Ana Sayfa / Yazarlar / Çığa dönen kartopu!

Çığa dönen kartopu!

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İmaj çağında doğru rol-model kıtlığına dair”

Hatıralar ne ilginç şeylerdir. Kimisi tatlıdır; ama yitip gitmesiyle ya da işin hakikati sonradan kafaya dank ettiğinde insana acı verebilir. Kimisi de acıdır fakat bittiği için veya o acıdaki dersin anlaşılmasıyla, sonrasında mutluluklar verir.

Tıpkı hatırıma düşen bazı gençlik anıları ve bunların dünyama bıraktıkları hüzün, tebessüm ve ibret dolu karmaşık duygu ve düşünceler gibi..

Mevzu önemli olduğu için ta baştan anlatacağım:

Otuz yıl kadar oluyor.

Harbi ama aklı havada gençlerdik. Ve aklı havadalığın da pekâlâ bir varoluş şekli olduğu telkinine kapılmış ‘ahir zaman mağdurlarıydık’..

Uzun yıllar sonra görüştüğüm bir lise arkadaşım, bana o dönemden aklında kalan imajımı: “o vakitler yaramaz bir çocuk gibiydin” diye özetleyivermişti bir çırpıda. Bense buna karşı acı bir gülümseme eşliğinde “gibisi fazla” diye mırıldanmaktan kendimi alamamıştım..

Alamamıştım, çünkü o cümledeki “gibi” gerçekten de fazlaydı! Ben ömrümün o dönemlerinde çoğunlukla hayta, yaramaz ve de üzerindeki onca emek dolu ümide zıt şekilde davranan bir gençtim ne yazık ki! Sırf eğlenmek amacıyla olmaz türlü akılsızlıklara kolayca imza atabiliyordum. Ve tabi, arkadaş çevrem de büyük oranda benimle aynı tayfadan idi..

Bu acı itirafın abartılı olmadığını göstermek için, bir dolu “aklı havadalık” örneği de verebilirim maalesef. Ama sadece ‘küçük’ bir numuneyi aktarıp asıl merama geçeyim:

Kimi günler okulda, sınıfımızın hemen girişindeki en ön sıraya oturduktan sonra tamamen ilgisiz bir çehreye bürünerek sınıfa her girene alttan ani çelmeler atmak, sıradan haylazlıklarımdan sadece biriydi. Üstelik bu ‘eğlencemde’ insanları ne kadar çok çelmelersem veya hedefin kimliğine göre ne kadar zorlu bir çelmeye imza atarsam, kendimi de o derece başarılı sayardım. Hal böyle olunca, sinsice uyguladığım bu tuzaktan haberi olmayanların ya da bu tuzağı unutanların pek kurtuluş şansı olmaz, sınıfa girmek üzereyken ayaklarına takılan bir çelmeyle bir anda yere kapaklanma tehlikesiyle yüz yüze gelebilirlerdi. 

Hele daha önce bu ‘şakadan’ ağzı yananların kapıdaki öfkeli, korkulu halleri ya da temkinli adımlarla veya aniden zıplayarak, o da olmadı yeminler verdirerek sınıfa girmeye çalışmaları yok muydu, tüm bunlar bana ‘eğlenceli bir insan’ olduğumun tasdikiymiş gibi gelir, ayrı bir keyif verirdi.. 

Ama bu saçmalığı da her zaman yapmazdım tabi! Çelmeleme olayının soğuması ve unutulması için (bana hayli zor gelse de) bu işe günlerce kalkışmadığım dahi olurdu. Yeter ki ‘avlarım’ artık tedbir almayı bıraksınlar ve böylece bana karşı reflekslerinde bir sönme yaşansın, bu sayede üç beş gün sonra bu tuzağım tekrar iş görür hale gelsin! Tabi işler planladığım şekilde devam ettiği sürece bu işe karşı gitgide iştahla dolar, sonra da hedef çıtasını daha da yükselterek en uyanık arkadaşları ve bu iş için en “imkansız kişileri” bile tuzağa düşürmenin fırsatını kollardım.. (Ah akıl, sen ne büyük bir nimetsin sahiden!)

İşte yine bir gün, böyle bir mesai anımda hızımı alamamış olacağım ki, (nasıl yaptığıma hâlâ inanamasam ve her hatırlayışta vahlar çeksem de), o gün derse gelen bir bayan öğretmenimize -hem de karnı burnunda hamile olmasına bakmadan- aynı hareketi birdenbire yapıverdim! Evet, yanlış okumadınız, bunu aynen yaptım!

İşte bu haltımla beraber birden ortam buz kesti tabi! Ve o şımarıkça sırıtan halimden eser kalmadı..  O an durumun vahameti artık kafama dank etmeye başladığından olsa gerek, birden gözlerim kararır gibi oldu. Hemen ardındansa büyük bir pişmanlık ve endişeyle, içimden: “yahu sen ne yaptın, deli misin, bu ne saçmalıktır böyle?!” vs. türü his ve düşünceler gelip geçmeye başladı..

Fakat şükürler olsun ki, öğretmenimiz o gün yere düşmedi.. (Bunun için hatırladıkça hâlâ şükrederim). Öğretmenimiz düşmedi ama; kısa bir sendelemenin ardından her zamankinden hayli değişik bir simayla dönüp bana baktığında, bu kez haddimi epey aşmış olduğumu ben çoktan anlamıştım.. (Dahası, mezun olduktan üç beş yıl sonra karşılaştığımızda aynı hocamız bana oldukça içten ve sevgi dolu yaklaşmıştı da, o gün sınıfta duyduğum o pişmanlığı ve utancı -hem de katlanmış halleriyle- tekrar yaşayıp, kendime bir kez daha sayıp dökmüştüm haklı olarak ☹ )

Tabi bu örnek yedeğinde tekrarla belirteyim ki, ‘sınıfa her gireni çelmeleyebilme şakası’ gibi bir saçmalık ne kadar akla ziyan ve acınası gözükse de, bu aslında ben ve benim kafadan öğrencilerin yaptığı sıradan haylazlıklardan sadece biriydi! İnanması zor olsa da, bundan çok daha saçma, zararlı ve ahmakça epey ‘şakamız’ daha, tarafımızdan günaşırı sergilenmekteydi.. (Hatta bunlardan bazıları da bize yapılan bu türden ‘şakalara’ bir karşılık ve intikam hüviyetindeki ‘şakalardı’).

Ya motosikletle hızla giderken arkadaki arkadaşın iki eli açık vaziyette ayağa kalkması mı, yoksa öndeki arkadaşın da buna karşılık olarak aniden fren tutma ‘şakasıyla’ birlikte arkadakinin havada taklalar atarak yere düşüp omuzunun yerinden çıkması mı? Sınıfta tam teşekkülle çiğköfte yoğurmamız mı? Koridorda, sırt sırta binmiş üç kişilik kulelerle birbirimizi yıkma ‘oyunu’ mu? Soğuğa aldırmadan aynı sokakları saatlerce boş boş arşınlamak mı? En ufak bir ‘yan baktın!’ meselesi için giriştiğimiz kavgalar mı? Okulu her fırsatta kırmalar mı? Rapor alabilmek için göze aldığımız akla ziyan işler mi? Grup psikolojisiyle iptal ettiğimiz fert kimliğimiz mi? Birbirimizi olmaz türlü yöntemlerle işletmeler, korkutmalar, kandırmalar mı? Liste öyle uzayıp gidiyordu ki maalesef..

Uzun lafın kısası, akla ziyan faaliyetlerle ve onlara yol veren bir ruh haliyle, biz pek çok şeye birden yazık etmekteydik maalesef…

İyi ama ortada acı bir yanlışlık vardı.

Hepimizin de akıl sağlığı yerinde olmasına rağmen, biz neden böyleydik ki?

Ailelerimizce bin bir emek ve fedakarlıkla gönderildiğimiz okullarda öğrenciliğe uymaz işlere bir çırpıda imza atabilmemiz nedendi? Öğretmenlerimizin o emeğine, sabrına, devletin eğitim-öğretim hizmetine karşılık bizim bu kıymet bilmezliğimiz ve sorumsuzluğumuz nedendi acaba? Ters giden neydi?

İşte, uzun yıllar sonra görüştüğüm o arkadaşın hakkımdaki tanımlamasıyla birlikte gözümde canlanan bazı yürek yakıcı anılar; o gün ve devamındaki birkaç gün boyunca beni tanıdık sorgulamalara sevk ettiler. Ve ömrümüzün o en kritik yıllarındaki saçmalıklarımızın nedenlerini yeniden düşünmeye yönelttiler.

Ama en çok da o nedenler içinden en önemli bir nedeni, çok daha berrak bir teşhisle yeniden fark etmemi sağladılar!

Şöyle ki; o vaziyetimizin nedenleri arasında açıkçası şımarıklığın, haylazlığın, sorumsuzluğun, hamlığın, hatta nankörlüğün etkisi yadsınamazdı elbette!.. Ama bu içler acısı neticede öyle bir etken daha vardı ki, özetle: “o zamanın ruhu üzerinde söz sahibi kılınmış kimi film ve dizi karakterlerinin üzerimizdeki güçlü etkisi” gerçeğinin ta kendisiydi bu!

Evet, etkisi hakkında abartılı düşündüğüm söylenebilecek bu etken üzerimizde öyle büyük bir güce sahipti ki; söz gelimi, dilimizdeki kaba ifade ve söz kalıplarının büyük çoğunluğu Yeşilçam’ın 70’li-80’li yıllardaki meşhur komedi filmlerindeki repliklerden; okul ve de okul dışı ‘şaka’ ve yaramazlıklarımızın külliyetli bir çoğunluğu “Hababam Sınıfı” serisi ve benzeri filmlerdeki-dizilerdeki ‘rol-modellerden’; kılık kıyafetimizden tutun genel gündemimize değin ilgi alanlarımızı işgal eden bir dolu tema ise hem arabesk literatürden, hem de “Hey Corç!” temalı yerli ve yabancı müzik kliplerinden hatta karikatür kahramanlarından yoğun esintiler barındırıyordu..

Acı ama, durum harbiden de öyleydi☹  

Ne var ki belli bir zaman sonra o acı anılara yönelik düşüncelerim, bana kaybolup gitmiş haylaz bir gençliğe üzülüp yanmak yerine çok daha acı bir meseleyi konu edinmem gerektiğini de işaret etmeye başladılar..

Öyle ya, biz bugüne göre hayli kıt imkanlarla o haldeyken; çok daha içler acısı ‘esinti’ ve telkinlere maruz kaldıklarına hemen her gün bir ucundan şahit olduğumuz günümüz gençliğinin hali ne olacaktı acaba?

Bugünün asıl yürek yangını, tasaya layık asıl sorunu bu olmalı değil miydi?

Oysa günümüzde -özellikle de gençler arasında- yaygınlaştığı söylenen kabalık, bencillik ve hadsizlikte de nicedir ekranlara gelen mafya dizilerinin, maneviyatı umursamayan filmlerin ya da bol küfürlü ‘hanzo’ tiplemelerinin direkt etkisi şüphe götürmez bir gerçeklikti. (O halde, bu tarzdaki yapımlara hâlâ yenilerinin ekleniyor olması da büyük bir ihmale ya da sorumsuzluğa işaret değil miydi?)

Fakat işin daha başka ve tehlikeli bir boyutu ise, git gide sıradanlaştırılmaya çalışılan gayr-ı ahlaki bir illetin acı ve lain yüzünü artık iyiden iyiye göstermesiydi!

Öyle ki, küresel ölçekte bir propaganda gücü ile hareket eden ve nicedir basın, medya, akademi, bürokrasi, sanat, sivil toplum kuruluşları vb. gibi güçlü mevzilerden edindiği destekle sivrilen bu örgütlü ahlaksızlık yayılmacılığı-illeti de, gençliğe alenen yeni ‘cool rol-modeller’ sunmaktaydı. Üstelik bu sunuşa karşı en ufak bir itiraz ve eleştiri dahi hemen ‘homofobi, bağnaz, veya özgürlük karşıtı’ gibi damgalarla linçe uğrayabiliyor, insanlığı ve fıtratı hedef alan bir kartopu, günden güne bir çığa dönüşüyordu.

Dahası bu ‘rol-modeller’, bizim dönemlerin ‘gençlik imajlarından’ çok daha meydanda ve hareket gücü yönüyle de çok daha serbest imajlar halindelerdi.

Kısacası, şer güçlere ait malum üst aklın artık medya, internet, Hollywood ve özel tv platformları başta olmak üzere dört koldan bulduğu etkileşim araçlarıyla belki de tarihte hiç olmadığı kadar güçlü ve sinsi bir imansızlık faaliyetine giriştiği artık ayan beyan ortada..

Mahzun gözlerimiz fıtratı, ahlakı, geleneği ve inancı boşlayan söylemlerin tamamen hazza ve sefahate hitap eden imajlar aracılığıyla gençliğin hemen tüm eğlence, iletişim, bilişim vd. araçlarına erişebildiğine de şahit olmakta..

Gençliğin muhakeme, ilim, gayret gibi faaliyetlerden çok, şeytanî de olsa ‘parıltılı ve eğlenceli’ imajlar ile çok daha kolay yönlendirileceğini iyi bilen bir planlı taarruzla karşı karşıyayız.

Hal böyle olunca, gençliğe adeta dayatılan o tiplemelere ve illete karşı artık kediye kedi diyebilmek de çok daha büyük önem ve değer kazanmış durumda.

Onun için gözler, hatta gözlerden de çok gönüller; şu imaj asrında hakkı ve hakikati ders veren, bunu yaparken de akla olduğu kadar gönüllere de hitap edebilen, selim kalpli, leyyin sözlü ve kuşatıcı bir merhametle hareket edebilen rol-modellerin toplumda çok daha fazla sayıda öne çıkmalarını gözlemekte..

Bu itibarla, lise yıllarıma ait o acı, hem de acısı sonradan daha çok hissedilen bazı anıların nedenleri hakkında daldığım düşüncelerden, bu kez şöylesi bir soruyla ‘ayılmam’ gerektiğini hissediyorum:

Acaba, gençliğe dayatılan imajların otuz yıl kadar önce ‘şaka ve muziplik adına’ bir bebeğin ve annesinin hayatını tehlikeye atabilecek kadar aylak bir gence etki eden hali mi daha tehlikeli, yoksa bugünün gençliğine dünya ve ahiret hüsranı yaşatabilecek derecede zehirli bir illeti telkin eden, hazcılığı kutsayan günümüzdeki şer hali mi?

(Veya çığa doğru evrilen bu kartopuna ‘hikmeti sual edilemez’ nedenlerle yeterince ses çıkaramayan kimi etkili ve yetkililer mi?..)

Mustafa H. Kurt, 12.2019.

Yazar : Mustafa H. KURT

Mustafa H. Kurt: 1974 yılında Gaziantep'te doğdu. Cumhuriyet Lisesi (1992) ve Gaziantep Üniversitesi Tarih bölümünden mezun oldu (2000). Türkiye’de ve Almanya’da eğitimcilik yanında farklı iş kollarında çalıştı. Yazarımız, kastamonur.com yanında hâlihazırda çeşitli dergi ve haber sitelerinde yazıyor.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Usul, fürû’, fürûât, teferruat kavramları hakkında

Dinin iman ve amel (uygulama, yaşama) ile ilgili kuralları "usûl" ve ''fürû' diye ikiye ayrılır. Kökler  manasındaki usûl …

Kapat