açıklaması vardır: Bu da iki kategoride mütalaa edilebilir.

Birincisi; Bu adamlar, gerçekten hiçbir velinin keramet sahibi olmadığını düşünüyorlar ve “kerametleri inkâr” konusunda gösterdikleri çabalarda samimidirler. Ancak, Müslümanların tepkilerini nazara aldıkları için samimiyetsizce; “Elbette biz, sahabenin Hz. Peygamber’den duydukları gaybî haberler ve kalplerine doğan keşiflerle istikbalde olacak bazı hadiseleri bildiklerini teslim ve kabul ediyoruz. Buna sonraki Allah velisi kullar da dâhildir” demek zorunda kalıyorlar ve kendi bildiklerinin tam tersine beyanda bulunarak yalan söylemekten çekinmiyorlar.

İkincisi: “sahabelerin kalplerine doğan keşiflerle istikbalde olacak bazı hadiseleri bildiklerini teslim ve kabul ediyoruz. Buna sonraki Allah velisi kullar da dâhildir” şeklindeki beyanlarında samimidirler. Ancak bu takdirde “kerametleri inkâr” konusunda gösterdikleri çabalarında samimi olmaları mümkün değildir.

Peki, bunları bu samimiyetten uzak, sahip oldukları kanaat-ı vicdaniyelerine aykırı beyanlarda bulunmalarının, bu konuda yalan ve iftiradan çekinememelerinin sebebi ne olabilir?

– Doğrusu, bunu tamamen çözmek oldukça zor görünüyor. Bununla beraber, kuvvetle muhtemel bir iki nokta üzerinde durmakta fayda vardır:

Birinci nokta: Makam-ı içtimaîde kendilerine haddinden fazla bir pay ayırmaya çalışan bazı adamlar, -bütün çabalarına rağmen-istedikleri teveccühü bulamadılar. Bunun en önemli bir sebebi ise, -dünyaca kabul gören- Risale-i Nur eserleri olduğunu düşündüler. Risale-i Nurların cazibesi onların mevhum ve muhayyel cazibelerine engel olduğunu düşündüler. Bu engeli ortadan kaldırmak için “meşru-gayrimeşru – her vesileyi kullanmayı mubah saydılar. Bilindiği gibi, yalancı insanlar tekrar ede ede zamanla kendileri de kendi yalanlarının doğruluğuna inanabilirler. İşte –önceleri hasetten doğan- garazkâr tavırları sergileyen bu adamlarda zamanla yalanlarını doğruymuş gibi algılamaya başladılar. Bu konuda gösterdikleri fazla çabanın hikmeti de budur. Artık –kendi hasta akıllarınca- bir doğruyu savunuyorlar!!!

İkinci nokta: Bunlar, haricî zihniyetine hizmet karşılığında, böyle bir açık hatayı işlemiş olabilirler. Daha önce sahabeleri öldürmekten çekinmeyen, özellikle de Hz. Ali ve Âl-i beyte karşı adavet besleyen bu haricî  damarını taşıyanlar, Hz. Ali ve Âl-i beytin muhabbetini esas alan ve onların manevî bir dairesi olan Risale-i Nur’u hazmedemedikleri için –dinlerinin zararına da olsa- ona karşı böyle bir mücadele içerisine girmeyi kutsal bir görev addederler. Anlaşılan, bu damarın hatırı, bütün hatırlardan daha galip gelmiştir. Dinini dünyaya satanların kulakları çınlasın.

– Bediüzzman gibi “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez.” diyen ve seksen küsur senelik ömrünün önemli bir kısmını –zindanlarda, sürgünlerde geçirerek- bunu ispat eden mübarek bir zatın samimiyeti herkesten beklenemez. Hele gönül körlüğü çeken bu gibi muteriz adamlardan hiç beklenmez.

İddia:

Biz, bu mübarek zatların “Ne isterseniz sorun bize! Geçmişten, gelecekten…” türünden âdeta meydan okuyup mutlak gaybı bilircesine sözler ettiklerini kabul etmiyor, bu sözlerin onlara izafe edilmesini reddediyoruz. Said Nursî, onların da kendisi gibi olduğu hayaline kapılmıştır. Onlar öyle “Burada her soruya cevap verilir, kimseden soru sorulmaz” demedikleri gibi, bu sözleri de asla demezler.

Şüphesiz, müminlerin yapmadıkları bir şeyi yaptıklarını iddia etmek nasıl bir iftira ve açık bir günahsa, demedikleri sözleri dediklerini ileri sürmek de bir iftira ve açık bir günahtır.

İddiaya Cevap:

Bediüzzaman’ın “Burada her soruya cevap verilir, kimseden soru sorulmaz.” şeklinde kapısına bir levha astığını cümle alem bilir. Burada, firavunlaşmış inkârcılara karşı olduğu kadar, haddini bilmeyen, kaş yapayım derken göz çıkaran, cehaletleriyle dine zarar veren ve orta çağın yadigârları sayılan bazı cahil softalara karşı da bir meydan okuma vardır. Ve hiç kimsenin bu meydan okuyuşu kıramadığına göre, bu bilginin arkasında, bir ilahî inayetin var olduğunda şüphe etmemek gerekir. Bu meydan okuyuş, asrın müceddidi ve mürşidi olan zatın üstelendiği bu kutsal görevi hakkıyla yerine getirebilecek donanımlara sahip olduğunu insanlara ilan etmekten ibarettir.

Bu, aynı zamanda, ileride Kur’an’a karşı su-i kastların yapılacağını, bunlara karşı mücadele edecek, bunlara karşı koyacak ve insanları dinsizlik cereyanlarına karşı koruyacak asrın en büyük mehdisi konumunda olan Risale-i Nurun zuhur edeceğini -bir hiss-i kable’l-vuku ile sezen- Bediüzzaman Hazretlerinin, bu eserin önemine dikkat çekmek gibi son derece meşru, zorunlu bir ilanatı hükmündedir.

-Farz edelim ki daha önceki sahabe ve alimlerden hiç kimse; “Burada her soruya cevap verilir, kimseden soru sorulmaz.” dememiştir. Peki onların demedikleri bir sözün daha sonra gelen hiç kimsenin söyleyemeyeceğini, böyle bir şeyin caiz olmayacağını bildiren bir ayet veya bir hadis veya alimlerin bir sözü var mıdır? “Vardır” diyenleri, İslamî literatürde yer alan ve –daha önce söylenmemiş binlerce değişik / yeni bilgi ve yorumları ihtiva eden- kaynaklar tarafından anında tekzip edilir.

Bediüzzaman’ın kendilerine atıfta bulunduğu sözkonusu –sahabe ve evliyalardan – bir kısım zatların bu sözleri söylediklerini gösteren kaynaklar vardır. İlmen bunlara inanmakta hiçbir sakınca yoktur, hatta zorunluluk vardır, denilebilir. Zaten bütün ilimlerin, bilgilerin en önemli referans mercii bu kaynaklardır. Bu kaynakları gösteren davasını ispat edebilir. Bediüzzaman bu kaynakları göstermiştir.

İddia:

“Mümin erkekleri ve mümin kadınları yapmadıkları bir şeyle incitenler, bir iftira ve açık bir günah yüklenirler.”

Aslında, Said Nursî’ye bunları söyleten; bu zatların, kendisi, şakirtleri ve yazdıkları risalelerle alâkadar oldukları gibi bir hayale ve zehaba kapılmış olmasıdır. Onun saklandığı tevazu perdesi açıldığında ortaya çıkacak olan sadece büyük bir kibir, gurur, enaniyet ve ucubtur. Alçakgönüllü gibi görünmesine karşın, mensubu olduğu ümmetten önceki ümmetlere bile Nur Risaleleri’nden haber verildiğini ilân edecek kadar işi ileri götüren birisinin ruh hâli artık sağlıklı kabul edilemez. Kütüb-ü sabıkada bile Nur Risaleleri’nden remzen haber verildiği iddiası; Said Nursî’nin tenebbisinde onu ele veren hey’atın feletâtından biridir. Bu konu, kitabımızın sonunda ele alınacaktır.

İddiaya Cevap:

Hayatı ortada olan ve ilim çevresinde Bediüzzaman unvanına layık görülen Said Nursi için, -Kur’an’da emredilen hüsnüzan prensibine aykırı olarak- böyle bir mütalaada bulunmak, eğer cahillikten kaynaklanmıyorsa, Arşı titretecek, meleklerin lanetini celp edecek bir cinayet-i azimedir. Çünkü, milyonlarca insanların şahadetiyle hayatını Kur’an’ın hizmetine vakfeden, değil dünya menfaatlerini, nefsanî duyguların arzularını; cenneti dahi bu hizmetin ücreti olarak kabul etmeyecek kadar bir takva ve ihlasa sahip olan bir zata karşı, böyle iftiralar düzmek, doğrudan Kur’an’a dokunan düşmanca bir davranıştır.

Değişik meslek ve ilim erbabından milyonlarca insanların kanaatine göre, Bediüzzaman Said Nursi, tekvanın, ihlasın, tevazuun, ilim ve irfanın zirvesinde olan bir şahsiyettir. Bu kanaatlerin bir kısmı, yakından hayatını takip edenlerin gördüğü eşsiz feragat ve takvaya paralel olarak oluşmuştur. Yıllarca yanında, yakınında, hizmetinde bulunan talebelerinin, arkadaşlarının ve kendisini yakından tanıyan dostlarının kanaati bu kısma giren bir şahitliktir. Bu kanaatlerin diğer bir kısmı ise, Yazdığı Risale-i Nur eserlerini okuyanların vardığı bir sonuçtur.

Şimdi Bediüzzaman Hazretleri hakkında, yukarıdaki iddiaları yapanların kanaati ile bu milyonların kanaati farklıdır. Acaba, görerek, okuyarak ilmî, vicdanî bir kanaate varan milyonların görüşleri mi, yoksa-haricilik taassubuyla- kalp gözlerini kaybetmiş olan dört-beş kişinin iddiaları mı insana daha güven veriyor? Milyonlarca ehil insanların kanaatine muhalif yapılan bu beyanlar sadece masum bir cehaletin ürünü değil, bilakis garazkâr, kibirli, gururlu, meziyet sahiplerini kıskanan, hasetçi ve maneviyat sahibi bütün evliyalara hücum etmeyi marifet sayan –milletimizce malum olan- zalim bir ideolojinin ürünüdür.

***

Sorularla Risale

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Manevî Hayata Hizmetleri

Üstad Said Nursi’nin Manevi Hayata hizmetleri   Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said’ ve ‘yeni Said’ …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Maddelerle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in İtikadı

Mehmed Zâhid KOTKU(ks)  Ehl-i sünnet ve’l-cemaat radıya’llahu anhüm ecmaîn Hazretlerinin i’tikâdları budur ki : 1 …

Kapat