Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR'DAN / Bu bayram tebriki münasebetiyle, Câmi-ül Ezher’in talebelerine…

Bu bayram tebriki münasebetiyle, Câmi-ül Ezher’in talebelerine…

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ 

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا 

Aziz, Sıddık Kardeşlerimiz!

Üstadımız umum Nur talebeleri kardeşlerimizin ve âhiret hemşirelerimizin mübarek Kurban Bayramlarını tebrik eder ve emsal-i kesiresine saadetler içinde nailiyetlerinize dua eder ve dualarınızı bekler, bu vesile ile biz de selâm ve tebriklerimizi arzederiz.

Elbâki Hüvelbâki

Kardeşleriniz

Nazif, Tahirî, Sungur, Ceylan, Ziya, Bayram, Zübeyr 

(Bu bayram tebriki münasebetiyle, Üstadımızın altmış seneden beri tesisine çalıştığı ve şimdiki para ile yedi milyon kadar olan tahsisatını altmış milyona çıkarıp, Avrupa ve Amerika ile meşverette medar-ı nazarları olmuş Medresetüzzehra namında Şark dâr-ül fünununa dair Reisicumhur’a yazdığı mektubunu okuyan Câmi-ül Ezher’in hamiyetli talebeleri, bu münasebetle bir hadîs-i şerifin medar-ı evham olmuş manasını hasta olan üstadımızdan soruyorlar. Üstadmız çok hasta olmasından biz, onun bedeline bu kurban bayramı tebrikine bir ilâve olarak o cüz’î mes’eleyi küllî umumî iki büyük medresenin talebelerinin bir nevi müzakerelerine medar olmak, yani maddî âlem-i İslâmın büyük medresesi olan Câmi-ül Ezher’in talebelerine altı yedi vilayet kadar geniş manevî Medresetüzzehra’nın biz talebeleri o büyük ağabeylerimize ve üstadımız hükmünde olan Câmi-ül Ezher’e yazdığımız bu bayram tebrikine o parçayı da ilâve ettik.)

Aziz, Sıddık Kardeşlerimiz!

Risale-i Nur, İslâmiyet aleyhinde bin seneden beri teraküm etmiş bütün itiraz ve şübhelere topyekûn iskât edici cevablar veren ve mana-yı zahirîsi şimdiki fenne mutabık gelmiyen müteşabihat-ı Kur’aniye ve hadîsiyenin altındaki, ehl-i aklı hayrette bırakan i’cazın lem’alarını göstererek vaki’ şübhe ve evhamları tardeden Kur’anın elinde bir elmas kılınçtır.

Bundan bir müddet evvel Avrupalı bir feylesof, İstanbul’a gelerek imam-hatib ve hâfız mektebinde okuyan talebelerde, Kur’an aleyhinde bir şübhe husule getirmek için bir konferans vermiş. Kur’an aleyhtarı o feylesof, mezkûr konferansında سَبْعَ سَمَوَاتٍ âyet-i kerimesine ilişerek inkâr etmek istemiş. “Sema birdir, başka sema yok, fen bunu kabul etmiyor.” demiş. Fakat ertesi gün, Risale-i Nur’un “İşarat-ül İ’caz” arabî tefsirinde kırk sene evvel ona dair verilen cevabı görünce, devam ettireceği o konferansları terkederek İstanbul’dan ayrılmaya mecbur kalmış.

Bu kabilden umum âlem-i İslâmın bir mübarek medresesi olan Câmi-ül Ezher’in kuvvetli iman sahibi talebelerine de bir hadîs hakkında şübhe vererek; onları aklı istimal etmiyerek naklen kabul ettirmek, İslâmiyetin de sair dinler misillü akıl dini olmayıp yalnız nakle istinad ettiğini telkin etmek gayesiyle bu nevi itirazlar Câmi-ül Ezher’de de vaki’ olabilir diye hatırımıza geldi. İslâmiyet akıl dinidir. Kur’an-ı Hakîm’in pek çok yerlerinde (اَفَلاَ يَعْقِلُونَ) (اَفَلاَ تَذَكَّرُونَ) (اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ) âyetleriyle akla havale ediyor. Kur’an-ı Hakîm’in ve keza tercüman-ı zîşanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hadîslerinin hiçbirisi yoktur ki, akl-ı selim ile mütalaa edildiği vakitte akıl onu kabul etmemiş olsun. Belki akıl, hikmeti anladığı vakit hayretinden secde ediyor. Risale-i Nur’da makaleleri neşredilen kırkaltı meşhur feylesoflar tasdik etmişler ki : ” Kur’an, aklî ve mantıkî bir dini ders veriyor.”

Evet kardeşlerimiz! Kur’an-ı Hakîm, şems gibi kendi kendini gösteriyor; kendi kendini müdafaa ediyor. Mütekellim-i Ezelî, her asırda zamanın ihtiyacına göre Kur’anın eline bir elmas kılınç veriyor. O elmas kılınç vaki’ şübhe ve itirazları def’ ve tardederek Kur’an-ı Hakîm’e gelen şübehatı izale eder. İşte bu asırda da bu elmas kılınç, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, ihtiyarsız olarak inayet sevkiyle ehl-i küfrün âyât-ı Kur’aniye ve ehadîs-i Nebeviye ve evliyaullahın keşiflerinde gördükleri hakikatlere olan itirazlara cevab vermiştir. O derecede onların hakikatını izhar etmiştir ki, muterizlerin itiraz ettikleri aynı noktalarda, belâgatı ve i’caz lem’alarını isbat ediyor. Âyât-ı Kur’aniyenin, hattâ bazan bir harfinde veya bir sükûnunda i’caz-ı Kur’aniyeyi güneş gibi gösteriyor. Evet, Üstadımız Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesinin başında demiş:

Elde Kur’an gibi bir mu’cize-i bâki varken başka bürhan aramak aklıma zaid görünür.

Elde Furkan gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?

Kur’an Hakîm ve ehadîs-i Nebeviyeden müteşabihat ve kinaiyat kısmının âtiyen zikredeceğimiz mana-yı hakikîlerinin beyanından başka; Risale-i Nur’un iman-ı billaha dair çok mühim bir risalesi olan “Âyet-ül Kübra” Risalesinin başında, binler ehl-i inkârın mesail-i imaniyede bir tek ehl-i iman kadar sözlerinin makbul olmadığını ve bir mes’elede bir tek ehl-i ihtisasın sözünün, o meslekte mütehassıs olmayan yüzler âlimin sözüne müreccah olduğunu ve iki ehl-i isbatın, binler nâfîlerden daha ziyade sözlerinin muteber olduğunu isbat ederek diyor ki:

1- “Umumî mes’elelerde isbata karşı nefyin kıymeti yok ve kuvveti pek azdır. Meselâ: Ramazan-ı Şerifin başında hilâli görmek hususunda iki âmi şahid isbat etseler ve binler eşraf ve âlimler görmedik deyip nefyetseler, nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Aynen onun gibi; hakikat noktasında imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıymeti yoktur.”

2- “Bir fennin veya bir san’atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes’elesinde, o fennin ve o san’atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san’atkâr da olsalar, sözleri o mes’elede geçmez ve hükümleri hüccet olmaz ve o fennin icma-i ülemasına dâhil sayılmaz. Meselâ: Büyük bir mühendis, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan uzaklaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.”

Buna dair Risale-i Nur’dan “Hikmet-ül-İstiaze” Risalesinde şöyle denilmiştir:

“Bir vesvese-i şeytaniyedir ki: Bir hakikat-ı imaniyeye dair yüzer delail-i isbatiyenin hükmünü, nefyine delalet eden bir emare ile kırmak ister. Halbuki, kaide-i mukarreredir ki: Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor. Bir davada müsbit bir şahidin hükmü, yüzer nâfîlere racih olur. Bu hakikata bu temsil ile bak: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir; öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapıları açık olsa, bir-iki tanesi kapansa, saraya girilemeyeceği söylenemez. İşte hakaik-i imaniye, o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır; isbat ediyor, bir kapıyı açıyor. Birtek kapı açılırsa, sair kapıların anahtarları bulunmadığından veyahut gafletle kaybedildiğinden, o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez.”

Diğer mühim bir mes’ele de: Müteşabihat ve kinaiyat-ı Kur’aniye ve hadîsiyenin zahir manalarının hakikata muhalif görünmesinden bazı münafıklar itiraz etmişler. Bu mes’eleye her müşkilâtı halleden ve her suale cevab veren Risale-i Nur, gayet mukni’ ve kat’î cevablar vermiştir. Yirmidördüncü Söz Risalesinin Üçüncü Dalında, müteşabihat-ı Kur’aniye ve hadîsiyeye gelen evham ve şübhelere karşı “Oniki Asıl ve Esaslar” yazılmış. Herşeyden evvel, şübheye düşenler o esaslı asılları dikkatle okusunlar. Kur’an-ı Hakîm, ondört asırda bütün beşeriyeti

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ

âyetiyle muarazaya davet edip meydan okuduğu halde; ne dost, ne düşman hiç kimsenin, en küçük bir surenin dahi mislini getirmekten âciz kalmalarıyla ve “mukabele-i bil’hurufu bırakıp, mukabele-i bis’süyufa mecbur olmalarıyla” kat’î sabit olan belâgatının muktezası olarak, akl-ı beşerin idrakinden âciz olduğu hakaikı, onların fehimlerine müraat ederek teşbihat ve temsilât ile beyan etmiştir; tâ ki mümkinat âleminde onların misallerini görmekle akılları kabul etsin.

Meselâ: Hâlık-ı Zülcelal’in, koca kâinatı idare ve tedbirini عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى âyetiyle bir padişahın tahtına oturmuş vaziyetiyle temsil ediyor. Çünki akıl ve hayal, mücerred olarak bunu kavrayamaz. Ancak böyle bir temsil libasını, o me’lufu olmadığı manaya giydirmekle zihne ünsiyet ettirir.

Hem Kur’an-ı Hakîm; nimetiyet ciheti, maddesinden kıymetdar olan eşyayı zikrederken, beşerin enzarını Mün’im-i Hakikî’ye celbederek aklın gözünü, mahall-i nüzul-ü rahmet olan semaya dikiyor. Meselâ:

وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَاْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ 

âyet-i kerimesi, demirin semadan inzalini haber veriyor. İşte münafıklar şu âyete de itiraz etmişler. “Demir yerden çıkıyor, اَخْرَجْنَا demeli idi” demişler. Risale-i Nur, müskitane cevabında: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, demirdeki çok azîm ve ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için اَنْزَلْنَا demiş. Çünki yalnız demirin zâtını nazara vermiyor ki, اَخْرَجْنَا desin. Belki, demirdeki nimet-i azîmeyi ve nev’-i beşerin ne kadar muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise, yukarı ve manen yüksek mertebelerdedir. Elbette nimet, yukarıdan aşağıyadır. Ve muhtaç olan beşerin mertebesi, aşağıdadır. Elbette in’am, ihtiyacın mâfevkindedir. Onun için nimetin rahmetten beşerin ihtiyacına imdad için gelmesinin hak tabiri “inzal”dir, “ihraç” değildir. İlââhir diyor.

Aynen bu âyet gibi dört nehrin Cennet’ten geldiğine dair olan hadîs-i şerif dahi, mana-yı zahirîsi değil, mana-yı maksudu murad ederek o dört nehrin tamamen esbab-ı maddiye haricinde akıp, Mısır’ın kumistanını cennete çeviren Nil-i Mübarek misillü pek azîm niam-ı İlahiyeye işaret için “Cennet’ten geliyor” denmiş.

Bu nevi âyet ve hadîslerde mana-yı zahire bakılmaz. Mana-yı maksud doğru olsa, kelâm sadıktır.

Meselâ: Elsine-i Arabda kesretle müstamel olan durub-u emsallerden كَثِيرُ الرَّمَادِ “külü çok” ve طَوِيلُ النَّجَادِ “kılıç bendi uzun” gibi darb-ı meseller, birincisi sehavete, ikincisi uzun boylu olmaya delalet etmekle; sehavetli ve boyu uzun olmak şartıyla zahiren külü ve kılıncı olmasa da, kelâm haktır ve sadıktır; tekzib edilemez. Risale-i Nur’un, hakkında Cennet’ten geldiğine dair hadîs olan dört nehre dair cevabını neşretmeden evvel, beşerin en beligi ve en fasihi ve مَا زَاغَ الْبَصَرُ ve تَنَامُ عَيْنِى وَلاَ يَنَامُ قَلْبِى hakikatlarına mazhar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hadîs-i şerifleri hakkında Risale-i Nur’un “Zülfikar, Mu’cizat-ı Ahmediye ve Kur’aniye” namında ehl-i ilme pek çok lâzım olan ve Peygamberimize ait üçyüzden fazla kat’î mu’cizat ile Kur’an’ın kırk vech-i i’cazını ve haşri isbat eden büyük bir mecmuanın “Mu’cizat-ı Ahmediye ” kısmında beyan edilen bir hususu dercedelim:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; hem beşerdir, beşeriyet itibariyle beşer gibi muamele eder. Hem Resuldür, risalet itibariyle Cenab-ı Hakk’ın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti vahye istinad eder. Vahy, iki kısımdır:

Biri, vahy-i sarihîdir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur’an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi…

İkinci kısım: “Vahy-i zımnî”dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama veya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadiyle yaptığı tafsilât ve tasvirat, ya vazife-i risalet noktasından ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder; veyahut örf, âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre beşeriyeti noktasından beyan eder. İşte her hadîste bütün tafsilâtına vahy-i mahz nazarıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler, mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir. O da kendi ferasetiyle ve teârüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasılki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennem’in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.” Bir saat sonra cevab geldi ki: “Yetmiş yaşına giren bir münafık ölüp Cehennem’e gitti.” Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın belig bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.

Cennet’ten geldiği hadîs-i şerifte bildirilen dört nehre dair gelecek cevab ise, yine “Zülfikar Mecmuasında” Mu’cizat-ı Kur’aniye zeyillerinden Yirminci Söz’ün Birinci Makamındadır. Aynen yazıyoruz:

وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ 

Bu fıkra ile, dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanüma ve mu’cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla şöyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür’atli ve kesretli cereyanlarına, müvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarıfa karşı galiben bir metre kadar toprağa nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor. İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için, hadîste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin herbirisine Cennet’ten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler.” Hem bir rivayette denilmiştir ki: “Şu üç nehrin menbaları, Cennet’tendir.” Şu rivayetin hakikatı şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kâfi değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdandır ve gizli bir hazine-i gaybdan gelir ki, masarıf ile vâridatın müvazenesi devam eder. İlââhir…

Manası tam bilinmiyen veya mana-yı zahirîsi hakikata mutabık görünmeyen hadîs-i şeriflere edilen bu nevi itirazlar, Kur’an-ı Hakîm’in evham kabul etmeyen kal’asına da gideceğinden, münafıkların medar-ı bahs ettikleri âyât hakkında Risale-i Nur’un verdiği kat’î cevabların bir iki misalini zikrediyoruz:

Evvelâ: Kur’an-ı Hakîm kâinata mana-yı harfiyle bakıyor. Felsefe ise mana-yı ismiyle bakıyor. Kur’an-ı Hakîm eşyayı mahiyet-i zâtiyesinden değil, Sânia delil olduğu cihetten nazara alıp mütalaa ediyor.

Meselâ: وَ الشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ der. Evvel emirde maksad-ı Kur’an, Sâniin azamet ve kudretine delalet için, kâinattaki intizamı zikretmektir. Bu âyetle o intizama delalet ederek, gece gündüzdeki tasarrufat-ı İlahiyeyi ihtar eder. Kozmoğrafya dersi vermiyor ki, medar-ı tekzib olsun. Halbuki لِمُسْتَقَرٍٍّ deki “lâm” bir mu’cizedir ki, Güneşin üç cihetle cereyanını gösteriyor.

Birincisi: Güneşin zahir nazardaki cereyanıdır. Kur’anın birinci saftaki muhatabları avam olduğundan; avam ise, Küre-i Arzın cereyanını değil, Güneşin cereyanını gördüğünden, onların hissini okşamak ve onları hakaik-i Kur’aniyeyi inkâra sürüklememek için, Güneşin zahirî cereyanını zikreder.

İkincisi: Havassa, mihverindeki cereyanını ve o cereyan sebebiyle husule gelen bir kanun-u İlahî olan cazibeyi ihtar ederek seyyaratın ve Arzın hareketlerinin medarı da Güneş olduğunu gösterir. Demek Güneşin mihverî hareketi, zahirî hareketinin çekirdeği manasındadır. O merkezî hareket, zemini çevirmekle, Güneşin zahirî cereyanını hakikatlı ve doğru yapar.

Üçüncüsü: Güneşin manzumesiyle beraber Şems-i Şümus’a doğru hareketine işaret eder.

Hem belâgatta vardır ki, bir kelâmda mana-yı zahirî ya gayet bedihî olmasından, malûmu i’lamın faydasız ve manasız olması cihetiyle veya mana muhal olmasından karinedir ki: Murad, mana-yı zahirî değildir, başka bir manadır.

Meselâ: Sure-i Ankebut’ta

وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ 

âyet-i kerimesinde لَوْ -i farazî ile “En zaîf ev, örümceğin evi olduğunu -faraza- Kureyş müşrikleri bilse idiler.” diyor. En zaîf ev, örümceğin evi olduğu herkesçe malûm ve zahirdir. Öyle ise Kur’an-ı Hakîm, bu لَوْ -i farazî ile başka bir manaya delalet ediyor. İşte o mana da, Risale-i Nur’un keşfiyle, لَوْ -i farazînin iki cihetle mu’cize oluşudur.

Birincisi: Bu âyet, Mekke’de nâzil olduğu cihetle, bir ihbar-ı gaybîdir. Gar-ı Hira’daki hâdiseyi haber veriyor.

İkincisi: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Ebubekir-i Sıddık (R.A.) ile küffarın tazyikından kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı Hira’nın kapısında iki nöbetçi gibi, iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi hârika bir tarzda kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir ki; örümcek, zayıf ağı ile rüesa-i Kureyş’e galebe etmiştir. Âyet diyor ki: “En zaîf bir hayvana mağlub olacaklarını o müşrikler faraza bilseler, bu cinayete ve bu sû’-i kasda teşebbüs etmiyeceklerdi…”

Daha fazla tafsilâtı Risale-i Nur’da Mu’cizat-ı Kur’aniyede bulacağınız gibi, ehadîs-i Nebeviye hakkında münafıkların ettikleri itirazların neden tevellüd ettiğini ve ehadîsin tabakalarını tam vuzuh ile Risale-i Nur Külliyatından büyük bir mecmua olan “Sözler Mecmuası”ndaki Yirmidördüncü Söz’ün Üçüncü Dalı beyan ediyor.

Hem meselâ: “Dünyanın, Cenab-ı Hakk’ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmiyecek idiler.” mealindeki لَوْ وَزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللَّهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ hadîs-i şerifin hakikatı şudur ki: عِنْدَ اللَّهِ tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir; yeryüzünü dolduran muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadı ile müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye müvazeneye gelmediği demektir. Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var:

Biri: Cenab-ı Hakk’ın esmasının âyineleridir.

Diğeri: Âhirete bakar, âhiret tarlasıdır.

Diğeri: Fenaya, ademe bakar; bildiğimiz marzî-i İlahî olmayan ehl-i dalaletin dünyasıdır. Demek esma-i hüsnanın âyineleri ve mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil, belki âhirete zıd ve bütün hatiatın menşei ve beliyyatın menbaı olan dünyaperestlerin dünyasının, âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir. İşte en doğru ve ciddî şu hakikat nerede? İnsafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mana nerede? O insafsız ehl-i ilhadın en mübalağa, en mücazefe zannettikleri mana nerede?

Risale-i Nur’da beyan edildiği gibi; mecaz ve teşbihler, mürur-u zamanla hakikata inkılab eder.

Meselâ: Sevr ve Hut, (hamele-i arş melaikeler gibi) Küre-i Arza nezaret eden iki melaikenin ismidir. Küre-i Arzın imareti ve maişet-i beşeriye, en ziyade balıkla öküz olması münasebetiyle bir mecaz olarak, Arza nezaret eden o iki melaikeye Sevr ve Hut ismi verilmiş. Koca bir balık ve bir öküz tevehhüm edilmesinin hadîsle hiçbir münasebeti yoktur.

İkincisi: Risale-i Nur, muterizlerin şübhelerini zikretmeden öyle bir tarzda hakikatı beyan ediyor ki; şübheler ve vehimlerin zihne gelmesi ihtimali kalmaz. Bir kısım ülema-i Mütekellimîn gibi, muarızın şübhesini zikrettikten sonra cevab vermek zararlı oluyor. Şübheler zihinlerde iz bırakıyor. Ne kadar kat’î cevab da verilse, nefis ve şeytan o izlerden istifade etmesi cihetiyle; Risale-i Nur, o meslekte gitmemiş. Hiç zarar vermeden kat’î cevab verir. Daha vehmin vücudunun imkânı kalmaz. Yalnız bir iki risale, şeytanın bazı şübhelerini yazmış; fakat o derece kat’î reddetmiş ki, şeytan olmasa idi, müslüman olacaktı…

Hattâ Mu’cizat-ı Kur’aniyede zikredilen ve herbiri birer lem’a-i i’caz gösteren yüzer âyât, medar-ı itiraz olmuş âyetlerdir. Halbuki onları okuyanlarda değil şübhe, hiçbir vesvese ve vehim de hatıra gelmez.

Meselâ فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ âyetiyle; Musa Aleyhisselâm’a karşı muharebe eden Firavun, gark olacağı zaman iman etmiş. Gerçi sekerat vaktinde o iman makbul değil. Fakat o makbul olmayan imana, imanın mahiyetine hürmet için bir mükâfat olarak Cenab-ı Hak, o Firavunun bedenine necat vereceğini haber veriyor. Çünki Firavunların tenasüh mezhebine göre, saadet-i uhrevî yerine şöhretperestlikle istikbalde mumyaları, heykelleri bâki kalmasını istediklerinden ve o heykelleri ve mumyaları, belki bir ruh bulacak gibi, efsaneleri ile öyle kanaat getirdiklerinden, o Firavunun o zahirî ve makbul olmayan imanına mükâfat vermekle beraber, onların tenasüh düsturlarına binaen mumyalamak kanunlarına işaret eder. İşte bu âyetin bir mu’cizesi olarak, o gark olan Firavun’un cesedi aynen bulunmuş, şimdi Londra’da bir müzede muhafaza ediliyor. Seyyahlar onu temaşa ediyorlar…

Aziz kardeşlerimiz!

Risale-i Nur’un bu husustaki cevablarının bir kısmının hülâsası burada bitti.

Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve esasatını havi olan Arabî Mesnevî-i Nuriye, üçyüz büyük sahifeden ibaret olarak çıktı. Size bir nüsha Medresetüzzehra’nın büyük kardeşi olan Câmi-ül Ezher’e bir hediyesi olarak gönderiyoruz. Ehl-i fennin ve bazı münafıkların iliştikleri bu nevi hakaika tam cevabı Arabî Mesnevî-i Nuriye’de ve sizin kütübhanenizde mevcud bulunan Risale-i Nur’un diğer cüz’lerinde bulabilirsiniz. Bu vesile ile, Risale-i Nur’un umum fihristesini ve ehl-i felsefenin içinde boğuldukları harekât-ı zerratın hakikatini beyan eden Zerrat Risalesini de size gönderiyoruz. Ve umum oradaki kardeşlerimize ve size binler selâm ederek hizmet-i diniye ve imaniyede ihlasla muvaffakıyetinize dua eder, dualarınızı bekleriz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Medresetüzzehra Şakirdlerinden

Nazif, Tahirî, Ceylan, Sungur, Ziya, Bayram, Zübeyr

Gayr-i Münteşir 

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Lâtif Nükteler

Risale-i Nur Külliyatından Lâtif Nükteler Müellifi Bediüzzaman Said Nursi   *** Sadakatta namdar, safvet-i kalbde …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Sahabe Tarihi ile İlgili Eserlere Dikkat

SAHABE TARİHİ İLE ALAKALI ESERLER HAKKINDA TEYAKKUZ Yazar: Muhammed Salih EKİNCİ Tarih kitaplarında geçen sahabe-i …

Kapat