Bir Hâl Oldu, Hâlimizi Kaybettik

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar: Mehmet Lütfi Arslan

Biz hikmeti kaybettik, çünkü kendimizi kaybettik. Ne yayın yaptığımız belli ne de frekansımız… Güneşi cebimizde kaybettik. Hakikati göremez olduk. Zaafa düştük. Ölümden çok dünyayı sever olduk. Bir hâl oldu bize, hâlimizi kaybettik.

Gözlerini kaldırıp bakmasın istiyordu. Böyle zaman dursun, hiç bozulmasın. Huzur… Dalınıp girilen bir umman… Ve göğsün genişlemesi… Başını kaldırıp bakarsa her şey bozulacak gibi geliyordu. Hakîm daldığı alemde ya da tefekküründe berdevam olsun, o da bunu biteviye seyretsin. Gözleri karşılaşırsa biliyordu ki bu anın sihri uçacaktır. Bir an bu düşünce ile ne kadar meşgul olduğunu anlayıp, üzüldü. Aslında bozulmasın dediği anda, tam da bu düşünce ile meşgul olması bozuyordu her şeyi. Dalıp gidememişti işte. Takılıp kalmıştı bir şeye… Huzuru huzur diyerek kaçırmak bu değil miydi?

Bunu Hakîm gözlerini kaldırıp delici bir nazar fırlattığında anladı, başını mahcup bir eda ile eğdi:

“Kızdırdım herhalde…”

Tekrar baktığında Hakîm gülümsüyordu. Buna çok şahit olmuştu. Hakîm’de kızgınlık gözünden belli olur,  çok nadir sözüne taşardı. Kızgınlığın akabinde gelen gülümseme yumuşatma amaçlı değildi ama; gülümseme, kızgınlığın sağladığı bir tür ayardan duyulan hoşnutluktu. Artık Hakîm, konuşabilir, iletişime geçebilirdi. Ama çok zaman gülümseyerek söylediği şeyler kızarak söylediği şeylerden daha ağır olurdu. Genç, bunu fark ettiği günden beri gülümsemelere hep ihtiyatla yaklaşırdı. Aslında Hakîm`in yanındayken hep dikkatli olması gerekiyordu. Burası, eli kalbinde olunacak bir yerdi. Sürekli teyakkuz şarttı. Diğer türlü ne ders alınır, ne de kalbe bir şey doğardı.

– Hayırdır, bu ara sık dalar oldun, dedi Hakîm.

Cevap vermedi, sadece gülümsedi.

– Sorun yok mu bugün?

Yine cevap vermedi, sadece olmadığını belirten bir baş hareketi yaptı.

– Ben bir soru sorayım mı sana?

Kalbi hızlandı, yine söyleyecek bir şey bulamadı.

– Evet ben sana bir soru sorayım, hep sen soracak değilsin ya…

Hakîm, geçip yerine oturdu. Eliyle Genç`e de oturmasını işaret etti ve aniden sordu sorusunu:

– Buraya niye geliyorsun?

Genç şaşırmaktan öte hafif bozulur gibi oldu. Kekeleyerek bir şey diyecekken Hakîm elini kaldırdı:

– Ya da şöyle sorayım: Buraya niye geliyorum diye hiç sordun mu kendine?

Genç o an rahatlar gibi oldu. Evet, bu soruyu sormuştu kendine. Bulduğu cevap tek kelimede gizliydi aslında: Hikmet.  Söyledi de…

Hakîm, beklediği cevabı almış olmanın rahatlığına büründü. Ama bir kaygı esintisi dolaşıyordu yüzünde sanki:

– Benim hikmete sahip olduğumu mu düşünüyorsun?

Evet, Genç böyle düşünüyordu. Hakîm`den bahsederken hiç adını söylemez ama “bir ehl-i hikmet” derdi.

Onay anlamında başını salladı. Hakîm gözlerini, gözlerine dikti:

– Hikmet sahip olunan bir şey midir?

Bir an nefes alamadı; sanki o an zaman durdu, gözlerini iri iri açtı.

– Hikmet sahip olunan bir şey değildir; hikmeti elde edemez, ona sahip olamazsın. Hikmet, verilir.

“Hikmet verilir…”

Bu, bir ayet miydi? Zihnini yokladı. Hakîm sanki aklından geçenleri okuyordu:

– Bakara, 269: Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.

– Dilediğine verir, dilemediğine vermez. Peki, ne dilediğini kim bilebilir? Onu da bilemezsin. Şunu bil ama: O`nun dilemesini dileyeceksin.

Bunu daha önce de duymuştu. Bir şey istiyorsak, ancak O’nun istemesi ile bu isteğimize erişeceğimizi biliyordu. O yüzden istemenin salim yolu, O’nun istemesini istemekti.

– Hikmet, verilen bir şeydir ama bu ihsanın vizesi gayret yolunun sonundaki gişelerden çıkar.

Benzetme hoşuna gitmişti, gülümsedi. Hakîm devam etti:

– Hikmet elde edilemez, sahip olunamaz; hikmet sürekli istenecek bir şeydir. O bir tecellidir. Her an, her saniye, her dakika ayrı tezahür edebilir. Bir dalga boyu gibidir; kalbi sürekli onun frekansına ayarlı tutmak lazım.

Genç, o an Hakîm`in yüzündeki kaygı esintisinin bir fırtınaya dönüştüğünü hissetti. Kaşları çatılmış, keder ve hüzün yüzündeki her çizgiyi açığa çıkarmıştı. Gözleri sanki derin, dipsiz bir uçurumdu. Dişlerini sıkışı avurtlarından belli oluyor, yanakları belli belirsiz oynuyordu. Ama bunda bile ayrı bir tat vardı. Çözemiyordu ama bu an ne muazzam bir andı!

– Biz hikmeti kaybettik, çünkü kendimizi kaybettik. Ne yayın yaptığımız belli ne de frekansımız… Güneşi cebimizde kaybettik. Hakikati göremez olduk. Zaafa düştük. Ölümden çok dünyayı sever olduk. Bir hâl oldu bize, hâlimizi kaybettik.

Sanki Genç`in orada olduğunu unutmuştu. Kendi kendine konuşur bir hâli vardı. O an Genç`in hem zihninde hem de kalbinde aynı ışık yandı:

“Dert dediği işte bu… Dert bu işte… Dert bu işte…”

Hakîm, okuyorsa da bunun için ve bunu okuyor, konuşursa da bunun için ve bunu konuşuyor, bakıyorsa da bunun için ve buna bakıyordu. Lisan-ı hâli ile hayatının gayesinin bu olduğunu söylüyordu sanki. Bir şeyi daha:

“Buraya geleceksen bunun için geleceksin.”

Genç, buraya niye gelmesi gerektiğini anlamıştı. Aslında her gelenin bir şey alacağı bir yerdi burası. Ama esas metanın ne olduğunu bilirsen, alışverişin de ona göre karlı olurdu. Buranın metaı, “biz ne olduk, niye böyle olduk” derdiydi işte. Gelen buna gelmeli, talip olan buna talip olmalıydı.

Hakîm ayağa kalktı, yanına geldi, gülümseyerek elini omzuna koydu:

– Cüneyd-i Bağdadi der ki: “Çölde bir ağacın altında bir gence rastladım. Ona `burada niçin oturursun` dedim. O da: `Burada bir hâl kaybettim` dedi. Onu terk edip, hacca gittim. Hacdan döndüğümde, bir de ne göreyim? Genç, o ağaca yakın bir yere geçmiş. Ona `burada oturmana sebep nedir` dedim. `Aradığım hâli bu yerde buldum ve burada kaldım` dedi.” Cüneyd sonra şöyle der: “Bu iki halden hangisi, kaybettiği haline sarılması mı, yoksa muradına kavuştuğu yere sarılması mı daha şereflidir, bilmiyorum.”

Hafifçe omzunu sıktı:

– Sen biliyor musun?

Cevap beklemiyordu. Bunu düşünsün yeterdi.

Genç, vedalaşırken de, evine doğru yürürken de, gece de, gündüz de bunu düşündü. O gün günlüğüne şunları yazdı:

“Cüneyd’in dediği gibi biz de bilmiyoruz. O ağacın altında mı beklemeliyiz, yerimizi mi değiştirmeliyiz, bilmiyoruz. Bir yanımız diyor ki: ‘Kaybettiğimiz hâlimizi o ağacın altında kaybettik. Sadakatle beklememiz lazım. İhsan burada geldi, nasip burada zuhur etti. Ne verildiyse buradayken verildi. Ne edindiysek burada olduğumuz için edindik. Bekleyelim, doğruya bu yakışır. ‘Diğer yanımız itiraz ediyor: ‘Kaybettiğimiz hâlimizi o ağacın altında kaybettik. Artık burada durmamamız lazım. Bereket gitti buradan, nasip burada kesildi. Ne alındıysa buradayken alındı. Ne kaybettiysek burada olduğumuz için kaybettik. Gidelim, akıllıya bu yakışır.’

Bilmiyoruz, bilmiyoruz, bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz: ‘Onlar gerçekten o yol üzere dosdoğru gitselerdi, elbette kendilerini bol bir su ile sulardık.’ (Cin, 16)”


Genç Dergisi 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Önceki yazıyı okuyun:
Bayramlar Ver Yâ Rab!

A. Cihangir İŞBİLİR Hz. Ali (kv) “Bugün bize bayramdır, yarın bize bayramdır, Allah’a âsî olmadığımız …

Kapat