Ana Sayfa / Yazarlar / Cemil Meriç’in Mağarası ve Mağara İstiâresi

Cemil Meriç’in Mağarası ve Mağara İstiâresi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Cemil Meriç’in Mağjarası ve Mağara İstiaresi

Cemil Meriç Mağaradakiler diye bir kitap yazmış, mağara çok anlamlara gelen bir kelime. Tarihin ve dinin akışı içinde mağaralar özel yerlere sahip, ama büyük mana katmanlarına dâyelik etmiş bir kelime. Peygamberimizin hayatında Hira Mağarası özel bir yere sahip orada vahyi Cebrail’i beklemiş, ilk vahiy orada gelmiş, denebilir ki din o mağjaradan dünyaya yayılmış, neden Allah böyle bir geometrisi farklı mekandan dinleri peygamberleri dünyaya açmış, orası gaybi ve maverai bir durum.

Cemil Meriç kitabının girişine  Büyük filozof hatta felsefenin babası olarak da anılan Eflatun’un Devlet’indeki mağara ile ilgili kısmı almış.

“Bir mağara düşün dostum.. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor., uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklalarını sergilerler, öyle bir duvar işte… Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: Tahtadan, taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. O esirler ki ömür boyu başlarım çevire-meyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün.. Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca, onlar için tek gerçek var: Gölgeler.

Tutalım ki zincirlerim çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım.. Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: “Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı karşıyasın” diyecek olsa, sonra da eşyaları bir bir gösterse, “bunlar nedir” diye sorsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.

Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikadan güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi… Kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri farketti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin sulardaki aksine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini. Ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.
Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: “Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin, arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline..”

İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikâye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: Görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller (idea’lar) âlemine yükselen ruh.. 

EFLATUN – Devlet

Bu mağara hayatı temsil ediyor, içindekiler ve dışındakiler yazara değişik anlamlar çağrıştırmış. Ünlü yazar cemiyetkolik bir insan onun için yaşadığı cemiyet en büyük ideal, en büyük sorun, en büyük çıkmaz, en büyük sorular yumağı, en büyük çıkmazların otağı, böyle uzar gider bu mağara. Bu mağara istiaresinden insanlığın sorunlarının ta Filozofun yaşadığı dönemden günümüze değişmediğini gösteriyor, mağaradakiler ve dışındakiler. Gök kubbede yeni bir şey yoktur, asırlar değişse çağlar değişse değişmeyen mağara içindeki ve dışındakidir. 

Birinci bölümde entellektüelleri eleştirir. Ne demek entellektüel?

“Zamanın ilmini bilmek, peşin hükümden ziyade olayları kendi kafasında değerlendirerek karar vermek, dürüst, uyanık ve cesur olmak” olarak sayar. Sahip olması gerektiği özellikleri sıraladıktan sonra entelektüellerin tarihsel gelişimini de anlatır Cemil Meriç. Köklerini M.Ö. 5. yüzyılda ortaya çıkan sofistlerde bulur.

İktidar entellektüel arasındaki ilişkileri anlatır. Julien Benda, aydın siyasetle uğraşmamalıdır, der. Analitik anlamda bir ruh promlemidir siyaset ve aydın, Bediüzzaman da böyle düşünür.

Koestler, batı aydınının sorununun nevroz olduğunu söyler.

Meriç, Batı entelijansiyasına hayran olan Türk aydınını eleştirmekten de çekinmez.

Avrupada aydın Rusyada aydını anlatır.

Nihilizm ve popülüzm anlatılan konulardandır.

Yazara göre popülizmin kaynağında, üstün sınıfın aşağı sınıfa karşı işlediği hatadan pişman olma hissi vardır.

İhtilalin Osmanlı’daki gelişimini de anlatır yazar. Dilimize ne zaman girdiği belli olmamakla birlikte Osmanlı için ihtilal; madde dünyasındaki yozlaşma, sosyal alemde ise bir fitne anlamına gelir. Siyasi lehçeye ise 1789’dan sonra girer. Devlet adamları ihtilale kuşku ile bakar ve onu sevimsiz bulurlar. Fakat zamanla aydınlar için “révolution” sevimli bir kavram olur ve karşılığı olarak inkılâp kullanılır. 

Ali Suavi’yi anlatır bu acele ihtilalciyi, nedense o bir değer curcunasıdır. Tek başına ihtilal oyunu.

İdeolojileri ayrıntılı bir şekilde işledikten sonra o zor soruyu sorar Cemil Meriç; “Neden bir dünya görüşümüz yok?”. Öncelikle batıya yön veren düşünceleri inceler. Hıristiyan dünya görüşünü burjuva dünya görüşü izler. 1789 Devrimi’yle birlikte bu görüş hâkim olmuştur fakat söz verdiği hürriyet ve eşitliği kendi lehine kullandığı için karşısına sosyalist dünya görüşü çıkar. Cemil Meriç’e göre bu 3 dünya görüşü arasında bir kopuş yoktur, her biri kendinden önceki ideolojiden yararlanmıştır. Daha sonra ise odağını Osmanlı’ya çevirir yazar. 19. yüzyıla kadar Osmanlı’da ortak bir şuur olarak İslamiyet’in olduğunu söyler. İslamiyet, batıdaki dünya görüşlerinin aksine belli bir zümreyi değil ümmeti yansıtıyordu ve ayrıştırıcı değil, bütünleştiriciydi. Fakat bu yekparelik hep sürmez. Avrupa bilimde ilerler ve bizde de Batı hayranı bir sınıf ortaya çıkar. Ne Avrupalı gibi yaşayabilir bu sınıf ne de eski değerlerine dönmek ister. Sadece Avrupa’nın düşüncelerini ezberler. Cemil Meriç bu aydınları, efendisinin ilaçlarını çalıp içen ahmak bir uşağa benzetir. Osmanlı’dan sonra 1960’ların değerlendirmesini de yapar Meriç. Çok partili sisteme geçişten sonra 60’larda ideolojiler, Meriç’in tabiriyle “bulanık bir sel gibi” ülkemize akmıştı. Bir tarafta ülke mukaddeslerine sarılan sağcılar, bir tarafta sosyalist solcular… Sosyalizmin bu denli çok destek görmesini “yıllarca çölde yaşamış nesillerin vahaya koşması” olarak görür. Lakin Marxizm bize Avrupa’nın yalancılığını ve kapitalizmin sömürüsünü göstermiştir. Cemil Meriç’e göre Marxizmi dinleştirmek Marx’ı anlamamaktır. Zira Marxizm; tenkit, şüphe ve bir araştırma yöntemidir.

İlerleyen sayfalarda Meriç bir karşılaştırma yapar: Avrupa ve Asya. Avrupa kültürünün kıyasa, Asya kültürününse saza dayandığını söyler. Avrupa’nın kültür aracı akıl ve zeka, Asya’da ise coşku… Coşkunun dili musikidir ve şiir musikinin devamıdır. Nesirle devam eder Cemil Meriç. Şiirde en güzel meyvelerini vermiş Osmanlı’nın Tanzimat’la birlikte nesire geçtiğini belirtir. Tanzimat nesrini şaşı; bir gözü Doğuda, bir gözü de Batıda bir nesir olarak nitelendirir. Servet-i Fünun’a kadar nesir ikinci plandadır. Nesir ancak II. Meşrutiyetten sonra nazmın boyunduruğundan kurtulmaya başlar. Meriç, Nazım Hikmet’le birlikte Türk şiirinin bittiğini, Avrupai düşüncenin başladığını söyler. Nesirden tenkite geçiş yapar yazar. Tenkitin tarihsel gelişimini anlatır ve tenkitçinin nasıl olması gerektiğine değinir. Tenkitçi, yabancı bir düşünceyi tam manasıyla kavrayabilme yeteneğine ve eserin kaynaklarına inebilen, değerini ölçebilen bir anlayışa sahip olmalıdır.  Daha sonra bizim edebiyat tarihimizde tenkiti değerlendirir ve tam manasıyla gelişmemiş olduğuna, ya yersiz bir eleştiri ya da yüce bir övgü olduğuna dikkat çeker.

Erol Güngör’ün “Hilmi Ziya Ülken İçin” adlı kitabını değerlendirir ve Güngör’ün, “hasbî tefekkür” kavramını eleştirir. Meriç’e göre bu kavram bir ütopya ve bir aldatmacadır. Düşünce adamının bir partiye, bir gruba bağlı olmasa dahi tarihe ve içinde yaşadığı topluma karşı belli sorumlulukları vardır. Hilmi Ziya ve neslini haksızlıklara dur demediği ve ülke zor durumdayken sustuğu için eleştirir. Zira Meriç’e göre aydın; çağının vicdanı olmalıdır. Bu değerlendirmeden sonra Ziya Nur’un yazdığı “Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi” kitabını inceler. Ecdadımızı yani Osmanlı’yı reddettiğimizden şikâyetçidir Cemil Meriç. Ona göre tarihteki tek mucize; Osmanlı mucizesidir.

“İstiklal Savaşı’yla Batı’nın silahlı saldırısı püskürtülmüştü fakat Batılılaşma sevdasından kurtulamamıştık” der Cemil Meriç.  Düşmanın teslim alamadığı tek kale hafızamız, yani dilimiz vardı. Lakin onu da harf devrimi yıkacaktır. Meriç, harf inkılabını “hiçbir ülkede eşine rastlanmayan bir vandalizm” olarak nitelendirir. Zira bu inkılâp, yeni nesil ile geçmiş arasındaki bağları koparmış ve kütüphaneleri tuğla yığınlarına çevirmiştir. Bu devrimin suçunu sadece solda aramaz Meriç, ona göre suç hepimizindir.

Ecce Homo… Kitabın bu son kısmında kendinden bahseder Cemil Meriç. Yabancılaşmasını, gitgellerini, düşünce dünyasında meydana gelen değişmeleri anlatır. Yabancıydı Cemil Meriç ve bu yabancılık onu yalnızlığa itiyordu. Kitapların dünyasına kaçar… 60’lara kadar Avrupa’yla ilgilenir. Daha sonra Hint uygarlığı ile birlikte Asya’yı keşfeder. “Kimi başında taçla doğar, kimi elinde kılıçla… Ben kalemle doğmuşum.” der Meriç. Şiirle başlar edebiyata, nesirle devam eder. Roman yazmaz, tiyatronun yabancısıdır. Deneme yazmaya karar verir. İşlediği türe insanı getirir, yaralı bir çağın insanını. Zira korumak istediği değer insandır. Ve mağara… “İçindekiler biziz” der yazar. Türk aydınının dramını ve genel olarak Batı aydını ve Rus entelijansiyasını anlattığı “Mağaradakiler” kitabında uyuşan şuurlarımıza alevden bir mızrak gibi saplar ifadelerini…

İdeolojileri ayrıntılı bir şekilde işledikten sonra o zor soruyu sorar Cemil Meriç; “Neden bir dünya görüşümüz yok?”. Öncelikle batıya yön veren düşünceleri inceler. Hıristiyan dünya görüşünü burjuva dünya görüşü izler. 1789 Devrimi’yle birlikte bu görüş hâkim olmuştur fakat söz verdiği hürriyet ve eşitliği kendi lehine kullandığı için karşısına sosyalist dünya görüşü çıkar. Cemil Meriç’e göre bu 3 dünya görüşü arasında bir kopuş yoktur, her biri kendinden önceki ideolojiden yararlanmıştır. Daha sonra ise odağını Osmanlı’ya çevirir yazar. 19. yüzyıla kadar Osmanlı’da ortak bir şuur olarak İslamiyet’in olduğunu söyler. İslamiyet, batıdaki dünya görüşlerinin aksine belli bir zümreyi değil ümmeti yansıtıyordu ve ayrıştırıcı değil, bütünleştiriciydi. Fakat bu yekparelik hep sürmez. Avrupa bilimde ilerler ve bizde de Batı hayranı bir sınıf ortaya çıkar. Ne Avrupalı gibi yaşayabilir bu sınıf ne de eski değerlerine dönmek ister. Sadece Avrupa’nın düşüncelerini ezberler. Cemil Meriç bu aydınları, efendisinin ilaçlarını çalıp içen ahmak bir uşağa benzetir. Osmanlı’dan sonra 1960’ların değerlendirmesini de yapar Meriç. Çok partili sisteme geçişten sonra 60’larda ideolojiler, Meriç’in tabiriyle “bulanık bir sel gibi” ülkemize akmıştı. Bir tarafta ülke mukaddeslerine sarılan sağcılar, bir tarafta sosyalist solcular… Sosyalizmin bu denli çok destek görmesini “yıllarca çölde yaşamış nesillerin vahaya koşması” olarak görür. Lakin Marxizm bize Avrupa’nın yalancılığını ve kapitalizmin sömürüsünü göstermiştir. Cemil Meriç’e göre Marxizmi dinleştirmek Marx’ı anlamamaktır. Zira Marxizm; tenkit, şüphe ve bir araştırma yöntemidir.

Meriç olanı anlatmıştır ama tezi sadece son kısımda neden aydınımızın olmadığıdır. Şöylesine bir geçilmiştir. Bediüzzaman bu yüzden siyaset ve ideoloji kevgalarını değil insan yetiştirmeyi öne almıştır.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Cemil Meriç ve Ümit Meriç 

Cemil Meriç ve Ümit Meriç Cemil Meriç ile ilgili bir program yapıldı, kızı Prof Dr …

Kapat