Ana Sayfa / Yazarlar / Dağlara güven olmaz! / Mustafa H. KURT

Dağlara güven olmaz! / Mustafa H. KURT

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Kim bilir ne çok şey söylenmiştir şu hayata dair. Öyle ya, zaten vücut bulmuş her bir hayat da hayatın ayrı bir tarifi değil midir?.

Ama şu sıralar hayatın tarifinden çok, hayatla ilgili garip bir yanılgımız dolaşıp duruyor zihnimde. Ve o dolaştıkça da, bu yanılgının aslında hayata daha iyi tutunmamız için bahşedilmiş bir imkan olduğunu kavrıyorum biraz daha.. Neden mi bahsediyorum, hani şu, hayatımızın her döneminde bize o dönemi kalıcı zannettiren, veya ulaştığımız her bir demde “dem artık bu demdir!” diye beliren yanılgımızı düşünüyorum kısaca..

Evet diyorum sonra da, insan yaşadığı her şarta, çevreye ve döneme zamanla alışabiliyor, tamam ama; aslında hayatın sadece bir kesitini oluşturan o dönemi ve şartlarını bazen hayatın kendisiymiş sanmam nedendir acaba?

Oysa biliyorum ki, hayatımız dönem dönem.. Dahası, o dönemlerin her biri de içinde farklı yaşanmışlıklar, farklı koşullar ve farklı haller ile var edilerek farklılaşmış ayrı bir alem.. Fakat bir çelişki gibi gözükse de, bazen bu hayatın yine kendisi her devrin aynı kalan yönlerinin olduğunu da öğretiyor insana.

Tıpkı hayatımızdaki her devirde de değişmeden yakamızda olan o yanılgımız (veya imkanımız) gibi yani!.. Sahi, içinde olduğu dönemi ve şartlarını insana nasıl da “asıl” zannettiriyor, yaşadığımız dönemin kendinden öncekilerle aynı olan “geçiciliğini”  ne de kolay unutturabiliyor öyle?..

Tabiri yerindeyse, ulaştığımız her handa bize yolcuyu da, hancıyı da, hanı da hayatımızın kalıcı figürleri zannettiriyor adeta..

“Örnek?” diyecekler için, kendi çocukluğum geliyor mesela aklıma. Birbirlerini durmaksızın takip eden o uzuun okul zamanları ve bana onlardan da uzun gelen yaz tatilleri, “hayatın değişmezleri” olarak o dönem nasıl da yer edinmişler içimde. Üstelik akşamüstlerinin o ani elektrik kesintileri ya da sabahları “ekmek almaya kim gidecek?” sorusu mesela, en korkulu rüyalarım halindeler hep.. Hele bir pazar günü rutini olarak banyo sırası kâbusu yok mu, hayatın en büyük ve devamlı stresleri bu ve bunlarmış gibi geliyor bana. Daha da önemlisi ise; büyüklerim, ailem, okulum her zaman yakınımda olacaklar, sokağım, mahallem, şehrim tıpkı ulu dağlar gibi hep etrafımda duracaklar sanıyorum.

Bu devran hep böyle döndü/dönecek, ‘hayat hep bu çerçevede yaşanan bir şeymiş demek’, diye düşünüyorum.

Sonra gençlik sancıları, hayatı çok daha farklı gözlerle resmeden sorgulamalar başlıyor zihnimi kaplamaya. “Nasıl da çocukça düşünüyormuşum öyle?..” diyorum düne dair, hesaba alınma mücadelesi veriyorum sabah akşam. Üstelik bu mücadeleyi veya kendini ispat etmek-takdir görmek gibi ‘başarıları’ ise, hayatın ana kurallarına dair çözdüğüm mihenk noktaları sanıyorum şimdi.. Ya bir de yaşını başını almış insanların filmlerde, şarkılarda, gazetelerde hep aynı temalarla uğraşıyor olmalarına bakınca; gençlik zamanlarının ‘illa olmalısı’ duygularını hayatın en önemli bir yanı diye belliyorum çaresiz..

“Tamam, ben artık oldum, işte şimdi varım” diyorum; hayat dedikleri şey asıl bunlardır sanıyorum.

Kısacası, hayatımın her kesitinde yaşadığım şartları ilelebet devam edeceklermiş gibi kafaya takıp duruyorum. Her dönemin dahi zamanla biteceğini ezberden bilsem bile, bir an geliyor sanki doğdum doğalı öğrenciymişim gibi, bir başka gün hep çalışıyordum gibi, bir başkasında ise sanki hep ‘aynı bendim’ gibi geliyor bana mesela..

Ama heyhat, hakikat hiç de öyle gözükmüyormuş meğerse!

Yaşanan her dönem, her âlem veya her bir şart; istisnasız değişip duruyor vadesini hiç şaşmadan. Ne anne-baba kanadı altındaki günlerimin, ne okuduğum okulların, ne de yaşadığım şehirlerin damga vurduğu dönemler kalıyorlar geriye.. Kendileri kalmadıkları gibi, o dönemlerin hissiyatı da, çevresi-şartları veya ‘öncelikli dertleri’ de geçip gidiyorlar maziye!

Tıpkı gençlik, yetişkinlik, iş hayatı vb. dönemlerimde hüküm sürmüş kimi dertlerim, sevinçlerim ya da zorunluluklarım gibi.. Hepsi de geçip gidiyorlar birer birer!.

Fakat o gaflet bırakmıyor peşimi yine de!. Ulaştığım her yeni çevreyi ve şartı ben bir süre sonra kalıcı sanmaya başlıyorum yeniden. Ne etrafımda bir bir eksilen büyüklerim, ne bir devre rengini vererek hayatımdan çıkan insanlar, ne de hayatlarından çıkmış olduklarım mani olamıyorlar bu yanlışıma. ‘Her şeyin akıp gidici’ olması bir türlü anlatamıyor bana “şu hayatta değişip-son bulmayacak hiç bir ortamın, hiç bir şartın ya da çevrenin olamayacağı” gerçeğini..

“Bir tebeddülât olacak; acip işler çıkacak.”

Çevremde, hayatımda, sîmamda, şuurumda; kısacası her âlemimde her bir şey sürekli değişse de, iç sesimin sahibi/içimdeki o ben, yine de kendini o ‘her dem yerinde duran dağlar’ misali mukim sanıyor içten içe. Görüp geçirdiği her dönemin dahi bir başlangıcı ve sonu olduğunu hakkıyla idrak edemediğinden, o dönemlerin toplamı olan hayatının bir gün sona ereceğini kabule yanaş(a)mıyor nedense!.

Zira “dağlar” var kendisine umut olan! Çünkü dağların hep şahit olduğu ‘azamet ve sabitlikleri’ ona “şu memleketin muvakkat ve temelsiz bir misafirhane” olarak “bir gün tebdil edileceği” hakikatine itiraz etme hakkı da veriyor aklı sıra. Tıpkı ulaştığı her hayat dönemini kalıcı sanması gibi; dağlara bakan nefis, o ihtişamı yerinden oynatacak bir kudreti de aklına sığdıramıyor bir türlü.

Onların o heybetli devamlarından kendisine bir dal buluyor aklınca. Ve işte tam da bu gafletine tutunarak, “tevehhüm-ü ebediyete”, hiç ölmeyecekmiş vehmine kapılıyor bazen…

. .

Demem o ki, insan hayatındaki dönemlerin ve koşulların geçici olduklarını sık sık unutabiliyor; ve bu unutkanlık yüzünden de yaşadığı dönemi kalıcı addedebiliyor ne yazık ki. Devamında ise dağların o azametli ve ‘hep aynı’ görüntülerinden bir kıyas yapmak suretiyle, kendi ölümünü de uzak (hatta hayli uzak) görme gafletine düşebiliyor. Hem de, ne o hayat dönemlerinin ne de hayatın bizatihi kendisinin asla sabit ve kalıcı olmadıkları meydandayken! Ve dahi, insanoğlunun ‘firavunluğuna’ dayanak bulmak için kendilerinden şevk aldığını öğrendiğimiz “o azametli dağların dahi zevalden kurtulamayacakları”, işte, ondan çok daha kat’i bir şekilde meydandayken!.

Zira Furkan-ı Hakîm, tam da Kudret-i Ezelî’ye nispeten dağların “hiçliğini” nazara vermekle, nefsimizin tutunduğu o dalın ne derece çürük olduğunu bize şöylece haber vermekte:

“Sana dağlar hakkında sorarlar. De ki, Rabbim onları ufalayıp savuracak.” (Taha S.20/105.)

Yazar : Mustafa H. KURT

Mustafa H. Kurt: 1974 yılında Gaziantep'te doğdu. Cumhuriyet Lisesi (1992) ve Gaziantep Üniversitesi Tarih bölümünden mezun oldu (2000). Türkiye’de ve Almanya’da eğitimcilik yanında farklı iş kollarında çalıştı. Yazarımız, kastamonur.com yanında hâlihazırda çeşitli dergi ve haber sitelerinde yazıyor.

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Kozmik Oda’ya Niçin Girildi? / Vehbi KARA

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'a yönelik bir suikast planı iddiasıyla 19 Aralık 2009 tarihinde Türkiye’nin en …

Kapat