Ana Sayfa / Yazarlar / Canını Aşk Yoluna Vermeyen Âşık mıdır?

Canını Aşk Yoluna Vermeyen Âşık mıdır?

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yunus Emrenin bir şiirinin açıklamasından önce hakkında biraz bilgi nakledelim

Yunus Emre

Tarihî kişiliği menkıbelerle iç içe giren Yûnus Emre’nin destanî hayatına dair ilk ve en geniş mâlûmat Uzun Firdevsî’nin (ö. 918/1512) yazdığı sanılan Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî’de yer almaktadır. Buna göre Yûnus Sarıköy’de yaşayan, çiftçilikle geçinen fakir bir kişidir. Önce buğday almak üzere Karahöyük’e gider, bir süre Hacı Bektâş-ı Velî’nin yanında kalır, geri döneceği sırada buğday yerine Hacı Bektaş ona “nefes” vermeyi teklif eder, fakat Yûnus ısrar edince kendisine dilediği kadar buğday verilerek gönderilir. Köyüne yaklaştığı esnada gafletinin farkına varan Yûnus, buğdayın bir gün tükenip nefesin ise tükenmeyeceğini düşünerek tekrar tekkeye döner ve nasip ister. Durum Hacı Bektâş-ı Velî’ye arzedilince o, “Bundan sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın” der ve onu Tapduk Emre’ye gönderir. Yûnus da Tapduk Emre’nin yanına varıp durumu ona anlatır; Tapduk Emre halinin kendisine mâlûm olduğunu, hizmet edip emek vermesi halinde nasibini alacağını söyler. Yûnus kırk yıl boyunca erenler meydanına eğrinin yakışmayacağı düşüncesiyle tekkeye sadece düzgün odun taşır. Rum erenlerinin Tapduk Emre’nin tekkesinde büyük bir meclis kurdukları bir gün mecliste Yûnus Emre ile birlikte Yûnus-ı Gûyende denilen başka bir Yûnus daha bulunmaktadır. Tapduk Emre cezbeye gelince Gûyende’ye, “Yûnus, söyle!” der, fakat Gûyende işitmez. Tapduk bu sözü üç defa tekrarladığı halde Yûnus-ı Gûyende yine işitmez. Bu defa Yûnus Emre’ye dönüp, “Yûnus, vakit geldi, o hazinenin kilidini açtık, nasibini aldın, hünkârın nefesi yetişti, sen söyle!” der. Gönlü açılan, gözlerinden perde kalkan Yûnus “şevk denizine düşüp” inci ve mücevher değerinde sözler söylemeye başlar (Manakıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî, s. 48-49).

Aziz Mahmud Hüdâyî’nin, şeyhi Üftâde’nin sohbetlerinden derlediği Vâḳıʿât’ta yer alan Yûnus’la ilgili rivayetler Vilâyetnâme’de anlatılanları tamamlar gibidir. Hüdâyî’ye göre Yûnus’un mürşidi Tapduk Emre “şeştâ” çalardı. Bir gün Tapduk yine şeştâ çalmaya başlayınca sesi Yûnus’a dokunur, Yûnus cezbelenir ve sanatını bırakıp Tapduk’a derviş olur. Vâḳıʿât’taki bir rivayette Yûnus Emre’nin Tapduk Emre’ye otuz yıl hizmet ettiği, şeyhinin kızıyla evlendiği, pîrinin nefesinin bereketiyle şair olduğu belirtilir (Vâḳıʿât-ı Üftâde, s. 91, 256). Yine Vâḳıʿât’ta yer alan bir başka rivayete göre otuz yıl hizmetten sonra Yûnus, “Ben bu yolculuktan bir şey anlayamadım, muhtemelen sülûkü tamamlayamayacağım” diyerek tekkeden ayrılmış, fakat yolda rastladığı erenler ve onlarla yaşadığı olağan üstü hallerle gafletten uyanıp geri dönmüş ve Tapduk’un ayaklarına kapanarak kendini bağışlatmıştır (a.g.e., s. 374; İsmâil Hakkı Bursevî, Rûḥu’l-beyân, I, 171). XVI. yüzyıl tezkirecilerinden Âşık Çelebi, Yûnus’un “kullâb-ı cezbe ile âlem-i mülkten cenâb-ı melekûta çekilmiş, âlemin insân-ı kâmil ve ferîdlerinden” olduğunu kaydetmiş, ardından onun ümmîliğine işaret ederek hal diliyle şiir söylediğini belirtmiştir (Meşâirü’ş-şuarâ, II, 689). XVII. yüzyıl Bayramî şeyhi Bolulu Himmet Efendi, sülûkünü tamamlayamayan sâlikin yolculuğunun hızlandırılması için celâl terbiyesinden geçirilebileceğini anlatırken Tapduk Emre ile Yûnus arasında geçen olayı örnek verir (Tapsız, s. 165). XVIII. yüzyıl Halvetî-Şâbânî dervişlerinden İbrâhim Hâs da Tezkire’sinin iki ayrı yerinde Yûnus Emre’den ve şeyhi Tapduk’tan bahseder (bk. bibl.). Süleyman Şeyhî de Yûnus’tan, Tapduk Emre’den, şiirlerinden ve tekkeye taşıdığı odunlardan söz etmiş, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Yûnus hakkında, “İlâhî menzillerin hangisine çıktımsa bu Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu geçemedim” dediğini nakletmiştir (Bahrü’l-velâye, vr. 143b). Yûnus Emre ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî arasında geçtiği aktarılagelen başka bir rivayete göre Yûnus bir gün karşılaştığı Mevlânâ’ya, “Mes̱nevî’yi sen mi yazdın?” diye sormuş, Mevlânâ “evet” deyince Yûnus, “Uzun yazmışsın. Ben olsam, ‘Et ü kemik büründüm / Yûnus diye göründüm’ derdim” karşılığını vermiştir. Diğer bir halk rivayetine göre Yûnus 3000 şiir söylemiş, daha sonra Molla Kasım adlı bir zâhid bunları şeriata aykırı bularak 1000 tanesini yakmış, 1000 tanesini suya atmış, kalan 1000 şiiri okurken, “Derviş Yûnus bu sözü eğri büğrü söyleme / Seni sîgaya çeken bir Molla Kasım gelir” beytine rastlayınca pişman olup tövbe etmiş ve Yûnus’un velîliğine inanmıştır. Bu inanışa göre yakılan şiirler gökte melekler, suya atılanlar balıklar, kalan şiirler de insanlar tarafından okunmaktadır.

 Vermeyen Âşık mıdır?

Canını aşk yoluna vermeyen âşık mıdır
Cehd eyleyip ol dosta ermeyen âşık mıdır

Aşık butasından içip nefs dileğinden geçip
Hak yoluna er seçip durmayan âşık mıdır

Dost sevgisin gönülde can ile berkitmeyen
Tûl-i emel defterin dürmeyen aşık mıdır

Daim rizayet çekip halvetlere diz çöküp
Hak didârı eserin görmeyen âşık mıdır

Aşka tanışık sığmaz değme can göge ağmaz
Pervane od’a değmez yanmayan âşık mıdır

Kişi dertli olıcak derman isteyen olur
Kendi derdin dermanın sormayan âşık mıdır

İy Yunus sen dostunun cefasına katlangil
Yüreğine aşk okun vurmayan âşık mıdır

Yunus Emre bu portre şiirinde bir aşığın portresini çizer,  aşığın nasıl aşık olacağı, hangi engelleri badireleri aşacağını anlatır.

Her edebiyatta âşık kelimesi farklı anlamlar taşır. Aşk genellikle iki cinsin birbirine olan yakınlığı, ilgisi olarak anlaşılır, ama edebiyatta, halk edebiyatında, modern Türk edebiyatında aşkın farklı anlamları vardır. Fakat Yunus Emre aşkı geniş bir perspektifte anlatır. Bu bir karşı cinse yakınlık anlamında değildir, evvelemirde manası Allah’ı sevmek ve onun isteklerini yerine getirmek, onun aşkı ile kendini ve kendine ait olan dünyevi şeyleri terketmektir. Onda aşk ve aşık kelimesi bir kitabı doldurur. Aşk bir şeye kendini sıradan, alalade şekilde vermek değil o şey için birşeylerini feda etmek, ama gerçekten fedakarlık yapmaktır. Atalarımızın en büyük aşkı vatan ve millet yolunda fedayı can etmektir. Bütün büyük savaşlarımız şehitlerle doludur, onlar ölmek suretiyle bizim vatanımızı yapmışlardır.

Yunus’un şiirinde birinci beyitte aşığın canını aşk yoluna vermesini öğütler. Can insanın herşeyidir, bedenin efendisidir, insan bu herşeyden değerli şeyini yani canını aşkı uğruna feda etmelidir. Dünyevi şeylerde insanın niyeti çalışmak bir varlık elde etmekse gününün birçok kısmını canını kullanarak harcar ve karşılığında bir değerler kümesi elde edir, zengin olur, veya çalışmaz fakir olur. Kişi ilahi aşkda da canını ilahi aşkın yolunda harcamalı tıpkı dünyevi harcamalar gibi yapmalıdır. Yunus Tapduk’un dergahında kırk yıl hizmet etmiş sonunda onun nefesi ile olağanüstü şiirler söylemiştir. Demek aşkın en önemli kaynağı uğruna kendiği verdiği şeye sabırla bağlanmak ve onun dışındaki şeyleri önemsememektir. İşine aşk derecesinde bağlı insanlar ilim adamı veya sanat adamı, esnaf bir takım olaganüstü değerler elde eder. Bütün tasavvuf büyükleri büyük çilelerden sabır denemelerinden sonra topluma ışık vermişlerdir. 

Aşkı su içer gibi içmek aşkın tesiri ile nefsinl isteklerinden vazgeçip, dünyevi aşkta da uhrevi aşkda da kişinin kendini aşkıyla sınırlaması kendini hasretmesi gerekir, yok çok şeye ilgi duyan aşkını dağıtır,  bir şeyle yoğunlaşamaz.Günlük hayatta konsantre olmak dedikleri şey aşkta da geçerlidir, kişi kendini adadığı sevgiye vermelidir, yoksa dağınıklık aşkın yoğunlaşmasını engeller. Hasretmek yoğunlaşmak demektir. Aşık hak yolunda bir er olmalı, er nasıl kendini işine adarsa, yani fedakarlık yapabilir bir er olursa, hak yoluna durursa, yani orda sebat etmezse aşık değildir, aşık olamaz. 

Riyazet aşığın tekamülü için  vazgeçilmez bir uygulamadır. Açlık bütün gelişmelere ışık tutan sirm davranıştır, obur insanlardan sadece hissiz  duygusuz, insanlar çıkar. Din de de sanat da da, hatta beşeri dinlerde de riyazet yani muntazam şekilde ölmeyecek kadar yemek bir umumi düsturdur. açlık insan ruhunu geliştiren bütün ilimlerde dinde önemli bir davranıştır.Hatta Budistler, Brahmanlar bile bunu kabul etmiştir. Gıdalar bedeni geliştirir ama halvet ve açlık ise ruhu büyütür vücudu denetim altınla alır. Riyazet ve halvet ruhu cesedin tasallutundan kurtarır ve geliştirir, o zaman ruha ötelerden kapılar açılır. Maddenin denetiminden kurtulur, atalarımız bunlarla halkı geliştirmiş daha mantıklı ve muntazam yaşamalarını sağlamıştır. Açlık ve halvet Hak didarını yüzünü gösterir. 

Sözlükte “yabani bir hayvanı evcilleştirmek, serkeş atı eğitmek; egzersiz yapmak” gibi mânalara gelen riyâzet kelimesi tasavvuf terimi olarak nefsi eğitmek için onu birtakım tabii ve meşrû arzularından mahrum etmeyi ifade eder. İslâm’da nefsin haramlardan uzak tutulması emredilmiş, mekruh olan hususlardan sakınılması tavsiye edilmiştir. Sûfîler, sâlikin nefsini mubah olan hazlardan da mahrum ederek nefis üzerinde hâkimiyet kurması gerektiğine inanırlar. Riyâzet “nefsin şehvet denilen beden ve dünya ile ilgili arzularını kırmak, bunları etkisiz hale getirmek, nefsi aklın ve dinin tesbit ettiği sınırlar içinde tutmak” şeklinde de tanımlanmıştır. Bu anlamda riyâzet zühd, mücahede, mücadele, tahallî, nefis tezkiyesi ve tasfiyesi gibi tasavvuf terimleriyle yakın anlamlıdır. Tasavvufta, Hakk’ın emrine uymak ve akl-ı selîmin gösterdiği yolda yürümek için bütün kötülüklerin kaynağı olan nefisle (Yûsuf 12/53) mücadele halinde bulunmak, ona muhalefet etmek esastır. Nefsin yeme içme ve cinsel arzularını, mal mülk, makam mevki, şan şöhret gibi dünyevî talep ve tutkularını denetim altında tutmak için yemeyi içmeyi, uyumayı, konuşmayı azaltarak zaruret ve ihtiyaç haliyle sınırlamak, diğer taraftan nefsi zor işlere koşmak, nefsin hileleri karşısında uyanık olmak riyâzetin esasını teşkil eder.

Nefis terbiyesinin şekli sâlikin yetenek ve hallerine göre değişir. Bu sebeple sûfîler, riyâzetin bilgili ve samimi bir rehberin denetiminde gerçekleştirilmesi gerektiği üzerinde önemle durmuşlardır. Gazzâlî bu yoldaki rehberin durumunu tabiplerle mukayese etmiş, hastanın hekim gözetiminde ilâç alması gerektiği gibi riyâzetin de bu işin erbabının kontrolünde yapılması gerektiğini söylemiştir (İḥyâʾ, III, 59). Usulsüz yapılan ağır riyâzetler kâmil insan olmayı temin etmediği gibi beden ve ruh sağlığının, aklî dengenin bozulmasına, bâtıl inançlara sapılmasına sebep olabilir (a.g.e., III, 19; İbn Haldûn, Şifâʾü’s-sâʾil, s. 31).

Gazzâlî’ye göre riyâzet dört türlüdür: Az yemek, az uyumak, az konuşmak, insanların eziyetlerine katlanmak. Az yemek şehveti öldürür, az uyumak iradeyi saflaştırır, az konuşmak tehlikelerden korur, eziyetlere katlanmak amaca ulaştırır. Zira cefaya tahammül ve eziyetlere sabretmekten daha zor bir şey yoktur (İḥyâʾ, I, 17, 71). Riyâzet ehlinin haline ve maksadına göre de riyâzetin çeşitli şekilleri vardır. Halk (avam) düzgün bir ahlâka sahip olmak, ihlâsla ibadet etmek, davranışında dürüst olmak, özel kişiler (havas) kendilerini tamamıyla Hakk’a vermek, daha özel kişiler ise (havâssü’l-havâs) mâsivâ ile olan ilgilerini kesip Hak’la dâimî beraberlik sağlamak için riyâzet yaparlar (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 511).

Hakikat bilgisine ulaşmanın iki temel şartından birinin sağlam irade, diğerinin riyâzet olduğunu söyleyen İbn Sînâ’ya göre riyâzetin üç amacı vardır. Birincisi Hakk’ın dışındaki şeyleri tercih etmeyi tamamıyla terketmektir; bu riyâzete gerçek zühd yardım eder. İkincisi, kötülükleri emreden nefsin (nefs-i emmâre) hoşnutluk kazanmış ve tatmin bulmuş nefse (nefs-i mutmainne) boyun eğmesini sağlamaktır; böylece nefsânî ve dünyevî vehimlerden uzaklaşarak ilâhî olanla bağlantılı vehim ve hayallere yükselmek mümkün olur. Bu riyâzet aşamasına ibadetler yardım eder. Riyâzetin üçüncü amacı sırrın latifleştirilmesidir. Bu riyâzete mûsiki ve güzel sözler yardımcı olur ve buna ancak aşk ile ulaşılabilir. İbn Sînâ’ya göre riyâzetin bu üç hedefi gerçekleştikten sonra sâlik önce fenâ, ardından bekā hallerine erip Hakk’ı devamlı şekilde müşâhede eder (el-İşârât, s. 185-186).

Muhyiddin İbnü’l-Arabî edep, talep ve ilim olmak üzere üç türlü riyâzetten bahseder. Edep riyâzeti nefsin tabiatından çıkmak ve ondan kurtulmaktır. Fakat riyâzetle nefsin tabiatından kurtulmak ve varlığını ortadan kaldırıp başka bir tabiat ikāme etmek mümkün değildir. Ancak nefsin tabiatının talep ettiği şeylerin sağlıklı ve doğru olması sağlanabilir. İbnü’l-Arabî riyâzetin ikinci türüne talep riyâzeti adını verir. Talep riyâzeti nefsin zelil kılınıp kullukta bulunmaya sevkedilmesiyle ahlâkın düzeltilmesidir. İbnü’l-Arabî’ye göre riyâzet iyi ve kötünün üzerinde dolaştığı dünya gibi olmaktır. Böylece nefis Hakk’ın bütün tasarruflarına râzı olarak rızâ makamına ulaşır. Rızâ makamındaki sûfî zelilliğine, sınırlı varlığına ve cehaletine nisbetle Hakk’ın izzetine ve ilminin sonsuzluğuna boyun eğer. Üçüncü riyâzet türü ilim riyâzetidir ve riyâzetlerin en faydalısıdır. Âlim bir kulun en yüksek riyâzeti, Hakk’ı bir sûret üzere müşâhede ettiğinde onu inkâr etmeyip tenzihle sınırlamamasıdır. Talep riyâzeti nefsin ıslahıdır, ilim riyâzeti ise kulun Hakk’a dair bilgisini tenzihte teşbih, teşbihte tenzih ilkesince düzenlemesidir (el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, II, 635; İsmâil Rusûhî Ankaravî, s. 153).

Her toplumda dinde ve İslâm’daki riyâzet ehline benzetilebilecek kişi ve gruplara rastlamak mümkündür. Yogi denilen Hint fakirlerinin maksadı riyâzet yaparak nefis, beden ve eşya üzerinde hâkimiyet kurmaktır. Ağır ve disiplinli bir riyâzet neticesinde riyâzet ehlinden birtakım olağan üstü haller zuhur edebilir. Takvâ sahibi sûfîlerin riyâzeti şekil, muhteva ve gaye bakımından gayri müslimlerin riyâzetinden farklıdır. Tasavvufta mürid dinin emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak, daha iyi bir dinî hayat yaşamak için riyâzet yapar (ayrıca bk. ÇİLE).

Halvet, halvetgâh, çilehâne” gibi adlarla da anılan halvethâneler İslâm dünyasında önce zâhidlerin, VIII. yüzyıldan itibaren bunların zühd, mücâhede ve riyâzet geleneklerine vâris olan sûfîlerin, nefislerini terbiye etmek ve seyrüsülûklerinde mesafe almak amacıyla ibadet ve tefekküre daldıkları, mânevî lezzetleri tatmalarına imkân tanıyan halvet (çile) dönemleri süresince kullandıkları mekânlardır. Mimari açıdan, tasavvufî hayatın her safhasını ve her dönemini kapsayacak prototip bir halvethâne tanımı yapmak imkânsızdır. Nitekim tasavvufî hayatın tarikatlar şeklinde henüz kurumlaşmamış olduğu devirlerde yaşayan sûfîlerin oldukça farklı mekânlarda halvete girdikleri anlaşılmaktadır. Halvet mahalli bazan tenha bir mevkide yer alan bir mağara veya Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın hayatında bir örneği görüldüğü üzere halvetnişinin kendini baş aşağı astırdığı bir kuyu da olabilmektedir. Ancak XI. yüzyılın ortalarından itibaren tarikatların âdâb ve erkânlarını kesin kurallara bağlamalarına paralel olarak halvetin ne şekilde uygulanacağı tesbit edilmiş ve halvethânelerin sahip olması gereken özellikler belirlenmiştir. Nitekim Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin  Avârifü’l-maʿârif’inde halvet bütün ayrıntıları ile anlatılmıştır. Bu bilgilere göre halvethâneyi, bir dervişin içinde tek başına namaz kılabileceği boyutlarda, halvete girenin dikkatini dış dünyaya dair birtakım ayrıntılarla dağıtmasına imkân tanımayan, tercihen karanlık bir hücre olarak tanımlamak mümkündür. Bu arada halvete giren dervişin, hiç kimse ile konuşmamak şartıyla ancak abdest bozmak, yeniden abdest almak ve cemaatle kılınan namazlara iştirak etmek için halvethâneden çıkması söz konusu olduğundan bu mekânların, tarikat yapılarının büyük çoğunluğunda aynı zamanda cami veya mescid olarak da kullanılan tevhidhâne bölümleriyle doğrudan bağlantılı biçimde tasarlandığı dikkati çekmektedir. Günümüze kadar gelebilen örneklerin çoğunda halvethânelerin yalnızca bu bölümlere açılan kapılar ve pencerelere sahip olduğu, bazı örneklerde de bir miktar ışık ve hava alabilecek dışarıya açılan birer küçük pencere ile donatıldığı görülmektedir. Bu arada bazı sûfîler, başka amaçlar için tasarlanmış olan birtakım mekânları halvethâne olarak kullanma geleneğini de sürdürmüşlerdir.

Lüzumsuz ve boş ilişkiler insanı aşağı çeker, onlardan kurtulan kişi göklere yükselir yani manen terakki eder.

Pervane ateşe âşıktır onun etrafında döne döne yanar, bu olayda aşık pervanedir, hedefi ise ateştir, ateşte yanması gerektir odun ateşte yanarsa aydınlatır, bu yüzden pervane yani aşık kendini aşkın ateşine atmalıdır. 

Kişi dertli olıcak derman isteyen olur
Kendi derdin dermanın sormayan aşık mıdır

Kişinin derdi aşk yolunda kendini aşk ile derdine derman bulmalıdır. Kendini aşkının derdine kaptırmayan başaramaz, endişe insanı geliştirir dünyevi ilişkilerde de insan hedefinin hastası olmalıdır, yoksa hedefe varamaz. Böyle derdi olan dermanını aramamıdır, koşmak gayret etmek ,riyazet ve halvet ve çalışmakla gelişir.

İy Yunus sen dostunun cefasına katlangil
Yüreğine aşk okun vurmayan aşık mıdır

İnsan dostunun Allah’ın verdiği elemlere katlanmalıdır, bu yüzden kişi çilelere katlanmalıdır. Onlara katlanınca gelişir. Aşk oku yüreğe vurmalı bu durum aşığı âşık yapar, yoksa yapmaz.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Allah Düşmanlarından Berî miyiz?

Allah düşmanı olduğunu anladığımız kaç kişiden beri olduk? Kaç tanesiyle gönül ilişkisini kestik? Kaç tanesinin …

Kapat