Ana Sayfa / KASTAMONU / Kastamonu Bilgi-Belge / Çobanoğulları Uc Beyliği Dönemine Ait Gideros Fetihnâmesi (683 / 1284): Çeviri ve Değerlendirme

Çobanoğulları Uc Beyliği Dönemine Ait Gideros Fetihnâmesi (683 / 1284): Çeviri ve Değerlendirme

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

ÇOBANOĞULLARI UÇ BEYLİĞİ DÖNEMİNE AİT GİDEROS FETİHNÂMESİ (683 / 1284): ÇEVİRİ VE DEĞERLENDİRME

Yazanlar:
Cevdet YAKUPOĞLU
Namiq MUSALI

Makalenin tamamını okumak için alttaki başlığı tıklayınız.

Çobanoğulları Uc Beyliği Dönemine Ait Gideros Fetihnâmesi (683 / 1284) : Çeviri ve Değerlendirme

Özet
Malazgirt Zaferi’nin ardından Selçuklularla Bizans arasındaki çekişmelere sahne olan Kastamonu bölgesinin fethi, Çobanoğulları Uc Beyliği zamanında tamamlanmıştır. Anlaşıldığı üzere, bu bölgede Bizans’ın son direniş merkezi Gideros kalesi olmuştur. Bugünkü Cide ilçesinin Karadeniz kıyılarında bulunan Gideros koyu üzerinde yükselen bu kale, o zamanlar Kastamonu sahillerindeki önemli bir limanı kontrol altında tutmaktaydı.

Yürüttüğümüz araştırmalar sonucunda, Gideros kalesinin 683 senesinin Recep / 1284 yılının Eylül-Ekim ayları içinde Çobanoğulları Uc beyi Muzaffereddin Yavlak Arslan tarafından fethini konu alan bir fetihnâmeye ulaşmış bulunuyoruz. Adı geçen yöneticinin hizmetinde münşî görevini yürüten Hüsameddin Hasan b. Abdülmü’min el-Hôyî tarafından kaleme alınmış olan bu belge, makalemiz kapsamında Farsçadan Türkçeye çevrilmiş ve değerlendirilmiştir.

Ele aldığımız bu belge, öncelikle Kastamonu bölgesinin fethini konu ederek günümüze ulaşmış olan tek fetihnâme olması ve Çobanoğulları Beyliği tarihine ışık tutması açısından dikkat çekmektedir. Bunun yanı sıra bahsi geçen vesika, XIII. yüzyılda Selçuklu – Bizans ilişkilerinin, o dönem kale kuşatma tekniklerinin ve Selçuklularda fetihnâme yazma geleneğinin incelenmesi bakımından da önem arz etmektedir.

Giriş
XIII. yüzyıl son çeyreğinde Muzaffereddin Yavlak Arslan tarafından fethedilen Gideros kalesi ile ilgili hazırlanmış fetihnâmeden bahsetmeden önce adı geçen kalenin bulunduğu muhit olan Kastamonu bölgesinin fetih sürecine göz atmamızda yarar vardır.

Kastamonu havalisinde, Malazgirt Zaferi’nin ardından 1074 yılı civarında Türk komutanı Tutak’a bağlı akıncılar vasıtasıyla Türk fethi başlamıştır. Kastamonu kalesinin Türklerce ilk fethinin ise 1080 yılı civarında Emir Kara Tegin tarafından gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. I. Haçlı Seferi (1096-1101) sonucunda ve özellikle de Sultan I. Kılıç Arslan’ın ölümü (1107)’nü müteakip Bizans imparatoru I. Alexios Komnenos, Türklerin elindeki Sinop ve Karadeniz sahillerini geri almış, buraları ve Amasra, Ereğli gibi sahil kasabalarını tahkim etmiştir. I. Kılıç Arslan’ın oğlu Melik Arap, babasının ölümü üzerine Anadolu’ya gelmiş ve Kastamonu bölgesine hâkim olmuştur. Melik Arap, Ereğli ve Karadeniz sahillerini de fethederek, Bizans topraklarına sürekli olarak akında bulunmuştur. Melik Arap, kardeşi olan Türkiye Selçuklu sultanı I. Mesud (1116-1155) ile de 1124 yılı sonrasında mücadelelere girişmiştir. Sultan I. Mesud, imparator Ioannes (Yuannis) Komnenos (1118-1143)’un desteği sayesinde Melik Arap’ı Kastamonu bölgesinden uzaklaştırmıştır (1126). İmparator ise 1130 yılında Kastamonu kalesini ele geçirmiştir. Ancak Dânişmendli Emir Gazi, burasını 1133 yılında tekrar Türk hâkimiyetine sokmuştur. Buna rağmen imparator, Kastamonu bölgesinden vaz geçmemiş ve kaleyi 1134 yılında bir kez daha almıştır. Bu şekilde Kastamonu 1130’lu yıllarda Bizans ile Türkler arasında birkaç defa el değiştirmiş ve bölgede çok kanlı muharebeler vuku bulmuştur. Sultan I. Mesud, 1141 yılı sonrasında Kastamonu havalisinde Dânişmendli egemenliğine son vermiş ve ölümünden az önce (1155), oğullarından Melik Şahinşah’ı Ankara’dan Kastamonu’ya kadar olan yerlerin melikliğine tayin etmiştir. Şahinşah’ın, Konya tahtına geçen kardeşi II. Kılıç Arslan (1155-1192)’a karşı taht mücadelesine girişmesiyle beraber Kastamonu yöresinin Selçuklu kontrolündeki kısmı da iki kardeş arasında sık sık el değiştirmiştir.

Miryokefalon Zaferi (1176) sonrasında Kastamonu bölgesindeki Türk etkisi artmış ve Sultan II. Kılıç Arslan’ın son yıllarında bölgeye vali olarak Melik Muhyiddin Mesud atanmıştır. Bu şehzade 1190 yılı civarında Kastamonu tarafından Karadeniz sahillerine kadar ilerleyip, Bizanslılara karşı yaklaşık iki yıl gazâ yaparak pek çok esir almıştır. Bu sırada dört aylık bir kuşatma sonucu Zalifre (Safranbolu)’yi de ele geçirmiştir. Devrek, Gerede ve Bolu’yu da Türk hâkimiyetine sokmuş, ancak Bizans kısa bir süre sonra buraları geri almıştır. 1196’da ise Türkler bu kazaları tekrar ele geçirmişlerdir. Bu yıllarda Bizans’ın bölgedeki savunma mekanizmasının sahillere kaydırıldığı ve Ereğli kasabasının ön plana çıktığı görülmektedir.

Adı geçen Selçuklu melikinin fetihleri sırasında Kastamonu merkezli bir Selçuklu Uc teşkilatının var olduğu ortadadır. İşte Selçuklu komutanlarından olan ve atabey unvanını taşıyan Hüsameddin Çoban Bey’in Kastamonu’da Uc Beylerbeyi olarak tarih sahnesine çıkışı bu şekilde XII. yüzyıl sonlarına tesadüf etmektedir. Anlaşılmaktadır ki Kastamonu kalesi de bu yıllarda kesin olarak Selçukluların eline geçmiştir. Sultan I. İzzeddin Keykâvus (1211-1220)’un, Antalya’nın fethinden sonra yönünü Karadeniz sahillerinin önemli liman kenti Sinop’a çevirmesi ve burayı 1214 yılında fethetmesiyle birlikte Kastamonu yöresindeki Türk varlığının durumu daha da güç kazanmıştır.

Aynı yıllarda Ereğli ve Amasra ise İznik merkezli Laskaris (Bizans) hanedanının eline geçmiştir. I. Alâaddin Keykubâd (1220 1237) devrinde Hüsameddin Çoban Bey, bu hükümdarın emriyle Sinop limanından ayrılarak Kırım’da fetihler yapmış, zaferler kazanmıştır. Hüsameddin Çoban Bey’in, aynı zamanda Kayı ve Bayat boyundan kuvvetli yiğitleri ve Kıpçak kullarını hizmetine alarak, bizzat onların başında Uc tarafında Bizans üzerine gaza akınlarına çıktığı biliniyor.

Onun zamanında Kastamonu’nun kuzeyinde Karadeniz sahilleri istikametindeki fetihler sürmüştür. Bugün Kastamonu’nun ilçeleri olan Araç, Daday, Devrekâni, Seydiler yörelerinin onun zamanında fethedildiği anlaşılıyor. Oğlu Alp Yürek zamanında ise bu fetih hareketleri sürmekle birlikte Anadolu’da başlayan Moğol istilası yüzünden büyük başarılar elde etme imkânı bulamamıştır. Nitekim Kastamonu Türkleri, 1273’lerde Bizans’a karşı yenilgi almışlardır.1 Alp Yürek’ten sonra yerine geçecek oğlu Yavlak Arslan devrinde Türk akınları ve fetih organizasyonları Kastamonu’dan kuzeye ve batıya doğru yeniden başlayacaktır.

İşte Çobanoğulları Uc beyi Yavlak Arslan, atalarından kendisine intikal eden bu gaza geleneğini yerine getirmekle, Selçuklu hudutlarını genişletme ya da Bizans’tan gelecek tehditleri bertaraf etme vazifesini deruhte etmiştir. Çobanoğulları, aynı zamanda Orta Karadeniz’de Bizans ile Trabzon arasında kalan bir stratejik noktanın muhafızlığını da yapmıştır.

Görüldüğü gibi XII. yüzyılın sonlarından XIII. yüzyılın sonlarına kadar Kastamonu bölgesinde Çobanoğullarıyla Bizans’a bağlı güçler arasında belli aralıklarla mücadeleler yaşanmış ve bu süre zarfında Kastamonu merkezli Çobanoğulları Beyliği, tedricî olarak kuzeyde Karadeniz istikametinde, batıda ise Bolu yönünde yayılma göstermiştir. İşte bu beyliğin Karadeniz sahillerindeki son fethi, Alp Yürek’in oğlu Yavlak Arslan’ın komutası altında gerçekleştirilmiş olan Gideros kalesinin alınmasıdır. Bu zaferle birlikte Türkler, bugünkü il sınırları esas alındığında Gideros’un fethi sonucunda Kastamonu bölgesinin tamamını ele geçirmiş oldular.

Bu son fetih olayının tarihini ve ayrıntılarını anlatan bir belge (Gideros Fetihnâmesi) zamanımıza ulaşmış olup, Yavlak Arslan’ın münşîsi Hasan el-Hôyî tarafından Farsça kaleme alınmıştır. Malazgirt Zaferi sonrasında ve özellikle de Çobanoğulları döneminde söz konusu yörenin fethi hadiseleri içinde Kastamonu kalesi de dâhil olmak üzere hiçbir mevkiin Türklerce fethinin somut tarihi o devrin kaynaklarına yansımamıştır. Aslında bu durum Anadolu’nun pek çok kenti için de geçerlidir.

İşte bu bağlamda ele almış olduğumuz söz konusu fetihnâme, Kastamonu bölgesinin fetih sürecini, Selçukluların Bizans’la Batı Karadeniz bölgesinde girişmiş olduğu mücadelenin safhalarını ve Selçuklu dönemi fetihnâme kaleme alma geleneğini aydınlatan önemli bir belgedir. Çalışmamız kapsamında, bu fetihnâme tarafımızca ilk kez Türkçeye kazandırılmış, tanıtılmış ve değerlendirilmiştir. Bu bağlamda öncelikli olarak fethi gerçekleştiren Yavlak Arslan ile fetihnâmeyi kaleme alan Hasan el-Hôyî hakkında bilgi verilerek işe başlanmıştır.

***

Fetihnâmenin Türkçe Çevirisi

“Fetihnâmenin sûreti

Gideros kalesi merhum Emir Muzaffereddin Yavlak Arslan bin Alp Yürek’in –Allah onun derecesini yükseltsin– cihâdı ile ele geçirildi ve bu zayıf (Hasan b. Abdülmü’min el-Hôyî) savaşa hazır olup (şahit olup), 683 senesinin Recep ayında bu muharebeyi uzaktan izledi. Hamd, Allah’a ve salât, Muhammed’e ve onun soyunadır.

Bismillahirrahmanirrahim.
Hamd, mümin kullarına yardımı ile İslâm’ın sancağını yükselten, apaçık hak sözün (İslâm’ın) ortaya çıkması için imanın esaslarını ikame eden, şeytanî bölüklerin direncini kırmak için yardım ve zafer kapılarını üzerimize açan Allah’adır. Salât; Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed el-Mustafa el-Emin’e ve onun âline ve dinin hükümlerine tâbi olan, dinin apaçık yolunu takip eden ashabınadır.

Cenâb-ı Hakk’a ölçüsüz şükür ve hamd olsun ki O, iman ehlinin kılıcının parlak ışınlarıyla küfür ve şirk karanlıklarını yeryüzünden yok etti ve dinin berrak kanıtlarının belirtileriyle lanetli kâfirlerin delilini bâtıl kıldı. Ve iki cihanın en seçkin insanı Muhammed Mustafa’nın mukaddes makberine, onun soyuna ve ashabına sonsuz dualar ve selamlar olsun ki onlar, şüphe gecesini mum gibi aydınlatmış ve kurtuluş yolunun rehberi olmuşlardır.

Doğru akıl ve parlak zekâ sahipleri için gizli değildir ki cihâd merasimini yerine getirmek, itikadın saf oluşunun neticesidir ve kâfirlerle savaşmak, muhacirlerin ve ensârın48 tarzıdır. Şöyle ki gaza faaliyeti yürütmek, hem padişahlığın (saltanatın) temellerini pekiştirmeyi sağlar, hem de İlahi hidayetin bir nişanesi olur. Nasıl ki Allahuteala buyurur: “Bizim uğrumuzda cihâd edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz”.

Bu mukaddimeye dayanarak, himmet yolunun cömertleri ve âli maksat sahipleri, yüce dereceye ulaşmaya sebep olan, İslâm bayraklarının yükselişine ve Hak kelimesinin izhar oluşuna yol açan bu menkıbeyi daima meslek edinmeye ve bu âdetin yolunun yolcusu olmaya kendilerini adamışlardır. Allahuteala’ya hamd olsun ki, “Allah’tan bir yardım ve yakın bir fetih vardır” ayeti her zaman cihanın padişahı, zamanın İskender’i, çağın hükümdarı, asrın Keyhüsrev’i olan bahtiyar şehriyar Gıyâsü’d-dünya ve’d-din (dünya ve din işlerinin destekçisi) Ebû’l-feth (fetih sahibi) Mesud b. Keykâvus’un –Allah onun saltanatını sonsuz ve zamanını ebedî kılsın– dergâhının bendelerinin (kullarının) bayrağını süslemiştir ve hangi niyete doğru yola çıkmışlarsa, Rabbani inayetin feyzi hep onlara eşlik etmiş, İlahi yardımın teyidi onları ileri götürmüş ve semavi saadet onlara öncülük etmiştir. İşte bu yüzden bu yakın müddette ve son zamanlarda, küfrün ve dalâletin kaynağı, zulmün ve sapkınlığın mazharı olan Rum mülkü memleketlerinin –Allah oraların savunucularını mahvetsin- güçlü kalelerinden ve eşsiz yerlerinden olan nice vilayetlerin ve kalelerin fethi nasip olmuştur.

Özellikle de bu şerefli günlerde ve bu mübarek ayda ikbal öncüsünün yol göstermesi ve saadet rehberinin hidayet lütfetmesi üzerine Fasilius vilayeti sahillerinde iki kaleden oluşan, birbirinin karşısında denize bitişik şekilde bulunan, fitne ve fesat mekânı olan, “Şehirler içinde benzeri kurulmamış” sıfatıyla övülen Gideros kalesine doğru hareket etmek konusunda karar alındı.

Bu olaya ilişkin hakikat şundan ibarettir ki hiçbir yerde söz konusu ikiz hisar gibi bir kale fıtratın belinden yeryüzüne aktarılıp vücut bulmamıştır.
Kısacası, muharebe bahadırlarından ve savaş meydanı aslanlarından, mertlik ve yiğitlikleriyle meşhur olan, şeytanların bölüklerini yok etmeye ve din düşmanlarına karşı savaşmaya neşeli bir şekilde giden Türk kabilelerinin daha nice beylerinden ibaret ünlü bir askerî birlikle 683 senesinde, iyiliklerin isabet ettiği Recep ayının –uğuru bol olsun– 4’ünde, Pazar günü, saadetli bir talih ve doğru bir irade ile sınırın ve diyarın en müstahkem kalesi olan söz konusu hisar üzerine hücum edildi. Kara buluttan gelen şimşek ve kılıcın vurduğu darbe gibi çekincesiz ve acımasız bir şekilde, Allah’a tevekkül edilerek, o yerin sakinlerine ve Leşkerî ülkesi ile Trabzon tarafından ağır yüklü gemilerle o diyara yardım ve medet için gelmiş olan yardımcı kuvvetlere karşı öylesine bir hamle yapıldı ki, onların cümlesinin ciğeri kan oldu ve öylesine harika bir ilerleme kaydedildi ki, [düşmanlar] onun sadmesinden dehşete kapıldılar.

Yeterince kalabalık bir grup olmalarına ve sahip oldukları araç gereçler, asker sayısı, yardımcılar ve şevket yüzünden gurura ve küstahlığa kapılarak kendilerine güvenmelerine rağmen İslâm ehlinin cesaretini ve ilerleme gayretini görünce, “Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu halde savaşmazlar” [ayetinin] buyruğu gereğince arkalarını dönerek hisara doğru çekildiler.
O düşkünler arasından nice kişiler cehennemin aşağı katlarına ve cehennem ateşinin tabakaları içine yuvarlandılar. “Evlerini kendi elleriyle yıkıyorlardı” [ayetinin gereğince] derhal [kendi attıkları] mancınık taşınındarbesinden oluşan titreme ile kendi meskenlerinin binasını yıkmaya başladılar. Çarkıfeleğin zirvesi kadar yüksek olan kalenin kulesinin üzerinden çark oku yağdırdılar. O gün, kalbi (ordunun merkez kuvvetlerini) rahatlatmak ve dinlendirmek niyetiyle sağda ve solda arrâde, frengî ve mağribî türünden olan birkaç çeşit mancınıklar kâfirleri kırmak için dikildi. O hisarın üzerine düşen her taş o lanetlilerin bayındırlığını öylesine bozuyordu ki, bu tahribat gibi bir tahribat olamazdı ve açılan her yara sonucu nice erkekler ve kadınlar kendi ruhlarını ölüm meleğine (Azrail’e) ve canlarını cehennem bekçisi Mâlik’e teslim ediyorlardı. Ayın 11’ine denk gelen diğer Pazar gününe kadar o bedbahtların gündüzü karardı ve o hisar en yüksek şerefelerinden ta en alçak temeline değin “Hemen onların altını üstüne getirdik” [ayetinin gereğince] harap oldu. Ateş yağdıran neft atanlar (neffâtân) dumanın sisiyle din düşmanlarının gözlerini körelttiler. O biçareler, Tanrı’nın yardımına ve desteğine sahip olmadıkları için “Bunun üzerine biz de kendisini ve ordularını yakalayıp denize attık. O ise (pişman olmuş), kendini kınıyordu” [ayetinde anlatıldığı şekilde] Firavun gibi denize daldılar ve yangın belasını kendi gözleriyle gördükleri için boğulma azabına razı gelerek, “Hataları (küfür ve isyanları) yüzünden suda boğuldular”. Devletten kurtuluş ve destek olmadığından dolayı onlar denizcilere ve gemiye doğru koştular. Helak denizinde battıkları için kayık merkebine bindiler ve ölümden korkarak haykırışa başladılar. Miskin bir duruma düştükleri için gemiye yüklenmeyi uygun buldular ve zamanın afeti yüzünden acizlik ve ıstırap içinde kaldıkları için hayata tutunmanın çaresini yalpalanmakta (gemi ile yüzmekte) gördüler. Onlar; “Başını kurtaran kazançtadır” diyerek, ateş saçan keskin kılıcın yıldırımından (darbesinden) perişan durumdaki çocuklarını ve kadınlarını yelkenlerin arasında saklayarak kaçırdılar.

Şöyle ki kale ehlinin geride kalanı “Onların durumu, kendilerinden az öncekilerin (Mekkeli müşriklerin) durumu gibidir. Onlar yaptıklarının cezasını tatmışlardır. Onlara (Ahirette de) elem dolu bir azap vardır” [ayetinde anlatıldığı gibi] ümitsiz ve çaresiz bir hale düşerek, bazısı katledildi, bazısı dağınık ve üzgün bir şekilde kaçıp dağıldılar.

Aynı saatte ordunun savaşçıları ve harp meydanının yiğitleri, uçan tavşancıl kuşu (kartal) gibi kalenin kulesine çıkarak, İslâm ehlinin göz alıcı sancağını [oraya] diktiler ve etraftan Allahu Ekber, Allahu Ekber naraları ta Ayyûk’a kadar ulaştı.

Kısaca açıklayacak olursak, Salı günü, adı geçen ayın 8’inde karşı tarafta bulunan, sağlamlık ve güçlülük açısından daha üstün olan diğer kalenin ahalisinin ahvali de bu şekilde ve bu tarzda oldu, onların günü perişan ve altüst olmuş bir duruma geldi. “Böylece zulmeden o toplumun kökü kesildi. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur”. Rabbani yardım, İlahi tevfik ve zamanın padişahının –Allah onun mülkünü sürekli kılsın– şevketi ve saadeti ile böylesine ulu bir fetih ve büyük bir lütuf hâsıl oldu ve böylesine güzel bir diyar ve sevgili bir mekân müşriklerin tasarrufunun elinden kurtarılarak memalik-i mahrusanın (Selçuklu ülkesinin) –Allah onun genişliğini artırsın– arazisine katılmış oldu. Allah subhanehu ve teala, dönemin padişahının saadet gölgesini memleket merkezi (payitaht) sâkinlerinin başı üzerinde devamlı kılsın!

Falan mahrusanın (ilgili memleketin) emirleri, naipleri, memurları, ileri gelenleri ve muteberleri –Allah orayı korusun ve onların sağlamlığını sürekli kılsın– bu müjdeyi duyunca sevinçleri ve güvençleri artsın. İsmi yüce olan Ulu Tanrı’nın nimetine şükretmenin gerekli olduğunu bilsinler, ta ki [kendileri konusunda] inayetin artışına layık olsunlar inşallah”.

Makalenin tamamını okumak için alttaki başlığı tıklayınız.

Çobanoğulları Uc Beyliği Dönemine Ait Gideros Fetihnâmesi (683 / 1284) : Çeviri ve Değerlendirme

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Kastamonu Yöresi Geleneksel Maşrapa Konuşturma ve Keloğlanın Evlenmesi Oyunu

Maşrapa Konuşturma Oyunu: Köy dışından yabancı misafir geldiğinde kadınlar arasında oynanan bir oyundur. Oyunbaşı, öncelikle …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Ölmeden Olursak Eyvallah, Olmadan Ölürsek Eyvah ki Ne Eyvah!

Yazar: Soner DUMAN Bizim ufaklığın oyuncak arabalara karşı acayip bir zaafı var! Hele de kamyonlara. …

Kapat