Ana Sayfa / KASTAMONU / Kastamonu Evliyaları Âlimleri / Cübbeli Ahmet Ünlü Hocaefendi’nin Kastamonu Ziyâreti ve İzlenimleri – 5 (Yusuf el-Hoasanî ve Müfessir Alâüddin Hazretleri-Işık Saçan Türbe)

Cübbeli Ahmet Ünlü Hocaefendi’nin Kastamonu Ziyâreti ve İzlenimleri – 5 (Yusuf el-Hoasanî ve Müfessir Alâüddin Hazretleri-Işık Saçan Türbe)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

DEVECİ SULTAN OLARAK BİLİNEN YUSUF EL HORASÂNÎ HAZRETLERİ 

Deveci Sultan olarak anlan zât, aslen
Horasanlı olup adı Yusuf’tur, Yusuf el-Horasânî olarak bilinir.

Şeyh Şerafettin Hazretlerinin beyanları vechile bu zat hacca gitmek üzere kendisine tâbi yüz kişi ile beraber yola çıkıp Erzincan’a vardıkları gece rüyada Peygamber Efendimizi gördü.

Peygamberimiz Kastamonu beldesinin fethi için mücadele eden Ataullah Horasani Hazretleri komutasındaki orduya katılmasını emrederek, bu gazanın yetmiş bin hacdan daha efdal olduğunu söylediler. Ne suretle hareket edeceğini bilemeyen Yusuf Efendi tereddüt içinde kalınca, yedi gece aynı rüyayı gördü.

Yedinci gece rüyada Fahri Alem Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem’i görüp kendisine: “Benim suretime (şeklime) şeytan giremez, rüyanızda amel ediniz ki bu bâbdaki hadisi reddetmiş olmayasınız” buyurdu.

Bunun üzerine hac seferine ayırdığı paralarıyla birçok at, katır ve deve satın alarak Kastamonu’ya hareket ettiler.

Horasan’da iken kendisine Kâbe’ye ve Mescid-i Nebevi’ye sarf edilmek izere bol miktarda para verilmişti. Bu para ile de birçok deve satın aldılar. Bu develeri Kastamonu’nun etrafinda bizzat güttükleri için kendisine “Deveci Sultan” lakabı verilmiştir. 

Altı ay sonra Atabey Gazi de Kastamonu’ya ordusu ile vâsıl oldu. Yusuf Efendi, develerin tamamını gazilere taksim etti. Bu sırada yine rüya yoluyla Haddad-i Endelisi Hazretleri ile görüşerek kendisinden demirden harp aletleri yapmasını öğrendi. Bu ve benzeri hususlarda Yusuf el Horasánî Atabey Gazi’ye yardımcı olarak fethin gerçekleşmesinde müessir olmuştur. Fetihten sonra Atabey Gazi tarafından devlet hâzinesine reis ve nâzır tayin edilmiştir.

Hâzineye reis olduklanı halde bu kasadan tuz, ekmek ve sirkeden başka bir sey almazlardı.

Bir ekmeğin dörtte biri ve biraz tuz bir günlük yiyecekleri idi. Kendileri ehl-i keşif ve ashab-ı velâyettendir. Yani maneviyat ehli büyük velidir. (Hasan Burkay, Menâkıb-ı Şerefiyye, Cilt 6, sh:15-16)

Bu bilgiler, türbedeki sandukasının başında yazılı olan, şâiri ve tarihi belirsiz bir şiirde tekrarlanmaktadır. Yüce Rabbimiz cümlemizi şefaatlerine nâil eylesin.

Yusuf el Horasânî Hazretlerinin menkıbesinde Türk devlet geleneğinin vazgeçilmez unsurlarından biri olan madde-mânâ dengesi net bir şekilde göze çarpmaktadır. Türk tarihi, bu dengenin nasıl sağlanacağını gösteren örneklerle doludur. Dengeyi sağlayan unsurlardan biri, siyasî otoriteyi elinde tutan “Alp” yani devlet adamı, diğeri ise “eren” yani âlimdir. Bir başka tâbir ile kılıç ve kalem veya kılıç ve asâdır.

Bu unsurlardan birisinde noksanlık olduğu takdirde amacın gerçekleşmesi mümkün olamaz. Tarihimizde her başarılı devlet adamının yanında adına bazen eren, bazen bilge, bazen da âlim dediğimiz bir manevi rehber vardır.
Bu o kadar belirgindir ki İlteriş Kaan’la Bilge Tonyukuk; Melikşah’la Nizamü’l-Mülk; Basat Bey’le Dede Korkut hep birlikte anılırlar. Her Osman Gazi’nin yanında bir Şeyh Edebâli, her Fatih’in yanında bir Ak- Şemseddin, her Yavuz’un yanında bir Halimî Çelebi ve her Atabey Gazi’nin yanında bir Yusuf el Horasânî vardır. (Fazıl Çifci, Kastamonu Camileri-Türbeleri ve Diğer Tarihi Eserler Sh:175-176)

Cübbeli Ahmet Hocaefendi bu türbenin yanındaki evde misafir kalıyordu fakat bu zattan ve türbesinden haberi yoktu. Rüyasında yüzen bir deve gördü kendisi de onun peşinden yüzüyordu, sabahleyin ev sahiplerine rüyasını anlatınca “Hemen evin arkasında Deveci Sultan lakaplı bir velinin türbesi var” dediler. Bunu duyunca bu zatın tasarrufunun devam ettiğini anladı ve Kastamonu’da kaldığı son gece türbeyi tekrar ziyaret ederek gece ikiye kadar meşgul oldu.

MÜFESSİR ALÂÜDDİN EFENDİ HAZRETLERİ

Bu yüce velinin kerametli türbesi Topcuoğlu Mahallesi Kalekapısı mevkiinin kuzeyinde bulunan ve tefsir kelimesinden galat olarak çevrilmiş Tevser Tepesi diye bilinen yerdedir ki bu tepenin başındaki türbede sekiz sanduka bulunmaktadır.

1. Sanduka: Müfessir Alâeddin Efendi’ye aittir. Hayatı hakkındaki bilgiler menkıbelerden ibarettir. Halk üzerinde o derece müessir olmuştur ki hakkındaki menkıbeleri bilmeyen hemen hemen hiç kimse yoktur. Türbesinin bulunduğu mevkie adının verilmiş olması kendisinin ebediyyen minnetle anılması anlamına gelmektedir.

Bu yüce velinin nereden ve ne zaman geldiği belli değildir. Kastamonu Müzesinde bulunan 1268/1851 tarihli Hamdi Paşa tarafından yaptırılan tamire ait kitabede onun, Belh şehrinden olduğu belirtilmiştir.

Yalova Güney Köyünde medfun bulunan Şeyh Şerafettin Hazretleri’nin beyanı vechile;
Bu zât aslen Buhara’lıdır. “Kastamonu’yu teşrifleri şöyle olmuştur:

Kendisi hacc için Mekke-i Mükerreme’de bulundukları sırada imameynden yani zamanın kutbunun sağ ve solunda bulunan iki veliden sağ cenahta bulunan veli yanına gelerek:

“Siz hacc esnasında Kastamonulu hacılardan bir zatın kerimesini görerek âşık olacaksıniz. Aşk zehirinin zararının dokunmaması için şimdi burada evleniniz” dedi. Müfessir Alâaddin Efendi hüsnü zannı galip biri olduğundan bu veliyi tanımadığı halde emrini kabul ederek: “Ben burada garibim, kimseyi tanımam, bu işi kendim nasıl yaparım” dedi.

O zat kendisine yardım sözü verdi ve sonrasında Mekke Şerifi’nin yanına giderek bir vasıta ile kayınpederi olacak Kastamonulu zatı huzurlarına davet ettirip kerimesini Alâeddin Efendi Hazretlerine nikah ettiler ki böylece gelecekte olması lazım olan zarar zâil oldu.

İşte böyle bir manevî işaret üzerine Kastamonulu bir zâtın kızı ile evlenmeleri suretiyle bu zatın Kastamonu’ya gelişi gerçekleşmiştir.

Hacdan sonra eşiyle birlikte Medine-i Münevvere’ye giderek orada bir ev satın aldı ve orada mücâvereti (temelli kalmayı) tercih etti. Bir müddet ikametten sonra bir gece rüyasında Ebubekir (Radıyalláhu Anh)’ı görerek:

“Ey Alâeddin! Resulullah’ın bütün Ashabı Ümmet-i Muhammed’e faydalı olan ilmi miras bırakmak için âlemin dört bir tarafına tohum gibi ekildiler. Siz ise burada mücâvirliği seçmekle nefsinizi emniyette bulundurmak istiyorsunuz. Bu doğru olmaz” şeklinde bir ikazla karşılaştılar. Bunun üzerine Alâeddin Efendi, evlerini Medine-i Münevvere’ye vakfederek Kastamonu’ya doğru yola çıktılar.”

Şerafeddin Efendi’nin aktardıklarına göre Alâeddin Efendi’nin Farsça bir tefsiri vardır ki bunun Arapçaya çevrilmesini asrındaki ulemadan Abdülmuhsin en Nişaburi’ye havale etmiştir.Kendisi bu tefsirde tefsir ile tevili birbirine karıştırmadan ayrı ayrı açıklamış olduğundan gayet istifadelidir.

Müseylemetül Kezzab’a karşı yalan hadisleri tetkik ve reddeden bir eseri bulunduğu da ifade edilmektedir. (Hasan Burkay, Menâkıb-i Şerefivye, Cilt 6, sh:26-27) 

Bu zâtın vefat tarihi de kesin olarak belli değildir. Fakat yaşadığı dönemi tahmin etmek mümkündür. Sövle ki: Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin torunu olan Ulu Arif Çelebi, Candaroğulları’nın ilk hükümdarlarından 1. Süleyman Paşa zamanında Kastamonu’yu ziyaretleri esnasında Alâaddin Efendi ile görüşmüş ve kendisine Necmeddin Dâye’nin yazma tefsirini hediye etmiştir. Ulu Arif Çelebi, 1272- 1319 M. yılları arasında yaşamış olduğuna göre bu tarihlerde Alâaddin Efendi de hayattadır.

Alâeddin Efendi’nin yazdıği tefsirin adı da kesin olarak belli değildir. Bu tefsirin “Cevâhirü’l-Esdâf” adıyla İsfendiyar Bey döneminde yazılmış ve müellifi belli olmayan tefsir olduğu yolunda mütâlâaları olan Prof. Abdülkerim Abdülkadiroğlu değerli fikirler serdetmiş olmasına rağmen kesin kanaata ulaşamamıştır. Zira bu tefsirin yazıldğı dönem ile 1. Süleyman Paşa arasında bir hayli tarih farki vardır.

Alâeddin Efendi Hazretleri ömrünü ilimle bütünleştirmiş ve burada çok sayıda talebe yetiştirmiştir. Hatta ona ecel bile engel olamamıştır.

VEFATINDAN SONRAKI KERAMETİ 

Rivayet edilir ki: Talebelerine tefsir dersleri verirken vefat etmesi üzerine, defnedildiği günün gecesi, öğrencilerinin ayrı ayrı hepsinin rüyasına girerek mezarının başına gelip orada derslerine devam etmelerini tenbihler.

Ertesi sabahtan itibaren mezarın başında toplanan talebeler, aynen hayatta imiş gibi hocalarının sesini duyarak tefsirin kalan kısmını tamamlayıncaya kadar her gün derslere devam ederler.

Bir gün talebelerin ciddiyetten uzaklaştıkları esnada, “Benim sağlığımda olduğu gibi yine aynen ciddiyetinizi muhafaza edeceksiniz!”
diyerek onları îkaz ettiği de mervîdir.

2. Sanduka: Şâhidesi silik olduğundan kim olduğu ve vefat tarihi bilinmiyor.

3. Sanduka: Vefat tarihi, 776/1374, kim olduğu bilinmiyor. 

TÜRBEDE BULUNAN NAKŞÎ ŞEYHİ Ali SENÂÎ EFENDİ HAZRETLERİ

4. Sanduka: Sonradan yenilendiği anlaşılan baş şahidesinde, “merhum Sırtlı Hoca Ali Senâî Efendi. Ruhuna lillâhi Teâlel fatiha. Sene 1287” yazıları okunmaktadır.

Ali Senâi Efendi Araç kazasının Sırt
(İğdir) nahiyesine tâbi Ribâti köyünde
1230 hicrî yılında doğdu. Îlk öğrenimine komşu Uğru köyünde başladı ise de babasının işlerine yardım gerekçesiyle izin vermemesi yüzünden tahsiline ara vermek zorunda kaldı.

Babası Bekir Ağanın kısa bir süre sonra vefatı üzerine ilk tahsilini tamamlayıp Kastamonu’ya gelerek Mahmudiye Medresesi’ne kaydoldu.

Zileli Abdurrahman Hoca, Deli Emin Efendi, Abdullah Efendi ve Keskin Efendi isimli hocalardan ders aldı. Rabbim derecelerini âli eylesin.

Safranbolu’ya giderek Kürt Hoca lakaplı müderristen fen ilimleri tahsil eden Senâi Efendi tekrar Kastamonu’ya dönerek Karakadızâde’den tefsir, Trablusgarp’lı Hoca Mahcub’dan hadis tahsil ederek icazetnâmeler aldı. Bu sırada Kastamonu’da bulunan Horasanlı Şeyh
Abdülvâhid Efendi’den Nakşibendî usulü üzere tasavvuf eğitimi tahsil edip hilafet aldı. 

Bilahare bir çok zât bu tarikat usulünce kendisinden irfan tahsil etmiştir. Dört zâta icazet vermiş olan Senâi Efendi’nin ikmale muvaffak olamadan vefat etmesi üzerine kabir azabı bahsinde kalan akaid kitabı daha sonra Ahmet Hicâbî Efendi tarafından tamamlanmıştır.

Görev yaptığı Semhiye Medresesi’nde
son dönemlerinde kırktan fazla talebesi vardı.

Hoca Ali Senâi Efendi 1287 hicrî yılında elli yedi yaşında vefat etti. Hoca merhum 1272 senesinde inşa ettiği medresesine bir de kârgir kütüphane ilave etmiş ve bütün kitaplarını oraya vakfetmiştir. Kendi yazdığı “Buhari-i Şerif” ve “Dürer” isimli eserler de bunlar arasındadır.

Ali Senâi Efendi sabrı ve vatanperverliği ile de meşhurdur. At ve silah meraklısı olduğundan tatil günleri talebelerine şehrin Okmeydanı’nda nişan talimi yaptırırmış. 

Rusya’nın Sinop’u bombardımanı esnasında çoğu talebesi olmak üzere yüz kişilik gönüllü süvari birliği ile oraya gitmiştir. Hoca Efendi cömertliği ile de maruftur. Hanesini her zaman fakir ve
zengine açık bulundururdu.

Hacı Mehmet ve Abdurrahman adında iki oğlu olup Hacı Mehmet Efendi babasından icazetli olarak 1321 senesinde vefatına kadar babasının medresesinde ilim neşriyle meşgul olmuştur. Torunu Dârü’l Hilâfet-i Âliye sâbık müderrislerinden Zühdü Efendi de dedesinin inşa ettiği Semhiye Medresesi’nde müderrislik
görevinde bulunmuştur.

Zühdü Efendi İstiklal Savaşı esnasında halka yaptığı müessir telkinlerle öne çıkan âlimler arasındadır.

Bazılarının elinde fotokopisi bulunan tarihsiz bir icâzetnâmede bu zât ve diğer bazı ulema hakkında aydınlatıcı bilgiler mevcuttur.

Bu belgeye göre, Ali Senâî Efendi, aralarında İmam-ı Gazâlî, Fahreddin Râzî… gibi müfessirlerin de bulunduğu, peygamberimize kadar ulaşan bir silsilenin halkalarından birisidir.

Aynı kaynaktan Ali Senai Efendi’nin Sırtlı Ebubekir Efendi’nin oğlu ve Kastamonu Semhiyye Medresesi müderrislerinden olduğu anlaşılmaktadır. Belgenin düzenlendiği tarihte hayatta olmadığı anlaşılan Senaî Efendi’nin tefsir, usûl-i hadis, usûl-i fıkıh, hikmet, kelâm, meânî ve mantık gibi ilim dallarında üstat olduğu ve Nebe’ Sûresine kadar Kur’an-ı Kerim’i tefsir ettiği belirtilmektedir.

Said lakabiyle meşhur olan Kelkitli Mehmet Efendi’den icazetli olan Ali Senai Efendi’nin hususiyetleri sayılırken kullanılan, “tahrir-i kâmil (güzel yazı ve beyan sahibi), Allâme-i zemanihî (devrinin en büyük âlimi), Sahibül-kuvvet-il kudsiye (manevî kuvvet sahibi) ve Ebu’n-nûr (nur sahibi)…” gibi ifadeler onun ilmî kariyeri hususunda fikir vermektedir.

Buradaki Ebu’n-nur sifatı ilginçtir. Sadedinde olduğumuz türbenin bulunduğu yerden semaya bir ışık sütununun yükseldiği yolunda erbâb-ı
keşiften bazı zevatın sözleri ve bazılarının tesbitleri yıllardan beri söylenmektedir.

Burada çekilen bazı fotoğrafların ya hiç çıkmadığı veya noksan çıktığı da bilinmektedir.

Hatta bu konuda “Kastamonu’ da Işık Saçan Türbe” başlığı altında yazılan bir yazıda ilginç fotoğraflar ve bir ilim adamının tetkikleri yer almaktadır. (Bu resimler ileride mevcuttur)

Beldemizi asırlar ötesinden gelen nurlarıyla, feyizleriyle aydınlatan bu zevat arasında üstünlük tercihi yapmak gibi bir düşünce söz konusu değildir. Onların gönlümüzdeki yerleri her an ve zaman sapasağlamdır.

Bu nur sütununun hangi zâttan kaynaklandığı hiç önemli değildir. Bize düşen vazife onları layık oldukları veçhile tanımak; en azından unutmamak ve  hiç olmazsa fatihalarla hatıralarını yâd etmektedir.

5. Sanduka: Şahidesinde, “Külli şey’in hâlikün illâ vechehü” yazısı okunabiliyor. Kim olduğu belli değildir.

6. Sanduka: Burada yatan zâtın vefat tarihi ve kim olduğu bilinmiyor.

TÜRBEDE MEDFUN CELVETÎ ŞEYHİ İZBELİZÂDE MEHMED EFENDİ HAZRETLERİ
7. Sanduka: İzbelizâde Mehmet Efendiye aittir. Türbede kesin olarak kime ait olduğu belli olan sadece bu mezardır.
Mehmet Efendi’nin Celvetî tarikatına mensup olduğu ve 1228/1813 tarihinde veba hastalığından vefat ettiği hususu şahidesindeki yazılardan anlaşılmaktadır.
Mehmet Efendi Kırkçeşme’deki Şeyh Mustafa Efendi Dergâhı’nda şeyhlik görevi îfa etmiş bir Celvetî şeyhidir.
Rabbim şefaatlerine nail eylesin. Âmin

8. Türbede medfun olan ve
hangi mezarda olduğu bilinmeyen zevattan birisi de Kurban Risalesi Müellifi Mumcuzâde olarak bilinen Kastamonulu bir älimdir. (Fazıl Çifci, Kastamonu Camileri-Türbeleri ve Diğer Tarihi Eserler Sh:184-187)

KASTAMONU’DA IŞIK SAÇAN TÜRBE

Fazıl ÇIFCI’nin “Kastamonu Türbeleri isimli kitabının 187. Sayfasında “Kastamonu Âsârı Kadimesi,” Sh: 107’den ayrıca Paflagonya, sh:345’den naklen Müfessir Aleâddin Efendi türbesinde ilginç olaylar yaşandığı, nurlar görüldüğü, orada çekilen resimlerde de bunun belirgin olduğu bildirilmektedir ki internete girildiğinde bir çok sitede karşınıza çıkacağı üzere Türkiye’nin sayılı akupunktur ve fizik tedavi uzmanlarından biri olan Dr. Gültekin CAYMAZ bu konuyla özel olarak ilgilenmiştir.

Ayrıca bilinmeyen açıklanamayan olayların yorulmak bilmez bir takipçisi ve yorumcusu olan bu kişi bütün bu özellikleriyle, sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da tanınmaktadır.
Dünyanın yarısını dolaşmış, incelemeler yapmış olan bu doktor, esrarengiz ışıklar saçan türbenin hikayesini anlatmıştır ki sözü şimdi Ona bırakalım? 

Türbeyi ziyaret

“1981 yılındaki Anadolu gezimde Kastamonu yakınlarındaki bir türbenin öyküsü dikkatimi çekti. Türbenin yakınındaki gecekondulara yol açmak için bir buldozer getirtmişler. ‘Türbeyi yıkıp başka bir yere daha iyisini yaparız’ demişler. Buldozerin türbeye her yaklaşışında motor durmuş, aracı bir türlü çalıştıramamışlar. Ardından insan gücünü denemişler.

Kazmalarla işe girişmişler. Kazmalar
toprağa saplanıp kalmış. Bir türlü çıkarılamamış zorlayınca da sapları kırılmış.

Türbenin civarında geceleri garip ışıklar görülüyormuş. Bu işle uğraşanlar korkmuşlar ve işi bırakmışlar

Ben inançlı biri olduğum için gidip orayı ziyaret ettim. Dua okudum.. Niyetim türbenin fotoğraflarını çekmekti. Birçok fotoğraf çektim. Bir de kendimi türbenin önünde çekeyim dedim. O anda birinden yardım istediğim takdirde sanki işin tılsımı bozulacaktı… Fotoğraf makinemi ayaklı sehpasına yerleştirdim. Otomatiğe ayarladım. Koşarak türbeyi arkama alacak biçimde makinenin karşısına geçtim.

Ankara’ya döndüğümde film banyo
edildi. Hayretle gördüm ki kendimi çektiğim fotoğrafta çevremde yaygın bir ışık alanı oluşmuştu (1 no’lu fotoğraf, üstte). Türbenin esrarengiz ışıklar çıkardığı ya da oluşturduğu doğru muydu?. Yoksa ortada başka şeyler mi dönüyordu? Tekrar oraya gidip fotoğraf çekmeye karar verdim.”

Işığın kaynağı

Dr. Caymaz olayı açıklamak istıyor. Kastamonu’ya tekrar gidiyor. “İkinci gidişimde hava kararana kadar bekledim. Yine yalnızdım. Fotoğfraf makinemi sehpasına yerleştirdim. Otomatiğe ayarladım.

Bu sefer değişiklik olsun diye türbenin tam köşesinde durdum. Çıkan fotoğrafta çevremdeki ışığın yine havaya ve yere doğru yayıldığı görülüyordu.

Acaba bu ışığın kaynağı ben miydim? Bir başkasını götürüp onun resmini çektim ve aynı ışığın bu defa onun çevresinde yer aldığını gördüm (2 no’lu fotoğraf).

Deneylere devam ettim. 3 no’lu fotoğrafta görüldüğü gibi. İki ayrı kişiyi aynı şekilde yine ışıklı olarak görüntüledim. Birinin yerini değiştirdim. Yanına da bir başkasını yerleştirdim. Yine ışık vardı.

Son fotoğrafı çekerken fotoğrafını çektiğim kişiler benim çevremde de bir ışığın olduğunu ve bunu gözle gördüklerini söylediler. Yer değiştirdik, onlar beni bir başkasıyla çektiler.

Hava kararıyordu, yanımdakileri 5 no’ lu fotoğraftaki yere gönderdim. Fotoğrafı çektiğim anda çevrelerinde oluşan parlamayı gördüm.

İşte bu fotoğraf en garibiydi.

Başı kaybolan insan

“Bu çektiğim fotoğrafta (5 no’lu fotoğraf) gördük ki, fotoğraftakilerin birinin başı yarı yarıya kaybolmuştu, diğerinin, yani gür saçları olan kızın saçlarının bir kısmı yoktu. Ama ben fotoğrafı çekerken bu eksiklikleri görememiştim.

Daha sonra, aynı yerde, ama daha uzaklardan fotoğraflar çektim. Fakat oradan uzağa gidildikçe işıklar görünmüyordu.

Bu konuyla haftalarca uğraştım ve inanıyorum ki, benim gibi olaya saygıyla ve inançla bakabilecek her kişi bu fotoğrafları çekebilir. Ama gereksiz merak amacıyla bu fotoğraflar elde edilemez. 
Not: İçeriğinde kadın resmi bulunduğu için 3-4-5 nolu fotoğrafları yayınlamadık.

İnternete girenler bu fotoğraflara ulaşabilir.

Ruhsal ve bedensel enerji

Dr. Caymaz işıkların kaynağını açıklamaya çalışıyor:

“1970’lerde Romanya’da Dr. Joan Florin Dumitf Escu elektronograji dediği bir teknik geliştirdi. İnsan vücuduna belli bir yöntemle elektrik yüklüyor ve bu elektrik yüklenmiş vücudun fotoğrafını çekiyordu.
Çıkan fotoğraflarda insanların çevrelerinde ışık alanları görülüyordu.
Çok basit olarak anlattığım bu teknik olaydan anlaşılmaktadır ki, insanlara dış etkiler tarafından belli dozlarda enerjiler yükletilebilir. Aslında bunu her an yaşıyoruz. Evrenden gelen çeşitli ışınlar, atmosferde süzüldükten sonra bizlere ulaşıyor.

Türbe olayında da bir enerji vardır ama enerjinin hangi şartlarda ortaya çıktığını anlayamıyoruz. 

İnsanda da bir enerji var olduğuna göre, bu ruhsal bir enerjidir.

Evliya dediğimiz farklı insanların bedensel enerjileri, belki de mezarlarının çevresinde birikip, bizce anlaşılmayan bir görev yapmaktadırlar…

Bu ışık ruh mu?

Dr. Caymaz’ın ilginç açıklamalarından ve fotoğraflardan sonra akla bir yığın soru geliyor. Fakat en önemlisi, bu ışığın kaynağının ruh olup olmayacağıdır.

Bilim, bizlerin bir tür enerji taşıdığımızı kabul etti, tıp ölümden sonra vücutta bir boşalma olduğunu kanıtladı. Bu boşalan şey, adına ruh dediğimiz bir tür enerji olabilir mi? Ama inançlara göre ruhların 
başka bir dünyaya gitmeleri gerekmiyor mu? Burası ve orası aynı yer mi?

Cevapları almamız çok güç, belki de olanaksız. İnsanoğlu kendisini ve yaşadığı ortamı yeni yeni tanımaya başlıyor.

Kim bilir daha neler öğreneceğiz veya hatırlayacağız?

İnsan vücudundaki elektrik enerjisi

İnsan vücudunun belli bir elektriksel enerjiye sahip olduğu bilim tarafından çoktandır kabul ediliyor. 

Eskiler bu ışığın görülebildiğini, ama görebilmek için uzun bir çalışma döneminden geçmek gerektiğini söylerlerdi.
Hatta o devirlerde peygamberler, başlarının etrafinda bir ışık hâlesi olduğu halde resmedilirdi.

50 yıl kadar önce Semyon Kirlian adlı bir Rus, insandan fışkıran enerji alanının fotoğraflarını çekmeyi başardı. Ama bütün bu çalışmalar insandan kaynaklanan bir enerjiyi anlatıyordu.

Peki, ölümden sonra ne oluyor? Acaba bu enerji dağılıyor mu? Yoksa bir yerde toplanıp kalıyor mu? Ya da yaşayan insanlara bir etki yapıyor mu? Bütün bu sorular cevap bekliyor…”

Bu uzmanın görüldüğü üzere izahları şaşırtıcıdır, fakat dinî ilimlere sahip olmadığından dolayı anlaşılan odur ki kendisi bazı sorularının çözümüne erişememiştir.

Cübbeli Ahmet Hocaefendi Bu Konunun İzahını Şöyle Yapmıştır:

Sahih hadis-i şerîflerde bir mümin kabir ziyareti yaptığında o kişinin ruhunun Arşta olsa bile en kısa zamanda kabrine döneceği ve kendisine selam veren ziyaretçinin selamını alacağı bildirilmektedir.

Bu olay her veliyi veya tanıdığı bir Müslümanı ziyaret eden hakkında gerçekleşmektedir.

Tabi ki ruh, âlem-i emirden yani toprak gibi âlem-i halk (elle tutulup gözle görülen bir madde)den değil de “Ol” emri ile gözle görülemeyen şekilde yaratılmış olması hasebiyle yüklü bir nura sahiptir.

Nitekim ruhu çıkan kişinin hiçbir uzvunun çalışmaması elektrik gittiğinde hiçbir cihazın çalışmamasına benzer.

Velilerin ruhları nurlarla doludur ancak her kabirde yapılan ziyaretlerde bu nur ve işık ortaya çıkmayabilir.

Demek ki bu türbede medfun bulunan velílerin tasarrufları devam etmektedir ve ziyaretçilerine özel ilgileri bulunmaktadır, dualarına âmîn demektedirler ve kendilerini vesile edinenlere şefaatçi olmaktadırlar.

Her velî hakkında bu durum söz konusu ise de bu nur her zaman dışarı vurmaz ve bu ışık herkese görünmez.

Mahmud Efendi Hazretlerimizin buyurduğu gibi “Bu manevi işleri bazılarına gösterirler, böylece herkese işittirirler.”

Mühim olan bu nurları görmek değil, ruhların ölmediğine, özellikle velîlerin ruhlarının ziyaretçilerini karşılamak için kabirlerine indiklerine ve onların türbelerinin etrafında Allah’a dua edenlerin isteklerinin gerçekleşmesi için amin diyen özel meleklerin bulundurulduğuna gözle görür gibi inanabilmektir.

Doktor beyin çözemediği husus bedenden ayrılan ruhun tekrar geri dönemeyeceğine göre ruha ait olan enerjinin kabirde nasıl görülebildiğidir.
Oysa hadis-i şeriflerde kabir ziyareti esnasında ölünün ruhunun bedenine girmese de kabrin yanına geldiği, selam verenlere cevap verdiği kesinlikle bildirilmektedir.

Nur (enerji) bedene ait olmayıp ruha ait olduğuna göre, ruh da ziyaretçisinin selamına cevap verebilmek için kabrinin yanına geldiğine göre büyüklerin türbelerinde görülen nurlar onların
bedenlerine ait olmayıp ruhlarına aittir.

Nitekim Necaşi Hazretleri vefat ettikten sonra kabrinin üzerinde daima nur görüldüğü siyer kitaplarında bildirilmiştir.
Bunda inananlar için yadırganacak bir durum söz konusu değildir.

Yazı serisi bitti. 

Hazırlayan: Lâlegül Medya Araştırma Ekibi

Lâlegül Dergisi, 33. Sayı, Kasım 2015

Önceki bölüm:

Cübbeli Ahmet Ünlü Hocaefendi’nin Kastamonu Ziyâreti ve İzlenimleri – 4 (Aşıklı Sultan Hazretleri)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Kastamonulu Şeyh Said Efendi

Şeyh Said Efendi (1834-1889) Şeyh Said Efendi uzun süren şeyhliği döneminde kendisini çevre halkına sevdirmiştir. …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Baba Öğütleri

1- İnsanın bildiği bilmediğine nisbeten hiç derecesindedir. 2- insanlarin en årifi hissiyatını belli etmiyendir. 3-Nefsine …

Kapat