Ana Sayfa / Yazarlar / Bismillah okyanusundan, Varlığın Geometrisi

Bismillah okyanusundan, Varlığın Geometrisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Bir evde herşey insanın kullanım gayelerine göre yerleştirilir, herşey ile insan arasında bir geometri vardır. Aynı şekilde insana hizmet eden şeyler de insanın istifadesine göre yer almışlar, bulutlar, hayvanlar, her biri insana göre bir yere konmuş bu varlığın geometrisidir. Bediüzzaman aşağıdaki cümlede buna dikkat çeker. Herşey etrafımızda ama hikmet dairesinde yoksa bize hizmet edenler hep başımıza toplansa kimseye faydası olmaz. Varlık yaratılırken inşa edilirken gayesi ve hizmet ettiği insana en uygun yeri almış, en uygun yerine konmuş. Bu çok ince bir hikmettir, değil mi ama?

“Evet, kâinatın envâını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp bütün hâcâtına kemâl-i intizam ve inâyet ile koşturmak, bilbedâhe, iki hâletten birisidir:
Ya kâinatın herbir nev’i kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muâvenetine koşuyor. Bu ise, yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhâlâtı intâc ediyor. İnsan gibi bir âciz-i mutlakta, en kuvvetli bir sultan-ı mutlakın kudreti bulunmak lâzım geliyor.”

Necip Fazıl Kısakürek’in Perde şiiri

Perdeler, hep perdeler…
Her yerde, her yerdeler.
Pencerede, kapıda,
Geçitte, kemerdeler…
Perdeler, hep perdeler…

Ya benim sevdiklerim,
Simdi nerde, nerdeler?
Onu bomboş perdenin;
İçerde, içerdeler!
Perdeler, hep perdeler…

Gönülde asil perde;
Onu hangi göz deler?
Surat maske altında,
Sis altında beldeler.
Perdeler, hep perdeler…

Perdeye doğru akın;
Atlılar, piyadeler.
Yollar, yönler dolaşık;
Değişik ifadeler.
Perdeler, hep perdelere.

Bir tohumda bin gömlek.
Giyim fideler.
Kalbiler dilini yutmuş;
Bangır bangır mideler.
Perdeler, hep perdeler…

Son noktada son perde;
Çevrilmiş seccadeler.
Orada işte işte,
Ölümden azadeler!
Perdeler, hep perdeler…

Perdeler, hep perdeler…
Her yerde, her yerdeler.
Pencerede, kapıda,
Geçitte, kemerdeler…
Perdeler, hep perdeler…

Ya benim sevdiklerim,
Simdi nerde, nerdeler?
Onu bomboş perdenin;
İçerde, içerdeler!
Perdeler, hep perdeler…

Gönülde asil perde;
Onu hangi göz deler?
Surat maske altında,
Sis altında beldeler.
Perdeler, hep perdeler…

Perdeye doğru akın;
Atlılar, piyadeler.
Yollar, yönler dolaşık;
Değişik ifadeler.
Perdeler, hep perdelere.

Bir tohumda bin gömlek.
Giyim fideler.
Kalbiler dilini yutmuş;
Bangır bangır mideler.
Perdeler, hep perdeler…

Son noktada son perde;
Çevrilmiş seccadeler.
Orada işte işte,
Ölümden azadeler!
Perdeler, hep perdeler…

“Veyahut, bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlakın ilmi ile bu muâvenet oluyor. Demek kâinatın envâı insanı tanıyor değil; belki, insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zâtın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.

Ey insan, aklını başına al! Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muâvenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin?

Mâdem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor; sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat’iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fânî, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet/ ve inâyet/ ve ilim /ve kudreti/ tazammun eden hakikat-i rahmettir.

Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis bir şükür/ ve ciddî ve sâfî bir hürmet /ister. İşte o hâlis şükrün ve o sâfî hürmetin tercümânı ve ünvânı olan “بِسْـــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ”i de; o rahmetin vüsûlüne vesîle ve o Rahmân’ın dergâhında şefaatçi yap.

Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku, güneş/ kadar zâhirdir. Çünkü, nasıl merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hâsıl oluyor; 

öyle de, bu kâinatın daire-i kübrâsında bin bir ism-i İlâhînin cilvesinden

uzanan nurânî atkılar, kâinat sîmâsında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i Rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inâyeti nesc ediyor ki, güneşten/ daha parlak kendini akıllara gösteriyor.

Evet, şems ve kameri, anâsır ve maâdini, nebâtât ve hayvanâtı bir nakş-ı âzamın atkı ipleri gibi, o bin bir isimlerin şuâlarıyla tanzim eden ve hayata hâdim eden ve 

nebâtî ve hayvanî olan umum vâlidelerin gayet şirin ve fedâkârâne şefkatleriyle şefkatini gösteren

 ve zevi’l-hayatı, hayat-ı insaniyeye musahhar eden 

ve ondan rubûbiyet-i İlâhiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı âzamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhâr eden o Rahmân-ı Zülcemâl, elbette kendi istiğnâ-i mutlakına karşı rahmetini, ihtiyac-ı mutlak içindeki zîhayata ve insana makbul bir şefaatçi yapmış. Ey insan! Eğer insan isen,

“بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ” de, o şefaatçiyi bul.

Evet, rûy-i zeminde dört yüz bin muhtelif ayrı ayrı nebâtâtın ve hayvanâtın tâifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine, kemâl-i intizam ile, hikmet ve inâyet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzın sîmâsında hâtem-i ehadiyeti vaz’ eden, bilbedâhe, belki bilmüşâhede, rahmettir. Ve o rahmetin vücudu, bu küre-i arzın sîmâsındaki mevcudâtın vücudları kadar kat’î olduğu gibi, o mevcudât adedince, tahakkukunun delilleri var.

Evet, zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i mâneviyesinin sîmâsında dahi öyle bir sikke-i rahmet vardır ki, küre-i arz sîmâsındaki sikke-i merhamet ve kâinat sîmâsındaki sikke-i uzmâ-i rahmetten daha aşağı değil. Adetâ bin bir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrâkiyesi hükmünde bir câmiiyeti var.

Ey insan! Hiç mümkün müdür ki, sana bu sîmâyı veren

 ve o sîmâda böyle bir sikke-i rahmeti ve bir hâtem-i ehadiyeti vaz’ eden Zât,

/////????? seni başıboş bıraksın; sana ehemmiyet vermesin, senin harekâtına dikkat etmesin, sana müteveccih olan bütün kâinatı abes yapsın, hilkat şeceresini meyvesi çürük, bozuk, ehemmiyetsiz bir ağaç yapsın, hem hiçbir cihetle şüphe kabul etmeyen ve hiçbir vecihle noksaniyeti olmayan, güneş gibi zâhir olan rahmetini ve ziyâ gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin? Hâşâ!

Ey insan! Bil ki, o rahmetin arşına yetişmek için bir mi’rac /////var. O mi’rac ise, بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ’dir. Ve bu mi’rac ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın yüz on dört sûrelerinin başlarına ve hem bütün mübârek kitapların ibtidâlarına ve umum mübârek işlerin mebde’lerine bak. Ve besmelenin azamet-i kadrine en kat’î bir hüccet şudur ki, İmam-ı Şâfiî (r.a.) gibi çok büyük müçtehidler demişler: “Besmele tek bir âyet olduğu halde, Kur’ân’da yüz on dört defa nâzil olmuştur.”

İşte بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ Fâtihanın fihristesi

 ve Kur’ân’ın mücmel bir hulâsası olduğu cihetle, 

bu mezkûr sırr-ı azîmin

 ünvânı ve tercümânı olmuş. Bu ünvânı eline alan, rahmetin tabakàtında gezebilir. Ve bu tercümânı konuşturan,

 esrâr-ı rahmeti

 öğrenir ve 

envâr-ı Rahîmiyeti 

ve şefkati görür.

 

DÖRDÜNCÜ SIR;

Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellîsi,// hitâb-ı اِيَّاكَ نَعْبُدُ  demekle herkese kâfi gelmiyor; fikir dağılıyor. Mecmûundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti// mülâhaza edip, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ demeye küre-i arz vüs’atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binâen, cüz’iyâtta zâhir bir sûrette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nev’de sikke-i ehadiyeti// göstermek ve Zât-ı Ehadi mülâhaza ettirmek için, hâtem-i //Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor. Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitâb ederek müteveccih olsun.
İşte Kur’ân-ı Hakîm bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamında, meselâ semâvât ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden, en küçük bir daireden ve en dakîk bir cüz’îden bahseder; tâ ki, zâhir bir sûrette hâtem-i ehadiyeti göstersin. Meselâ, hilkat-i semâvât ve arzdan bahsi içinde, hilkat-ı insandan ve insanın sesinden ve sîmâsındaki dekàik-ı ni’met ve hikmetten bahis açar; tâ ki fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Ma’budunu doğrudan doğruya bulsun. Meselâ,

 وَمِنْ اٰيَاتِهٖ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ -(Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun varlık ve birliğinin delillerindendir. (Rum Sûresi: 22.) âyeti mezkûr hakikati mu’cizâne bir sûrette gösteriyor.
Evet, hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedâhil
 daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat, o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakiki hitâbı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi/ bulunmak lâzımdır; tâ ki, kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalbe yol açsın.

Hem, sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celb etmek için, o sikke-i ehadiyet üstünde gayet câzibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemâl ve gayet kuvvetli bir hakikat olan Rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine îsâl eder. Ve Zât-ı Ehadiyeyi// mülâhaza ettirir ve ondan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ’deki hakiki hitâba mazhar eder.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Birbirini Tedai Ettiren Üç Şiir…

Okuyup beğendiğim bazı şiirleri, sebepsiz şekilde birbirini çağrıştırmada ve aynı hissi verse de duyurduğu "iç …

Kapat