Milyonlarca Anadolu insanı; sabır çilesindedir. O ne büyük çile ki bin bir kuyruklu yalanla, bütün değerlerine iftira edildiği halde, susmak zorunda kaldığı bir çile; ancak 16 Nisan günü cevabını sandıkta vereceği kutsi bir çile!
“Ey Anadolu insanı, kendi değer ve iradene, kendinden, içinden, senden olana sahip çıkma fırtınasına yakalanırsın da o gün neler olur, dün neler olmuş, yarın neler olacak; bir düşünün.”
Zira kucak açacaktır; bizzat kendine, birbirine kenetlenmiş milyonlarca insanın gönül köprüsünü bağrına basacak; daha nice yerlerin gaspedilen hakkını doya doya teneffüs edecek, iradesine ve değerlerine ambargo koyan – koymaya çalışan güruhu- kimbilir kaçıncı defa müşahede edip…
“Kendi iradeni yaşayıp yaşatan insanlara –yahud misyona- sahip çıkmanın şerefini -sen Anadolu- kimbilir kaçıncı defa tadacak, mazlumun ahının nasıl aheste aheste alındığını bilmem kaçıncı defa göreceksin!”
Bizlerden tasdik bekleyen mesud “yeni hal”e yüz binlerce, milyonlarca “evet” yağacak. Çünkü alnı ak Anadolu’dur o. Horlanan, küçümsenen, adam yerine konulmayan, “% 90 bile alsalar muktedir olamazlar” sözü ile karşılanan, bidon kafalılar diye istihza edilen, “karnını kaşıyan adam ya da cahil oy çoğunluğu” diye alaya alınan Anadolu insanıdır.
“Analarla dolusun, babalarla ihata edilmişsin, reislerle –şahs-ı manevinin mümessilleri manasında- gömleğin birlikte kesilmiş. Hele yiğitler, hele mertler… Arif ve adil emirleri saymaya lüzum bile yok.”
Onun kara toprağında bile hayat var; “ak” olanı nelere yarar kimbilir? Semasında nur yağmuru hakimdir; hele “eyyam-ı mübarek”, ya da “leyl-i mübarek”lerde… Ufuklarında ezanların saltanatı var. Kur’an bülbüllerinin dillerinden süzülen manaları o zümrüt örtüsünü, güzelim dağlarını, sevimli bozkırlarını aydınlatır; haşin ve cahil ellerle kirletilmek istenen garazlara set olurlar.
“Sen Anadolu’sun. Senin isteklerine ve iradene her zaman evet. Çünkü bizimlesin; kalp hamulemizdeki hislerle bezelisin, onları yaşamaktasın.
Gönlümüzdeki sevgilerle müzeyyensin. Hülasa bizden uzuv gibisin. Sen davet edersin de reddedebilir miyiz? Bazen Anadolu’nun o köşesinde, bazen bu köşesindesin ama hep bizimlesin. Sualine yağacak ‘evet’ler bu yüzden bereketli, bu yüzden müberhen.”
Nur pınarı onun cömert zemininde boy attı, evlatlarının emeği ve “avnullah” ile dünümüze, bugünümüze, yarınımıza ışık tuttu, yol açtı, “dümdar” ve “pişdar” oldu.
Köy, kasaba, karye ve mezra yollarında durup “ellerinde yeşil soğanlı” olanlar, Zamanın Bedi’isini bekleyen, ona “Bediüzzaman Dede, Bediüzzaman Dede” diye el sallayan ve koşanlar Anadolu çocuklarıydı, belki de bugünün kimi talihli idarecilerinin baba ya da dedeleriydi! Eğer “Aralık ve 15 Temmuz kumpası” ile dondurulan nehri milleti arkasına alarak soluğuyla – yani bütün bir milletin dev gibi solumasıyla- eritmeyip yan gelip yatsaydı, acaba bu gün dimdik alınlarıyla istikbaldeki “bahar”a değil, “yaza, sayf”a hazırlanır halde mi olurlardı?
“Müdriksin; vazife şuuruyla hemhalsin. Hele kararlı tavrın.. dillere destan. Zulmün, haksızlığın hiçbir şart altında ilanihaye devam etmeyeceğine inanıyorsun (Hadis’ten müstahreç.).
Doğrusun; Rabb’in doğrularla ve sabırlılarla beraber olduğuna hep inandın. Merttin, sözünün eriydin; gönül kapılarını mazlumlara açmanın en büyük faziletlerden olduğuna kaniydin. Çünkü adildin, adaletli ve adaletçiydin, adalet ordusunun gönüllü bir neferiydin.”
***
“Te’sirat-ı hariciye”… Mefhumun lügat manası olabildiğince açık: “Dış tesirler”.
O devri şöyle bir hatırlayalım:
Dünya, bilhassa Avrupa, İslam Âlemi’ni felakete sürükleyip “bir ve bütün” iken boğazına geçiremediği hilafet sancağıyla yek-vücut olmuş İslam Ümmeti’ni hedef seçmiştir.
Osmanlı’nın bünyesinden ele geçirdiği -15 Temmuz darbeciler gibi- Avrupa muhibbi insanlara, “suret-i hak” maskesini geçirerek manen”tek dişi kalmış” canavar hükmündeki batı felsefesi lehinde telkinatta bulundurarak mesafe almaya çalışmışlardır.
Hülasa etmeye çalıştığımız 1900 yılları şartlarında, Osmanlı’yla beraber Hilafeti de kurtarmak için kafa çatlatan münevverlerin bir kısmı hakikaten dört başı mamur münevverdir. Ama 10-15 yıl sonraki gelişmelerin şehadetiyle, “Tesirat-t hariciye”den sarsılmışlar (Kastamonu Lahikası) ama çabuk toparlanarak “maksad-ı asli”lerine, yani eksenlerine oturmuşlardır. (Tarihçe-i Hayat)
“Telifinden otuzdört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım. Gördüm ki: Eski Said’in o zamandaki inkılabdan ve o muhitten ve te’sirat-ı hariciyeden neş’et eden bir halet-i ruhiye ile yazdığı bu eserlerinde…” (Kastamonu Lahikası, s,78) maksad-ı aslisi olan“iman kurtarma ve takviye etme” vazifesine bir hazırlık mevzubahis.
Zaten Hazret, “Demek ki bu hizmetimizle o mübarek zatlara zemin ihzar ediyoruz.” dememiş midir?
- Cemaat Değil Cemaattan Yana Olmak - 19 Eylül 2024
- Müzeden Ayasofya-yı Kebir’e… - 12 Eylül 2024
- Romancı Olmak – Olmamak – Olamamak - 25 Ağustos 2024
- Vâizler Neden “Etkisiz Eleman”? - 22 Ağustos 2024
- Nur Üstad ve Abdülhamid Meselesi - 11 Ağustos 2024
- Bahardan Sonra Yaz (Öykü) - 5 Ağustos 2024
- Sahabe Bir Sıfat; Hataları İse Ferdidir. - 4 Ağustos 2024
- İsmail Tohumu Fidana, Ardından Ağaca Duracaktır. - 31 Temmuz 2024
- Bazı Dikkatler-2 - 30 Temmuz 2024
- Adem-i Îtimat Meselesi - 29 Temmuz 2024