Ana Sayfa / KASTAMONU / İz Bırakanlarımız / Koca Nişancı Celalzâde Mustafa Çelebi

Koca Nişancı Celalzâde Mustafa Çelebi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

CELÂLZÂDE MUSTAFA ÇELEBİ

On altıncı asır Osmanlı âlimi ve büyük devlet adamı Reis-ül Küttap, Nişancı, Tarihçi, Divan Şairi. 1491 (H. 895) senesinde Tosya’da doğdu. 1567 (H.975) yılında İstanbul’da vefât etti.

Babası, Tosyalı Kâdı Celâl’dir. Celâleddîn Efendi, medreseden yetişerek Rumeli tarafındaki kazâlarda kâdılık etmiş, derecesi Eşrâf-ı Kudât rütbesine kadar yükseldikten sonra kâdılıktan çekilerek, emekliye ayrılmış ve 1528 târihinde vefât etmiştir. Kâdı Celâleddîn, doğruluğu, yumuşak huylu ve mütevâzi olmasıyla kendisini sevdirmiş, içi dışı tertemiz bir zât idi. Kâdı Celâleddîn’in Mustafa, Sâlih ve Atâullah isimlerindeki üç fazîletli oğlunun büyüğü Mustafa Çelebi’dir.

Mustafa Çelebi ilk medrese tahsîlini memleketinde gördükten sonra İstanbul’a gelip, Sahn-ı Semân medreselerinde dânişmendliğe kadar yükseldi. Dîvânî yazıdaki üstün kâbiliyeti ve Vezîriâzam Pîrî Mehmed Paşa ile Nişancı Seydî Beyin kendisini himâye etmeleriyle, medrese hayâtından ayrılarak, genç yaşında devlet hizmetine alındı. Yavuz Sultan Selîm Hanın iltifâtına mazhâr olup, 1516 senesinde Dîvân-ı Hümâyûn kâtipliğine tâyin edildi.

Bir gün Yavuz Sultan Selîm’e bâzı kimseler gelerek Amasya’da Gümüşlüoğlu Şeyh Mehmed’in, Sultan Korkut sağdır diye propaganda yaptığını ve başına adamlar topladığını bildirdiler. Bunun üzerine Pâdişâh şeyhi getirtip İstanbul’da hapsettirdi. Şeyh Mehmed Efendi doğru sözlü, ihlâslı ve muhterem bir zâttı. Bunu bilen Vezîriâzam Pîri Paşa derhal Pâdişâhın yanına gelerek Şeyh Mehmed hakkındaki sözlerin asılsız olduğunu ve bunu tahkik için mûtemed birisinin memur edilmesini arzetti. Bunun üzerine Sultan Selîm Han da; “Ehl-i vukûftan birisini bana gönder.” diye tenbihledi. CelâlzâdeMustafa Çelebi’yi gören Pîri Paşa; “Dîvânda meseleler görüşüldükten sonra pâdişâhın yanına gideceksin, bir yere ayrılma.” diye bildirdi. Pâdişâhın huzûruna çıkacağını duyan Celâlzâde büyük bir heyecan geçirdi ve dîvân müzâkerelerinden sonra arz odasına girdi. Sultan Selîm Han bu esnâda bir kitap mütâlaası ile meşguldü. Celâlzâde’yi görünce; “Celâl oğlu Mustafa sen misin?” diye sordu. “Ben kulun Pâdişâhım.” demesi üzerine; “Gümüşlüoğlunu nasıl bilirsin? Cevher veya meder midir? (Yâni cevher veya toprak mıdır) nice idrâk kılursın, bilürsin?” dedi. Mustafa Çelebi de; “Evliyâlık menbaının, kaynağının cevheri ve nefisle mücâdele meydanının hâlis eri bir ulu kişi bilirim.” diye cevap verince; “Ulu mu, ulu mu, ulu mu?” diye üç kere tekrar ederek hiddet göstermiş. Fakat Mustafa Çelebi’nin her defâsında; “Evet pâdişâhım ulu kişidir.” demesiyle hiddeti geçmiş ve kendisiyle sonra yumuşak bir şekilde konuşmuştur. Bu arada Celâlzâde’ye yevmiyesini de soran Selîm Han, on akçe olduğunu duyunca çok az bulmuş ve artırılmasını emretmiştir. Sonra da; “Şeyhe bizden selâm söyle, hatırını hoş tutsun.” diyerek Celâlzâde’yi Gümüşlüoğlu’na göndermiştir.

Celâlzâde Mustafa Çelebi çalışkanlığı, vazîfesini kavraması ve sır saklaması sebebiyle gün geçtikçe pâdişâhın îtimâdını kazandı. Yavuz Sultan Selîm Han, devlet erkânından mahrem, gizli olarak bâzı yerlere göndereceği emirleri, Mustafa Çelebi’yi çağırtarak kendisine yazdırırdı.

Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin dîvân işlerinde yetişmesinde, ikinci hâmisi Nişancı Seydî Beyin çok gayreti oldu. Nîmetin kadrini bilen bir kimse olan Mustafa Çelebi, Seydî Bey hakkında: “Benim mürebbî, muallim ve üstâdım idi. O, kânûn-şinâs idi. Umûr-ı kalemiyyede, yazışma işlerinde gâyet mâhirdi” demektedir.

Mustafa Çelebi, daha sonra hâmisi olan Vezîriâzam Pîri Mehmed Paşaya tezkireci, özel kalem müdürü oldu. Tahkîki îcâbeden bâzı mühim işlerde bulundu. Pîrî Paşa vezîriâzam bulunduğu müddetçe, onun tezkireciliğini yaptı. 1523 senesi Şâban ayında Pîrî Paşa emekliye sevk edilerek, yerine Rumeli Beylerbeyliği de üzerinde olarak, Enderûndan has odabaşı İbrâhim Ağa vezîriâzamlığa getirildi. Nişancı Seydî Beyin tavsiyesiyle Mustafa Çelebi, İbrâhim Paşaya da tezkireci oldu. Celâlzâde, bunu şöyle anlatıyor: “Maktûl İbrâhim Paşa, harem-i pâdişâhîden ilk defâ vezîriâzamlıkla çıkdıkda, kâtiplerden ehl-i vukûf, işini bilen bir kimse isteyip bu hakîri getirtip tezkireci edindi. Kendisinin ahvâl-i âleme, hükümet işlerine dâir durumlara tecrübesi olmadığından, şikâyetçiler de sıkıştırırdı. Durum aramızda gizlice ittifâk olundu. Eğer dînî meseleleri ilgilendiriyorsa kâdıaskere gönderilir, mâlî işleri ilgilendiriyorsa defterdâra gönderilir ve eğer kendisine ait vezâret ile alâkalı ise ben divit ve kaleme yapışırdım. O, hüküm yazılsın diye emrederdi.”

Yavuz Sultan Selîm Hanın, Mısır’ı fethinden bir müddet sonra, Çerkes beyleri halkı kışkırtıp isyâna teşvik ederek, eski Çerkes kölemen ocağını yeniden tüttürmek istemişlerdi. Halka adâlet gösterilmediğini ve birçok kimsenin bu durumdan şikâyetçi olmalarını da bahâne olarak ileri sürüyorlardı. Bu şikâyetleri yerinde incelemek, tetkik ve tahkîk etmek üzereVezîr-i âzam İbrâhim Paşanın Mısır’a gitmesine lüzum görülmüş ve tezkireci Celâlzâde Mustafa Çelebi ile berâber, oldukça kalabalık bir heyet ve beş yüz kadar yeniçeri ile ve deniz yoluyla, 1524 senesi Zilhicce ayının başlarında hareket etmişlerdi. Mevsimin sonbahar ve gün dönümü fırtınalarına tesâdüf etmesi sebebiyle, ancak Rodos Adası önlerine veMarmaris taraflarına kadar gidilebilip, oradan karayolu ile Sûriye üzerinden Mısır’a varıldı. Vezîr-i âzam Kâhire’de durumu tahkîk etti. Memlûk sultanlarından Kayıtbay ve Kansu Gavri ile Mısır’ın ilk Osmanlı Beylerbeyi Hayır Bey’in tatbik ettikleri kânunları getirterek inceledi. Bunun üzerine hem hazîneyi, hem de halkı koruyacak âdilâne bir kânun tertib ettirdi. Bu yeni kânunun tedvîninde, hazırlanmasında, Celâlzâde’nin büyük hizmeti görüldü. İbrâhim Paşa on bir ay sonra, 1525 senesi Zilkâde ayında karayoluyla İstanbul’a geldi. Mustafa Çelebi, göstermiş olduğu hizmet ve liyâkatına karşılık, Haydar Çelebi’nin yerine Reîs-ül-küttâb tâyin edildi. Bu hizmette on sene bulundu ve seferlere iştirâk etti.

Kânûnî Sultan Süleymân’ın 1554 senesinde Irakeyn (Irak-ı Acem ve Irak-ı Arab) seferinde Tebriz’den Bağdât’a hareketinden sonra Nişancı Seydî Beyin vefâtı sebebiyle makâmı boş kalmıştı. Bağdât’a girildikten sonra 5 Aralıkta, 180.000 akçe has ile Celâlzâde Mustafa Çelebi, Nişancılığa, Osmanlı Devletinde yabancı hükümdârlara gönderilecek mektuplarla ahidnâmelerin, vezirlere verilecek menşûr ve berâtların müsveddelerini hazırlamak, pâdişâhın adına yazılan fermân, berât vb. yazıların başına pâdişâhın tuğrasını çekmekle vazîfeli makama tâyin edildi. Celâlzâde nişancılıkta 23 sene kaldı ve asıl şöhrete bu çeyrek asırda kavuştu. Devlet kânunlarında mürâcaat edilen yegâne merci oldu. Kendisini yetiştiren Seydî Beyden daha fazla şöhret buldu. Devlet idâresine dâir bütün kânunlar onun elinden geçti ve onun tedbirleriyle hallolundu. Kânunlar üzerindeki bilgisi, ilmi ve ahlâkî fazîleti sâyesinde pek fazla şöhret bulduğundan; “Koca Nişancı” diye anılmaya başladı. En karışık meselelerin halli için onun mütâlaası alınıyordu. Meşhûr Tâcizâde Câfer Çelebi’den sonra Celâlzâde kudretinde bir nişancı gelmemiş ve yapmış olduğu kânunlar, yazışmalar, ahkâm ve menşûrlardaki ifâde tarzı, kendisinden sonra yarım asırdan ziyâde nümûne olmuştur. Celâlzâde’nin yüksek vukûf ve mesâisine mükâfât olarak, nişancılık hasları, o târihe kadar hiç bir nişancıya nasîb olmayan 300.000 akçeye çıkarılmıştır.

Celâlzâde Mustafa Çelebi, 1557 senesine kadar nişancılık makâmında kaldı. Yaşı yetmişe dayanmıştı. O târihte vezîr-i âzam bulunan Dâmâd Rüstem Paşanın tavsiye ve ısrârı üzerine görevinden istifâ etti ve”Müteferrika başılık” rütbesi verildi. Yerine değerli bir zât olan Eğri Abdizâde Mudurnulu Mehmed Bey tâyin olundu. Kânûnî Sultan Süleymân Han, Celâlzâde’nin kıymet ve ehliyetini ve uzun yıllar devâm eden hizmetini takdir ettiğinden, Vezîr-i âzam Rüstem Paşaya rağmen, o târihe kadar emsâli görülmemiş bir mükâfatla kendisini taltif etti. Nişancılığında almakta olduğu haslar ile emekli yaptı.

Kânûnî Sultan Süleymân Hanın son seferinde müteferrika olması dolayısıyle, onun maiyyetinde bulundu. Zigetvâr muhâsarası esnâsında Nişancı Eğri Abdizâde Mehmed Bey vefât ettiğinden, Celâlzâde ikinci defâ Nişancı tâyin edildi. Kendisi, ihtiyarlığını ileri sürerek kabûl etmek istemedi ise de, kesin emir üzerine kabûle mecbur kaldı. Nişancılığa tâyini esnâsında Sultan Süleymân Han vefât etmişti (1566). Fakat vefât haberi pek gizli tutulduğundan hâriçten duyulmamıştı. Celâlzâde, pâdişâhın ölümünden haberdâr olmadığı için, nişancılık hil’atı giymek için otağ-ı hümâyûna girdiği vakit, hayatta zannettiği kadirşinâs pâdişâhının öldüğünü anlayınca, kendisini tutamayarak ağlamaya başladı. Fakat Vezîr-i âzam Sokullu Mehmed Paşanın îkâzı üzerine kendisini toplayanMustafa Çelebi memuriyet hil’atını giydikten sonra pâdişâhın vefâtını kimseye sezdirmemek için içi kan ağlar olduğu halde memnun bir şekilde sevinerek otağ-ı hümâyûndan dışarı çıktı. Onun bu hâlini görenler, pâdişâhın sıhhatte olduğu zannı ile şüphelerini giderdiler.

Mustafa Çelebi, ordu ile berâber İstanbul’a döndü ve Sultan İkinci Selîm Han zamânında da kısa bir müddet, yâni on üç ay kadar nişancılıkta bulundu. 1567 (H. 975) senesi Rebîulâhir ayında, yaklaşık 75 ilâ 80 yaşları arasında vefât etti. Eyyûb Sultan Nişancası’nda yaptırdığı câminin bahçesine ve kendisinden evvel vefât eden kardeşi Sâlih Çelebi’nin yakınına defnedildi. Vefâtı hakkında, Deli Kâdı’nın söylediği manzum târih, mezar taşına hâkkedilmiş, yazılmış olup, aynen şöyledir:


Celâl oğlu nişânî ki cihânın,
Fenâsın gördü azmetti bekâya.

Teni hâki olup aslına râci,
Karıştı rûh-ı pâki asfiyâya.

Yeri Cennet ola diyu melekler,
Feleklerden el açtılar duâya.

İşitip rûh-ı kudsî dedi târih:
İlâhî rahmet eyle Mustafa’ya!

Celâlzâde Mustafa Çelebi, câmiden başka, yine o civarda bir hamam ve Halvetiye tarîkatı için bir tekke yaptırdı.

Celâlzâde, uzun süren Reîs-ül-küttâblık ve nişancılığı zamânında çok adam yetiştirdi. Bunlar, gerek kendi zamânında ve gerekse sonradan devlet işlerinde mühim mevkilere geldiler. Kendisinin maiyyetinde bulunmuş olan Nevbaharzâde, Celâlzâde’nin nişancılığı zamânında onun divitdârı idi. Sonradan süratle yükselerek, defterdâr oldu. Defterdârlar, kânun üzere Dîvân-ı Hümâyûnda nişancının üst tarafında otururlardı. Bundan dolayı Nevbaharzâde’nin, nişancı Celâlzâde’den daha yüksekte oturması îcâbediyordu. Fakat Nevbaharzâde’nin; “Senelerce karşısında el kavuşturup durduğum devletlünün üst tarafına oturmam, azl-i ihtiyar ederim.” demesi üzerine, keyfiyet, Kânûnî Sultan Süleymân Hana arzedildi. Pâdişâh, Nevbaharzâde’nin bu kadirşinâslığına memnûn olmuş ve bundan sonra nişancı ve defterdârdan hangisi kıdemli ise, o tekaddüm etsin (üst tarafta o bulunsun) diyerek, kânunu değiştirmiştir.

Celâlzâde Mustafa Çelebi, fevkalâde cömert bir zât idi. Tezkire sâhipleri ve Atâî, eserlerinde onun hâlinden çeşitli örnekler kaydetmektedirler. Bundan başka, çok merhametli ve iyilik sever bir zât olduğunda da, zamânının âlimleri ve bütün halk ittifâk etmişlerdir. 1558 senesinde, Eyyûb Sultan’daki konağında kendisini ziyâret etmiş olan Mekke Emîrinin elçisi Kutbüddîn-i Mekkî, Mustafa Çelebi hakkında; “Bu zât, huyunun güzelliği ve cömertliği ile o günkü insanların hepsinden üstün idi. Beni dâvet ile çok ihsânlarda bulundu. Ezcümle İstanbul’dan çıkacağım sırada bana; “Karadan mı, denizden mi gideceksiniz?” diye sordu. Ben de, denizden gideceğimi söyledim. “Niçin deniz tehlikesini tercih ediyorsunuz?” dedi. Ben de; “Elim dardır, onun için.” diye karşılık verdim. Derhâl bana yüz altın liradan ziyâde para ile, gâyet latîf çuhalar ve güzel elbiseler verdi. Bir gece onun konağında yattım. Pek ziyâde ikrâm gördüm. Cenâb-ı Allah da onu azîz etsin, ona ikrâmda bulunsun, onun şânını yükseltsin!” diyerek, fevkalâde cömertliğini dile getirmektedir. Celâlzâde’yi tanıyan ve meclislerine devâm eden ve çeşitli hediyelerine kavuşan Latîfî,Tezkire sâhibi Âşık Çelebi ve Kınalızâde Hasan Çelebi gibi zâtlar da, onun ilmî kudretini uzun uzun medhettikten sonra, cömertlikte de zamânının en üstünü olduğunu, güzel ahlâk ile şöhret bulduğunu, ihsân ve ikrâmlarının bolluğunu, zayıfların ve fakirlerin hâmisi olduğunu yazmaktadırlar.

Mustafa Çelebi Türkçe inşâ, yazı yazmadaki kudret ve mahâretinden başka Arapça ve Farsçada da kalem sâhibi, âlim ve şâir bir zâttı. Kaleme aldığı berât veya menşûrlardaki inşâ, yazma sanatı kudreti, zamânına göre pek kuvvetlidir ve münşeâtı, yazışmaları, senelerce nümûne olarak kullanılmıştır. Bilhassa Safevî hükümdârı Şah Tahmasb’a yazılan nâme-i hümâyûn ve pâdişâhın emriyle Vezîr-i âzam İbrâhim Paşa için kaleme aldığı seraskerlik menşûru, kuvvetli kalem sâhibi olduğunun en parlak nümûnelerindendir.

Celâlzâde Mustafa Çelebi, Mevâhibü’l-Hallâk fî Merâtibi’l-Ahlâk isimli eserinde, iyi ve kötü huyların fayda ve zararlarından bahsetmektedir. Celâlzâde, her konuyu îzâh ettikten sonra o konu ile ilgili olan âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve velîlerin sözlerini yazıp çeşitli hikâyeler de zikrederek okuyucuyu aydınlatma yoluna gider. Eser bu hâli ile hem bilgi kaynağı, hem de bir ibretler hazînesidir. Sanki bir sohbet niteliğindedir. Okuyucu, âlim bir zâtın huzûrunda oturuyor ve ondan ders alıyormuş gibi olmakta ve aradaki menkıbelerle de dikkatini toplamaktadır.

İşte bütün insanlara lâzım olan, kalplere şifâ sunan, ruhlara ferahlık veren nasîhatlerinin birinde buyurdular ki:

Tasavvuf ehline göre murâkabe; kulun, kalbi ile Allahü teâlâyı zikredip, devamlı Allahü teâlânın, kullarının hâllerine muttali olduğunu, görüp bildiğini hatırından çıkarmaması, her nefeste Allahü teâlânın azâbından ve cezâsından korku üzere olmasıdır. Büyüklerden birisi; “Kul harama bakmamak ve günah işlememek için ne yapmalıdır?” diye sorduklarında; “Kul bir günah işleyince, Allahü teâlânın o hâline vâkıf ve işlediği günâhı gördüğünü aslâ unutmamak sûretiyle günah işlemekten korunabilir.” buyurmuştur.

Hikâye: Abdullah ibni Ömer hazretleri köle bir çobana rastladı. Çoban koyunları otlatıyordu. Çobana, koyunlardan birini kendisine satmasını söyledi. Çoban; “Koyunlar benim değildir.” dedi. Bunun üzerine İbn-i Ömer hazretleri; “Sen bana koyunu sat, sâhibine kurt yedi dersin.” dedi. Çoban; “Fakat Allahü teâlâ her yerde hâzır ve nâzırdır. O bizi görmektedir.” deyince, İbn-i Ömer hazretleri çobanı ve koyunları sâhibinden satın aldı. Çobanı âzâd ederek, koyunları o gence hediye etti.

Allahü teâlânın kendisini her an gördüğünü düşünen kimse O’ndan hayâ eder, günah işlemekten utanır. Allahü teâlânın azâbından ve cezâsından çok korkar. Bu sebepten günahlardan çok sakınır. Allahü teâlânın her şeyden onu hesâba çekeceğini bildiği için, hiçbir nefesini zâyi etmez, boşuna geçirmez. Dâimâ Allahü teâlâya tâatla meşgûl olur.

Hikâye: Sâlihlerden birisi vefât etmişti. Cenâzesini sabahleyin kaldırmalarına rağmen, çok kalabalık olduğundan, ancak ikindiden sonra defnedilebilmişti. O beldenin sâlihlerinden birisi, defnedilen zâtı rüyâsında görüp, ne hâlde olduğunu sordu. O da şöyle cevap verdi: “Allahü teâlâ beni af ve mağfiret eyledi. Pekçok ihsânlarda bulundu. Fakat çok çetin hesap verdim. Çünkü bir gün oruçlu idim. Bir arkadaşımın anbarının önünde oturdum. İftar zamânı gelince o anbardan bir buğday tânesi alıp, ikiye böldüm. Tam yiyeceğim sırada, benim olmadığını düşünerek, iki parça buğdayı tekrar yerine koydum. Bu sebeple, kırdığım o bir tâne buğday yüzünden sevaplarımdan alıp, o buğdayın sâhibine verdiler.”

Hikâye: Selmân-ı Fârisî hazretleri gecelerini namaz ve ibâdetle geçirirdi. Çok namaz kılmaktan dolayı yorulduğu zaman, “Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahü ekber, Lâ ilâhe illallah” gibi tesbîhle vakitlerini geçirmeye çalışırdı. Bundan da yorgunluk meydana gelince, Allahü teâlânın celâlini ve azametini, büyüklüğünü düşünürdü. Bir müddet tefekkürden sonra, nefsine; “Epeyce dinlendik, rahatladık.” der, tekrar namaza dönerdi. Gece bitinceye kadar bu şekilde meşgûl olurdu.

Çok zaman olur ki, insan birinin ihtiyâcını gidermek için çok gayret sarfeder, fakat bu onun için mümkün olmaz. Allahü teâlâ, bu ihtiyâcı başka yoldan gönderir.

Mümin olan kimse başkalarının ayıbını setredip, gizlemeli, onları ifşâ etmemelidir. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Kim bir müminin ayıbını örterse, Allahü teâlâ da kıyâmet gününde onun ayıbını örter.” Kabahatleri ve noksanlıkları görmemezlikten gelmek, dâimâ iyi şeyleri görmek, güzel ahlâktır.

Şöyle rivâyet edilir: Îsâ aleyhisselâm, havârîleri ile birlikte bir yere gidiyordu. Yolda bir köpek leşi gördüler. Çok da fenâ kokmaktaydı. Havârîlerin çoğu, köpek leşinin çok pis koktuğunu söylediler. Bunun üzerine Îsâ aleyhisselâm; “Ne kadar beyaz dişleri varmış.” buyurdu. Yâni dâimâ iyi tarafları görüp, onlardan bahsetmeli, kötü ve ayıp tarafları görmezlikten gelmelidir. Ancak, dînen bildirilmesi îcâbeden ayıpların bildirilip, müslümanların aynı duruma düşmelerini önlemek için olursa, mahzuru yoktur.”

Yine haberde şöyle gelmiştir: Kıyâmet gününde, birisinin Cehennem’e atılması emrolunur. Cehennem’e götürülürken, o şahıs Cehennem ateşinden kurtulma ümidi ile üç defâ geriye dönüp bakar. Allahü teâlâ o kulunu geri çevirir. Ona; “Üç defâ geriye dönüp niçin baktın?” buyurur. O da şöyle cevap verir: “Yolun üçte birine geldiğimde; “…Gerçekten Rabbin cezâyı çok çabuk verendir. Yine şüphe yok ki, o çok bağışlayandır ve çok merhametlidir.” (A’râf sûresi: 167) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırladım. Yolun yarısına gelince; “Ve bir günah işledikleri veya nefslerine zulmettikleri zaman, Allahü teâlâyı anarak hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenleri (ki günahları Allahü teâlâdan başka kim bağışlayabilir?), hem de yaptıkları günaha bile bile ısrâr etmemiş olanlar (var ya).(Âl-i İmrân sûresi: 135) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırladım. Ümîdim daha da kuvvetlendi. Yolun üçte ikisine gelince; (Ey Resûlüm, tarafımdan kavmine) de ki: Ey (günah işlemekle) nefslerine karşı haddi aşmış kullarım! Allahü teâlânın rahmetinden (sizi bağışlamasından) ümîdi kesmeyiniz. Çünkü Allahü teâlâ (şirk ve küfürden başka dilediği kimselerden) bütün günahları mağfiret buyurur.” (Zümer sûresi: 53) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırladım.” Allahü teâlâ mağfiret ve rahmeti ile o kulu Cehennem azâbından kurtardı.

Allahü teâlâ kullarına pekçok rızık vericidir. Rızık, mahlukların faydalandığı şeydir. Rızıklar zâhirî ve mânevî olur. Zâhirî rızıklar; yiyecekler, içecekler ve giyecekler v.b.dir. Mânevî rızıklar sayısızdır. Allahü teâlâ bunları kullarına ihsân eder. Kullar bunlardan faydalanırlar. Bütün faydalı rızıklar arasında iki rızık vardır ki, herkes ondan faydalanır. Merhum Şeyh Sâdî, bunuGülistan’ın başında şöyle bildirmektedir: “İnsanın içine çektiği her nefes hayâtın devâmına, dışarı verilen nefes ise, vücûdun ferahlamasına ve rahatlamasına vesîledir. Her nefeste iki nîmet vardır. Her nîmetin şükrü ise vâciptir.

Allahü teâlâ kulları arasına, âlimler, pâdişâhlar, mürşidler, rehberler, sadaka verenler, insanlara faydalı kimseler koymuştur. Bunların hepsi rızıktır. İlme muhtâc olanlara âlimler yeter. İrşâda doğru yolu öğrenmeye muhtac olanlara mürşid-i kâmiller yol gösterir. Yiyecek ve içeceği olmayanların ihtiyâcını sadaka verenler giderir. Adâlete muhtâc olan mazlumlara âdil sultanlar fayda verir. Diğer dilek sâhiplerine de muhakkak bir yardım eden vardır.

Allahü teâlâ, düşmanlarından intikam alıcı, çirkin işleri beğenmeyip âsilere azâb edicidir. Allahü teâlânın cezâsı çok çetindir.

Hikâye: Peygamberlerden birisine bir cemâat gelip; “Allahü teâlânın, kullarından râzı olmasının alâmeti nedir?” diye sordular. Allahü teâlâ o peygamberine şöyle bildirdi: “Onların işlerini, onların iyilerine seçilmişlerine bırakırım. Yâni sultanlarını iyilerden eylerim. Gazabımın alâmeti odur ki, onların işlerini onların kötülerine bırakırım. Yâni adâletten ayrılan kimseleri onların başlarında bulundururum.”

Eserlerinden başlıcaları şunlardır: 1) Tabakâtü’l-Memâlik ve Derecâtü’l- Mesâlik, 2) Mohaçnâme, 3) Rodos Fetihnâmesi, 4) Fetihnâme-i Karaboğdan, 5) Selîmnâme, 6) Mevâhibü’l-Hallâk fî Merâtibü’l-Ahlâk, 7) Delâil-i Nübüvvet-i Muhammedî ve Şemâil-i Fütüvvet-i Ahmedî, 8) Hediyyetü’l- Mü’minîn, 9) Cevâhirü’l-Ahbâr fî Hasâilü’l-Ahyâr, 10) Kânunnâme, 11) Târih-i kale-i İstanbul ve Ma’bed-i Ayasofya, 12) Mensûr, 13) Münşeât, 14) Dîvânçe.

1) Şakâyik-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.466
2) Tuhfe-i Hattâtîn; s.152
3) Peçevî Târihi; c.1, s.743
4) Künh-ül-Ahbâr; c.2, vr. 167
5) Tezkiret-üş-Şu’arâ (Hasan Çelebi); v.227
6) Şakâyik-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); s.113
7) Rehber Ansiklopedisi; c.3, s.197
8) Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi; c.1, s.406
9) Osmanlı Müellifleri; c.3, s.37
10) Selânikî Târihi; s.51
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.13, s.351

***

NİŞÂNÎ, Koca Nişancı/Celâlzâde/ Nişancı Mustafa Bey b. Tosyalı Kadı Celâl Efendi/Mustafa Çelebi

(d.895/896?/1490/1491?-ö.975/1567)

Nişancı, Tarihçi

Asıl adı Mustafa bin Celâl’dir. Babasının adından dolayı Celalzade Mustafa ismiyle meşhur olmuştur. Çağdaşı ve meslektaşı Ramazânzâde Mehmed Çelebi’den ve Yeşilce lakaplı Nişancı Mehmed Paşa’dan ayırmak için de kendisine Koca Nişancı lakabı verilmiştir (Kutluk 1981: 988).

Kaynaklarda çok övücü sıfatlarla anılan Celâlzâde Mustafa Çelebi, Tosya doğumludur (İsen 1994: 278, Özcan 1989: 113). Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Celalzade’nin doğum tarihi ile ilgili Nişancılıktan emekli olduğunda (964/1557) yaşının yetmişe yaklaştığını belirttiğine göre doğum yılı  895-896/1490-1491 yılları olduğu kabul edilebilir (Uğur vd. 1990: 23).

Babası Kadı Celâleddin’dir. (Peçevî 1283: 43, Müstakimzâde 1928: 152, Ömer Rıza ty: 245) Medrese tahsili gören ve Amasyalı Şeyh Hamdullah’tan yazı dersleri alan (Müstakimzâde 1928: 152) Kadı Celâleddin, müderris olarak devlet hizmetinde birçok yerde kadılık yaparak hayatına devam etti ve kadıların en yüksek derecesi olan eşraf-ı kudât rütbesine kadar yükseldikten sonra (Uzunçarşılı 1958: 391) günlük otuz beş akçe ile emekliye ayrıldı (Gelibolulu’dan aktaran Demirtaş 2009: XII).

Celâzâde Mustafa’nın çocukluğu, babasının mesleği icabı Rumeli’nin çeşitli kazalarında geçti. Celalzade üç erkek kardeşten en büyüğüdür. (Kerslake 1993: 262) Bu üç kardeş, kültür seviyesi ve mizaç olarak birbirine benzerdi. Kardeşlerinden Salih Çelebi de babası gibi kadıydı. Şiir ve inşa hususunda bilinen birisiydi. Daha sonra da o da nişancılığa terfi etti. Bir diğer kardeşi Ataullah Bey’dir. Kendisi ʿAtâyî mahlasıyla şairlerin önde gelenlerindendi (İsen 1994: 278 ).

Memleketi Tosya’da ilk medrese tahsilini yaptıktan sonra İstanbul’a gelen Mustafa Çelebi, Sahn-ı Seman medresesinde danişmendliğe kadar yükselmiş fakat medrese tahsilini bitiremeden Piri Paşa’nın tezkirecisi olarak devlet hizmetine girmiştir. Mustafa Çelebi, Sahn-ı Seman medresesinde divanî yazıdaki maharetinden dolayı vezir-i azam Pîrî Mehmed Paşa ile Nişancı Seydî Bey’in dikkatini çekmiştir. (Özcan 1989: 113, İpşirli 1993: 464-465) Onların kendisini himâye etmesiyle medresedeki görevinden ayrılarak Yavuz Sultan Selim döneminde 922/1516 yılında divan kâtipliği görevine getirildi (Özcan 1989: 113).

Dîvân’da Yavuz Sultan Selim’in dikkatini çeken Celalzade zamanla Yavuz’un hususi katipliğine kadar yükseldi. Yavuz vezirlerinden gizli tutmak istediği işlere ait yazıları Celalzade’ye yazdırırdı. Mustafa Çelebi, padişahın bizzat yazdırdığı bu fermanlarda usule aykırı gördüğü ifadelerin düzeltilmesini arz etmekten çekinmezdi (Beyânî’den aktaran Arslan 2013: 45). Pîrî Paşa’nın 1523’te emekliye ayrılmasıyla vezir-i azamlığa devlet işlerinde hiç tecrübesi olmayan ve doğrudan saraydan terfi ettirilen İbrahim Paşa, Celalzâde’yi geniş bilgi ve becerisi sebebiyle aynı hizmette kullandı (Uzunçarşılı 1990: 8). Ancak İbrâhim Paşa, çok hızlı bir şekilde vezir-i azamlığa atandığı için resmi işlerden hiç anlamamaktaydı (Beyânî’den aktaran Arslan 1997:45). İbrahim Paşa 930/1524’te Hain Ahmed Paşa’nın isyanından sonra yerinde incelemeler yapmak ve nizam sağlamak amacıyla Mısır’a gönderildiğinde çalışma ekibinde Celâlzâde Mustafa’yı da götürmüştür. (Akgündüz 1993: 81)

Celâlzâde Mısır’dan döndükten hemen sonra reisü’l-küttâb oldu ve on yıl bu görevi sürdürdü. Reisü’l-küttâb olarak Kanunî Sultan Süleyman’ın Irakeyn Seferi’ne katılan Celâlzâde Mustafa Çelebi, Bağdat’a girildikten sonra, yolda vefat etmiş olan Seydi Bey’in yerine 941/1534’te nişancılığa tayin edildi (Feridun 1274: 592, Hasan Beyzade 2004: 228).

Celâlzâde, 1557 yılında Rüstem Paşa’nın kendisine emekli olduğu takdirde yerine Celâlzade’nin divan kâtipliğinde görevli kendi oğlu Mahmud Bey’i nişancılığa getireceği entrikasıyla kendi isteğiyle emekliliğe ayrılmıştır. Kanuni hizmetlerine karşılık onu iki yönden mükafatlandırmıştır. Seleflerinden hiçbirine gösterilmemiş bir lütuf olarak nişancılık haslarının tamamını üstünde bıraktığı gibi törenler ve seferlerde padişahın maiyetinde bulunma şerefini bahşeden müteferrikalık rütbesine de kavuşturmuştur. Bununla beraber Celâlzâde emekli olmasına rağmen Kânunî, onu Zigetvar seferinde tekrar nişancılığa atamıştır (İsen 1994: 278, İpşirli 1989: 38).

On üç ay kadar süren bu ikinci nişancılığı ölümüyle sona erdi. Kaynakların hepsi Celâlzâde Mustafa’nın cömertliğinden ve şefkatinden bahsetmektedir. Eyüp’te kendisine atfen Nişancı adını alan semtte yaptırdığı bahçeli konak, âlim ve ediplerin sürekli uğradıkları bir yer olmuştu. Bu kişilerle sohbetten çok hoşlanan Mustafa Çelebi şairlerin himayesini de üstlenerek onlara yüksek câizeler verirdi. Eyüp’te evinin yakınında bir cami, bir Halveti tekkesi ve Mimar Sinan’ın eseri olan bir hamam yaptırmışsa da bunlardan yalnızca cami bugün ayakta kalmış durumdadır. Celâlzâde Mustafa’nın mezarı bu caminin bahçesinde, kendisinden önce ölen kardeşi Celâlzâde Salih Çelebi’nin kabrinin yanındadır (Hammer 1984: 1784).

Celâlzâde, üretken bir yazar olup eserleri şunlardır:

1.Tercüme-i Miʿrâcü’n-nübüvve fî Medârici’l-fütüvve (Tercüme-i Delâil-i Nübüvvet-i Muhammedî ve Şemâil-i Fütüvvet-i Ahmedî): Celâlzâde’nin bu eseri Molla Miskin diye tanınan Horasanlı Muinüddin Muhammed b. Abdullah el-Ferâhî’nin (ö. 1547) Meʿâricü’n-nübüvve fî medârici’l-fütüvve adlı Farsça siyer kitabının Türkçe tercümesidir Celâlzâde Mirâcü’n-nübüvve’yi nişancı bulunduğu sırada tercüme etmiştir. Bu kitap nesir olmasına rağmen Celâlzâde tercüme ettiği bu esere orjinalinde olmayan bizzat kendisinin yazdığı bazı şiirleri de eklemiştir. Eser bir Mukaddime ile başlar. Daha sonra ilk olarak Nûr-ı Muhammedî’nin yaratılması ve bu nûrun ilk insan ve peygamber Hz. Âdem’den başlayarak diğer peygamber ve eşlerine intikali anlatılır. Bu sırada bazı peygamberlerin kıssaları nakledilir. Daha sonraki kısımda Hz. Peygamber’in doğumu ve nübüvvetine kadar ki kısım anlatılır. Sonraki bölümde Hz. Peygamber’e peygamberlik gelmesi ve Medine’ye hicretinin anlatıldığı bölüm gelir. Hicretten Hz. Peygamber’in vefatına kadarki olan kısım da son bölümdür (Arslan 2013: 62).

2.Hediyetü’l-müminîn : Mustafa Çelebi’nin risale şeklinde birtakım münasip hikâyelerle tevhid, peygamber sevgisi, dört halifenin evsafı, iyi ahlak, Allah’a kalben bağlılık ve en sonunda da peygamberin torunları İmam Hasan ve İmam Hüseyin hakkındaki hürmeti konu edinen kısmen mensur ve kısmen manzum eseridir. Eser yirmi altı varaktır (Celâlzâde’den aktaran Demirtaş 2009: XLII).

3.Cevâhirü’l-Ahbâr fî Hasâili’l-Ahyâr : Arap müelliflerinden Ebu Hafs Sirâcüddin Ömer b. İbrahim El-Ensârî’nin Ahsenü’l-kasas olarak meşhur olmuş Hz. Yusuf kıssası ile ilgili yazdığı eserin Mustafa Çelebi tarafından yapılmış tercümesidir. Zehrü’l-Kimam fî Kıssât-ı Yusuf Aleyhi’s-selatü ve’s-selam isimli bu eser on yedi bölümden oluşur. Celâlzâde bu eseri emekli olduğunda yazmıştır. Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Selim için tercüme ettiği 175 varaklık (350 sayfa) bu eseri, Mustafa Çelebi 23 Ramazan 972/24 Nisan 1565’te tamamlamıştır (Celâlzâde’den aktaran Demirtaş 2009: XLII).

4.Mevâhibü’l-hallak fî Meratibi’l-ahlâk/ Enîsü’s-Selâtîn ve Celîsü’l-Havâkîn : İyi ve kötü huyların fayda ve zararlarından bahseden bu eser elli altı bölüm ve bir hatime üzerine tertip edilmiştir. Celâlzâde, bu eserini emekli olduktan sonra yazarak Sultan Süleyman’a ithaf etmiştir. Eserin mukaddimesinde esmâ-i hüsna şerhi ve sonunda Hazreti Peygamber’e salavât vardır. Mevâhibü’l-hallak üç padişah (Süleyman, Selim, Murad) tarafından mütalaa edildiği için “Enîsü’s-selâtîn ve Celîsü’l-havâkîn” diye meşhur olmuştur. Bu eserin 964/1557’de yazılmış bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesindedir (Celâlzâde’den aktaran Demirtaş 2009: XXXIX).

5.Tabakâtü’l-memâlik ve Derecâtü’l-mesâlik : Osmanlı Devleti coğrafyasının anlatıldığı bu eser birkaç aşamada yazılmıştır. Celâlzâde eserin ilk ana kısmını 1534, sonrasını da da emekli olduktan sonra 968/1561’de tamamlamıştır. Eserin tıpkıbasımı Petra Kappert tarafından yapılmıştır. Tabakâtü’l-memâlik, otuz tabaka ve üç yüz yetmiş beş derece üzerine tertip olunmuştur. Bu otuz tabakanın yirmi dokuz tabakası saray, hazine, merkez teşkilatı, kapıkulu ocakları, geri hizmette müstahdem askeri ocaklar, donanma, eyaletler ile İstanbul’daki dinî, ilmî ve içtimaî tesisler ve saireye ait olup otuzuncu tabaka ise Kanuni Sultan Süleyman zamanındaki olaylara ve 966’da (1559) Süleymaniye camii inşatının sonuna kadar gelmektedir. Fakat Tabakâtü’l-memâlik’in baş tarafında fihrist hâlinde zikredilen ve pek mühim olan yirmi dokuz tabakayı içeren cilt bugüne kadar görülmemiştir (Demirtaş 2009: XLVIII-CVII).

6.Fetihnâme-i Rodos : Ortaçağ İslâm dünyasında hükümdarlar, ülke sınırları içinde ve dışında nüfuzlarını ve iktidarlarını göstermek için süslü dille yazılmış mektup ve fermanlar göndererek kazandıkları zaferleri duyurmak isterlerdi. Genellikle sefaret heyetleri aracılığıyla ve ganimet olarak alınmış hediyelerle bazen de savaşta öldürülenlerin başları ve alınan esirlerle birlikte gönderilen bu mektuplar dost devletler için bir müjde, düşman devletler için ise bir tehdit şeklindeydi (Fayda 1995: 470). Bu fetihlerin herkesçe bilinmesi için fetih sırasında meydana gelen vakalar edebî dille anlatan eserler yazılırdı. Bunlar bazen bir tarih kroniği içinde bir bölüm olarak da yer almıştır (Aksoy 2002: 800). Bu eser de Rodos fethi dolayısıyla kaleme alınmıştır.

7.Mohaçnâme : Celâlzâde Mustafa Çelebi eserin başlığını Tabakâtü’l-memâlik ve derecâtü’l-mesâlik olarak belirtmekle birlikte daha sonraki bazı kaynaklarda Derecâtü’l-mesâlik fî tabakâti’l-memâlik diye, Keşfü’z-zünûn’da ise Târih-i Âl-i Osmân diye yazar. Kanûni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı ordusunun Macaristan ile 20 Zilkade 932/28 Ağustos 1526’da yapmış olduğu meydan savaşını tasvir eden bu eser neredeyse Tabakâtü’l-memâlik’in Mohaç bölümünün kopyasıdır. Celâlzâde muhtemelen bu eseri Tabakâtü’l-memâlik’ten evvel yazmış ve Tabakâtü’l-memâlik’e bazı düzenlemeler yaptıktan sonra eklemiştir (Celâlzâde’den aktaran Demirtaş 2009: XXXIV).

8.Fetihnâme-i Karaboğdan (Gazavât-ı Sultan Süleymân): 945/1538’de yapılan Karaboğdan seferinden bahseden eser, aynı başlığı taşımasa da Tabakâtü’l-memâlik’teki Karaboğdan Seferi’nin tekrarıdır (Celâlzâde’den aktaran Demirtaş 2009: XXXVI).

9.Selimnâme (Meâsir-i Selim Hâni) : Yazar, bu eseri Kanûnî devrinde ve yetmiş yaşlarında yaşlılıktan dolayı reisü’l-küttâblık görevinden emekliye ayrılarak yazmıştır. Hacim bakımından da bu eser diğer Selimnâmelerden daha geniştir. Eser, Yavuz Sultan Selim’in doğumuyla başlar ve hiçbir olayı atlamadan onun ölümüyle sonlanır (Uğur’dan aktaran Arslan 2013: 9).

10.Kanunnâme : Mustafa Çelebi’nin nisancılığı zamanında yazdığı kanunları açıkladığı ve düzeltmeler yaparak oluşturduğu kanunları içeren bir kitaptır.

11.Tarih-i Kalʿa-i İstanbul ve Mâbed-i Ayasofya (Tuhfetü’l-mülûk): Farsçadan tercüme edilen 33 varaklık bu eser şu konuları içerir: Mukaddime, Sultan Süleyman’ın medhi, alfabe harfleriyle tertip edilmiş bir kaside, risalenin yazılış sebebi, İmparator Justinyen’in olayı, Ayasofya’nın binası, Ayasofya’nın binası hakkında imparatorun rüyası, Ayasofya’nın kubbesi ve zineti, Baba Cafer’in medhi, imparatorun Ayasofya camii mimarına gazap etmesi.

12.Mensur Şehnâme : Bursalı Mehmed Tahir Osmanlı Müellifleri’nde adını vermedigi baska bir eserden naklen Mustafa Çelebi’nin Mensur Şehnâme Tercümesi’nin bulundugunu söylese de bu esere henüz rastlanılmamıstır (Özen 1975: 38).

Eserlerinden Örnekler

1. Tercüme-i Miʿrâcü’n-nübüvve fî Medârici’l-fütüvve (Tercüme-i Delâil-i Nübüvvet-i Muhammedî ve Şemâil-i Fütüvvet-i Ahmedî):

Cebrâ’îl ʿaleyhi’s-selâm fermân-ı Melik-i Celîl ile celle celâlüh taʿyîn-i burâk içün behişte geldi. Cennet mergzârlarında otlar kırk bin burâk gördi. Alınlarına nâm-ı Muhammed sallallâhu ʿaleyhi ve sellem yazılmış. Anlarun içinde bir burâk mahzûn, gamgîn bir kûşede baş aşağa eylemiş giryân-ı reşkden eşk-i seylâbları ruhsârına revân olmış. Cebrâ’îl ol burâk önine vardı. İstifsâr-ı hâl idicek, ol burâk tekellüm itdi: “İy Cebrâ’îl! Kırk bin yıldur ki nâm-ı Muhammed’i sallallâhu ʿaleyhi ve sellem işitdüm. Varlık rahtını anun ʿaşk ve muhabbet serâ-perdesine çekdüm. Ol günden-ki kulağum Ol Hazret’ün nâmını işitdi, gönlüm taʿâm ve şerâba meyl itmedi.” didi. Cebrâ’îl ʿaleyhi’sselâm ol burâkı ihtiyâr itdi. Andan devlet-serây-ı sultân-ı ins ü cân tarafına ʿazîmet itdi. İbn ʿAbbâs’dan radıyallâhu ʿanhümâ rivâyet olınur ki “Hazret-i Risâlet ʿaleyhis-salâvâtü ve’s-selâm buyurdılar ki hâne-i Ümmühânî’de sâʿat-i mezbûrede âvâz-ı perr-i Cebrâ’îl ʿaleyhi’s-selâm semʿüme irişdi. Hâbdan sıçradum. Câme-hâb üzerine oturdum. Cebrâ’îl’i gördüm turur. Eyitdi ki tahkîk Allâh taʿâlâ sana selâm ider; seni ister. Ben alur giderem. Allâh taʿâlâ diler ki niçe kerâmetler ile seni mükerrem eyleye ki senden öndin kimesneye ol kerâmetleri virmiş degüldür. Hiçbir beşerün hâtırına dahi hutûr ider degüldür.” didi. Kalkdum. Tahâret itdüm. İki rekʿat namâz kıldum. Taşra çıkdum. Bir rivâyetde istedüm ki tahâret idem. Fermân geldi ki “İy Cebrâ’îl! Behişte var. Havz-ı kevserden habîbüm içün sallallâhu ʿaleyhi ve sellem su getür.” didi. Ben-dahi girîbânumı açmadın rēvân-ı behişt, iki yâkûtdan ibrikleri getürdi. Âb-ı Kevserden tolu zümürrüd-i asferden bir taşt, dört kûşelü, her kûşesinde gevherler ârâsteki ki fürûʿı ʿanân-ı âsmâna irişmiş. Hazret ol suyıla pâk gusl eyledi. Egnine nûrdan bir hulle, fark-ı mübârekine nûrdan ʿimâme kodılar. Ol ʿimâme-i revân ol Hazret ismine Âdem halk olınmazdan evvel idi. Bin yıl mukaddem ʿakd itmiş idi. Kırk bin ferişte ol ʿimâmenün etrâfına taʿţîm-i tamâm ile turup tesbîh ü tehlîl iderlerdi. Her tesbihün ʿakabince ol Hazret’e salavât virürlerdi. Ol gice ki ʿimâmei Cebrâ’îl getürdi. Ol kırk bin ferişte bile gelmişlerdi. Ol Hazret’i ziyâret itdiler.

2. Tabakâtü’l-memâlik ve Derecâtü’l-mesâlik :

Bu derece hazret-i pâdişâh-ı zafer-muʿtâd ceyş-i pûlâd-nihâd ile kalʿa-i masûne-i Belgırad-ı cennet-âbâdı feth etdikleridir

Hazret-i pâdişâh-ı dîn-penâh u serʿ-dest-gâh müeyyed-min-ʿindi’llâh olub, âftâb-ı devletleri ufk-ı saʿâdet-tutuk-ı âhirü’z-zemândan tulûʿ idüb, safahât-ı âyîn-i dîn-i mübîn-i Seyyidü’l-mürselîn şaʿşaʿa-i şimşîr-i berk-karînleri ile münevver ü tâbân, lemeʿât-ı sâtıʿa-i tîg-i feth-âyâtları beyne’l-magribeyn ve’l-maşrıkeyn lâmiʿ u nümâyândır. Egerçi pâdişâh-ı merhûm u mebrûr, hidîv-i huld-mekîn ü firdevs-mekân u enîs-hûr, şâh-bâz-ı evc-i behişt ve hümâ-yı âşiyân-ı kusûr, garîk-i deryâ-yı rahmet-i Melik-i gafûr, şâh-ı memâlik-sitân u kişver-güşâ, fâtihü’l-ekâlîm, kahramân-ı kâhire, sâhibü’l-hücceti’l-bâhire Sultân Selîm enâra’llâhu bürhânehû el-melikü’r-rahîm serîr-i mübârek-âsâr u zafer-te’sîre cülûs-ı hümâyûn idüb, evreng-i saʿâdet-direng-i ʿOsmânî makdem-i meymûn-ı hilâfet-makrûnları vâkiʿ olaldan teshîr-i memâlik-i Aʿcâm u ʿIrak melhûz-ı hâtır-ı ʿâtır-ı ilhâm-ittifâkları, güşâd-ı kişver-i Fars u Horasan bel hıtta-i Hıtây u Çin ü Hindistân manzûr-ı zamîr-i münîr-i âftâb-rahşânları olmışdı. Hattâ bir defʿa şemme-i iltifâtları ile şâh-ı şark hâmûn-ı Çaldıran’da ceng-i sipâh-ı te’yîd-yemîn ü zafer-yesâr u feth-farkdan nâlân u gürîzân, deryâ-yı hayretde gark ve defʿa-i uhrâda zerre-i nigerânları zuhûrı ile sultân-ı Mısır ve memâlik-i ʿArab Kansu Gavri sahra-yı Haleb’de mukâbele-i mübârizân-ı kıyâmet-nişânda hezâr taʿab çeküb, ahirü’l-emr essehâ mâ-melek muktezâsınca revânını sümm-i semend-i pâdişâh-ı zafer-mende revân idüb, cânını belek çekmişdi. Takdîr-i Hayy-ı kadîr ile celle ʿani’ssebîh ve’n-nazîr avân-ı saltanatları imtidâd bulsa gâlibâ zemân-ı kalîlde tedbîr-i güzîn ile cümle rubʿ-ı meskûnı zîr-nigîn idüb, satvet-i kahramânî ve şevket-i cihân-bânî birle eknâf-ı heft iklîmi Kâf-tâ-be-Kâf musahhar-ı şimşîr-i zafer-karîn iderlerdi. Ammâ pâdişâh-ı gazâpenâh u mücâhidîn-sipâh halleda’llâhu mülkehû ve ebkâhuhazretleri nişîmen-i saʿâdet-âşiyân-ı taht zıll-i [hümâ-sâye]-i hümâyûn-bahtlarıyla müstesʿad u sûd-mend oldıkda mahzâ ibtigâ-i merzât-ı Hakk ve imtisâl-i müfterizât-ı Vâcibü’l-mutlak içün teʿâlâ sânuhû ve ʿamme birruhû ve ihsânuhûtarîka-i âbâ ve ecdâd-ı cihâd-muʿtâdlarına sâlik olub, evkât-ı hilâfet-âyâtları kahr-ı aʿdâ-yı dîne masrûf, ʿinân-ı ʿazîmet-i meymenet-hâssiyyetleri izlâl-i erbâb-ı zalâl ü müşrikîne maʿtûf olmak mir’ât-ı zamâyir-i hakâyık-bîn ve âyine-i tabâyiʿ-i dakâyık-karînlerinde çehre-nümâ u sûret-güşâ vâkiʿ olduğı eclden dağdağa-i ʿusât-ı Şâm’dan ferâg müyesser oldığı gibi niyyet-i hayr-hâtimetleri savb-ı gazâya mukarrer oldı. (Demirtaş 2009: 62-63)

 

3. Selîmnâme

 

Şeref virdi kudûmi şehr-i Şâm’a,

Kul oldılar Şeh-i cem-ihtişâma.

 

Hümâyûn ismine okundı hutbe,

Hatîb ol ʿizzet ile buldı rütbe.

 

Zer ü sîme şeref bahş-eylediler,

Mübârek nâmını nakş eylediler.

 

ʿArab iklimine saldı emânı,

Ser-â-ser ʿadle sarf itdi zamânı.

 

Uyudı çeşm-i fitne hâbe vardı,

İmâm-ı terfiye mihrâba vardı.

 

Firûzân oldı rûşen şem-i nazmın,

Cihâna virdi nûrı lemʿi nazmın.

 

Buluşdı iki yâr emn u emândır,

Ki devr-i mehdî âhir-zamândır.

 

Serhadd-i memâlik-i ʿOsmaniye’den tâ Gazze’ye varınca ne kadar kılâʿ u bikâ’ ve bilâd u emsâr ve nevâhi-i-diyâr varısa tevâbiʿ u levâhıkı ile mazbût u müsellem dergâh-ı ʿâlî-şiyem vâkıʿ olub, her birinin re’âyâsı sâyir memâlik-i mahrûsa re’âyâsı gibi zıll-i zalîl-i ʿadaletlerinde huzûr-u istirâhatde oldılar. Bu hâletde efvâhdan mesmûʿ oldı ki muhârebe-i Haleb’de cânı halâs iden cündiler ve Çerkesler firârdan sonra Mısr’a irişüb anda bekâyâ-yı Çerâkise’den olanlar ile mülâkat idüb, maʿreke-i cân-âşûbda vakıʿ olan havâdisi takrir idüb, cümlesinin ittifakı Tomanbây nâm Çerkes’i sultan idüb, yigirmi beş bin mikdârı leşker olub, tekrâr pâdişâh-ı behişt-âşiyân taraflarına ʿisyân u tugyân itmek üzere ittifâk u ittihâd eylemişler. (Uğur, Ahmet vd. 1990: 190)

 

4. Cevâhiru’l-ahbâr fî Hasâili’l-ahyâr : 

Bir kavm vardur, ol deryâda ġark olmışlardur ki ʿavâmdur. Bir kavm vardur ol bahirde gemiler tedârik idüp sefînelere girmişlerdür ki anlar ʿâlimlerdür. Hadd-i zâtında her nefs sefînedür ki kesb itdügine rehînedür. ʿAkl, ol geminün reîsi; efʿâl-i nüfūs ol merkebün limanı; metâʿı, ictihâdı, gemicileri, esrârı, sâyir ahlâk-ı hamîde-i merziyye ol geminün esbâbı misâlündedür, dimişler. Sefînenün cümle mühimmâtı kemâ-yenbaġî yirinde olup kusūr u noksânı olmaz ise riyâh, aʿmâl-i sâliha müsâʿadesi ile menâzil katʿ ider. Murâd u maksūd olan yire irişür. Ammâ esbâb u âlâtda kusūr u noksân olur ise muvâfakatı olmayan yillere döymez. Bahrün mevcleri müşkîldür, sefîne ġâyet berk ü mükemmel gerekdür. Şedâyide tahammül idemez münkesir ü helâk olur. Musannıf-ı kâmil bu makâma münâsib bir hikâyet îrâd eylemiş. Silk-i nazm ile muntazam kılındı.

 

Kim ki Hak tevfîkine mahrem olur,

Behcet ü şâdî ana hem-dem olur.

 

Asl-ı tevfîk ol gibi ey bahtiyâr,

Zikr-i Hak’da olasın bî-ihtiyâr.

 

Nefs ġâlib olsa ʿisyân itmege,

ʿAzm-ı zenb ü râm-ı şeytân itmege.

 

Gelse ol dem hâtıra havf-ı Hudâ,

Olsun ol emr ile ʿisyândan cüzâ.

 

Buna dirler zikr-i Hak, ehl-i hüdâ,

Reh-nümâ irşâdına it iktidâ.

 

Cümle îmân ehline tevfîk ire,

Ķalbe dâyim kuvvet-i tasdîk ire.

 

Kim ki Hakk’ı yâd idüp itmez günah,

Şah-dür ol devlet ana cünd ü sipah.

 

Bir ʿazįz itmiş hikâyet Kaʿbe’de,

Böyle görmiş vażʿ u hâlet Kaʿbe’de.

 

Kaʿbe’yi bir gice iderken tavâf,

Semʿine irmiş enîn ü hüzn-i sâf.

 

Aġlar, eyler çok tażarruʿla niyâz,

Bunı söyler, ġayrı itmez keşf-i râz.

(Baran 2011: 156)

Kaynakça

Akgündüz, Ahmet (1993). Osmanlı Kanunnāmeleri ve Hukuki Tahlilleri. C. 6. İstanbul: Fey Vakfı Yay.

Aksoy, Hasan (2002). “Türk Edebiyatında Fetihnâmeler”. Türkler. Ed. Hasan Celal Güzel vd. C. 11. Ankara: Yeni Türkiye Yay.

Aykut, Şevki Nezihi (hzl.) (2004). Hasan Bey-zâde Ahmed Paşa, Hasan Bey-zâde Tarihi- metin (926-1003/1520-1595). C.II. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.

Balcı, Mustafa (1996). Celalzade’nin Mevahibü`l-Hallâk Fi Meratibi`l Ahlak İsimli Eseri. Yüksek Lisans Tezi. Şanlıurfa: Harran Üniversitesi.

Baran, Burhan (2011). Celal-Zade Koca Nişancı Mustafa Çelebi: Cevâhirü’l-Ahbâr fi Hasâili’l-Ahyâr; İnceleme-Metin-Dizin(Cilt:I İnceleme-Metin). Doktora Tezi. Diyarbakır: Dicle Üniversitesi.

Çevik, Mümin ve Erol Kılıç (hzl.) (1984). Von Hammer, Baron Joseph, Osmanlı Devleti Tarihi. çev. Mehmet Ata. C. 6. İstanbul: Üçdal Yay.

Eski, Mustafa (hzl.) (1990). Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Kastamonu Meşâhiri. Ankara: Kastamonu Eğitim Yüksekokulu Yay.

Fayda, Mustafa (1995). “Fetihnâme”. İslâm Ansiklopedisi. C.12. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay.

İpşirli, Mehmet (hzl.) (1989). Selânikî, Mustafa Efendi, Tarih-i Selânikî (971-1003/1563-1595). İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.

İsen, Mustafa (hzl.) (1994). Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı. Ankara: AKM Yay.

Kehhâle, Ömer Rıza (1993). Mucemü’l-Müellifin. C. 12. Beyrut: Müessesetü’r-Risâle.

Kerslake Celia J. (1993). “Celāl-zāde Mustafa Çelebi”. İslâm Ansiklopedisi. C.7. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. 260-262.

Kutluk, İbrahim (hzl.) (1981). Kınalı-zâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’s-Şuarâ. C. 2. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yay.

Müstakim-zâde Süleyman Sa’deddin Efendi (1928). Tuhfetü’l-Hattâtîn. İstanbul: Devlet Matbaası.

Özcan, Abdülkadir (hzl.) (1989). Nevîzâde Atâullah Efendi, Eş-Şekâiku’n-nu’mâniyye ve Zeyilleri: Hadâikü’l-Hakâyık fi Tekmileti’ş-Şakâyık. C. 2. İstanbul: Çağrı Yay.

Özen, İsmail (hzl.) (1975). Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri 1299-1915. C. 3. İstanbul: Meral Yay.

Peçevî, İbrahim Efendi (1283). Tarih-i Peçevî. C. I. İstanbul: Matbaa-i Âmire.

Uğur, Ahmet ve Mustafa Çuhadar (hzl.) (1997). Celâl-zâde Mustafa, Selim-nâme. İstanbul: MEB Yay.

Uğur, Ahmet vd. (hzl.) (1997). Gelibolulu, Mustafa Âlî, Kütüb-i Tārih-i Künhü’l-Ahbâr. C.1. Kayseri: Erciyers Üni. Yay.

YRD. DOÇ. DR. HARUN ARSLAN
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Seyyid Hasan Efendi

Müftü es-Seyyid Hasan Efendi 1083/1673 yılında Kastamonu Müftüsü olarak görev yapan es-Seyyid Hasan Efendi, aynı …

Önceki yazıyı okuyun:
Münazarat Sempozyumu: bir ‘ilk’in ardından / Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU Münazarat Sempozyumu: bir 'ilk'in ardından... RİSALE-İ NUR müellifi Bediüzzaman Said Nursî, Âyetü’l-Kübra Risalesi …

Kapat