Ana Sayfa / KASTAMONU / Kastamonu Bilgi-Belge / BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİNİN KASTAMONU HAYATI II

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİNİN KASTAMONU HAYATI II

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

TARİHÇE-İ HAYAT’TAN:

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİNİN KASTAMONU HAYATI II


KASTAMONU’DA BEDİÜZZAMAN’A SEKİZ SENE

HİZMET EDEN MEHMED FEYZİ İLE KIYMETDAR

BİR NUR TALEBESİ OLAN EMİN’İN BİR

MEKTUBUDUR

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ رَسَائِلِ النُّورِ الْمَقْرُوئَةِ وَ الْمَكْتُوبَةِ

Çok Sevgili, Çok Kıymetdar, Çok Müşfik Üstadımız Efendimiz Hazretleri;

Evvelâ: Leyle-i Mi’racınızı tebrik eder, ellerinizden öper, kusurumuzun afvını rica ederiz.

Üstadımızın tercüme-i halini merak edenlere deriz ki:

Kur’an-ı Hakîm, otuzüç Âyâtının i’cazkâr işaretiyle, İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu Celcelûtiye ve Ercûze’sinde kerametkâr delâlâtiyle; Gavs-ı Azam Kuddise Sırruhu, beşaretkâr beyanatıyla, Üstadımızın hakiki terceme-i halini ve Risale-i Nur’un hakiki mahiyetini beyan etmişler.

Üstadımızın şahs-ı mânevîsini bilmek isteyenler, Risale-i Nur’un İşârât-ı Kur’aniye ve Kerâmât-ı Aleviye ve Kerâmât-ı Gavsiye risalelerini ve Risale-i Nur’un sair eczalarını dikkatle tetebbu etmeleri lâzımdır. Yalnız bizim, Üstadımız hakkındaki kanaat-ı kat’iyemiz şudur ki: İsm-i Nur ve İsm-i Hakîme mazhariyetle, Kur’an-ı Hakîmin hazinesinden nail olduğu hakaik ve maârifi, tahdis-i nimet maksadıyla beşere ilân eden bu allâme-i zîfünun Bediüzzaman Hazretleri, ahlâk-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm ile tahallûk etmiş, nefis ve heva berzahlarından geçmiş, mekârim-i ahlâkın en mümtaz ve müstesna bir timsâl-i mücessemi olarak bu asırda bulunmuş. Şimdiye kadar bütün hayatında şayan-ı hayret bir ulûvv-ü himmet ve sekinet ve iffet ve mahviyet içinde yaşamış. Gına-yı kalbi, tevekkül ve kanaatı harikulâde; maişet ve kıyafeti, pek sade ve mekârim-i ahlâkı, pek fevkalâde; dünyaya zerre kadar meyil ve muhabbet etmez.


Hem öyle bir tarzda izzet-i ilmiyeyi hayatta muhafaza etmiş ki; asla kimseye arz-ı iftikar etmemek, hayatının en mühim bir düsturu olmuştur. Dünya kendilerine teveccüh etmişse de, ondan yüz çevirmiş olan Üstadımız; emr-i maaşta Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle, iffet ve nezahetini daima muhafaza eder; sadaka, zekât ve hediyeleri almaz. Yakinen biliyoruz ki; Kastamonu’da bulundukları zaman, oturdukları evin îcarını vermek için yorganını sattılar da, yine hiç bir suretle hediye kabul etmediler.


Hem Üstadımız, tekellüf ve taazzumdan asla hoşlanmaz ve talebelerinin dahi tekellüf kaydından âzade olmalarını emreder. Ve buyururlar ki: “Tekellüf, şer’an ve hikmeten fenadır; çünki tekellüf sevdası, insanı, hadd-i mârufu tecavüze sevkeder. Mütekellif olanlar, bazan hodbinane bir tezahür ve tefâhur tavrı ve muvakkat soğuk bir riyakâr vaziyeti takınmaktan kurtulmaz. Halbuki bunların ikisi de ihlâsı zedeler.”


Hem Üstadımız, gayet mütevazidir. Tefevvuk ve temeyyüz dâiyelerinden, şöhret sevdalarından ziyadesiyle sakınırlar. Kendilerine mahsus sâfi meşrebi, o gibi can sıkacak şeylerden âlîdir. Herkese, hele ihtiyarlara ve çocuklara ve fukaralara, rıfk ve mülâyemetle uhuvvetkârane bir muamele-i hâlisanede bulunurlar. Mübarek yüzlerinde, mehâbet ve beşâşetle karışık bir nur-u vakar lemean eder. Heybetle beraber âsar-ı üns ve ülfet dahi görünür. Daima mütebessim bulunurlar. Fakat bazan tecelliyatın muktezası olarak mehâbet ve celâl nazarı o derece tezahür eder ki, artık o zaman yanında bulunup da söz söylemek isteyen adamın, âdeta dili tutulur, ne söylemek istediği anlaşılmaz. Bu âcizler, çok defa bu hali müşahede ettik.


Üstadımızın, az söylemek âdetidir. Fakat söylediğini veciz söyler; her halde düstur-u hikmet olarak pek mânidar ve pek şümullü birer câmiül-kelimdirler.


Üstadımız, ne kimseyi zemmeder ve ne de yanında kimseyi gıybet ettirir. Bunlardan asla hoşlanmaz. Kusur ve hataları setrederler. Hem o kadar hüsn-ü zanna mâliktir ki, hatta kendisi hakkında bir nâseza söz tebliğ edene; “Haşa! bu yalandır. Bu sözü söyledi dediğin zat, böyle söylemez.” buyururlar.


Üstadımızın nefisle mücahedede bir rüsuh ve ihtisası vardır ki, asla huzûzat-ı nefsaniyelerine hizmet etmezler. Bir insana kâfi gelmeyecek kadar az yerler ve az uyurlar. Gecelerde, sabaha kadar câlib-i dikkat bir hal-i hâşiâne ile ubudiyette bulunurlar. Yaz ve kış, bu âdetleri tahallüf etmez. Teheccüd ve münâcat ve evradlarını asla terketmezler. Hatta bir Ramazan-ı Şerifte pek şiddetli hastalıkta, altı gün birşey yemeden savm-ı visâl içinde ubudiyetteki mücahedelerini terketmediler. Komşuları her zaman derler ki: “Biz, sizin Üstadınızın sekiz sene yaz ve kış geceleri, aynı vakitlerde sabaha kadar hazin ve muhrik sadasıyla münâcat seslerini dinler ve böyle fasılasız devamlı mücahedesine hayretler içinde kalırdık.”


Hem Üstadımız, taharet ve nezafet-i şer’iyeye son derece riayet eder; her zaman abdestli olarak bulunur; asla mübarek vaktini boş geçirmez. Ya Risale-i Nur te’lifiyle veya tashihiyle meşgul veya Münâcât-ı Cevşeniyeyi kıraat ve secdegâh-ı ubudiyete kaim veya tefekkür-ü âlâ-i İlâhî bahrine müstağrak bulunurdu. Ekseriyetle, yaz zamanı şehre uzak ormanlık dağ vardı. Üstadımızla oraya giderdik. Yolda, hem Risale-i Nur tashih ederler, hem bu âciz talebelerinin okudukları risaleye dikkat ederler ve tashih için hatalarını söylerler veyahut eski müellefatından birisinden ders verirler; bu suretle yolda bile mübarek vaktini vazife ile geçirirlerdi. Evet biz itiraf ediyoruz ki, Üstadımızın nutkundaki letâfet ve ülfetindeki halavet o derece feyiz bahşederdi ki; insan, sabahtan akşama kadar o vaziyette ders alsa, yol yürüse, asla sıkılmak ihtimali yoktu.

Hem Üstadımız, Risale-i Nur hizmetini herşeye tercih ederler ve buyururlardı ki: “Yirmi senedir Kur’an-ı Hakîm’den ve Risale-i Nur’dan başka bir kitabı ne mütalâa etmişim ve ne de yanımda bulundurmuşum; Risale-i Nur kâfi geliyor.” Evet, Feyyaz-ı Mutlak tarafından bütün hakaik-i Kur’aniye kalb-i münevverine ilham ve ilka-i küllî ile ifaza olunur da, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dan başka neye muhtaç olur? Bundan şübhesi olanlar, Risale-i Nur’a dikkat etsinler. Cenab-ı Hak, Üstadımıza, Risale-i Nur’un te’lifinde öyle bir iktidar-ı bedî ihsan etmiştir ki, bu herkese nasib olacak hasletlerden değildir. O hârika Nur Risaleleri, her biri; gurbette, hastalık içinde, dağda bağda, kâtibsiz, tahammülü müşkil gayet ağır şerait dahilinde, zâhirî nice müşkilâtlarla meydana gelmiş ve mü’minlerin imdadına yetişmiştir. Fakat Cenab-ı Hakka şükrolsun ki, inayet-i İlâhiyye, hârika bir tarzda Üstadımıza fevkalâde muvaffakıyet ihsan etmiştir. İşte bu sırdandır ki Cenab-ı Hak, ona kâinatı bir kitab-ı semavî ve arzı bir sahife gibi keşf ve şuhudla bihakkalyakin okuyacak bir iktidar vermiş; mahz-ı inayetle böyle kudsî bir esere sahib kılmıştır. Evet, âyât-ı teşriiyeyi hâvi Kur’ân-ı Mucizül-Beyanın hakaik ve maarifini ve âyât-ı kevniyeyi şâmil kitab-ı kebir-i kâinatın vezâif ve meânisini beyan edip, mârifetullahın en yüksek derecatına urûca nev-i beşeri teşvik eden ve bugünkü günde, ölmeye yüz tutan kalbleri bile izn-i İlâhî ile ihtizaza getirecek kadar harika bir eser-i bedîa, bir sereyan-ı serîa olan Risale-i Nur ile neşr-i hakaik eden bu vücud-u mes’ud ile beşeriyet iftihar etmek lâzım gelirken; çok garibdir ki, ehl-i şekavet tarafından zehir verilmeye cesaret ve taş attırılmaya bile cür’et ediliyor. Evet

اَشَدُّ الْبَلاَءِ عَلَى اْلاَنْبِيَاءِ ثُمَّ اْلاَوْلِيَاءِ sırrıyla, Enbiyanın vârisi olanların türlü türlü belâlara uğramaları, hikmet-i İlâhiyye iktizasından olmasıyla, o zümre-i mübareke gibi, Üstadımız dahi nice belâlara hedef olmuştur. Hattâ Kastamonu’ya ilk teşrif ettikleri zaman çocuklar, bir bedbaht şaki tarafından teşvik edilip, abdest almak için çeşmeye çıktıkları vakit taş atmışlar… Fakat Üstadımız daima gördüğü eza ve cefalara ulülazmane sabır ve tahammül eder. Hem safâ-i sadre ve selâmet-i kalbe mâlik olduklarından, o çocuklara dahi hiddet etmeyip buyururlardı ki: “Bunlar, Sure-i Yâsin’den mühim bir âyetin nüktesini keşfime sebeb oldular” diye onlara dua ederlerdi. Sonra bu çocuklar, Üstadımızın duaları bereketiyle şâyân-ı hayret bir hal kesbettiler ki; Üstadımızı uzak-yakın nerede görürlerse, koşarak yanına gelirler, mübarek elini öperler, duasını alırlardı.


Hem Üstadımızın hârika hâlâtı ve şâyân-ı hayret garaib-i ahvali, başta Risale-i Nur olarak pek çoktur. Evet, biz itiraf ediyoruz ki; Üstadımız bizim hâtırat-ı kalbimizi bizden ziyade okur, çok defa haberimiz olmadığı bir meseleden bizleri şiddetli telâşla ikaz ederler, bizi hayrette bırakırlar. Fakat günler geçtikten sonra aynen Üstadımızın ikaz ettiği şeyle karşılaşır, aklımız başımıza gelirdi. Üstadımızla dağa gittiğimiz zaman, daha şehre dönme zamanı gelmeden, birden Üstadımız kalkarlar, bize de emrederlerdi. Hikmetini sormak istediğimizde: “Acele gidelim, Risale-i Nur hizmeti için bizi bekliyorlar.” Hakikaten, şehre avdetimizde, mutlaka mühim bir Risale-i Nur şâkirdi bizi bekliyor bulur veya birkaç defa gelip gittiğini komşular haber verirlerdi. Yine bir gün, Mevlânâ Hâlid (K.S.) Hazretlerinin Küçük Âşık nâmında bir talebesinin neslinden mübarek bir hanım, yanında (Hâşiye) çok senelerden beri muhafaza ettiği Mevlâna Hazretlerinin cübbesini, Ramazan-ı Şerifte teberrüken Üstadımızın yanında kalsın diye Feyzi ile gönderir. Üstadımız hemen Emin kardeşimize yıkamak için emrederek Cenab-ı Hakk’a şükretmeye başlar. Feyzi’nin hatırına: “Bu hanım, benim ile yirmi gün için gönderdi! Üstadım neden sahib çıkıyor?” diye hayretler içinde kalır. Sonra o hanımı görür, o hanım Feyzi’ye der ki: “Üstad hediyeleri kabul etmediğinden, bu suretle belki kabul eder diye öyle söylemiştim. Fakat emanet onundur, canımız dahi feda olsun.” der, o kardeşimizi hayretten kurtarır. Evet, mübarek Üstadımızın o cübbeyi kabulü, Mevlânâ Halid’den sonra vazife-i teceddüd-ü dinin kendilerine intikaline bir alâmet telâkki etmesindendir, derler. Hem de öyle olmak lâzım. Çünki hadîs-i sahihte:


اِنَّ اللّهَ يَبْعَثُ لِهذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا buyurulmuş. Mevlânâ Hazretlerinin velâdeti bin yüzdoksanüç, Üstadımız Hazretlerinin ise bin ikiyüz doksanüçtür. Bu hadîsin tam izahı Risale-i Gavsiye’de vardır.

(Hâşiye): O hanım “Asiye”dir.

Üstadımız, arasıra bizlere hususan Feyzi’ye, lâtife tarzında buyururlardı ki: “Cezanız var, tokat yiyeceksiniz, hapse gireceksiniz…” diye Denizli hapsimizi bize remzen haber verip; hem bizi ikaz, hem kablelvuku’ bir mühim hâdiseyi keşfen beyan ediyorlardı. Hakikaten çok geçmedi, Üstadımızın dediği çıktı.


Yine Denizli hapsi hâdisesinden evvel buyurdular ki: “Kardeşlerim, çoktandır sekiz seneden fazla bir yerde kalmamışım. Şimdi buraya geleli sekiz sene oluyor. Bu sene, herhalde ya vefat edeceğim veya başka yere nakledeceğim” diye Kastamonu’dan teşrifini haber veriyorlardı.


Hem Denizli hapsi musibetinden evvel Üstadımız buyururlardı ki: “Kardeşlerim, Risale-i Nur’a birkaç cihette hücum hissediyorum, ziyade ihtiyat ediniz.” Hakikaten çok geçmedi, İstanbul’da bir ihtiyar hoca, bilmeyerek, bir risalenin bir mes’elesine itiraz ediyor. Sonra eski fetva emini merhum Ali Rıza Efendi Hazretleri, o hocanın itirazını red ve Risale-i Nur’un hakkaniyetini tam tasdik ediyor.

……………………………………………………

Bir müddet sonra, bir hayvan ürküp, Üstadımızın bacağını incitiyor. Aylarca, ızdırablar içinde, vazife-i ubudiyetini ve Risale-i Nur’un hizmet-i kudsiyesini çok müşkilâtla ifa edebildi. Sonra dağda müdhiş bir zehirlenmeden mütevellid gayet ağır surette hasta iken, Denizli hapsi tevkifi meydana çıktı. Fakat o ferd-i ferîd, tahammülü pek müşkil bu dehşetli halde, hem hizmet-i imaniye ve Kur’aniyedeki azm-i metinini, hem ubudiyetteki vezâifi ifaya son derece gayret edip asla fütur getirmeden ulülazmâne bir sabır ile sebat ediyordu. Yine, Üstadımız tevkifimizden evvel mükerreren buyururlardı ki: “Ehl-i dünya, Risale-i Nur’a ilişmesinler, ilişirlerse, âfetlerin hücumuna sebeb olurlar.” Hakikaten herkesçe malûmdur ki, Risale-i Nur şâkirdleri tevkif edilir edilmez her tarafta âfetler, zelzeleler, hastalıklar başlardı; tâ Risale-i Nur’un hakkaniyeti tasdik olunup vatana faideli olduğu itiraf edilinceye kadar çok yerlerde, ezcümle, Kastamonu’da zelzele devam etti. Hattâ Kastamonu’nun tarihî yüksek kal’ası (ki bazı risalelerin medresesi hükmüne geçti) Risale-i Nur’a ve müellifi olan Üstadımıza iştiyak ve hasretinden matem tutup, en sağlam köklü taşlarını aşağı atarak, Üstadımızın ihbar-ı gaybîsini maddeten tasdik etmiştir.


Üstadımız, tevkifimizden mukaddem buyururlardı ki: “Risale-i Nur’a müdhiş bir hücum plânı var, fakat merak etmeyiniz. Müjde, inâyet-i İlâhiyye imdadımıza yetişecek. Şöyle ki: Bugün, okumak için Hizb-i Âzam-ı Nurî’yi açmıştım, birden karşıma وَاصْبِرْ ِلحُكْمِ رَبِّكَ فَاِنَّكَ بِاَعْيُنِنَا وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ Âyeti çıktı. Manen, “Bana bak!” dedi. Ben de baktım, gördüm ki; manasının çok tabakalarından hususan mânâ-yı işarîsiyle ve cifrîsiyle hem hapis musibetine, hem necatımıza işaret ve bize beşaret ediyor.” buyurdular. İşte Denizli mahkemesi, beraet kararı vermezden dokuz ay evvel, bilâtereddüd bu Âyetin definesinden aldığı cevheri izhar edip, hem bu Âyet-i Kerimenin mühim nükte-i i’cazını keşf, hem de bu kuvve-i mâneviyeye muhtaç zaif talebelerini tebşir etmekle bizleri mesrur eylemişlerdir. Bu Âyetin tam izahı, Denizli Müdafaasında ve Lâhikasındadır.


Nüsha-i nâdire-i zaman olan Üstadımız, gayet şeci’ ve metin ve ulülazmâne bir cesaret-i fevkalâdeye mâlik bir lisan-ül haktır ki, hak yolunda söz söylemekten çekinmez ve levm-i lâimden korkmazlar. Bir gün, “Bismillâh” yazılı kabir taşlarını lâğımlar üzerine konurken görürler. Orada, dünyaca mühim zatlar hazır oldukları halde, kimsenin söyleyemediği gayet acı sözlerle o haksız işe ve daha başka haksız işlere de sedd-i sedid olmuşlardır.


Hem memleketimizde her kim Üstadımızı rencide etmeye cesaret etmişse, Risale-i Nur’a zarar getirmişse, mutlaka sû-i âkibete uğramışlardır. Bazıları dehalet edip akılları başlarına gelmiş ise de, bazıları da cezalarını çekmişlerdir. Bu vak’aların bazıları Lâhikada yazılmıştır.


Elhasıl mübarek Üstadımızın evsaf-ı kemalini ve mehâsin-i ahvalini bizim gibi âcizlerin bihakkın tasvir ve târif edebilmesine imkân yoktur. Hâlık-ı Zülcelâl Velcemal Hazretleri, Üstadımızı, bir vücud-u müstesna olarak yaratmış ve tevfik-i İlâhiyyesine mazhar kılmıştır. Ne saadet ona ki; onun bizzat iştigal ettiği ve ehemmiyetle teşvik ve tavsiye ettiği Risale-i Nur ile hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede buluna ve Risale-i Nur’dan dersini almış ola…


Üstadımız, memlekette bulundukça, fâsılasız neşr-i hakaik eylemiş ve bizim saadetimiz için feyiz bahşeden mübarek nefesini sarfetmiştir. Cenab-ı Erhamürrâhimînden bütün ruh u canımızla niyaz ederiz ki: “Mahşer gününde dahi bizleri اَلسَّعِيدُ سَعِيدٌ فِى بَطنِ اُمِّهِ Hadîs-i Şerifine mazhar olan Üstadımız define-i ulûm ve fünûn, bedî-ül beyan allâme-i Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile birlikte haşretsin. Tâ ki, o korkulu günde nurlu, müşfik, mübarek eliyle elimizi tutsun, huzur-u Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a bizi götürsün, İnşâallah! “

Risale-i Nur Şakirdlerinden

FEYZİ, EMİN


* * *

ÂYET-ÜL KÜBRA HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu’da iken, “Âyet-ül Kübra” nâmıyla, Cenab-ı Hakkın varlığını, birliğini, kâinattaki mevcudatın lisanlarıyla isbat eden muazzam bir risale yazmıştır.

Bu risale için Üstadımız, “Şimdiki dehşetli tahribata karşı bir hakikat-ı Kur’aniye ve bir sedd-i âzamdır” demiştir.

Kalbe geldiği gibi acele olarak yazdırılmış, birinci müsvedde ile iktifa edilmiştir. Üstad, “Yazdığım vakit irade ve ihtiyarım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikrimle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmedim.” buyurmuştur.

Bu risale, ilk defa gizli olarak tab’edilmesinden dolayı, Üstad ve talebelerinin hapsine sebeb olmuşsa da, bilâhare Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemeleri, iki senelik tedkikatlarından sonra beraetlerine ve risalenin iadesine ittifakla karar vermişlerdir.

İmam-ı Ali (R.A.) gayb-âşina nazarıyla bu risaleyi görmüş, “Kaside-i Celcelutiye”sinde bu risalenin ehemmiyetine ve makbuliyetine işaret edip وَ بِاْلآيَتِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ fıkrasıyla onu şefaatçi yaparak dua etmiştir.

Bu Âyet-ül Kübra’nın tedkiki neticesinde Üstad ve talebelerinin beraetle hapisten kurtulmaları, İmam-ı Ali (R.A.)ın bu duasının kabulünü isbat etmiştir.

Bu asırdaki dalâlet cereyanları, Müslümanların imanlarında şiddetli bir tahribat yapmak teşebbüsüne karşı, bu hakikat-ı Kur’aniyenin, bir sedd-i âzam olarak makam münasebetiyle buraya dercedilmesi muvafık görüldü.

Ayet-Ül Kübra

KAİNATTAN HÂLIKINI SORAN BİR SEYYAHIN

MÜŞAHEDATIDIR.

(Tevhid hakkında iki makamdan ibaret Yedinci Şua olan Ayet-ül Kübra

Risalesinin İkinci Makamının bir kısmıdır)

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمِنِ الرَّحِيمِ

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَواتِ وَالاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَّبِّحُ بِحَمْدِهِ

وَلَكِنْ لاَتَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ اَنَّهُ كَانَ حَلِيمَاً غَفُورًا

Bu Âyet-i muazzama gibi pek çok Âyât-ı Kur’âniye; bu kâinat Hâlıkını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevk ile mütalaâ ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semâvatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.


Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine gelen herbir misafir, gözünü açıp baktıkça görür ki: Gayet keremkârâne bir ziyafetgâh; ve gayet san’atkârâne bir teşhirgâh, ve gayet haşmetkârâne ve ordugâh ve talimgâh; ve gayet hayretkârâne ve şevk-engizâne bir seyrangâh ve temaşâgâh; ve gayet mânidârâne ve hikmetperverâne bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve bu kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken, en başta göklerin, nur yaldızı ile yazılan güzel yüzü görünür. “Bana bak, aradığını sana bildireceğim!” der. O da, bakar görür ki: Bir kısmı, Arzımızdan bin defa büyük ve o büyüklerden bir kısmı top güllesinden yetmiş derece sür’atli yüzbinler ecram-ı semâviyeyi direksiz düşürmeden durduran; ve birbirine çarpmadan fevkalhad çabuk, beraber gezdiren; yağsız, söndürmeden, mütemadiyen o hadsiz lâmbaları yandıran; ve hiçbir gürültü ve ihtilâl çıkartmadan o nihayetsiz büyük kütleleri idare eden; ve Güneş ve Kamer’in vazifeleri gibi, hiç isyan ettirmeden o pek büyük mahlûkları vazifelerle çalıştıran; ve iki kutbun dairesindeki hesap rakamlarına sıkışmayan bir nihayetsiz uzaklık içinde, aynı zamanda, aynı kuvvet ve aynı tarz ve aynı sikke-i fıtrat ve aynı surette, beraber, noksansız tasarruf eden; ve o pek büyük mütecaviz kuvvetleri taşıyanları, tecavüz ettirmeden kanununa itaat ettiren; ve o nihayetsiz kalabalığın enkazları gibi, göğün yüzünü kirletecek süprüntülere meydan vermeden, pek parlak ve pek güzel temizlettiren; ve bir muntazam ordu manevrası gibi manevra ile gezdiren; ve Arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezâhür-ü Rubûbiyyet; ve o Rubûbiyyet faaliyeti içinde görünen teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavziften mürekkep bir hakikat, bu azameti ve ihâtâtı ile o semâvat Hâlıkının vücub-u vücuduna ve vahdetine; ve mevcudiyeti, semâvatın mevcudiyetinden daha zâhir bulunduğuna bilmüşahede şehadet eder mânasiyle Birinci makam’ın Birinci Basamağında:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ السَّمَوَاتُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ وَالتَّنْظِيمِ وَالتَّوْظِيفِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

denilmiştir.

Sonra, dünyaya gelen o yolcu adama ve misafire, cevv-i semâ denilen ve mahşer-i acaib olan feza, gürültü ile konuşarak bağırıyor; “Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin.” der.

O misafir, onun ekşi, fakat merhametli yüzüne bakar. Müthiş, fakat müjdeli gürültüsünü dinler, görür ki: Zemin ile âsuman ortasında muallâkda durdurulan bulut, gayet hakîmâne ve rahîmâne bir tarzda zemin bahçesini sular ve zemin ahalisine âb-ı hayat getirir ve harareti -yâni yaşamak ateşinin şiddetini- tadil eder ve ihtiyaca göre her yerin imdadına yetişir. Ve bu vazifeler gibi çok vazifeleri görmekle beraber, muntazam bir ordunun acele emirlere göre görünmesi ve gizlenmesi gibi, birden cevvi dolduran o koca bulut dahi gizlenir, bütün eczaları istirahata çekilir, hiçbir eseri görülmez. Sonra, “Yağmur başına arş!” emrini aldığı anda; bir saat, belki birkaç dakika zarfında toplanıp cevvi doldurur, bir kumandanın emrini bekler gibi durur!


Sonra o yolcu, cevdeki rüzgâra bakar görür ki: Hava o kadar çok vazifelerle gayet hakîmane ve kerîmane istihdam olunur ki, güya o câmid havanın şuursuz zerrelerinden herbir zerresi, bu kâinat sultanından gelen emirleri dinler, bilir ve hiçbirini geri bırakmıyarak, o kumandanın kuvvetiyle yapar ve intizamla yerine getirir bir vaziyet ile zeminin bütün nüfuslarına nefes vermek ve zîhayata lüzumu bulunan hararet ve ziya ve elektrik gibi maddeleri ve sesleri nakletmek ve nebatatın telkihine vasıta olmak gibi çok küllî vazifelerde ve hizmetlerde, bir dest-i gaybî tarafından gayet şuurkârâne ve alîmâne ve hayatperverâne istihdam olunuyor…

Sonra yağmura bakıyor, görür ki: O lâtif ve berrak ve tatlı ve hiçten ve gaybî bir hazine-i rahmetten gönderilen katrelerde o kadar rahmanî hediyeler ve vazifeler var ki, güya rahmet, tecessüm ederek katreler suretinde hazine-i Rabbâniyeden akıyor mânasında olduğundan, yağmura “rahmet” nâmı verilmiştir.


Sonra şimşeğe bakar ve ra’dı -gök gürültüsü- dinler, görür ki: Pek acîb ve garip hizmetlerde çalıştırılıyorlar.

Sonra gözünü çeker, aklına bakar, kendi kendine der ki: Atılmış pamuk gibi bu câmid,şuursuz bulut; elbette bizleri bilmez ve bize acıyıp imdadımıza kendi kendine koşmaz ve emirsiz meydana çıkmaz ve gizlenmez; belki gayet Kadîr ve Rahîm bir kumandanın emriyle hareket eder ki, bir iz bırakmadan gizlenir ve def’aten meydana çıkar, iş başına geçer ve gayet faal ve müteâl ve gayet cilveli ve haşmetli bir Sultanın fermaniyle, ve kuvvetiyle vakit bevakit cevv âlemini doldurup, boşaltır ve mütemadiyen, hikmetle yazar ve paydos ile bozar ve tahtasına ve mahv ve isbat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir; ve gayet lütufkâr ve ihsanperver, ve gayet keremkâr ve Rubûbiyyetperver bir Hâkim-i Müdebbir’in tedbiriyle rüzgâra biner ve dağlar gibi yağmur hazinelerini bindirir, muhtaç olan yerlere yetişir. Güya onlara acıyıp ağlayarak, göz yaşlariyle, onları çiçeklerle güldürür, güneşin şiddet-i ateşini serinlendirir; ve sünger gibi bahçelerine su serper; ve zemin yüzünü yıkar, temizler.


Hem o meraklı yolcu kendi aklına der: “Bu câmid, hayatsız, şuursuz, mütemadiyen çalkanan, kararsız, fırtınalı, dağdağalı, sebatsız, hedefsiz şu havanın perdesiyle ve zâhiri suretiyle vücuda gelen yüzbinler hakîmane ve râhimane ve san’atkârane işler ve ihsanlar ve imdadlar bilbedâhe isbat eder ki: Bu çalışkan rüzgârın ve bu cevvâl hizmetkârın kendi başına hiçbir hareketi yok, belki gayet Kadîr ve Alîm; ve gayet Hakîm ve Kerîm bir âmirin emriyle hareket eder. Güya herbir zerresi, herbir işi bilir ve o âmirin herbir emrini anlar ve dinler bir nefer gibi, hava içinde cereyan eden her bir emr-i Rabbânîyi dinler, itaât eder ki; bütün hayvanatın teneffüsüne ve yaşamasına ve nebatatın telkîhine ve büyümesine ve hayatına lüzumlu maddelerin yetiştirilmesine ve bulutların sevk ve idaresine ve ateşsiz sefinelerin seyr ü seyehatına; ve bilhassa seslerin: ve bilhassa telsiz telefon ve telgraf ve radyo ile konuşmaların îsaline; ve bu hizmetler gibi umumî ve küllî hizmetlerden başka, azot ve müvellidülhumuza -oksijen- gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken zemin yüzünde yüzbinler tarzda bulunan Rabbâni san’atlarda kemâl-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum.”

Demek,

وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَآءِ وَالاَرْضِ

Âyetinin tasrihiyle, rüzgârın tasrifiyle, hadsiz Rabbâni hizmetlerde istimal; ve bulutların teshiriyle, hadsiz Rahmâni işlerde istihdam; ve havayı o surette icad eden, ancak Vâcibü’l-Vücud ve Kadir-i Küll-i Şey ve Âlim-i Küll-i Şey bir Rabb-i Zülcelâl-i Vel-İkramdır der hükmeder.

Sonra yağmura bakar, görür ki: Yağmurun taneleri sayısınca menfaatler ve katreleri adedince rahmanî cilveler ve reşhaları mikdarınca hikmetler, içinde bulunuyor. Hem o şirin ve lâtif ve mübarek katreler o kadar muntazam ve güzel halkediliyor ki, hususan yaz mevsiminde gelen dolu o kadar mizan ve intizam ile gönderiliyor ve iniyor ki, fırtınalar ile çalkalanan ve büyük şeyleri çarpıştıran şiddetli rüzgârlar onların muvazene ve intizamlarını bozmuyor; katreleri birbirine çarpıp, birleştirip, zararlı kütleler yapmıyor. Ve bunlar gibi çok hakîmâne işlerde ve bilhassa zîhayatta çalıştırılan basit ve câmid ve şuursuz müvellidülma ve müvellidülhumuza -hidrojen, oksijen- gibi iki basit maddeden terekküp eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san’atlarda istihdam ediliyor.

Demek bu tecessüm etmiş ayn-ı rahmet olan yağmur, ancak bir Rahman-ı Rahîm’in hazine-i gaybîye-i rahmetinde yapılıyor; ve nüzuliyle

وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثُ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ

Âyetini maddeten tefsir ediyor.

Sonra ra’dı dinler ve berk’e -şimşeğe- bakar, görür ki: Bu iki hâdise-i acîbe-i cevviye tamtamına وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بَحَمْدِهِ veيَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِالاَبْصَارِ

Âyetlerini maddeten tefsir etmekle beraber, yağmurun gelmesini haber verip, muhtaçlara müjde ediyorlar.

Evet, hiçten, birden hârika bir gürültü ile cevvi konuşturmak ve fevkalâde bir nur ve nâr ile zulmetli cevvi ışıkla doldurmak ve dağvarî pamuk- misal ve dolu ve kar ve su tulumbası hükmünde olan bulutları ateşlendirmek gibi hikmetli ve garabetli vaziyetlerle, baş aşağı , gafil insanın başına tokmak gibi vuruyor. “Başını kaldır, kendini tanıttırmak isteyen faal ve kudretli bir zâtın hârika işlerine bak. Sen, başı boş olmadığın gibi, bu hâdiseler de başı boş olamazlar. Herbirisi çok hikmetli vazifeler peşinde koşturuluyorlar. Bir müdebbir-i Hakîm tarafından istihdam olunuyorlar.”diye ihtar ediyorlar.

İşte bu meraklı yolcu, bu cevv’de; bulutu teshirden, rüzgârı tasrifden, yağmuru tenzilden ve hâdisat-ı cevviyeyi tedbirden terekküp eden bir hakikatın yüksek ve âşikâr şehadetini işitir, Âmentü Billâh der. Birinci Makam’daki

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ الْجَوُّ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّصْرِيفِ وَالتَّنْزِيلِ وَالتَّدْبِيرِ الْوَاسِعَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

fıkrası, bu yolcunun cevve dâir mezkûr müşâhedâtını ifade eder. (İhtar)

Sonra, o seyehat-i fikriyeye alışan o mütefekkir misafire, Küre-i Arz, lisan-ı haliyle diyor ki: “Gökde, fezada, havada ne geziyorsun?

———————–

İ H T A R : Birinci Makamda geçen otuzüç merteb-i tevhidi bir parça içah etmek isterdim. Fakat şimdiki vaziyetim ve halimin sümaadesizliği cihetiyle, yalnız gayet muhtasar bürhanlarına ve meâlinin tercümesine iktifaya mecbur oldum. Risale-i Nur’un, otuz, belki yüz risalelerinde; bu otuzüç mertebe delilleriyle, ayrı ayrı tarzlarda, herbir risalede bir kısım mertebeler beyan edildiğinden, tafsili onlara havale edilmiş.

Gel ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sahifelerimi oku.”

O da bakar, görür ki: Arz, meczub bir mevlevî gibi iki hareketiyle; günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar olan bir daireyi, Haşr-ı Â’zamın meydanı etrafında çiziyor. Ve zîhayatın yüzbin envaını bütün erzak ve levazımatlariyle içine alıp feza denizinde kemal-i muvazene ve nizamla gezdiren, ve Güneş etrafında seyehat eden muhteşem ve musahhar bir sefine-i Rabbâniyedir.

Sonra, sahifelerine bakar, görür ki: Bablarındaki herbir sahifesi, binler âyâtiyle Arzın Rabbını tanıttırıyor. Umumunu okumak için vakit bulamadığından, yalnız bir tek sahife olan zîhayatın bahar faslında îcad ve idaresine bakar, müşahede eder ki: Yüzbin envaın hadsiz efradlarının suretleri, basit bir maddeden gayet muntazam açılıyor ve gayet rahîmane terbiye ediliyor; ve gayet mu’cizâne, bir kısmının tohumlarına kanatçıklar verip, onları uçurmak suretiyle neşrettiriliyor, ve gayet müdebbirâne idare olunuyor; ve gayet müşfikâne iaşe ve it’am ediliyor; ve gayet rahîmane ve rezzakane hadsiz ve çeşit çeşit ve lezzetli ve tatlı rızıkları, hiçten ve kuru topraktan ve birbirinin misli ve farkları pek az ve kemik gibi köklerden, çekirdeklerden, su katrelerinden yetiştiriliyor.

Her bahara, bir vagon gibi, hazine-i gaybdan yüzbin nevi’ et’ime ve levazımat, kemal-i intizam ile yüklenip zîhayata gönderiliyor. Ve bilhassa o erzak paketleri içinde yavrulara gönderilen süt konserveleri ve validelerinin şefkatli sinelerinde asılan şekerli süt tulumbacıklarını göndermek, o kadar şefkat ve merhamet ve hikmet içinde görünüyor ki, bilbedâhe bir Rahman-ı Rahîmin gayet müşfikâne ve mürebbiyane bir cilve-i rahmeti ve ihsanı olduğunu isbat eder.

E l h a s ı l: Bu sahife-i hayatiye-i bahariye, Haşr-i A’zamın yüzbin nümunelerini ve misallerini göstermekle, فَانْظُرْ اِلّى اَثَارِ رَحْمَةِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِى الاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذَالِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ

Âyetini maddeten gayet parlak tefsir ettiği gibi; bu Âyet dahi, bu sahifenin mânalarını mu’cizane ifade eder. Ve Arzın, bütün sahifeleriyle, Arzın büyüklüğü nisbetinde ve kuvvetinde لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ dediğini anladı.

İşte; Küre-i Arz’ın yirmiden ziyade büyük sahifelerinden bir tek sahifenin yirmi vechinden bir tek vechinin muhtasar şehadeti ile, o yolcunun sair vecihlerin sahifelerindeki müşahedatı mânasında olarak ve o müşahedatları ifade için, Birinci Makam’ın Üçüncü Mertebesinde böyle denilmiş:


لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ الاَرْضُ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا

وَمَا فِيهَا عَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّرْبِيَةِ وَالْفَتَّاحِيَّةِ وَتَوْزِيعِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافظَةِ وَالاِدَارَةِ وَاْلاِعَاشَةِ لِجَمِيعِ ذَوِىِ الْحَيَاتِ وَالرَّحْمَانِيَّةِ وَالرَّحِيمِيَّةِ الْعَامَّةِ الشَّامِلَةِ الْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

Sonra, o mütefekkir yolcu, her sahifeyi okudukça saadet anahtarı olan îmanı kuvvetlenip ve mânevî terakkiyatın miftahı olan mârifeti ziyadeleşip ve bütün kemalâtın esası ve madeni olan Îman-ı Billâh hakikatı bir derece daha inkişaf edip mânevi çok zevkleri ve lezzetleri verdikçe onun merakını şiddetle tahrik ettiğinden; “Sema”, “Cevv” ve “Arz’ın” mükemmel ve kat’i derslerini dinlediği halde هَلْ مِنْ مُرِيدٍ deyip dururken, denizlerin ve büyük nehirlerin cezbekârâne cûş u hurûşla zikirlerini ve hazin ve leziz seslerini işitir. Lisan-ı hâl ve lisan-ı kâl ile “Bize de bak, bizi de oku!” derler. O da bakar, görür ki:


Hayatdârane mütemadiyen çalkanan ve dağılmak ve dökülmek ve istilâ etmek fıtratında olan denizler, Arzı kuşatıp, Arz ile beraber gayet süratli bir surette bir senede yirmibeş bin senelik bir daierede koşturulduğu halde; ne dağılırlar, ne dökülürler ve ne de komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir zatın emriyle ve kuvvetiyle dururlar, gezerler, muhafaza olurlar.


Sonra denizlerin içlerine bakar, görür ki; gayet güzel ve zînetli ve muntazam cevherlerinden başka, binlerce çeşit hayvanatın iaşe ve idareleri ve tevvellüdat ve vefiyatları o kadar muntazamdır, basit bir kum ve acı bir sudan verilen erzakları ve tâyinatları o kadar mükemmeldir ki, bilbedahe bir Kadir-i Zülcelâl’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in idare ve iaşesiyle olduğunu isbat eder.

Sonra o misafir, nehirlere bakar, görür ki: Menfaatleri ve vazifeleri ve varidat ve sarfiyatları o kadar hakîmane ve rahîmanedir, bilbedahe isbat eder ki; bütün ırmaklar, pınarlar, çaylar büyük nehirler, bir Rahman-ı Zülcelâl-i Ve’l-İkram’ın hazine-i rahmetinden çıkıyorlar ve akıyorlar. Hattâ o kadar fevkalâde iddihar ve sarfediliyorlar ki, “Dört nehir Cennetten geliyorlar.”diye rivayet edilmiş. Yâni; zâhiri esbabın pek fevkınde olduklarından, mânevî bir Cennetin hazinesinden ve yalnız gaybî tükenmez bir menbaın feyzinden akıyorlar demektir.


Meselâ: Mısır’ın kumistanını bir Cennete çeviren Nil-i Mübarek, Cenup tarafından, Cebel-i Kamer denilen bir dağdan mütemadiyen küçük bir deniz gibi tükenmeden akıyor. Altı aydaki sarfiyatı dağ şeklinde toplansa ve buzlansa, o dağdan büyük olur. Halbuki o dağdan ona ayrılan yer, mahzen altı kısmından bir kısım olamaz. Varidatı ise; o mıntıka-i harrede pek az gelen ve susamış toprak çabuk yuttuğu için mahzene az giden yağmur, elbette o muvazene-i vâsiayı muhafaza edemediğinden, O Nil-i mübarek âdet-i Arziye fevkınde bir gaybî Cennetten çıkıyor diye rivayeti, gayet mânidar ve güzel bir hakikatı ifade ediyor.

İşte, deniz ve nehirlerin denizler gibi hakikatlarının ve şehadetlerinin binden birisini gördü. Ve umumu, bil’icma, denizlerin büyüklüğü nisbetinde bir kuvvetle لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ der; ve bu şehadete denizler mahlûkatı adedince, şâhidler gösterir diye anladı. Ve denizlerin, nehirlerin umum şehadetlerini irade ederek ifade etmek mânasında, Birinci Makam’ın Dördüncü Mertebesinde:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ ا لْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ جَمِيعُ الْبِحَارِ وَالاَنْهَارِ بِجَمِيعِ مَا فِيهَا

وَمَا فِيهَا عَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّسْخِيرِ وَالْمُحَافظَةِ وَالاِدِّخَارِ وَالاِدَارَةِ اْلوَاسِعَةِ الْمُنْتَظَمَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

denilmiş.

Sonra dağlar v.e sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar, “Sahifelerimizi de oku” diyorlar. O da bakar, görür ki:

«Dağların küllî vazifeleri ve umumi hizmetleri o kadar azametli ve hikmetlidirler; akılları hayret içinde bırakır.» Meselâ: dağların zeminden emr-i Rabbâni ile çıkmaları ve zeminin içinde, inkılâbat-ı dahiliyeden neş’et eden heyecanını ve gazabını ve hiddetini, çıkmalariyle teskin ederek; zemin o dağların fışkırmasiyle ve menfeziyle teneffüs edip, zararlı olan sarsıntılardan ve zelzele-i muzırradan kurtulup, vazife-i devriyesinde sekenesinin istirahatlarını bozmuyor.


Demek, nasılki sefineleri sarsıntıdan vikâye ve muvazenelerini muhafaza için; onların direkleri üstünde kurulmuş; öyle de, dağlar, zemin sefinesinde bu mânada hazineli direkler olduklarını Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan:

وَالْجِبَالُ اَوْتَادًا * وَاَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِىَ * وَالْجِبَالَ اَرْسَهَا gibi çok Âyetlerle ferman ediyor.

Hem meselâ: Dağların içinde zîhayata lâzım olan her nevi’ menba’lar, sular, madenler, maddeler, ilaçlar o kadar hakimâne ve müdebbirane ve kerîmane ve ihtiyatkârane iddihar ve ihzar ve istif edilmiş ki; bilbedahe, kudreti nihayetsiz bir Kadîr’in ve hikmeti nihayetsiz bir Hakîm’in hazineleri ve anbarları ve hizmetkârları olduklarını isbat ederler, diye anlar. Ve sahra ve dağların dağ kadar vazife ve hikmetlerinden bu iki cevhere sairlerini kıyas edip, dağların ve sahraların umum hikmetleriyle, hususan ihtiyatî iddiharlar cihetiyle getirdikleri şehadeti ve söyledikleri لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ tevhidini, dağlar kuvvetinde ve sebatında ve sahralar genişliğinde ve büyüklüğünde görür. Âmentü Billâh der.

İşte bu mânayı ifade için, Birinci Makam’ın Beşinci Mertebesinde:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ جَمِيعُ الْجِبَالِ وَالصَّحَارَى بِجَمِيعِ مَا فِيهَا وَعَلَيْهَا بِشَهَادَتِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اْلاِدِّخَارِ وَالاِدَارَةِ وَ نَشْرِ الْبُذُورِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالتَّدْبِيرِ

الاِحْتِيَاطِيَّةِ الرَّبَّانِيَّةِ اْلوَاسِعَةِ الْعَامَّةِ الْمُنْتَظَمَةِ اَلْمُكَمَّلَةِ بِالْمُشَاهَدَةِ

denilmiş.

Sonra o yolcu, dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar ve nebâtat âleminin kapısı fikrine açıldı. O’nu içeriye çağırdılar: “Gel, dairemizde de gez, yazılarımızı da oku.” Dediler. O da girdi, gördü ki:

Gayet muhteşem ve müzeyyen bir meclis-i tehlil ve tevhid ve bir halka-i zikir ve şükür teşkil etmişler. Bütün eşcar ve nebatatın enva’ları; bil’ icma, beraber لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ diyorlar gibi lisan-ı hallerinden anladı. Çünki bütün meyvedar ağaç ve nebatlar; mizanlı ve fesahatli yapraklarının dilleriyle ve süslü ve cezaletli çiçeklerinin sözleriyle ve intizamlı ve belâgatlı meyvelerinin kelimeleriyle beraber müsebbihâne şehadet getirdiklerine ve لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ

dediklerine delâlet ve şehadet eden üç büyük küllî hakikatı gördü.

B i r i n c i s i: Pek zâhir bir surette kasdî bir in’am ve ikram ve ihtiyari bir ihsan ve imtinan mânası ve hakikatı herbirisinde hissedildiği gibi; mucmuunda ise, güneşin zuhurundaki ziyası gibi görünüyor.

İ k i n c i s i: Tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayına kasdî ve hakîmane bir temyiz ve tefrik, ihtiyarî ve rahîmane bir tezyin ve tasvir mânası ve hakikatı enva’ ve efradda gündüz gibi âşikâre görünüyor ve bir Sâni-i Hakîm’in eserleri ve nakışları olduklarını gösterir.

Ü ç ü n c ü s ü: O hadsiz masnuâtın yüzbin çeşit ve ayrı ayrı tarz ve şekilde olan suretleri, gayet muntazam, mizanlı, zînetli olarak, mahdut ve mâdut ve birbirinin misli ve basit ve Câmid ve birbirinin aynı veya az farklı ve karışık olan çekirdeklerden, habbeciklerden o ikiyüz bin nevi’lerin fârikalı ve intizamlı, ayrı ayrı, muvazeneli, hayatdar, hikmetli, yanlışssız, hatâsız bir vaziyette umum efradının suretlerinin fethi ve açılışı ise öyle bir hakikattır ki, Güneşten daha parlaktır; ve baharın çiçekleri ve meyveleri ve yaprakları ve mevcudatı sayısınca o hakikatı isbat eden şahidler var diye, bildi. اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى نِعْمَةِ اْلاِيمَانِ dedi.

İşte bu mezkûr hakikatları ve şehadetleri ifade manasıyle, Birinci Makam’ın Altıncı Mertebesinde:


لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ الاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاتِ الْمُسَبِّحَاتِ النَّاطِقَتِ بِكَلِمَاتِ اَوْرَاقِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْفَصِيحَاتِ وَأَزْهَارِهَا الْمُزَيَّنَاتِ الْجَزِيلاَتِ وَاَثْمَارِهَا الْمُنْتَظَمَاتِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الاِنْعَامِ وَالاِكْرَامِ وَالاِحْسَانِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ وَحَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ وَالتَّصْوِيرِ بِاَرَادَةٍ وَ حِكْمَةٍ مَعَ قَطْعِيَّتِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُزَيَّنَاتِ الْمُتَبَايِنَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ مِنْ نُوَاتَاتٍ وَحَبَّاتٍ مُمَاثِلَةٍ مُتَشَابِهَىٍ مَحْصُورَةٍ مَعْدُودَةٍ

denilmiş.

Sonra, seyehat-ı fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i mârifet ve îman alıp gelirken; hayvanat ve tuyur âleminin kapısı hakikat bin olan aklına ve mârifet_âşina olan fikrine açıldı. Yüzbin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar. “Buyurun” dediler. O da girdi ve gördü ki:

Bütün hayvanat ve kuşların bütün nevi’leri ve taifeleri ve milletleri, bil’ittifak, lisan-ı kal ve lisan-ı halleriyle لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ deyip, zemin yüzünü bir zikirhane ve muazzam bir meclis-i tehlil suretine çevirmişler; her biri bizzat birer kaside-i Rabbanî, birer kelime-i Sübhâni ve mânidar birer harf-i Rahmanî hükmünde sâni’lerini tavsif edip hamd ü senâ ediyorlar vaziyetinde gördü. Güya o hayvanların ve kuşların duyguları ve kuvâları ve cihazları ve âzâları ve âletleri, manzum ve mevzun kelimelerdir, ve muntazam ve mükemmel sözlerdir. Onlar, bunlarla Hallâk ve Rezzaklarına şükür ve vahdaniyyetine şehadet getirdiklerine kat’î delâlet eden üç muazzam ve muhit hakikatları müşahede etti.

B i r i n c i s i: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan hiçten hakîmâne îcad ve san’atperverâne ibda’ ve ihtiyarkârâne ve alîmâne halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatıdır ki; zîruhlar adedince şahidleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy_ı Kayyûm’un vücub-u vücuduna ve sıfat-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder.

İ k i n c i s i: O hadsiz masnu’larda biribirinden simaca fârikalı ve şekilce zinetli ve miktarca mîzanlı ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür ki, Kadir-i Küll-i Şey ve Âlim-i Küll-i Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle hârikaları ve hikmetleri gösteren ihâtalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimal yok.

Ü ç ü n c ü s ü: Birbirinin misli ve aynı veya az farklı ve birbirine benziyen mahsur ve mahdud yumurtalardan ve yumurtacıklardan ve nutfe denilen su katrelerinden o hadsiz hayvanların yüzbinler çeşit tarzlarda ve birer mu’cize-i hikmet mahiyetinde bulunan suretlerini, gayet muntazam ve muvazeneli ve hatâsız bir hey’ette açmak ve fethetmek öyle parlak bir hakikattır ki; hayvanlar adedince senedler, deliller o hakikatı tenvir eder.

İşte bu üç hakikatın ittifakiyle, hayvanların bütün envaı, beraber öyle bir لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip şehadet getiriyorlar ki; güya zemin, büyük bir insan gibi, büyüklüğü nisbetinde لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ

diyerek semavat ehline işittiriyor mahiyetinde gördü ve tam ders aldı. Birinci Makam’ın Yedinci Mertebesinde bu mezkûr hakikatları ifade mânasıyle:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى

وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ اَنْوَاعِ

الْحَيْوَانَاتِ وَالطُّيُورِ الْحَامِدَاتِ الشَّاهِدَاتِ بِكَلِمَاتِ حَوَاسِّهَا وَقُواَهَا وَحِسِّيَّاتِهَا وَلَطَائِفِهَا الْمَوْزُونَاتِ الْمُنْتَظَمَاتِ اْلفَصِيحَاتِ وَبِكَلِمَاتِ جِهَازَاتِهَا وَجَوَارِحِهَا وَاَعْضَائِهَا وَاَلاَتِهَا الْمُكَمَّلَةِ الْبَلِيغَاتِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الاِيجَادِ وَالصُّنْعِ وَالاِبْدَاعِ بِالْاِرَادِةِ وَحَقِيقَةِ التَّمْيِيزِ وَالتَّزْيِينِ بِالْقَصْدِ وَحَقِيقَةِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ بِالْحِكْمَةِ مَعَ قَتْعِيَةِ دَلاَلَةِ حَقِيقَةِ فَتْحِ جَمِيعِ صُوَرِهَا الْمُنْتَظَمَةِ الْمُخَالِفَةِ الْمُتَنَوِّعَةِ الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ مِنْ بِيضَاتٍ وَقَطَرَاتٍ مُتَمَاثِلَةِ مُتَشَابِهَةٍ مَحْصُورَةٍ مَحْدُودَةٍ

denilmiştir.


Sonra o mütefekkir yolcu, mârifet-i İlâhiyyenin hadsiz mertebelerinde ve nihayetsiz ezvakında ve envarında daha ileri gitmek için insanlar âlemine ve beşer dünyasına girmek isterken, başta enbiyalar olarak onu içeriye davet ettiler; o da girdi. En evvel geçmiş zamanın menziline baktı, gördü ki:

Nev’i beşerin en nûranî ve en mükemmeli olan umum peygamberler (Aleyhimüsselâm), bil’icma’ beraber لآاِلَهَ اِلاَّهُوَ deyip zikrediyorlar; ve parlak ve musaddak olan hadsiz mu’cizatlarının kuvvetiyle, tevhidi iddia ediyorlar ve beşeri, hayvaniyet mertebesinden melekiyet derecesine çıkarmak için, onları İman-ı Billâha davet ile ders veriyorlar gördü. O da, o nuranî medresede diz çöküp derse oturdu. Gördü ki: Meşahir-i insâniyenin en yüksekleri ve namdarları olan o üstadların herbirisinin elinde Hâlık-ı kâinat tarafından verilmiş nişane-i tasdik olarak mu’cizeler bulunduğundan, herbirinin ihbarı ile beşerden bir taife-i azîme ve bir ümmet tasdik edip imana geldiklerinden, o yüzbin ciddî ve doğru zatların icma’ ve ittifakla hüküm ve tasdik ettikleri bir hakikat ne kadar kuvvetli ve kat’i olduğunu kıyas edebildi. Ve bu kuvvette bu kadar muhbir-i sâdıkların hadsiz mu’cizeleriyle imza ve isbat ettikleri bir hakikatı inkâr eden ehl-i dalâlet ne derece hadsiz bir hatâ, bir cinâyet ettiklerini ve ne kadar hadsiz bir azâba mestahak olduklarını anladı. Ve onları tasdik edip îman getirenler ne kadar haklı ve hakikatlı olduklarını bildi; îman kudsiyetinin büyük bir mertebesi daha ona göründü.Evet, Enbiyayı (Aleyhimüsselâm) Cenâb-ı Hak tarafından fiilen tasdik hükmünde olan hadsiz mu’cizatlarından ve hakkaniyetlerini gösteren, muarızlarına gelen semavî pek çok tokatlarından ve hak olduklarına delâlet eden şahsî kemalâtlarından ve hakikatlı tâlimatlarından; ve doğru olduklarına şehadet eden kuvvet-i îmanlarından ve tam ciddiyetlerinden ve fedâkarlıklarından ve ellerinde bulunan kudsî kitab ve suhuflarından ve onların yolları doğru ve hak olduğuna şehadet eden ittiba’lariyle hakikata, kemâlâta, nura vâsıl olan hadsiz tilmizlerinden başka, onların ve o pek ciddî muhbirlerin müsbet mes’elelerde icmâı ve ittifâkı ve tevâtürü ve isbatta tevâfuku ve tesânüdü ve tetâbuku öyle bir hüccettir ve öyle bir kuvvettir ki; dünyada hiçbir kuvvet, karşısına çıkamaz ve hiçbir şüphe ve tereddüdü bırakmaz. Ve îmanın erkânında umum enbiyayı (Aleyhimüsselâm) tasdik dahi dahil olması, o tasdik büyük bir kuvvet menbaı olduğunu anladı. Onların derslerinden çok feyz-i îmanî aldı. İşte, bu yolcunun mezkûr dersini ifade mânasında Birinci Makam’ın Sekizinci Mertebesinde:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ جَمِيعِ الأَنْبِيَاءِ بِقُوَّةِ مُعْجِزَاتِهِمْ الْبَاهِرَةِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ

denilmiş.

Sonra îmanın kuvvetinden ulvî bir zevk alan o seyyah-ı talib, Enbiya Aleyhimüsselâm’ın meclisinden gelirken, ulemanın ilmelyakîn suretinde kat’i ve kuvetli delillerle, enbiyaların (Aleyhimüsselâm) dâvalarını isbat eden ve asfiya sıdd^ıkîn denilen mütebahhir müctehid muhakkikler, onu dershanelerine çağırdılar. O da girdi, gördü ki: Binlerle dâhî ve yüzbinlerle müdakkik ve yüksek ehl-i tahkik, kıl kadar bir şüphe bırakmayan tedkikat-ı amikalarıyla, başta vücub-u vücud ve vahdet olarak müsbet mesail-i îmâniyeyi isbat ediyorlar. Evet, istidatları ve meslekleri muhtelif olduğu halde usul ve erkân-ı îmaniyede onların müttefikan ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarına istinadları öyle bir hüccettir ki; onların mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve bürhanlarının umumu kadar bir bürhan bulmak mümkün ise karşılarına ancak öyle çıkabilir. Yoksa o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve isbat olunmıyan menfî mes’elelerde inad ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.


Bu seyyah; bu muhteşem ve geniş dershanede, bu muhterem ve mütebahhir üstadların neşrettikleri nurlar, zeminin yarısını bin seneden ziyâde ışıklandırdığını bildi. Ve öyle bir kuvve-i mâneviyeyi buldu ki, bütün ehl-i inkâr toplansa onu kıl kadar şaşırtmaz ve sarsmaz. İşte bu yolcunun dershaneden aldığı derse bir kısa işaret olarak Birinci Makam’ın Dokuzuncu Mertebesinde:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ جَمِيعِ الاَصْفِيَآءِ بِقُوَّةٍ

بَرَاهِيْهِمُ الزَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُتَّفِقَةِ

denilmiş.

Sonra, îmanın daha ziyade kuvvetlenmesinde ve inkişafında ve ilmelyakîn derecesinden aynelyakîn mertesebine terakkisindeki envarı ve ezvakı görmeye çok müştak olan o mütefekkir yolcu medreseden gelirken, hadsiz küçük tekyelerin ve zaviyelerin telâhukıyle tevessü eden gayet feyizli ve nurlu ve sahra genişliğinde bir tekyede, bir hangâhda, bir zirikhande, bir irşadgâhda ve cadde-i kübra-yı Muhammedınin (A.S.M) ve mi’rac-ı Ahmedinin (A.S.M) gölgesinde hakikate çalışan ve hakka erişen ve aynelyakîne yetişen binlerle ve milyonlarla kudsi mürşidler onu dergâha çağırdılar. O da girdi, gördü ki: O ehl-i keşf ve keramet mürşidler; keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve karemetlerine istinaden bil’icma müttefikan لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ diyerek, vücub u vücud ve vahdet-i Rabbâniyyeyi kainata ilân ediyorlar. Güneşin ziyasındaki yedi renk ile güneşi tanımak gibi, yetmiş renk ile, belki esma-i hüsna adedince, Şems-i Ezelî’nin ziyasından tecelli eden ayrı ayrı nurlu renkler ve çeşit çeşit ziyalı levnler ve başka başka hakikatlı tarikatlar ve muhtelif doğru meslekler ve mütenevvi haklı meşreblerde bulunan o kudsî dâhilerin ve nuranî âriflerin icma’ ve ittifakla imza ettikleri bir hakikat, ne derece zâhir ve bâhir olduğunu aynelyakîn müşahede etti ve enbiyanın (Aleyhimüsselâm) icmaı ve asfiyanın ittifakı ve evliyanın tevâfuku ve bu üç icmaın birden ittifakı, Güneşi gösteren gündüzün ziyasından daha parlak gördü. İşte, bu misafirin tekyeden aldığı feyze kısa bir işaret olarak, Birinci Makam’ın Onuncu Mertebesinde:


لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْاَوْلِيَآءِ بِكَشْفِيَاتِهِمْ وَكَرَامَاتِهِمُ الظَّاهِرَةِ الْمُحَقَّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ

denilmiş.

Sonra, kemalât-ı insaniyenin en mühimmi ve en büyüğü, belki, bilcümle kemalât-ı insaniyenin menbaı ve esası, Îman-ı Billâhdan ve mârifetullahdan neş’et eden muhabbetullah olduğunu bilen o dünya seyyahı, bütün kuvvetiyle ve letaifiyle, îmânın kuvvetinde ve mârifetin inkişafında daha ziyade terakki etmesini istemek fikriyle başını kaldırdı ve semavata baktı. Kendi aklına dedi ki:

Mâdem kâinatta en kıymetdar şey hayattır ve kâinatın mevcudatı hayata musahhardır; ve madem zîhayatın en kıymetdârı zîruhdur ve zîruhun en kıymetdarı zîşuurdur; ve madem bu kıymetdarlık için küre-i zemin, zîhayatı mütemadiyen çoğaltmak için her asır, her sene dolar boşalır.

Elbette ve her halde, bu muhteşem ve müzeyyen olan semâvatın dahi kendisine münasip ahalisi ve sekenesi, zîhayat ve zîruh ve zîşuurlardan vardır ki; huzur-u Muhammedîde (A.S.M) Sahabelere görünen Hazret-i Cebrail (A.S) in temessülü gibi melâikeleri görmek ve onlarla konuşmak hâdiseleri tevatür suretinde eskidenberi nakl ve rivayet ediliyor. Öyle ise, keşke ben semâvat ehli ile dahi görüşseydim; onlar ne fikirde olduklarını bilseydim. Çünki, “Hâlik-ı kâinat hakkında en mühim söz onlarındır.” diye düşünürken, birden semâvi şöyle bir sesi işitti: Mâdem bizim ile görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin.. bilki: Başta Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’an-ı Mu’ciz’ül-Beyan olarak bütün Peygamberlere vasıtamızla gelen mesail-i îmâniyeye en evvel biz îman etmişiz.

Hem insanlara temessül edip görünen ve bizlerden olan ervah-ı tayyibe, bilâistisna ve bil’ittifak, bu kâinat Hâlikının vücub-u vücuduna ve vahdetine ve sıfât-ı kudsiyesine şahadet edip birbirine muvafık ve mutabık olarak ihbar etmişler. Bu hadsiz ihbârâtın tevâfuku ve tetâbuku, Güneş gibi sana bir rehberdir, dediklerini bildi. Ve onun nur-u îmanı parladı. Zeminden göklere çıktı. İşte bu yolcunun melâikeden aldığı derse kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın Onbirinci Mertebesinde:

sh: » (T: 326)

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ اَلْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْمَلَئِكَةِ اَلْمُتَمَثِّلِينَ ِلاَنْظَارِ

النَّاسِ وَالْمُتَكَلِّمِينَ مَعَ خَوَاصِّ الْبَشَرِ بِاِخْبَارَاتِهِمْ الْمُتَطَابِقَةِ الْمُتَوَافِقَةِ

denilmiştir.

Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismânî ve maddî cihetinde mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalâa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan; ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber, mânen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların selim ve nuranî kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki: Onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden; kendi akıl ve kalbine dedi ki: “Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikata giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki îman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden, mütalâamız ile istifade etmeliyiz.” Dedi, mütalâaya başladı. Gördü ki:


İstidatları gayet muhtelif ve mezhebleri birbirinden uzak ve muhalif olan umum istikametli ve nurlu akılların îman ve tevhiddeki ittisafkârane ve rasihâne itikadları, tevâfuk; ve sebatkârane ve mutmainâne kanaat ve yakînleri tetâbuk ediyor. Demek, tebeddül etmiyen bir hakikata dayanıp bağlanmışlar; ve kökleri, metin bir hakikata girmiş kopmuyor. Öyle ise bunların nokta-i îmaniyede ve vücub ve tevhidde icma’ları, hiç kopmaz bir zincir-i nûranîdir; ve hakikate açılan ışıklı bir penceredir.


Hem gördü ki: Meslekleri birbirinden uzak ve meşrebleri birbirine mübayin olan o umum selim ve nuranî kalblerin erkân-ı îmaniyedeki müttefikane ve itmi’nankârane ve müncezibâne keşfiyat ve müşahedatları birbirine tevâfuk; ve tevhidde birbirine mutabık çıkıyor. Demek, hakikate mukabil ve vâsıl ve mütemessil bu küçücük birer arş-ı mârifet-i Rabbâniyye ve bu câmi birer âyine-i samedâniyye olan nuranî kalbler, Şems-i Hakikate karşı açılan pencerelerdir; ve umumu birden Güneşe âyinedarlık eden bir


deniz gibi, bir âyine-i a’zamdır. Bunların vücub-u vücudda ve vahdette ittifakları ve icma’ları hiç şaşırmaz ve şaşırtmaz bir rehber-i ekmel ve bir mürşid-i ekberdir. Çünki, hiçbir cihetle hiçbir imkân ve hiçbir ihtimal yok ki, hakikattan başka bir vehim ve hakikatsız bir fikir ve asılsız bir sıfat, bu kadar müstemirrâne ve râsihane, bu pek büyük ve keskin gözlerin umumunu birden aldatsın, galat-ı hisse uğratsın. Buna ihtimal veren bozulmuş ve çürümüş bir akla, bu kâinatı inkâr eden ahmak sofestailer dahi razı olmazlar, reddederler diye anladı. Kendi akıl ve kalbiyle beraber âmentü Billâh dediler. İşte, bu yolcunun müstakim akıllardan ve münevver kalblerden istifade ettiği mârifet-i îmâniyeye kısa bir işaret olarak Birinci Makam’ın Onüçüncü Mertebesinde:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ اَلْوَاجِبُ الْوُجُودِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ الْعُقُولِ الْمُسْتَقِيمَةِ الْمُنَوَّرَةِ بِاِعْتِقَادَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ وِبِقَنَاعَاتِهَا وَيَقِينَاتِهَا الْمُطَآبِقَةِ مَعَ تَخَالُفِ الاْسْتِعْدَادَاتِ وَالْمَذَاهِبِ وَكَذا دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الْقُلُوبِ السَّلِيمَةِ النُّورَانِيَّةِ بِكَشْفِيَّاتِهَا الْمُتَطَابِقَةِ وَبِمُشَاهَدَاتِهَا الْمُتَوَافِقَةِ مَعَ تَبَايُنِ الْمَسَالِكِ وَالْمَشَارِبِ

denilmiş.

Sonra; âlem-i gaybe yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, acaba âlem-i gayb ne diyor diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikir ile çaldı. Yâni: Mâdem bu cismanî âlem-i şehadette, bu kadar zînetli ve san’atlı hadsiz masnu’lariyle kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü nihayetsiz ni’metleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mucizeli ve meharetli hesabsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen istiyen ve hâl diliyle bildiren bir zat, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve hâlen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir, Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde O’nu O’nun tezahüratından bilmeliyiz dedi; kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:


Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikatı, âlem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet, vücud ve tevhid, Allâmü’l-Guyub’dan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde, ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir; ve kelâmının mânası O’nu bildirdiği gibi, tekellümü dahi, O’nu, sıfâtıyle bildiriyor.

Evet, yüzbin Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tevatürleriyle, ve ihbaratlarının vahy-i İlâhîye mazhariyet noktasında ittifaklariyle; ve nev’i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası; ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delâil ve mu’cizatlariyle, hakikat-ı vahyin tahakkuku ve sübutu, bedahet derecesine geldiğini bildi; ve vahyin hakikatı beş hakikat-ı kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı.

B i r i n c i s i: لِلتَّنَزُّلاَتِ الاِلَهِيَّةِ اِلَى عُقُولِ الْبَشَرِ

denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak bir tenezzül-ü İlâhidir. Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasiyle müdahele etmesi, Rubûbiyyetin muktezasıdır.

İ k i n c i s i: Kendini tanıttırmak için kâinatı, bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa hârikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.

Ü ç ü n c ü s ü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakiki insanların münâcatlarına ve şükürlerine, fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmiyle de mukabele etmek, Hâlikıyyetin şe’nidir.

D ö r d ü n c ü s ü: İlim ile hayatın zaruri bir lâzımı ve ışıklı bir tezâhürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihâtalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan zatta, ihâtalı ve sermedi bir surette bulunur.

B e ş i n c i s i: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtac ve sâhibini ve mâlikini bulmağa en müştak; hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına; acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir zat, elbette kendi vücudunu onlara tekellümü ile iş’ar etmek, Ulûhiyyetin muktezasıdır.

İşte: Tenezzül-ü İlâhi ve taarrüf-ü Rabbâni ve mukabele-i Rahmâni ve mükâleme-i Sübhâni ve iş’ar-ı Samedânî hakikatlarını tazammun eden umumî, semavî vahiylerin, icma ile, Vâcibü’l-Vücud’un vücuduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki; gündüzdeki Güneş’in şuââtının Güneş’e şehadetinden daha kuvvetlidir, diye anladı. Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki: Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi’ mükâleme-i Rabbâniyyedir, fakat iki fark vardır.


Birincisi : İlhamdan çok yüksek olah vahyin, ekseri melâike vasıtasiyle; ve ilhamın, ekseri vasıtasız olmasıdır. Meselâ:

Nasılki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yâverini, bir vâliye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.


İkincisi : Sultanlık unvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsiyle, hususî bir münasebeti ve cüz’i bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile, veya bir âmi raiyyetiyle ve hususî telefoniyle hususî konuşmasıdır. Öyle de; Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı unvaniyle, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlariyle mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin herbir zîhayatın Rabbi ve Hâliki olmak haysiyetiyle, hususî bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.


İkinci fark: Vahiy; gölgesizdir, sâfidir, havassa hasdır. İlham ise; gölgelidir, renkler karışır, umumîdir; melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşid çeşid, hem pekçok enva’lariyle, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رِبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى


âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki. Mahiyeti ile hikmeti, ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.


B i r i n c i s i: Tevveddüd-ü İlâhî denilen, kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, Vedûdiyyetin ve Rahmâniyyetin muktezasıdır.

İ k i n c i s i: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, Rahîmiyyetin şe’nidir.

Ü ç ü n c ü s ü: Ağır beliyyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdadlarına ve feryadlarına ve tazarruatlarına fiilen imdad ettiği gibi, bir nevi’ konuşması hükmünde olan ilhâmî kaviller ile de imdada yetişmesi, Rubûbiyyetin lâzımıdır.

D ö r d ü n c ü s ü: çok âciz ve çok zaif; ve çok fakir ve ihtiyaçlı; ve kendi mâlikini ve hâmisini ve Müdebbirini ve Hafîzini bulmağa pekçok muhtaç ve müştak olan zîşuur musnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi’ mükâleme-i Rabbâniyye hükmünde sayılan bir kısım sâdık ilhamlar perdesinde, mahsus ve bir mahlûka bakan has bir vecihde, onun kabiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i Ulûhiyyetin ve rahmet-i Rubûbiyyetin zaruri ve vacib bir muktezasıdır; diye anladı.


Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasılki Güneşin -faraza- şuuru ve hayatı olsaydı; ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfâtı olsaydı o cihette ışığında bulunan şuaları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misâlinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması ve her âyine ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katrelerle hattâ şeffaf zerreler ile herbirinin kabiliyetine göre konuşması; ve onların hâcâtına cevap vermesi; ve bütün onlar, Güneş’in vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi… aynen öyle de:


Ezel ve ebedin Zülcelâl Sultanı ve bütün mevcudatın Zülcemal Hâlik-ı Zîşânı olan Şems-i Sermedî’nin mükâlemesi dahi, onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhît olarak herşey’in kabiliyetine göre tecelli etmesi; hiçbir sual, bir suale; bir iş, bir işe; bir hitab bir hitaba mâni olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar ve ilhamlar, birer birer ve beraber bil’ittifak o Şems-i Ezelî’nin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve Vahdetine ve Ehadiyetine delâlet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakîn ile bildi.


İşte, bu meraklı misafirin âlem-i gaybdan aldığı ders-i mârifetine kısa bir işaret olarak, Birinci Makam’ın Ondördüncü ve Onbeşinci mertebelerinde:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الاَحَدِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِجْمَاعُ

جَمِيعِ الْوَحْيَاتِ الْحَقَّةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّنَزَّلاَتِ اْلاِلَهِيَّةِ وَلِلْمُكَالَمَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ وَلِلتَّعَرُّفَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ وَلِلْمُقَابَلاَتِ الرَّحْمَانِيَّةِ عِنْدَ مُنَاجَاتِ عَبَادِهِ وَلِلْعِشَارَاتِ الصَّمَدَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَخْلُوقَاتِهِ وَكَذَا دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اِتِّفَاقُ الاِلْهَامَاتِ الصَّادِقَةِ الْمُتَضَمِّنَةِ لِلتَّوَدُّدَاتِ اْلاِلَهِيَّةِ وَلِلْاِجَابَاتِ الرَّحْمَانِيَّةِ لِدَعَوَاتِ مَخْلُوقَاتِهِ وَلِلْاِمْدَادَاتِ الرَّبَّانِيَّةِ لِاِسْتِغَاثَاتِ عِبَادِهِ وَلِلْاِحْسَاسَاتِ السُّبْحَانِيَّةِ لِوُجُودِهِ لِمَصْنُوعَاتِهِ

denilmiştir.

Sonra, o dünya seyyahı kendi aklına dedi ki: Mâdem bu kâinatın mevcudatıyle Mâlikimi ve Hâlikimi arıyorum; elbette herşeyden evvel bu mevcudatın en meşhuru, ve a’dasının tasdikiyle dahi en mükemmeli ve en büyük kumandanı ve en namdar hâkimi ve sözce en yükseği ve akılca en parlağı ve ondört asrı fazileti ile ve Kur’anı ile ışıklandıran Muhammed-i Arabî Vesselâm’ı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete beraber gitmeliyiz diyerek, akliyle beraber o asra girdi gördü ki:


O asır hakikâten, o Zat (A.S.M) ile bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünki en bedevî, en ümmî bir kavmi, getirdiği Nur vasıtasiyle, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.


Hem kendi aklına dedi : Biz, en evvel, bu fevkalâde Zatın (A.S.M) bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz. Sonra Hâlikımızı ondan sormalıyız.; diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kat’i delillerden, burada, yalnız “Dokuz Külliyeti” ne birer kısa işaret edilecek.


B i r i n c i s i: Bu Zâtda (A.S.M) – hattâ düşmanlarının tasdiki ile dahi,- bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması; ve وَانْشَقَّ الْقَمَرُ * وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى ayetlerinin sarahatıyla, bir parmağının işaretiyle kamer iki parça olması; ve bir avucu ile a’dasının ordusuna attığı az bir toprak , umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları; ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından kevser gibi akan suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi; nakl-i kat’i ile ve bir kısmı tevatür ile yüzer mu’cizatın onun elinde zâhir olmasıdır. Bu mu’cizattan üçyüzden ziyade bir kısmı, Ondokuzuncu Mektup olan Mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M) namındaki hârika ve kerametli bir Risalede kat’i delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:

Bu kadar ahlâk-ı hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu’cizat-ı bâhiresi bulunan bir zat (A.S.M), elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil.

İ k i n c i s i: Elinde, bu kâinat sahibinin bir fermanı bulunduğu; ve o fermanı her asırda üçyüz milyondan ziyade insanların kabul ve tasdik ettikleri; ve o ferman olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın, yedi vecihle hârika olmasıdır. Ve bu Kur’an’ın, kırk vecihle mu’cize olduğu ve kâinat Hâlikının sözü bulunduğu, kuvvetli delilleriyle beraber Yirmibeşinci Söz, ve Mu’cizat-ı Kur’aniye namlarındaki Risale-i Nur’un bir Güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden, onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-i hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zatta (A.S.M) fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz.


Ü ç ü n c ü s ü: O zat (A.S.M), öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubûdiyet ve bir dua ve bir dâvet ve bir îman ile meydana çıkmış ki; onların ne misli var ve ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel, ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünki: Ümmî bir Zatta (A.S.M) zuhur eden o şeriat, ondört asrı ve nev’i beşerin, humsunu, âdilâne ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane hadsiz kanunlariyle idare etmesi emsâl kabul etmez.


Hem, ümmî bir Zâtın (A.S.M) ef’al ve akvâl ve ahvalinden çıkan İslâmiyet, her asırda, üçyüz milyon insanın rehberi ve mercii; ve akıllarının muallimi ve mürşidi; ve kalblerinin münevviri ve musaffisi, ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi; ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve mâden-i terakkiyatı olması cihetiyle, misli olamaz ve olmamış.


Hem, dininde bulunan bütün ibâdâtın bütün envaında en ileri olması..ve herkesten ziyade takvada bulunması..ve Allah’tan korkması..ve fevkalâde daimi mücahedat ve dağdağalar içinde tamtamına ubûdiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklid etmiyerek, ve tam mânasiyle ve mübtediyane fakat en mükemmel olarak, hem ibtida hem intihayı birleştirerek yapması; elbette misli görülmez ve görülmemiş.


Hem binler dua ve münâcatlarından Cevşenü’l Kebir ile, öyle bir mârifet-i Rabbaniyye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i mârifete ve ne de o derece-i tavsife yeişememeleri gösteriyor ki; duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcatın başında, Cevşenü’l-Kebirin doksandokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur diyecek.


Hem, tebliğ-i Risalette ve nâsı hakka dâvette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki; büyük devletler, büyük dinler, hattâ kavim ve kabilesi ve amcası ona şiddetli adavet ettikleri halde; zerre miktar bir eser-i tereddüt, bir telâş, bir korkaklık göstermemesi; ve tek başiyle bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması; ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi isbat eder ki, tebliğ ve dâvette dahi misli olmamış ve olamaz.


Hem îmanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yâkin ve mu’cizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvi itikad taşımış ki, o zamanın hükümranı olan bütün efkârı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhani reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde; onun ne yakînine, ne îtikadına, ne îtimadına, ne itmi’nanına hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese vermemesi; ve maneviyatta ve merâtib-i îmâniyede terakki eden başta Sahabeler ve bütün ehl-i velâyet, Onun, her vakit, mertebe-i îmanından feyz almaları ve O’nu en yüksek derecede bulmaları bilbedahe gösterir ki, îmanı dahi emsalsizdir.

İşte, böyle emsal-siz bir şeriat ve misilsiz bir İslâmiyet ve hârika bir ubûdiyet ve fevkalâde bir dua ve cihan-pesendane bir davet ve mu’cizane bir îman sahibinde, elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı, ve aklı dahi tasdik etti.

D ö r d ü n c ü s ü: Enbiyaların (Aleyhimüsselâm) icmaı, nasıl ki vücud ve vahdaniyyet-i İlâhiyeye gayet kuvvetli bir delildir; öyle de, bu Zatın (A.S.M) doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünki, Enbiya Aleyhimüsselâm’ın doğruluklarına ve Peygamber olmalarına medar olan ne kadar kudsî sıfatlar ve mu’cizeler ve vazifeler varsa, O Zatda (A.S.M) en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek onlar, nasılki lisan-ı kal ile, Tevrat, İncil, Zebur ve Suhuflarında bu Zatın (A.S.M) geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki kütüb-ü mukaddesenin o beşaretli işârâtından yirmiden fazla ve Pek zâhir bir kısmı, Ondokuzuncu Mektupta güzelce beyan ve isbat edilmiş. Öyle de, lisan-ı halleriyle yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri ve en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip dâvasını imza ediyorlar; ve lisan-ı kal ve icma’ ile vahdâniyyete delâlet ettikleri gibi, lisan-ı hal ile ve ittifak ile de, bu Zâtın sâdıkıyetine şehadet ediyorlar, diye anladı.

B e ş i n c i s i: Bu Zâtın düsturlariyle ve terbiyesi ve tebaiyyetiyle ve arkasından gitmeleriyle; hakka, hakikata, kemâlâta, kerâmata, keşfiyata, müşahedata yetişen binlerce evliya vahdâniyyete delâlet ettikleri gibi; üstadları olan bu Zâtın sâdıkıyetine ve risaletine, icma ve ittifakla şehadet ediyorlar. Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin bir kısmını, nur-u velâyetle müşahede etmeleri; ve umumunu, nur-u îmanile, ya ilmeyakînveya aynelyakîn veya hakkalyakîn îtikad ve tasdik etmeleri; üstadları olan bu Zâtın, derece-i hakkaniyet ve sâdıkıyetini Güneş gibi gösterdiğini gördü.


A l t ı n c ı s ı: Bu Zâtın ümmîliğiyle beraber; getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtira ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği mârifet-i İlâhiyyenin dersiyle ve tâlimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sıddîkîn-i muhakkikîn ve dâhi hükema-i mü’minin, bu Zâtın üssü’l-esas dâvası olan vahdâniyyeti kuvvetli bürhanlariyle bil’ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallîm-i ekberin ve bu üstâd-ı âzamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifak ile şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sâdıkıyetidir. Meselâ Risale-i Nur, yüz parçasiyle, bu Zâtın sadâkatinin bir tek bürhanıdır.

Y e d i n c i s i: Âl ve Ashab namında, ve nev’i beşerin enbiyadan sonra feraset ve dirayet ve kemâlâtla en meşhuru, ve en muhterem ve en namdarı, ve en dindar ve en keskin nazarlı taife-i azîmesi, kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle bu Zâtın bütün gizli ve aşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tedkik etmeleri neticesinde; bu Zâtın, dünyada en sâdık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatlı olduğuna ittifak ile ve icma’ ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, Güneşin ziyasına delâlet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladı.


S e k i z i n c i s i: Bu kâinat, nasılki kendini îcad ve idare ve tertip eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitap gibi, bir sergi gibi, bir temaşagâh gibi tasarruf eden sâniine ve kâtibine ve nakkaşına delâlet eder; öyle de: Kâinatın hilkatindeki makasıd-ı İlâhiyyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbâni hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemâlâtını ilan edecek ve o kitab-ı kebîrin mânalarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad, bir sâdık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delâlet ettiği cihetiyle; elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu Zâtın hakkaniyetine, ve bu kâinat Hâlikının en yüksek ve sâdık bir me’muru olduğuna şehadet ettiğini bildi.


D o k u z u n c u s u: Mâdem bu san’atlı ve hikmetli masnûatıyla kendi hünerlerini ve san’atkârlığının ve kemâlâtını teşhir etmek; ve bu süslü, zînetli nihayetsiz mahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek; ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız ni’metleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile, hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nev’ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbâni it’amlar ve ziyafetler ile, kendi rubûbiyyetine karşı, minnettârâne ve müteşekkirâne ve perestişkârâne ibadet ettirmek; ve mevsimlerin tebdili ve gece gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasurrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkıyyet ile kendi Ulûhiyyetini izhar ederek, o Ulûhiyyetine karşı îman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları izale ve semavi tokatlar ile zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle, hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var. Elbette ve herhalde, o gaybî Zât’ın yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi; ve O’nun mezkûr maksatlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden, ve daima o Hâlikının namına hareket eden, ve O’ndan istimdat eden, ve muvaffakiyet isteyen, ve O’nun tarafından imdada ve tevfika mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşî denilen bu Zât olacak. (A.S.M)


Hem aklına dedi: Mâdem bu mezkur dokuz hakikatlar bu Zâtın sıdkına şehadet ederler; elbette bu âdem, benî -Âdemin medar-ı şerefi ve bu Âlemin medar-ı iftiharıdır; ve O’na, Fahr-i âlem ve Şeref-i benî-âdem denilmesi pek lâyıktır; ve O’nun elinde bulunan ferman-ı Rahman olan Kur’an-ı Mu’cizü’l Beyanın haşmet-i saltanat-ı mâneviyesinin nısf-ı Arzı istilâsı ve şahsî kemâlâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim Zât budur; Hâlikımız hakkında en mühim söz, O’nundur.


İşte gel, bak: Bu hârika Zâtın yüzer zâhir ve bâhir kat’i mu’cizelerinin kuvvetine, ve dinindeki binler âli ve esaslı hakikatlarına istinaden, bütün dâvalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vacibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delâlet ve şehadet, ve o Vâcibü’l-Vücudu isbat ve ilân ve i’lam etmektir.


Demek; bu kâinatın mânevi güneşi ve Hâlikımızın en parlak bir bürhanı bu Habibullah denilen Zâtdır ki; O’nun şehadetini te’yid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma’ var.


B i r i n c i s i: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmiyecek” diyen, İmam-ı Ali (radiyallahü anh); ve yerde iken Arş-ı Â’zamı ve İsrâfil’in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı


Â’zam (K.S) gibi keskin nazar ve gayb-bîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi ve âl-i Muhammed nâmiyle şöhretşiâr-ı âlem olan cemaat-ı nurâniyenin icma’ ile tasdikleridir.


İ k i n c i s i: Bedevi bir kavim ve ümmî bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâli ve kitapsız, ve Fetret Asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medeni ve mâlûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak; Şarktan Garba kadar cihanpesendane idare eden, ve Sahâbe namiyle dünyada nâmdar olan cemaat-i meşhurenin ittifakla, can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli îmanla tasdikleridir.


Ü ç ü n c ü s ü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan, ve ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ulemasının cemaat-ı uzmasının tevâfukla ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir. Demek; bu Zâtın Vahdâniyyete şehadeti şahsî ve cüz’i değil, belki, umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa, karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir, diye hükmetti. İşte, Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makam’ın Onaltıncı Mertebesinde böyle:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الاَحَدِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ فَخْرُ عَالَمٍ

وَشَرَفُ نَوْعِ بَنِى اَدَمَ بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْاَنِهِ وَحِشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ وَكَثْرَةِ كَمَالَاتِهِ وَعُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ حَتَّى بِتَصْدِيقِ اَعْدَآئِهِ وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِآتِ الْمُعْجِزَاتِ الظَّاهِرَاةِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ وِبِقُوَّةِ اَلاَفِ حَقَآئِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ بِاِجْمَاعِ اَلِهِ ذَوْىِ اْلاَنْوَارِ وَبِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوىِ اْلاَبْصَارِ وَبِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى اُمَّتِهِ ذَوىِ الْبَرَاهِينِ وَالْبَصَائِرِ النَّوَّارَةِ


denilmiştir.

Sonra, bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı îmân olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki: «Aradığımız Zâtın sözü ve kelâmı denilen bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en Hâkim ve ona teslim olmıyan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mu’cizü’l_Beyan namındaki kitaba müracaat edip, O ne diyor, bilelim. Fakat, en evvel bu kitap, bizim Hâlikımızın kitabı olduğunu isbat etmek lâzımdır »diye taharriye başladı.


Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel mânevi i’câz-ı Kur’aniyenin lem’aları olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüzotuz risaleleri, Âyât-ı Furkâniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-ı Kur’aniyeyi mücâhidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki, onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’an, semâvidir, beşer kelâmı değildir. Hattâ Resaili’n-Nur’un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur’aniyesi olan Yirmibeşinci Söz ile Ondokuzuncu Mektubun âhiri, Kur’an’ın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle isbat etmiş ki; kim görmüşse, değil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarına hayran olmuş; takdir ederek çok sena etmiş.

Kur’an’ın vech-i i’cazını ve hak Kelâmullah olduğunu isbat etmek cihetini Risaleti’n-Nur’a havale ederek, yalnız kısa bir işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.

B i r i n c i N o k t a: Nasılki Kur’an, bütün mu’cizatiyle ve hakkaniyetine delil olan bütün hakaikıyle Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir mu’cizesidir. Öyle de; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da, bütün mu’cizatiyle ve delâil-i nübüvvetiyle ve kemalât-ı ilmiyesiyle Kur’an’ın bir mu’cizesidir ve Kur’an Kelâmullah olduğuna bir hüccet-i katıasıdır.

İ k i n c i N o k t a: Kur’an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatlı bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların; hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılâb yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki, ondört asır müddetinde, her dakikada, altıbin altıyüz altmışaltı Âyetleri, kemâl-i ihtiramla,


hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor ruhlara, inkişaf ve terakki ve akıllara, istikamet ve nur ve hayata, hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu’cizedir.


Ü ç ü n c ü N o k t a: Kur’an, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belağat göstermiş ki; Kâbe’nin duvarında altınla yazılan en meşhur ediblerin “Muallekat-ı Seb’a” namiyle şöhretşiar kasidelerini o dereceye indirdi ki, Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’den indirirken demiş: “âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”


Hem bedevî bir edib: فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرْ Âyeti okunurken işittiği vakit secdeye kapanmış. O’na demişler “Sen müslüman mı oldun?” O demiş, “Hayır, ben bu Âyetin belâğatına secde ettim.”


Hem ilm-i belâğatın dâhilerinden Abdülkahir-i Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahşeri gibi binlerle dâhi imamlar ve mütefennin edibler icma’ ve ittifakla karar vermişler ki: “Kur’an’ın belâğatı, tâkat-ı beşerin fevkındedir, yetişilmez.”


Hem o zamandan beri, mütemadiyen meydan-ı muârazaya dâvet edip, mağrur ve enaniyetli ve ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: “Ya birtek surenin mislini getiriniz veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabûl ediniz…” diye ilân ettiği halde; o asrın muannid beliğleri bir tek surenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muârazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyar etmeleri isbat eder ki; o kısa yolda gitmek mümkün değildir.


Hem, Kur’an’ın dostları, Kur’an’a benzemek ve taklid etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur’an’a mukabele ve tenkid etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr ile terakki eden milyonlarla Arabi kitablar ortada geziyor, Hiçbirisinin Ona yetişemediğini, hattâ en âdi adam dahi dinlese, elbette diyecek:« “Bu Kur’an, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umumunun fevkınde olacak.» Umumunun altında olduğunu dünyada hiçbir ferd, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez… Demek mertebe-i belâğatı, umumun fevkındedir.


Hattâ bir adam سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ Âyetini okudu. Dedi ki: “Bu Âyetin hârika telâkki edilen belâğatını göremiyorum.” Ona denildi: “Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle.” O da, kendini Kur’andan evvel orada tahayyül ederken gördü ki: Mevcudat-ı âlem; perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak; hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada; kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden Kur’an’ın lisanından bu Âyeti dinlerken gördü. Bu Âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki; bu ezeli nutuk ve bu sermedi ferman asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebir hükmünde, başta semâvat ve arz olarak umum mahlûkatı, hayatdarane zikir ve tesbihde, vazife başında cûş u hurûşla mes’udane ve memnunane bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti, Ve bu Âyetin derece-i belâğatını zevkederek sair Âyetlerin buna kıyasla Kur’an’ın zemzeme-i belâğatı arzın nısfını ve nev’i beşerin humsunu istila ederek haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla ondört asır bilâ-fâsıla idame ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.


D ö r d ü n c ü N o k t a: Kur’an, öyle hakikatlı bir halâvet göstermiş ki; en tatlı birşeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’anı tilâvet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini ziyadeleştirdiği eski zamandan beri herkesce müsellem olup, darb-ı mesel hükmüne geçmiş. Hem öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet ve garabet göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhafaza ediyor. Her asır, kendine hitab ediyor gibi bir gençlikte görmüş; Her taife-i ilmiye, Ondan her vakit istifade etmek için kesretle ve mebzuliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslub-u ifadesine ittiba ve iktida ettikleri halde, O, üslûbundaki ve tarz-ı beyanındaki garabetini aynen muhafaza ediyor.


B e ş i n c i s i: Kur’an’ın, bir cenahı mâzide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski Peygamberlerin ittifaklı hakikatları olduğu ve bu, onları tasdik ve te’yid ettiği ve onlar dahi tevâfukun lisan-ı hâliyle bunu tasdik ettikleri gibi.. öyle de: Evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri ve hayattar tekemmülleriyle, şecere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikat-medar olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velâyetin bütün hak tarikatları ve İslâmiyetin bütün hakikatlı ilimleri, Kur’an’ın, ayn-ı hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyyette misilsiz bir hârika olduğuna şehadet eder.

A l t ı n c ı s ı: Kur’an’ın altı ciheti nuranîdir, sıdk ve hakkaniyeti gösterir. Evet, altında, hüccet ve bürhan direkleri; üstünde, sikke-i i’caz lem’aları; önünde ve hedefinde, saadet-i dareyn hediyeleri; arkasında nokta-i istinadı, vahy-i semâvi hakikatları; sağında, hadsiz ukul-ü müstakîmenin delillerle tasdikleri; solunda, selim kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itmi’nanları ve samimî incizabları ve teslimleri, Kur’an’ın fevkalâde, hârika, metin ve hücum edilmez bir kal’a-i semâviye-i arziye olduğunu isbat ettikleri gibi, altı makamdan dahi O’nun ayn-ı hak ve sâdık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığına hem yanlış olmadığına imza eden, başta, bu kâinatta daima güzelliği izhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterîleri imha ve izale etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın mutasarrıfı, o Kur’ana âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimane bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle O’nu tasdik ve imza ettiği gibi, İslâmiyetin menbaı ve Kur’an’ın tercümanı olan Zât’ın (A.S.M) herkesten ziyade O’na îtikad ve ihtiramı ve nüzulü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimânede bulunması ve sair kelâmları O’na yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakiki hâdisat-ı kevniyeyi, gaybiyâne Kur’an ile tereddütsüz ve itmi’nan ile beyan etmesi ve çok dikkatli gözlerin altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmiyen o tercümanın, bütün kuvvetiyle, Kur’an’ın herbir hükmüne îman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey O’nu sarsmaması, Kur’an semavî, hakkaniyetli ve kendi Hâlik-i Rahîminin mübarek kelâmı olduğunu imza ediyor.


Hem, nev’i insanın humsu, belki kısm-ı âzâmı, göz önündeki o Kur’an’a müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikatperestane ve müştâkane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vâkıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhânilerin dahi, tilâveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafında toplanması, Kur’an’ın kâinatça makbûliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

Hem, nev’-i beşerin umum tabakaları, en gabî ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar herbirisi, Kur’an’ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa şeriat-ı kübrânın müçtehidleri ve Usûl-üd-din ve İlm-i Kelâm’ın dâhi muhakkikleri gibi, her taife kendi ilimlerine ait bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur’an’dan istihrac etmeleri, Kur’an menba-ı hak ve mâden-i hakikat olduğuna bir imzadır.


Hem edebiyatça en ileri bulunan Arab edibleri, -İslâmiyete girmeyenler- şimdiye kadar muârazaya pekçok muhtaç oldukları halde Kur’an’ın i’cazından yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâğatının (tek bir sûrenin) mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muâraza ile şöhret kazanmak istiyen meşhur beliğlerin ve dâhi âlimlerin O’nun hiçbir vech-i i’câzına karşı çıkamamaları ve âcizane sükût etmeleri; Kur’an, mu’cize ve tâkat-i beşerin fevkınde olduğuna bir imzadır. Evet, bir kelâm, “kimden gelmiş ve kime gelmiş ve niçin?” denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâğati tezahür etmesi noktasında Kur’an’ın misli olamaz ve O’na yetişilemez. Çünki: Kur’an, bütün alemlerin Rabbi ve Hâlikının hitabı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannuu ihsas edecek bir emare bulunmıyan bir mükâlemesi ve bütün insanların belki bütün mahlûkatın namına meb’us ve nev’-i beşerin en meşhur ve namdar muhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-i îmanı, koca İslâmiyeti tereşşuh edip sahibini «Kab-ı Kavseyn» makamına çıkararak muhatab-ı Samedaniyyeye mazhariyetiyle nüzul eden ve saadet-i dareyne dair ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbâni maksatlara ait mesâili ve o muhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan imânını beyan ve izah eden ve koca kâinatın bir harita, bir saat, bir hâne gibi her tarafını gösterip, çevirip, onları yapan san’atkârı tavriyle ifade ve tâlim eden Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyan’ın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i icâzına yetişilmez.


Hem, Kur’an’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk, hattâ yetmiş cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binlerle mütefennin ulemânın, senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’andaki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âli mânaları ve umûr-u gaybiyenin her nev’inden kesretli gaybî ihbarları izhar ve isbat etmeleri ve bilhassa Risale-i Nur’un yüzotuz kitabının herbiri, Kur’an’ın bir meziyetini, bir nüktesini kat’i bürhanlarla isbat etmesi ve bilhassa «Mu’cizât-ı Kur’aniye Risalesi;» şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur’an’dan istihraç eden «Yirminci Söz’ün İkinci Makamı» ve Risale-i Nura ve elektriğe işaret eden Âyetlerin işârâtını bildiren İşârât-ı Kur’aniye namında «Birinci Şuâ» ve Huruf-u Kur’aniye, ne kadar muntazam , esrarlı ve mânalı olduğunu gösteren «Rumuzat-ı Semâniye» namındaki sekiz küçük risaleler ve Sûre-i Feth’in âhirki Âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini isbat eden küçük bir risale gibi Risale-i Nur’un her bir cüz’ü; Kur’an’ın bir hakikatını, bir nurunu izhar etmesi; Kur’an’ın misli olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâm-ül-Guyûb’un kelâmı bulunduğuna bir imzadır.


İşte; altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen, Kur’an’ın mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki, haşmetli hâkimiyet-i nurâniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak zemin yüzünü dahi binüçyüz sene tenvir ederek kemâl-i ihtiramla devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur’an’ın herbir harfi, hiç olmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-i bâki vermesi, hattâ bir kısım Âyâtın ve surelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi ve mübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti on’dan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış, diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi: “İşte böyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’an; surelerinin icmâiyle ve Âyâtının ittifakıyle ve envârının tevâfukiyle ve semerat ve âsârının tetabukiyle birtek Vâcib-ül-Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfât ve esmâsına delillerle isbat suretinde öyle şehadet etmiş ki, bütün ehl-i imânın hadsiz şehadetleri, O’nun şehadetinden tereşşüh etmişler.”


İşte bu yolcunun Kur’an’dan aldığı ders-i tevhid ve îmânâ kısa bir işaret olarak Birinci makamın Onyedinci Mertebesinde böyle:

لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الاَحَدِ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ اَلْقُرْاَنُ الْمُعْجِزُ الْبَيَانِ اَ لْمَقْبُولُ الْمَرْغُوبُ ِلاَجْنَاسِ الْمَلَكِ وَالاِنْسِ وَالْحَآنِّ الْمَقْرُوءُ كُلُّ آيَاتِهِ فِى كُلِّ دَقِيقَةٍ بِكَمَالِ اْلاِحْتِرَامِ بِاَلْسِنَةِ مِأَتِ مِلْيُونٍ مِنْ نَوْعِ اْلاِنْسَانُ الدَّآئِمُ سَلْطَنَةُ الْقُدْسِيَّةُ عَلَى اَقْطَارِ اْلاَرْضِ وَالاَكْوَانِ وَعَلَى وُجُوهِ اْلاَعْصَارِ وَالزَّمَانُ وَالْجَآرِى حَاكِمِيَّتُهُ الْمَعْنَوِيَّةُ النُّورَانِيَّةُ عَلَى نِصْفِى اْلاَرْضِ وَخَمُسِ اْلبَشَرْ فِى اَرْبَعَةِ عَشَرَ عَصْرًا بِكَمَالِ اِحْتِشَامْ .. وَكَذَا شَهِدَ وَبَرْهَنَ بِاِجْمَاعِ سُوَرِةِ الْقُدْسِيَّةِ السَّمَاوِيَّةِ وَبِاِتِّفَاقِ اَيَاتِهِ النُّورَانِيَّةِ اْلاِلَهِيَّةِ وَبِتَوَافُقِ اَسْرَارِهِ وَاَنْوَارِهِ وَبِتَطَابُقِ حَقَائِقِهِ وَثَمَرَاتِهِ وَاَثَارِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ

denilmiştir.

Sonra, bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi belki koca kâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran; ve bir fânî adama, ebedi bir hayatın levâzımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir biçâreyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymetdar sermaye-i insaniyenin îman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki:


“Haydi, ileri!” İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın hey’et-i mecmuasına müracaat edip, “O da ne diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz.” diye, Kur’andan aldığı geniş ve ihâtalı bir dürbün ile baktı, gördü:


Bu kâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki; mücessem bir kitab-ı Sübhanî ve cismanî bir Kur’an-ı Rabbânî ve müzeyyen bir saray-ı Samedanî ve muntazam bir şehr-i Rahmanî suretinde görünüyor. O kitabın bütün sûreleri, âyetleri ve kelimatları; hattâ harfleri ve babları ve fasılları ve sayfaları ve satırları; umumunun, her vakit mânidarane mahv ve isbatları ve hakîmâne tağyir ve tahvilleri; icma’ ile, bir Alîm-i Küll-i Şey’in ve bir Kadîr-i Küll-i Şey’in ve bir musannifin, herşeyde herşey’i gören ve herşey’in herşey’i ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelâlin ve bir Kâtib-i Zülkemâlin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedahe ifade ettikleri gibi; bütün erkân ve envaiyle ve ecza ve cüz’iyatiyle ve sekeneleri ve müştemilâtiyle ve vâridat ve masârıfatiyle ve onlarda maslahatkârane tebdilleriyle ve hikmetperverane tecditleriyle, bil’ittifak, hadsiz bir kudret ve nihayetsiz bir hikmetle iş gören âli bir ustanın ve misilsiz bir Sâniin mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Ve kâinatın azametine münasib iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetini isbat ediyorlar.


Birinci Hakikat : Usûlu’d-Din ve İlm-i Kelâm’ın dâhi ulemasının ve hükema-i İslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarla isbat ettikleri hudûs ve imkân hakikatlarıdır. Onlar demişler ki: “Mâdem, âlemde ve herşeyde tegayyür ve tebeddül var, elbette fânidir, hâdistir, kadim olamaz. Mâdem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni’ var. Ve mâdem herşey’in zâtında vücudî ve ademî bir sebep bulunmazsa müsavidir, elbette vacib ve ezelî olamaz… Ve mâdem muhal ve bâtıl olan devir ve teselsül ile birbirini îcad etmek mümkün olmadığı kat’i bürhanlarla isbat edilmiş, elbette öyle bir Vâcibü’l-Vücud un mevcudiyeti lâzımdır ki: Nazîri mümteni’, misli muhal, ve bütün mâadası mümkün, ve masivası mahlûku olacak. “Evet hudus hakikatı, kâinatı istilâ etmiş, çoğunu göz görüyor; diğer kısmını akıl görüyor. Çünki: Gözümüzün önünde her sene güz mevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki; herbirisinin hadsiz efradı bulunan ve herbiri zîhayat bir kâinat hükmünde olan yüzbin nevi’ nebatat ve küçücük hayvanat, o âlem ile beraber vefat ederler. Fakat o kadar intizam ile bir vefattır ki; haşir ve neşirlerine medar olan; ve rahmet ve hikmetin mu’cizeleri, kudret ve ilmin hârikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları baharda yerlerinde bırakıp, defter-i a’mallerini ve gördükleri vazifelerin proğramlarını onların ellerine vererek, Hafiz-i Zülcelâl’in himayesi altında, hikmetine emanet eder; sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, haşr-i âzamın yüzbin misâli ve nûmune ve delilleri hükmünde olarak o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısım hayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi kendi yerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri îcad ve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin ve vazifelerin sahifelerini ilânat gibi neşredip وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ Âyetinin bir misâlini gösteriyorlar.


Hem; hey’et-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder ve taze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudus, o kadar muntazam cereyan ediyor; ve o vefat ve hudusda, gayet intizam ve mizanla o kadar nevi’lerin vefiyatları ve hudusları oluyor ki; güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayat kâinatlar ona misafir olurlar; ve seyyal âlemler ve seyyar dünyalar ona gelirler, vazifelerini görürler, giderler.


İşte; bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemal-i ilim ve hikmet ve mizanla, ve muvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve îcad edip, Rabbâni maksadlarda ve İlâhî gayelerde ve Rahmanî hizmetlerde Kadîrane istimal ve Rahîmane istihdam eden bir Zât-ı Zülcelâl’in Vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsiz hikmeti, bilbedahe, Güneş gibi akıllara görünüyor. Hudus mesâilini Risale-i Nura ve Muhakkîkîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz…


Amma imkan ciheti ise: O da kâinatı istila ve ihâta etmiş. Çünki, görüyoruz ki herşey, küllî ve cüz’î bulunsun, büyük ve küçük olsun, arştan ferşe, zerrattan seyyârâta kadar her mevcud, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlar ve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlar ile dünyaya gönderiliyor. Halbuki; o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde o hususiyeti vermek; hem, suretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde o nakışlı ve fârikalı ve münasib o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsinden olan eşhasın mikdarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyeti imtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevi’leri ve mertebeleri sayısınca imkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua, o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek, hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içinde mütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetli keyfiyetleri ve inâyetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz’î bütün mümkinat adedince ve her mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, hey’et ve sûret, sıfat ve vaziyetinin imkânatı adedince tahsis edici, tercih edici, tâyin edici, ihdâs edici bir Vâcibü’l-Vücud’un vücub-u vücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine; ve hiçbir şey ve hiçbir şe’n, O’ndan gizlenmediğine, ve hiçbir şey O’na ağır gelmediğine; ve en büyük bir şey, en küçük bir şey gibi O’na kolay geldiğine; ve bir baharı bir ağaç kadar, ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle îcad edebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler, imkân hakikatından çıkıp kâinatın bu büyük şehadetinin bir kanadını teşkil ederler.


Kâinatın şehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatiyle Risale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmiikinci ve Otuzikinci Sözler, ve Yirminci ve Otuzüçüncü Mektuplar tamamiyle isbat ve izah ettiklerinden onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.

Kâinatın hey’et-i mecmuasından gelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını isbat eden:


İ k i n c i H a k i k a t: Bu mütemadiyen çalkanan inkılâplar ve tahavvülâtlar içinde vücudunu ve hizmetini ve zîhayat ise, hayatını muhafazaya ve vazifesini yerine getirmeğe çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün hakikatı görünüyor. Meselâ: Unsurları, zîhayatın imdadına.. hususan bulutları, nebatatın mededine.. ve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise, insanların muavenetine, ve memelerin kevser gibi sütleri, yavruların beslenmelerine.. ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hacetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmes; hattâ zerrat-ı taamiye dahi hüceyrât-ı bedeniyenin tâmirine koşmaları gibi, teshîr-i Rabbânî ile ve istihdam-ı Rahmânî ile, hakikat-ı teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabb’ül-Âlemîn’in umumî ve, Rahîmâne Rubûbiyyetini gösteriyorlar.


Evet; câmid ve şuursuz ve şefkatsiz olan, ve birbirine şefkatkârâne, şuurdarane vaziyet gösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-ı Zülcelâl’in kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.

İşte kâinatta câri olan teâvün-ü umumî, seyyârattan tâ zîhayatın aza ve cihazat ve zerrat-ı bedeniyesine kadar kemal-i intizamla cereyan eden muvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile; ve semâvâtın yaldızlı yüzünden ve zeminin zînetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine kadar kalem gezdiren tezyin, ve Kehkeşandan ve Manzume-i Şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim, ve Güneş ve Kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatların büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri, kâinatın şehadetinin ikinci kanadını isbat ve teşkil ederler. Mâdem Risale-i Nur bu büyük şehadeti isbat ve izah etmiş, biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.

İşte dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i îmânîye kısa bir işaret olarak birinci Makam’ın Onsekizinci Mertebesinde böyle: لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْمُمْتَنْعْ نَظِيرُهُ الْمُمْكِنُ كُلُّ مَا سِوَاهُ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ هَذِهِ الْكَائِنَاتُ اْلكِتَابُ اْلكَبِيرُ الْمُجَسَّمْ وَالْقُرْاَنُ الْجِسْمَانِىُّ الْمُعَظَّمْ وَالْقَصْرُ الْمُزَيَّنُ الْمُنَظَّمْ وَالْبَلَدُ الْمُحْتَشَمُ الْمُنْتَظَمْ بِاِجْمَاعِ سُوَرِهِ وَاَيَاتِهِ وَكَلِمَاتِهِ وَحَرُوفِهِ وَاَبْوَابِهِ وَفُصُولِهِ وَصُحُفِهِ وَسُطُورِهِ وَاِتِّفَاقِ اَزْكَانِهِ وَاَنْوَاعِهِ وَاَجْزَآئِهِ وَجُزْئِيَّاتِهِ وَسَكَنَتِهِ وَمُشْتَمَلاَتِهِ وَوَارِدَاتِهِ وَمَصَارِفِهِ بِشَادَةٍ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ الْحُدُوثِ وَالتَّغَيُّرِ وَاْلاْمْكَانِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ عُلَمَآءِ عِلْمِ الْكَلاَمِ وَبِشَهَادَةِ حَقِيقَةِ تَبْدِيلِ صُورَتِهِ وَمُشْتَمَلاَتِهِ بِالْحِكْمَةِ وَاْلاِنْتِظَامِ وَتَجْدِيدِ حُرُوفِهِ وَكَلِمَاتِهِ بِالنِّظَامِ وَالْمِيزَانِ وَبِشَهَادَةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ التَّعَاوُنِ وَالتَّجَاوُبِ وَالتَّسَانُدِ وَالتَّدَاخُلِ وَالْمَوَازَنَةِ

وَالْمُحَافَظَةِ فَى مَوْجُودَاتِهِ بِالْمُشَاهَدَةِ وَالْعَيَانِ

 

denilmiştir.

Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaradanını arayan ve onsekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi’rac-ı îmânî ile gaibane mârifetten hâzırane ve muhâtabâne bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: Fâtiha-i Şerîfede, başından tâ اِيَّاكَ kelimesine kadar gaibane medh-ü sena ile bir huzur gelip اِيَّاكَ hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız; her şeyi gösteren Güneşi, Güneşten sormak gerektir. Evet, her şeyi gösteren, kendini her şeyden ziyade gösterir. Öyle ise Şemsin şuââtı ile onu görmek ve tanımak gibi, Hâlikımızın esmâ-i hüsnâsiyle ve Sıfât-ı Kudsiyesiyle, O’nu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.


Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu, ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi, ve o iki mertebenin pek çok hakikatlarından ve pek çok uzun tafsilâtından yalnız iki hakikatı icmâl ve ihtisar ile bu risalede beyan edeceğiz.


B i r i n ci H a k i k a t: Bilmüşahede gözümüzle görünen, ve muhit ve daîmî ve muntazam ve dehşetli, ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdid eden ve kâinatı kaplıyan faaliyet-i müstevliye hakikatı, görmesi ve o her cihetle hikmetmedar faaliyet hakikatinin içinde tezâhür-ü Rubûbiyyet hakikatının bilbedahe hissedilmesi, ve o her cihetle, rahmet-feşan tezâhür-ü Rubûbiyyet hakikatinin içinde tebârüz-ü Ulûhiyyet hakikati bizzarure bilinmiş olmasıdır.


İşte; bu Hâkimane ve Hakîmane faaliyet-i daimeden ve perdesinin arkasında bir Fâil-i Kadir ve Alîm’in ef’âli görünür gibi hissedilir. Ve bu mürebbiyâne ve müdebbirâne ef’ali Rabbâniyyeden ve perdesinin arkasından, her şeyde cilveleri bulunan Esmâ-i İlâhiyye hissedilir derecesinde bedahetle bilinir. Ve bu celâldârâne ve cemalperverâne cilvelenen Esmâ-i Hüsnâ’dan ve perdesinin arkasında sıfât-ı sab’a-i kudsiyenin, ilmelyakîn, belki aynelyakîn, belki hakkalyakîn derecesinde vücudları ve tahakkukları anlaşılır. Ve bu yedi kudsî sıfâtın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle, hem hayattarâne, hem kadîrâne, hem alîmâne, hem semiâne, hem basîrâne, hem mürîdâne, hem mütekellimane nihayetsiz bir surette tecellileri ile bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir mevsuf-u Vâcibü’l Vücud’un ve bir müsemma-i Vâhid-i Ehad’in ve bir Fâil-i Ferd-i Samed’in mevcudiyeti Güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda, kalbdeki îman gözüne görünür gibi kat’î bilinir. Çünki: Güzel ve mânidar bir kitap ve muntazam bir hâne, bedahetle, yazmak ve yapmak fiilellerini; ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi, bedahetle, yazıcı ve dülger namlarını; yazıcı ve dülger ünvanları ise, bedahetle, kitabet ve dülgerlik san’atlarını ve sıfatlarını; ve bu san’at ve sıfatlar, bedahetle, herhalde bir zâtı istilzam eder ki, mevsuf ve sâni’ ve müsemma ve fâil olsun. Failsiz bir fiil ve müsemmasız bir isim mümkün olmadığı gibi; mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir san’at dahi mümkün değildir.


İşte bu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat; bütün mevcudatiyle beraber, kaderin kalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış mânidar hadsiz kitaplar, mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde -her biri binler vecihle ve beraber hadsiz vücuh ile Rabbânî ve Rahmânî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerin menşe’leri olan binbir esmâ-i İlâhiyyeyi hadsiz cilveleriyle, ve o güzel isimlerin menbaı olan yedi sıfat-ı sübhâniyyenin nihayetsiz tecellileriyle, o yedi muhit ve kudsî sıfatların mâdeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zât-ı Zülcelâl’in vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler ve nihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün o mevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemâller dahi, ef’âl-i Rabbaniyyenin ve Esmâ-i İlâhiyyenin ve Sıfât-ı Samedâniyyenin ve şuûnât-ı Sübhâniyyenin, kendilerine lâyık ve muvâfık kudsî cemallerine ve kemallerine, ve hepsi birden, Zât-ı Akdes’in kudsî cemâline ve kemâline bedahetle şehadet ederler.


İşte; faaliyet hakikatı içinde tezahür eden Rubûbiyyet hakikatı; İlim ve hikmetle halk ve îcad ve sun’ ve ibda’; nizam ve mîzan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir; kasd ve irade ile tahvil ve debdil ve tenzil ve tekmil; şefkat ve rahmetle it’am ve in’am ve ikram ve ihsan gibi şuûnâtiyle ve tasarrufatiyle kendini gösterir ve tanıttırır.

Ve tezahür-ü Rubûbiyyet hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan Ulûhiyyetin tebarüz hakikatı dahi, esma-i hüsnânın rahîmane ve kerîmâne cilveleriyle ve “Yedi Sıfât-ı Subûtiyye” olan “Hayat”, “İlim”, “Kudret”, “İrade”, “Sem'”, “Basar” ve “Kelâm” sıfatlarının celâlli ve cemâlli tecillileriyle kendini tanıttırır, bildirir.


Evet, nasılki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlar ile Zât-ı Akdesi tanıttırır; öyle de, kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zât-ı Akdesi bildirir; ve kâinatı baştan başa bir fürkan-ı cismanî mahiyetinde gösterip, bir Kadîr-i Zülcelâli tavsif ve târif eder. Ve ilim sıfatı dahi; hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuat miktarınca, ve ilim ile idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlûkat adedince mevsufları olan bir tek Zât-ı Akdesi bildirir. Ve hayat sıfatı ise; kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildiren bütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ve zînetli suretler, haller, ve sâir sıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayat sıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle, âyineleri olan bütün zîhayatları şâhid göstererek, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmu bildirir. Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri ve nakışları göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve hadsiz âyinelerden terekküb eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Ve bu kıyasla görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi, herbiri birer kâinat kadar Zât-ı Akdesi bildirir, tanıttırır.


Hem o sıfatlar, Zât-ı Zülcelâl’in vücuduna delâlet ettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o Zâtın hayattar ve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünki, Bilmek, hayatın alâmeti; işitmek, dirilik emâresi, görmek, dirilere mahsus; irade, hayat ile olabilir. İhtiyarî iktidar, zîhayatlarda bulunur; tekellüm ise, bilen dirilerin işidir.


İşte bu noktalardan anlaşılır ki; hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri, ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki; bütün sıfatların esası ve menbaı ve İsm-i A’zamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i nur, bu birinci hakikatı kuvvetli bürhanlar ile isbat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden, bu mezkûr katre ile şimdilik iktifa ediyoruz…

İ k i n c i H a k i k a t: Sıfat-ı Kelâm’dan gelen tekellüm-ü İlâhidir.


لَوْكَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رِبِّى

âyetinin sırrıyle: Kelâm-ı İlâhi, nihayetsizdir. Bir Zâtın vücudunu bildiren en zâhir alâmet, konuşmasıdır. Demek bu hakikat, nihayetsiz bir surette Mütekellim-i Ezelînin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet eder. Bu hakikatın iki kuvvetli şehadeti, bu Risalenin Ondördüncü ve Onbeşinci Mertebelerinde beyan edilen vahiyler ve ilhamlar cihetiyle; ve geniş bir şehadeti dahi, Onuncu Mertesebinde işaret edilen Kütüb-ü Mukaddese-i Semâviye cihetiyle; ve çok parlak ve Câmi bir diğer şehadeti dahi, Onyedinci Mertebesinde Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan cihetiyle geldiğinden, bu hakikatın beyan ve şehatedini o mertebelere havale edip; o hakikatı, mu’cizane ilân eden ve şehadetini sair hakikatların şehadetleriyle beraber ifade eden

شَهِدَ اللَّهُ اَنَّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلئِكَةُ وَاُولُو اْلعِلْمِ قَآئِمًا بِالْقِسْطِ لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

Âyet-i muazzamanın envarı ve esrarı, bizim bu yolcuya kâfi ve vâfi gelmiş ki, daha ileri gidememiş. İşte bu yolcunun, bu makam-ı kudsîden aldığı dersin kısa bir meâline bir işaret olarak, Birinci Makamın Ondokuzuncu Mertebesinde:

لآ اِلَهَ اِلاَّ اللَّهُ وَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ لَهُ الأَسْمَآءُ الْحَسْنَى وَلَهُ الصِّفَاتُ اْلعُلْيَا وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى اَلَّذِى دَلَّ عَلَى وَجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ فِى اَلذَّاتُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ بِاِجْمَاعِ جَمِيعِ صِفَاتِهِ الْقُدْسِيَّةِ الْمُحِيطَةُ وَجَمِيعِ اَسْمَآئِهِ الْحُسْنَى الْمُتَجَلِّيَّةِ بِاِتِّفَاقِ جَمِيعِ شُؤُنَاتِهِ وَاَفْعَاَلِهِ الْمُتَصَرِّفَةِ بِشَهَادَةِ عَظَمَةِ حَقِيقَةِ تَبَارُزِ اْلاُلُوهِيَّةِ فِى تَظَاهُرِ الرُّبُوبِيَّةِ فِى دَوَامِ الْفَعَّالِيَّةِ الْمُسْتَوْلِيَةِ بِفِعْلِ الاِيجَادِ


وَالْخَلْقِ وَالصُّنْعِ وَالاِبْدَاعِ بِاِرِادَةٍ وَقُدْرَةٍ وَبِفِعْلِ التَّقْدِيرِ وَالتَّصْوِيرِ وَالتَّدْبِيرِ وَالتَّدْوِيرِ بِاِخْتِيَارٍ وَحِكْمِةٍ وِبِفِعْلِ التَّصْرِيفِ وَالتَّنْظِيمِ وَالْمُحَافَظَةِ وَالاِدَارَةِ وَالاِعَاشَةِ بِقَصْدٍ وَرَحْمَةٍ وَبِكَمَالِ اْلاِنْتِظَامِ وَالْمَوَازَنَةِ وَبِشَهَادِةِ عَظَمَةِ اِحَاطَةِ حَقِيقَةِ اَسْرَارٍ = شَهِدَ اللَّهُ اَنَّهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ وَالْمَلئِكَةُ وَاُولُو اْلعِلْمُ قَآئِمًا بِالْقِسْطِ لآاِلَهَ اِلاَّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

denilmiştir.

(RESİM)


Üçüncü Şua olan bu Münâcât Risalesi Âyet-ül Kübra ve beş altı risaleler ile birlikte Kastamonu’da te’lif edilmiştir. Üstadın Kastamonu’daki hayatının seyrine ve meşguliyetine ve hizmetinin hangi mes’eleler etrafında döndüğüne parlak bir nümunedir. Evet, Said Nursî, bu risalelerdeki hakikatların delâletiyle, millet ve İslâmiyet için en elzem hizmet olan imanın takviyesi için çalışıyordu.

* * *

MUKADDEME

Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyye, Vücub-u Vücuda ve Vahdaniyete delâlet ettiği gibi, hem delâil-i kat’îyye ile Rububiyetin ihatasına ve kudretinin azametine delâlet eder; hem hâkimiyetinin ihatasına ve rahmetini şümulüne dahi delâlet ve isbat eder, hem kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını.. ve ilmin şümulünü isbat eder.

Elhâsıl: Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyyenin herbir mukaddemesinin sekiz neticesi var. Sekiz mukaddemelerin her birinde, sekiz neticeyi delilleriyle isbat eder ki; bu cihette bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyyede yüksek meziyetler vardır.

SAİD NURSÎ

Münacat

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ الَّيْلِ وَالنَّهَا رِ وَالْفُلْكِ الَّتِى تَجْرِى فِى الْبَحْرِى بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَآ اَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ السَّمَآءِ مِنْ مَآءٍ فَاَحْيَابِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَآبَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَآءِ وَاْلاَرْضِ لَاَيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

Ya İlahî ve ya Rabbî! Ben imanın gözüyle ve Kur’anın talimiyle ve nuruyla ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle ve İsm-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki: Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki; böyle intizamıyla senin mevcudiyetine işaret ve delalet etmesin. Ve hiçbir ecram-ı semaviye yoktur ki; sükûtuyla gürültüsüz vazife görerek direksiz durmalarıyla, senin rububiyetine ve vahdetine şehadeti ve işareti olmasın. Ve hiçbir yıldız yoktur ki; mevzun hilkatıyla, muntazam vaziyetiyle ve nuranî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümaselet ve müşabehet sikkesiyle senin haşmet-i Uluhiyetine ve Vahdaniyetine işaret ve şehadette bulunmasın. Ve oniki seyyareden hiçbir seyyare yıldız yoktur ki; hikmetli hareketiyle ve itaatli müsahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle Senin vücub-u vücuduna şehadet ve Saltanat-ı Uluhiyetine işaret etmesin!..


Evet gökler; sekeneleriyle, herbiri tek başıyla şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla derece-i bedahette, -ey zemin ve gökleri yaratan yaratıcı!- senin vücub-u vücuduna öyle zâhir şehadet.. -ve ey zerratı, muntazam mürekkebatıyla tedbirini gören ve idare eden; ve bu seyyare yıldızları manzum peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren!- senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehadet ederler ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nurani bürhanlar ve parlak deliller o şehadeti tasdik ederler. Hem bu safi, temiz, güzel gökler; fevkalâde büyük ve fevkalâde sür’atli ecramıyla muntazam bir ordu ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle, Senin Rububiyetinin haşmetine ve herşeyi icad eden kudretinin azametine zâhir delalet.. ve hadsiz semavatı ihata eden hâkimiyetinin ve herbir zîhayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret.. ve bütün mahlukat-ı semaviyenin bütün işlerine ve keyfiyetlerine taalluk eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin herşeye ihatasına ve hikmetinin her işe şümulüne şübhesiz şehadet ederler. Ve o şehadet ve delalet o kadar zâhirdir ki; güya yıldızlar, şahid olan göklerin şehadet kelimeleri ve tecessüm etmiş nurani delilleridirler. Hem semavat meydanında, denizinde, fezasındaki yıldızlar ise; muti’ neferler, muntazam sefineler, hârika tayyareler, acaib lâmbalar gibi vaziyetiyle, senin saltanat-ı uluhiyetinin şaşaasını gösteriyorlar. Ve o ordunun efradından bir yıldız olan güneşimizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delalet ve ihtarıyla, güneşin sair arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.


Ey Vâcib-ül Vücud! Ey Vâhid-i Ehad! Bu hârika yıldızlar, bu acib güneşler, aylar; senin mülkünde, senin semavatında, senin emrin ile ve kuvvetin ve kudretin ile ve senin idare ve tedbirin ile teshir ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden birtek Hâlık’a tesbih ederler, tekbir ederler, lisan-ı hal ile “Sübhanallah, Allahü Ekber” derler. Ben dahi onların bütün tesbihatıyla seni takdis ederim.


Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelal! Ey Kadir-i Mutlak! Kur’an-ı Hakîminin dersiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın talimiyle anladım: Nasılki gökler, yıldızlar, Senin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet ederler.. öyle de; Cevv-i sema bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla, Senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler.


Evet camid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi, ancak Senin rahmetin ve hikmetin iledir. Karışık tesadüf karışamaz. Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevaid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise, Senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder. Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra’dat dahi, lisan-ı kal ile konuşarak Seni takdis edip, Rububiyetine şehadet eder. Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek, nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi; cevvi âdeta bir hikmete binaen “levh-i mahv ve isbat” ve “yazar, ifade eder, sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, Senin faaliyet-i kudretine işaret ve senin vücuduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi; mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle, Senin vüs’at-i rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder.


Ey Mutasarrıf-ı Fa’al ve ey Feyyaz-ı Müteâl! Senin vücub-u vücuduna şehadet eden bulut, berk, ra’d, rüzgâr, yağmur; birer birer şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla keyfiyetçe birbirinden uzak, mahiyetçe birbirine muhalif olmakla beraber, birlik, beraberlik, birbiri içine girmek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, Senin vahdetine ve birliğine gayet kuvvetli işaret ederler. Hem koca fezayı mahşer-i acaib yapan ve bazı günlerde birkaç defa doldurup boşaltan Rububiyetinin haşmetine.. ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulandırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve herbir şeye şümulüne şehadet ettikleri gibi; umum zemine ve bütün mahlukata cevv perdesi altında bakan ve idare eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve herşeye yetişmelerine delalet eder. Hem fezadaki hava, o kadar hakîmane vazifelerde istihdam ve bulut ve yağmur, o kadar alîmane faidelerde istimal olunur ki; herşeye ihata eden bir ilim ve herşeye şamil bir hikmet olmazsa, o istimal, o istihdam olamaz.


Ey Fa’alün Limâ Yürid! Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir nümune-i haşir ve kıyamet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misillü şuunatta bulunan kudretin; dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuunat-ı sermediyeyi gösterecek işaretini veriyor.


Ey Kadîr-i Zülcelal! Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yağmur, berk ve ra’d; Senin mülkünde, Senin emrin ve havlin ile, senin kuvvet ve kudretinle müsahhar ve vazifedardırlar. Mahiyetçe birbirinden uzak olan bu feza mahlukatı, gayet sür’atli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini takdis ederek, rahmetini medh ü sena ederler.


Ey Arz ve Semavatın Hâlık-ı Zülcelali! Senin Kur’an-ı Hakîminin talimiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle iman ettim ve bildim ki: Nasıl semavat yıldızlarıyla ve cevv-i feza müştemilatıyla Senin vücub-u vücuduna ve Senin birliğine ve vahdetine şehadet ediyorlar. Öyle de: Arz bütün mahlukatıyla ve ahvaliyle senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler ederler. Evet zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarında her senede urbasını değiştirmek gibi hiçbir tebeddül -cüz’î olsun, küllî olsun- yoktur ki; intizamıyla, senin vücuduna ve vahdetine işaret etmesin. Hem hiçbir hayvan yoktur ki, za’fiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmane rızkıyla ve yaşamasına lüzumu bulunan cihazatın hakîmane verilmesiyle, senin varlığına ve birliğine şehadeti olmasın. Hem, her baharda gözümüz önünde icad edilen nebatat ve hayvanattan hiçbir tanesi yoktur ki, san’at-ı acibesiyle ve latif zînetleriyle ve tam temeyyüzüyle ve intizamıyla ve mevzuniyetiyle seni bildirmesin. Ve zemin yüzünü dolduran ve nebatat ve hayvanat denilen kudretinin hârikaları ve mu’cizeleri; mahdud ve maddeleri bir ve müteşabih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden; yanlışsız, mükemmel, süslü, alâmet-i farikalı olarak yaratılışları, Sâni’-i Hakîmlerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehadettir ki, ziyanın güneşe şehadetinden daha kuvvetli ve parlaktır. Hem; hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki, şuursuzluklarıyla beraber, şuurkârane, mükemmel vazifeleri görmesiyle, basit ve istilâ edici, intizamsız, heryere dağılmakla beraber, gayet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsulleri hazine-i gaybdan getirmesiyle, senin birliğine ve varlığına şehadeti bulunmasın.


Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Fettah-ı Allâm! Ey Fa’al-i Hallak! Nasıl Arz, bütün sekenesiyle Hâlıkının Vâcib-ül-Vücud olduğuna şehadet eder.. öyle de: Senin -ey Vâhid-i Ehad, ey Hannan-ı Mennan, ey Vehhab-ı Rezzak!- vahdetine ve ehadiyetine, yüzündeki sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rububiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedahet derecesinde senin vahdetine ve ehadiyetine şehadet, belki mevcudat adedince şehadetler eder. Hem nasıl zemin bir ordugâh, bir meşher, bir talimgâh vaziyetiyle.. ve nebatat ve hayvanat fırkalarında bulunan dörtyüz bin muhtelif milletlerin ayrı ayrı cihazatları muntazaman verilmesiyle, senin rububiyetinin haşmetine ve kudretinin herşeye yetişmesine delalet eder; öyle de: Hadsiz bütün zîhayatın ayrı ayrı rızıkları, vakti vaktine kuru ve basit bir topraktan, rahîmane, kerimane verilmesi ve hadsiz o efradın kemal-i müsahhariyetle evamir-i Rabbaniyeye itaatleri, rahmetinin herşeye şümulünü ve hâkimiyetinin herşeye ihatasını gösteriyor. Hem zeminde değişmekte bulunan mahlukat kafilelerinin sevk ve idareleri; mevt ve hayat münavebeleri ve hayvan ve nebatatın idare ve tedbirleri dahi, herşeye taalluk eden bir ilim ile ve herşeyde hükmeden nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, senin ihata-i ilmine ve hikmetine delalet eder. Hem, zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidad ve manevî cihazat ile techiz edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan için, bu talimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde; bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ı rububiyet, bu hadsiz hitabat-ı Sübhaniye ve bu gayetsiz ihsanat-ı İlahiye, elbette ve herhalde bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belalı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki, ancak başka ve ebedî bir ömür ve bâki bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekada bulunan ihsanat-ı uhreviyeye işaret, belki şehadet eder.


Ey Hâlık-ı Küll-i Şey! Zeminin bütün mahlukatı, senin mülkünde, senin arzında, senin havl ve kuvvetinle ve senin kudretin ve iradetin ile ve ilmin ve hikmetin ile idare olunuyorlar ve müsahhardırlar. Ve zemin yüzünde faaliyeti müşahede edilen bir rububiyet, öyle ihata ve şümul gösteriyor. Ve onun idaresi ve tedbiri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır… ve her taraftaki icraatı öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki, tecezzi kabul etmeyen bir küll ve inkısamı imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir rububiyet olduğunu bildiriyor… Hem zemin bütün sekenesiyle beraber, lisan-ı kalden daha zâhir hadsiz lisanlarla Hâlıkını takdis ve tesbih ve nihayetsiz nimetlerinin lisan-ı halleriyle Rezzak-ı Zülcelalinin hamd ve medh ü senasını ediyorlar…


Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes! Zeminin bütün takdisat ve tesbihatıyla; seni, kusurdan, aczden, şerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalarıyla sana hamd ve şükrederim.


Ey Rabbul-Berri Vel-Bahr! Kur’anın dersiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın talimiyle anladım ki: Nasıl gökler ve feza ve zemin senin birliğine ve varlığına şehadet ederler.. öyle de: Bahirler, nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine bedahet derecesinde şehadet ederler. Evet bu dünyamızın menba-ı acaib buhar kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcud, hattâ hiçbir katre su yoktur ki. vücuduyla, intizamıyla, menfaatıyla ve vaziyetiyle Hâlıkını bildirmesin. Ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel bir surette verilen garib mahluklardan ve hilkatları gayet muntazam hayvanat-ı bahriyeden, hususan bir tanesi, bir milyon yumurtacıkları ile denizleri şenlendiren balıklardan hiç birisi yoktur ki, hilkatıyla ve vazifesiyle ve idare ve iaşesiyle ve tedbir ve terbiyesiyle yaratanına işaret ve Rezzakına şehadet etmesin.

Hem denizde; kıymetdar, hasiyetli, zînetli cevherlerden hiç birisi yoktur ki, güzel hilkatıyla ve cazibedar fıtratıyla ve menfaatli hasiyetiyle seni tanımasın, bildirmesin. Evet, onlar birer birer şehadet ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, beraberlik ve birbiri içinde karışmak ve sikke-i hilkatte birlik ve icadça gayet kolay ve efradça gayet çokluk noktalarından, senin vahdetine şehadet ettikleri gibi; arzı, toprağıyla beraber bu küre-i arzı kuşatan muhit denizlerini muallakta durdurmak ve dökmeden ve dağıtmadan güneşin etrafında gezdirmek ve toprağı istila ettirmemek.. ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi ve muntazam hayvanatını ve cevherlerini halketmek.. ve erzak ve sair umûrlarını küllî ve tam bir surette idare etmek ve tedbirlerini görmek.. ve yüzünde bulunmak lâzım gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak noktalarından, senin varlığına ve Vâcib-ül-Vücud olduğuna mevcudatı adedince işaretler ederek şehadet eder.


Ve senin saltanat-ı rububiyetinin haşmetine ve herşeye muhit olan kudretinin azametine pek zâhir delalet ettikleri gibi, göklerin fevkindeki gayet büyük ve muntazam yıldızlardan, tâ denizlerin dibinde bulunan gayet küçücük ve intizamla iaşe edilen balıklara kadar herşeye yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine delalet.. ve intizamatıyla ve faideleriyle ve hikmetleriyle ve mizan ve mevzuniyetleriyle, senin herşeye muhit ilmine.. ve herşeye şamil hikmetine işaret ederler. Ve senin bu misafirhane-i dünyada yolcular için böyle rahmet havuzların bulunması ve insanın seyr ü seyahatına ve gemisine ve istifadesine müsahhar olması işaret eder ki, yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden zât, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fâni ve küçük nümuneleridirler. İşte denizlerin böyle gayet hârika bir tarzda arzın etrafında vaziyet-i acibesiyle bulunması ve denizlerin mahlukatı dahi, gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi bilbedahe gösterir ki, yalnız senin kuvvetin ve kudretin ile ve senin irade ve tedbirin ile, senin mülkünde, senin emrine müsahhardırlar. Ve lisan-ı halleriyle Hâlıkını takdis edip “Allahü Ekber” derler.


Ey dağları zemin sefinesine hazineli direkler yapan Kadîr-i Zülcelal! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîminin dersiyle anladım ki, nasıl denizler acaibleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.. öyle de: Dağlar dahi, zelzele tesiratından zeminin sükûnetine ve içindeki dâhilî inkılabat fırtınalarından sükûtuna ve denizlerin istilasından kurtulmasına ve havanın gazat-ı muzırradan tasfiyesine ve suyun muhafaza ve iddiharlarına ve zîhayatlara lâzım olan madenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Evet dağlardaki taşların enva’ından ve muhtelif hastalıklara ilâç olan maddelerin aksamından ve zîhayata, hususan insanlara çok lâzım ve çok mütenevvi olan madeniyatın ecnasından ve dağları, sahraları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebatatın esnafından hiçbirisi yoktur ki; tesadüfe havalesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-ü hilkatıyla, faideleriyle.. hususan madeniyatın; tuz, limontuzu, sulfato ve şap gibi sureten birbirine benzemekle beraber tadlarının şiddet-i muhalefetiyle.. ve bilhassa nebatatın basit bir topraktan; çeşit çeşit enva’larıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz Kadîr nihayetsiz Hakîm, nihayetsiz Rahîm ve Kerim bir Sâniin vücub-u vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi; hey’et-i mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menşe’ ve mesken ve hilkat ve san’atça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, Sâniin vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.


Hem nasılki: dağların yüzünde ve karnındaki masnu’lar, zeminin her tarafında, herbir nev’i aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gayet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mani olmadan, sair neviler ile beraber karışık iken, karıştırmaksızın icadları; senin rububiyetinin haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delalet eder; öyle de: Zeminin yüzündeki bütün zîhayat mahlukların hadsiz hacetlerini, hattâ mütenevvi hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştihalarını tatmin edecek bir surette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar ve nebatat ve madeniyatla doldurmak ve muhtaçlara teshir etmek cihetiyle, senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atine delalet.. ve toprak tabakatı içinde, gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde; bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizamla, hacetlere göre ihzar edilmeleriyle, senin herşeye taalluk eden ilminin ihatasına ve herbir şeyi tanzim eden hikmetinin bütün eşyaya şümulüne ve ilâçların ihzaratı ve madenî maddelerin iddiharatıyla rububiyetinin rahîmane ve kerimane olan tedabirinin mehasinine ve inayetinin ihtiyatlı letaifine pek zâhir bir surette işaret ve delalet ederler.


Hem bu dünya hanında misafir yolcular için, koca dağları levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat anbarı ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delalet, belki şehadet eder ki; bu kadar kerim ve misafir-perver ve bu kadar hakîm ve şefkat-perver ve bu kadar kadîr ve rububiyet-perver bir Sâniin, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsanatının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.


Ey Kadir-i Küll-i Şey! Dağlar ve içindeki mahluklar senin mülkünde ve senin kuvvet ve eden Hâlıkını takdis ve tesbih ederler.

Ey Hâlık-ı Rahman! Ve ey Rabb-i Rahîm! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîminin dersiyle anladım: Nasıl ki sema ve feza ve arz ve deniz ve dağ, müştemilât ve mahluklarıyla beraber seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.. öyle de: Zemindeki bütün ağaç ve nebatat, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle, seni bedahet derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar. Ve umum eşcarın ve nebatatın cezbedarane hareket-i zikriyede bulunan yapraklarından ve zînetleriyle, Sâniinin isimlerini tavsif ve tarif eden çiçeklerinden ve letafet ve cilve-i merhametinden tebessüm eden meyvelerinden herbirisi, tesadüfe havalesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan hârika san’at içindeki nizam ve nizam içindeki mizan ve mizan içindeki zînet ve zînet içindeki nakışlar ve nakışlar içindeki güzel ve ayrı ayrı kokular ve kokular içindeki meyvelerin muhtelif tatlariyla, nihayetsiz Rahîm ve Kerim bir Sâniin vücub-u vücuduna bedahet derecesinde şehadet ettikleri gibi, hey’et-i mecmuasıyla, bütün zemin yüzünde birlik ve beraberlik, birbirine benzemeklik ve sikke-i hilkatte müşabehet ve tedbir ve idarede münasebet ve onlara taalluk eden icad fiilleri ve Rabbanî isimlerde muvafakat ve o yüzbin enva’ın hadsiz efradlarını birbiri içinde şaşırmayarak birden idareleri gibi noktalar, o Vâcib-ül Vücud Sâniin bilbedahe vahdetine ve ehadiyetine dahi şehadet ederler.


Hem nasılki onlar Senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ediyorlar.. öyle de, rûy-i zeminde dört yüz bin milletlerden teşekkül eden zîhayat ordusundaki hadsiz efradın yüzbinler tarzda iaşe ve idareleri; şaşırmayarak, karıştırmayarak mükemmel yapılmasıyla, senin rububiyetinin vahdaniyetteki haşmetine ve bir baharı bir çiçek kadar kolay icad eden kudretinin azametine.. ve herşeye taallukuna delalet ettikleri gibi, koca zeminin her tarafında, hadsiz hayvanatına ve insanlara, hadsiz taamların çeşit çeşit aksamını ihzar eden rahmetinin hadsiz genişliğine ve o hadsiz işler ve in’amlar ve idareler ve iaşeler ve icraatlar kemal-i intizamla cereyanları ve herşey hattâ zerreler o emirlere ve icraata itaat ve müsahhariyetleriyle, hâkimiyetinin hadsiz vüs’atine kat’î delalet etmekle beraber o ağaçların ve nebatların ve herbir yaprak ve çiçek ve meyve ve kök ve dal ve budak gibi herbirisinin herbir şeyini, herbir işini bilerek, görerek; faidelere, maslahatlara, hikmetlere göre yapılmakla, senin ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin herşeye şümulüne pek zâhir bir surette delalet ve hadsiz parmaklarıyla işaret ederler… Ve senin gayet kemaldeki cemal-i san’atına ve nihayet cemaldeki kemal-i nimetine hadsiz dilleriyle sena ve medhederler.


Hem, bu muvakkat handa ve fâni misafirhanede ve kısa bir zamanda ve az bir ömürde, eşcar ve nebatatın elleriyle, bu kadar kıymetdar ihsanlar ve nimetler ve bu kadar fevkalâde masraflar ve ikramlar işaret, belki şehadet eder ki: Misafirlerine burada böyle merhametler yapan kudretli, keremkâr Zât-ı Rahîm, bütün ettiği masrafı ve ihsanı, kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yani: bütün mahlukat tarafından: “Bize tattırdı, fakat yedirmeden bizi idam etti” dememek ve dedirmemek ve saltanat-ı uluhiyetini iskat etmemek ve nihayetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müştak dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve her halde ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacağı abdlerine, ebedî rahmet hazinelerinden, ebedî Cennetlerinde, ebedî ve Cennet’e lâyık bir surette meyvedar eşcar ve çiçekli nebatlar ihzar etmiştir. Buradakiler ise, müşterilere göstermek için nümunelerdir.

Hem ağaçlar ve nebatlar, umumen yaprak ve çiçek ve meyvelerinin kelimeleriyle seni takdis ve tesbih ve tahmid ettikleri gibi, o kelimelerden herbirisi dahi ayrıca seni takdis eder. Hususan meyvelerin bedi’ bir surette, etleri çok muhtelif, san’atları çok acib, çekirdekleri çok hârika olarak yapılarak.. o yemek tablalarını ağaçların ellerine verip ve nebatların başlarına koyarak.. zîhayat misafirlerine göndermek cihetinde, lisan-ı hal olan tesbihatları, zuhurca lisan-ı kal derecesine çıkar. Bütün onlar senin mülkünde, senin kuvvet ve kudretinle, senin irade ve ihsanatınla, senin rahmet ve hikmetinle müsahhardırlar.. ve senin herbir emrine muti’dirler.


Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden tesettür etmiş olan Sâni’-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm! Bütün eşcar ve nebatatın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ederek hamd ü sena ederim.


Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Müdebbir-i Hakîm! Ey Mürebbi-i Rahîm! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki, nasıl nebatat ve eşcar seni tanıyorlar, senin sıfât-ı kudsiyeni ve esma-i hüsnanı bildiriyorlar.. öyle de: Zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur ki, cisminde, gayet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve haricî âzalarıyla ve bedeninde gayet ince bir nizam ve gayet hassas bir mizan ve gayet mühim faideler ile yerleştirilen âlât ve duygularıyla ve cesedinde gayet san’atlı bir yapılış ve gayet hikmetli bir tefriş ve gayet dikkatli bir müvazene içinde konulan cihazat-ı bedeniyesiyle, senin vücub-u vücuduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehadet etmesin. Çünki: Bu kadar basirane nazik san’at ve şuurkârane ince hikmet ve müdebbirane tam müvazeneye, elbette kör kuvvet ve şuursuz tabiat ve serseri tesadüf karışamazlar ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi kendine teşekkül edip öyle olması ise, yüz derece muhal içinde muhaldir. Çünki: O halde herbir zerresi, herbir şeyini ve cesedinin teşekkülünü, belki dünyada alâkadar olduğu herşeyini bilecek, görecek, yapabilecek.. âdeta ilah gibi ihatalı bir ilim ve kudreti bulunacak. Sonra teşkil-i cesed ona havale edilir.. ve “kendi kendine oluyor” denilebilir.


Ve heyet-i mecmuasındaki vahdet-i tedbir ve vahdet-i idare ve vahdet-i nev’iye ve vahdet-i cinsiye.. ve umumun yüzlerinde; göz, kulak, ağız gibi noktalarda ittifak cihetinde müşahede edilen sikke-i fıtratta birlik ve herbir nev’in efradı sîmalarında görülen sikke-i hikmette ittihad.. ve iaşede ve icadda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, senin vahdetine kat’î şehadette bulunmasın! Ve herbir ferdinde, kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla, vâhidiyet içinde senin ehadiyetine işareti olmasın.


Hem, nasılki insan ile beraber hayvanatın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüzbin enva’ı, muntazam bir ordu gibi teçhiz ve talimat ve itaat ve müsahhariyetle ve en küçükten tâ en büyüğe kadar, rububiyetin emirleri intizamla cereyanlariyla o rububiyetinin derece-i haşmetine ve gayet çoklukla beraber gayet kıymetli ve gayet mükemmel olmakla beraber gayet çabuk yapılmaları ve gayet san’atlı olmakla beraber gayet kolay yapılışlarıyla kudretinin derece-i azametine delalet ettikleri gibi; şarktan garba, şimalden cenuba kadar yayılan mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs’atine ve herbiri emirber nefer gibi vazife-i fıtriyyesini yapmak zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ı silâha alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle, hâkimiyetinin nihayetsiz genişliğine kat’î delalet ederler.


Hem nasılki hayvanattan herbirisi, kâinatın bir küçük nüshası ve bir misal-i musaggarı hükmünde gayet derin bir ilim ve gayet dakik bir hikmetle, karışık eczaları karıştırmayarak ve bütün hayvanların ayrı ayrı suretlerini şaşırmayarak hatasız, sehivsiz, noksansız yapılmalariyla, ilminin herşeye ihatasına ve hikmetinin herşeye şümulüne, adedlerince işaretler ederler; öyle de: Herbiri birer mu’cize-i san’at ve birer hârika-i hikmet olacak kadar san’atlı ve güzel yapılmasıyla, çok sevdiğin ve teşhirini istediğin san’at-ı Rabbaniyenin kemal-i hüsnüne ve gayet derecede güzelliğine işaret ve herbirisi, hususan yavrular gayet nazdar, nazenin bir surette beslenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularının tatmini cihetiyle, senin inayetinin gayet şirin cemaline hadsiz işaretler ederler.


Ey Rahmanürrahîm! Ey Sadık-ul Va’d’il-Emin! Ey Mâlik-i Yevmiddin! Senin Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmının talimiyle ve Kur’an-ı Hakîminin irşadıyla anladım ki: Madem kâinatın en müntehab neticesi hayattır.. ve hayatın en müntehab hülâsası ruhtur.. ve zîruhun en müntehab kısmı zîşuurdur.. ve zîşuurun en câmii insandır.. ve bütün kâinat ise, hayata müsahhardır ve onun için çalışıyor.. ve zîhayatlar, zîruhlara müsahhardır, onlar için dünyaya gönderiliyorlar.. ve zîruhlar, insanlara müsahhardır, onlara yardım ediyorlar.. ve insanlar fıtraten Hâlikını pek ciddî severler ve Hâlikları onları hem sever, hem kendini onlara her vesile ile sevdirir.. ve insanın istidadı ve cihazat-ı maneviyesi, başka bir bâki âleme ve ebedî bir hayata bakıyor.. ve insanın kalbi ve şuuru, bütün kuvvetiyle beka istiyor.. ve lisanı, hadsiz dualarıyla beka için Hâlikına yalvarıyor; elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen ve mahbub ve muhib olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratılmış iken, ebedî bir adavetle gücendirmek olamaz ve kabil değildir. Belki başka bir ebedî âlemde mes’udane yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecelli eden isimlerin, bu fâni ve kısa hayattaki cilveleriyle âlem-i bekada onların âyinesi olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar olacaklarına işaret ederler.

Evet, ebedînin sadık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkinin âyine-i zîşuuru, bâki olmak lâzım gelir.

Hayvanların ruhları bâki kalacağını.. ve Hüdhüd-ü Süleymanî (A.S.) ve Neml’i ve Naka-i Sâlih (A.S.) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa; hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği.. ve herbir nev’in arasıra istimal için birtek cesedi bulunacağı.. rivayet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ederler.


Ey Kadîr-i Kayyum! Bütün zîhayat, zîruh, zîşuur senin mülkünde, yalnız senin kuvvet ve kudretinle.. ve ancak senin irade ve tedbirinle.. ve rahmet ve hikmetinle, rububiyetinin emirlerine teshir ve fıtrî vazifelerle tavzif edilmişler. Ve bir kısmı, insanın kuvveti ve galebesi için değil, belki fıtraten insanın za’fı ve aczi için, rahmet tarafından ona müsahhar olmuşlar. Ve lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile Sâni’lerini ve Mabudlarını kusurdan, şerikten takdis ve nimetlerine şükür ve hamd ederek, herbiri ibadet-i mahsusasını yapıyorlar.


Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zât-ı Akdes! Bütün zîruhların tesbihatıyla seni takdis etmek niyet edip سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَىٍّ diyorum.


Ya Rabb-el Âlemîn! Ya İlah-el-Evvelîne Ve’l Âhirîn! Ya Rabb-es Semavat-ı Ve’l Aradîn! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ve iman ettim ki: Nasıl sema, feza, arz, berr ve bahr, şecer, nebat, hayvan; efradiyla, eczasiyla, zerratiyla seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehadet ve delalet ve işaret ediyorlar; öyle de: Kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalblerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracatiyla, yüzer icma’ ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat’iyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine şehadet edip, ihbar ediyorlar. Mu’cizat ve keramat ve yakînî bürhanlarıyla, haberlerini isbat ediyorlar.


Evet kalblerde, perde-i gaybda ihtar edici bir zâta bakan hiçbir hatırat-ı gaybiye ve ilham edici bir zâta baktıran hiçbir ilhamat-ı sadıka ve hakkalyakîn suretinde sıfât-ı kudsiye ve esma-i hüsnanı keşfeden hiçbir itikad-ı yakîne ve enbiya ve evliyada; bir Vâcib-ül Vücud’un envarını aynelyakîn ile müşahede eden hiçbir nurani kalb ve asfiya ve sıddıkînde, bir Hâlık-ı Külli Şey’in âyât-ı vücubunu ve berahin-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdik eden, isbat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki, senin vücub-u vücuduna ve sıfât-ı kudsiyene ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma-i hüsnana şehadet etmesin, delaleti bulunmasın ve işareti olmasın. Ve bilhassa, bütün enbiya ve evliya ve asfiya ve sıddıkînin imamı ve reisi ve hülâsası olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ihbarını tasdik eden hiçbir mu’cizat-ı bâhiresi ve hakkaniyetini gösteren hiçbir hakikat-ı âliyesi ve bütün mukaddes ve hakikatlı kitabların hülâsatü’l hülâsası olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hiçbir âyet-i tevhidiye-i katıası.. ve mesail-i imaniyeden hiçbir mes’ele-i kudsiyesi yoktur ki, senin vücub-u vücuduna ve kudsî sıfatlarına ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma ve sıfâtına şehadet etmesin ve delaleti olmasın ve işareti bulunmasın!..


Hem, nasılki bütün o yüzbinler muhbir-i sâdıklar, mu’cizatlarına ve kerâmâtlarına ve hüccetlerine istinad ederek, senin varlığına ve birliğine şehadet ederler; öyle de: Herşeye muhit olan Arş-ı Âzam’ın külliyat-ı umûrunu idareden, tâ kalbin gayet gizli ve cüz’î hatıratını ve arzularını ve dualarını bilmek ve işitmek ve idare etmeye kadar cereyan eden rububiyetinin derece-i haşmetini.. ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyayı birden icad eden hiçbir fiil bir fiile, bir iş bir işe mani olmadan, en büyük bir şeyi en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini icma’ ile, ittifak ile ilân ve ihbar ve isbat ediyorlar.

Hem nasılki bu kâinatı zîruha, hususan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren ve Cenneti ve saadet-i ebediyeyi cin ve inse ihzar eden ve en küçük bir zîhayatı unutmayan ve en âciz bir kalbin tatminine ve taltifine çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini.. ve zerrattan tâ seyyarata kadar bütün enva’-ı mahlukatı emirlerine itaat ettiren ve teshir ve tavzif eden hâkimiyetinin nihayetsiz vüs’atini haber vererek, mu’cizat ve hüccetleriyle isbat ederler; öyle de: Kâinatı, eczaları adedince risaleler içinde bulunan bir kitab-ı kebir hükmüne getiren.. ve Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin’de bütün mevcudatın bütün sergüzeştlerini kaydedip yazan.. ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristlerini ve proğramlarını ve zîşuurun başlarında bütün kuvve-i hâfızalarda, sahiblerinin tarihçe-i hayatlarını yanlışsız, muntazaman yazdıran ilminin herşeye ihatasına; ve herbir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ herbir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren; ve herbir zîhayatta âzaları, belki eczaları ve hüceyratları adedince maslahatları takib eden; hattâ insanın lisanını çok vazifelerde tavzif etmekle beraber, taamların tatları adedince zevkî olan mizancıklar ile teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin herbir şeye şümulüne; hem bu dünyada nümuneleri görülen celalî ve cemalî isimlerinin tecellileri daha parlak bir surette ebed-ül âbâdda devam edeceğine ve bu fâni âlemde nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şaşaalı bir surette Dâr-ı Saadette istimrarına ve bekasına ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refakatlarına ve beraber bulunmalarına bil’icma’, bil’ittifak şehadet ve delalet ve işaret ederler.


Hem yüzer mu’cizat-ı bâhiresine ve Âyât-ı katıasına istinaden, başta Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’an-ı Hakîm’in olarak, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan Enbiyalar ve kulûb-u nuraniye aktabı olan Evliyalar ve ukûl-ü münevvere erbabı olan Asfiyalar; bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, Senin çok tekrar ile ettiğin va’dlerine ve tehdidlerine istinaden ve Senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemalin gibi kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve izzet-i celaline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakîn itikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cin ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalalet için Cehennem bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar…


Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahman-ı Rahîm! Ey Sadık-ul Va’d-il Kerim! Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhar-ı Zülcelal! Bu kadar sadık dostlarını ve bu kadar va’dlerini ve bu kadar sıfât ve şuunatını tekzib edip, saltanat-ı rububiyetinin kat’î mukteziyatını.. ve sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaatle kendilerini Sana sevdiren hadsiz makbul ibadının hadsiz dualarını ve davalarını reddederek, küfür ve isyan ile ve Seni va’dinde tekzib etmekle, Senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran.. ve uluhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalalet ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüzbin derece mukaddessin.. ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin! Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten Senin nihayetsiz adaletini ve cemalini ve rahmetini takdis ediyorum!


سُبْحَانَهُ وَ تَعَالَى عَمّا يَقُولُونَ عُلُوّ ًا كَبِيرًا Âyetini, vücudumun bütün zerratı adedince söylemek istiyorum! Belki senin o sadık elçilerin ve doğru dellâl-ı saltanatın hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde Senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekada ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadet, işaret, beşaret ederler. Ve bütün hakikatların mercii ve güneşi ve hâmisi olan “Hak” isminin en büyük bir şuaı, bu hakikat-ı ekber-i haşriye olduğunu iman ederek, senin ibadına ders veriyorlar.


Ey Rabb-ül Enbiya Ve-s Sıddıkîn! Bütün onlar senin mülkünde, senin emrin ve kudretin ile, senin irade ve tedbirin ile, senin ilmin ve hikmetin ile müsahhar ve muvazzaftırlar. Takdis, tekbir, tahmid, tehlil ile Küre-i Arz’ı bir zikirhane-i azam, bu kâinatı bir mescid-i ekber hükmünde göstermişler.

Ya Rabbî ve ya Rabb-es Semavatı Ve-l Aradîn! Ya Hâlıkî ve ya Hâlık-ı Külli Şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana müsahhar eyle! Ve matlubumu bana müsahhar kıl! Kur’ana ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a müsahhar yap! Ve bana ve ihvanıma, iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a ateşi ve Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Şems ve Kamer’i teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları müsahhar kıl!.. Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennet-ül Firdevs’te mes’ud kıl! Âmîn, âmîn, âmîn!..

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

* * *

Kur’andan ve münacat-ı Nebeviye olan Cevşen-ül Kebir’den aldığım bu dersimi, bir ibadet-i tefekküriye olarak, Rabb-ı Rahîmimin dergâhına arzetmekte kusur etmişsem, kusurumun afvı için Kur’anı ve Cevşen-ül Kebir’i şefaatçı ederek rahmetinden afvımı niyaz ediyorum.

Said Nursî

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Osmanlı Döneminde Kastamonulu Tıbbiyeli ve Harbiyeli Talebeler

Osmanlı Döneminde Kastamonulu Tıbbiyeli ve Harbiyeliler OSMANLI DÖNEMİNDE MEKTEB-İ TIBBİYE VE HARBİYEDE EĞİTİM GÖREN KASTAMONULU …

Önceki yazıyı okuyun:
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİNİN KASTAMONU HAYATI – 1

TARİHÇE-İ HAYAT'TAN:BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ HAZRETLERİNİNKASTAMONU HAYATI Bediüzzaman Said Nursî, Eskişehir hapsinden çıktıktan sonra, Kastamonu Vilâyetine …

Kapat