Deizm

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN
Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak. Öğr. Üyesi

Bugünlerde tartışılan en önemli gündem konusu deizm!.. Orta öğretim (ortaokul-lise) ve üniversite öğrencilerinin, kısacası gençliğin deizme kaydığını, acilen bir şeylerin yapılması gerektiğini konuşuyoruz. Bu arada bir vesileyle deizmin ne olduğunu da öğrenmiş olduk.

Evet, üzerinde durulması, sebeplerinin araştırılıp önlem adına bir şeylerin yapılması gerektiğini kabul etmekle beraber acaba birilerinin düğmeye basarak merak saikıyla bilinçli olarak gençliği deizme kaydırmayı, kamplaştırmayı, tartıştırarak bölmeyi, bölüştürmeyi hedeflediğini düşünmüyor da değilim.

Bununla beraber gelinen noktada konuyu tartışan ve şikâyetçi olan biz eğitimcilerin hiç mi payı yoktur? sorusuyla özeleştiri yaparak başlamak istiyorum?

Önce bir vaka tespiti yapmak gerekiyor. Gerçekten böyle bir durum var mı? Yoksa hayali bir şey mi tartışıyoruz?

Deizim nedir? Terim Lâtince tanrı anlamındaki Deus sözcüğünden türetilmiştir. Deizm temelde tüm dinleri reddeder ve tek tanrıya inanır. Dinsel bilgiye akıl yoluyla ulaşılabileceğini savunur. Vahiy gibi konuları reddeder. Tanrı dünya hayatına ve evrene müdahale etmez. Hiçbir aracı olmaksızın sadece akıl yoluyla kavranabilecek yalın bir tanrı inancını benimser. Bu inancı benimseyen kişiye deist denir. Kısacası özgür düşüncelilerin tanrı inancını ifade eder.

Daha geniş bir ifade ile evreni yaratan, işleyişi için doğa kanunlarını koyan, ayrıca insanlığa ve evrene müdahalede bulunmayan; doğruları keşfetmeleri için insanlara akıl veren bir tanrıya duyulan inanç deizmi ifade eder. Deistler genellikle bu doğrultuda evreni; tanrı tarafından tasarlanan, hareketi başlatılan, dışarıdan müdahale olmadan doğa kanunlarına uygun şekilde işleyen bir bütünlük olarak görme eğilimindedir. İlâhî ilan edilen dinlerin reddinden dolayı peygamberler, kutsal kitaplar, sevap, günâh, ibâdet, dua, vahiy, melek, cin, şeytan, cennet, cehennem, ahiret ve kader gibi kavramların bu inanışta yeri yoktur. Belirli bir öncüsü, merkezi bulunmaması sebebiyle deizmde ihtiyaç duyulan tek şey sağduyulu olmak ve her şeyi akıl süzgecinden geçirmektir.

Aramızda konuyu tartışırken bazı arkadaşlar “böyle bir şey yok; deizmi kim biliyor ki?” diyor. Evet doğru! Deizm nedir, diye sorsanız bu betimlemeyi kimse yapamaz; tanımını, ne anlama geldiğini bilmez. Ancak gençlerdeki kabullerin ve yaşanan hayatın formatına bakıldığında deizmden farkı olmadığı görülür. Belki abartı olacak ama nerede ise vahiyden referans alan ya da dinî, ahlakî değerlerden beslenen herhangi bir değer yargısı kalmadı. Şöyle yaparsam günah olur algısı nerede ise hiç yok. Hayatı şekillendiren değerler tamamen internet kültürüne bağlı.

Biz akademisyenler elimizi vicdanımıza koyarak bir öz eleştiri yapmak durumundayız, diye düşünüyorum. Bilerek ya da bilmeyerek, bilinçli ya da bilinçsiz; iyi niyetlisinin de kötü niyetlisinin de az ya da çok bu çorbada tuzu var. Kimisi bilimsellik adına, kimisi akılcılık veya aklileştirme adına, kimisi de şöhret ve daha çok konuşulma adına, kimisi de -sözüm ona- dini kurtarma adına, kimisi de bilerek ihanetin bir parçası olarak mevcut duruma katkısı vardır.

Her şeyden önce bizler toplum olarak kısmen gerilimden kısmen de heyecandan beslenen bir toplumuz. AK parti iktidarı öncesinde gerilimsiz geçmeyen bir günümüz yok gibiydi. Siyasi hayatta olduğu gibi dinî ve sosyal hayatta da böyleydi. Elimizden alınan kutsal veya imanî değerlerimizi elde etmek için direncimizi sürekli canlı tutmaya çalışıyorduk. İktidar olmak bizim için ulaşılmaz bir hedefti ve iktidara gelmek için veya en azından ortağı olmak için fikir üretme, bir araya gelme, faaliyette bulunma, kültürel aktiviteler icra etme çabası içindeydik. Bir ümit ve bir hedef peşinde koşuyorduk. Ümit ve geleceğe koşmak gençliği her zaman canlı tutan bir aksiyondur. Önümüzde birtakım hedefler vardı ve bu hedefler bizi peşinden koşturuyor, amaçlı ve hedefli yaşamamızı sağlıyordu. Bir heyecan ve bir şeyler yapama çabası içinde olmak, tabir caiz ise işe yaramak birçok değerimizi koruma altında tutuyordu. Her şeyden önce bu aktivitelerin bir kıymeti bir değeri vardı. Hepimiz dava arkadaşıydık. Birbirimize değer veriyorduk. Bize öncülük eden hocalarımızla iç içe ve onların kontrolündeydik.

İktidar olunca bütün bunlar kıymet ve değerini kaybetti. Biz de boşlukta kaldık. Nasıl olsa iktidar bizden, sokakta gezenlerin dörtte üçü bizden; bir araya gelmeye, faaliyet göstermeye, taraftar toplamaya gerek yoktu. İktidar olma hedefi vardı, bitti. Başörtü davası vardı oda bitti. Üniversiteye gitme engelleri vardı, onlar da çözüldü. Artık belli bir dava için bir araya gelme ihtiyacı kalmayınca yalnızlaştık. Bizi, gençliği peşinden sürükleyecek yeni hedefler konmadı önümüze. Bir boşluğa düştük. Çünkü hedef i’lâ-i kelimetullah değildi, iktidar olmaktı. Batı medeniyetinin çürüdüğünü, insanlığa sunacak bir şeyi olmadığını, insanlığı düşmüş olduğu bu bunalımdan kurtaracak tek çarenin ilahî değerler olduğunu anlatamadığımız gibi İslam medeniyetini yeniden alternatif hale getirmek için yeni faaliyetler de başlatamadık. Bunları iktidardan bekledik. Bizim işimiz bizden olan bir kadroyu iktidara taşımaktı. Onu da yaptık. İşimiz bitti zannettik. Olumsuzluklar karşısında da hep iktidarı suçladık ve hâlâ da suçluyoruz. Hâlbuki iktidarın görevi imkân sağlamaktı. Bir eğitim politikası belirlemek ve uygulamaya sokmak açısından iktidar sorumlu tutulabilir. İktidarın en başarısız olduğu alan maalesef eğitim alanıdır; bunu da kabul etmek lazım. Ancak bize sunulan imkânları biz eğitimciler maalesef gerektiği şekilde kullanamadık. Ülke çapında sağlanan ekonomik rahatlama maalesef bizi fazlasıyla dünyevileştirdi. Kutsal hedeflerimizi unuttuk, dünyaya yöneldik. Arsa, daire, araba peşine düştük. Gönüllü olarak üç-beş öğrenciyi okutmaya zaman ayırmadık. Önceleri zaman ayırıyorduk çünkü hedef Allah rızası değil, iktidar olmaktı. Artık iktidarız.

İktidar olup hedeflere ulaşınca boşlukta kaldık. Bu da bizim maalesef yalnızlaşmamıza sebep oldu. Bizi bir araya getirecek bir hedef kalmayıp yalnızlaşınca aklımızla, internetten öğrendiklerimizle ve televizyonlarda duyduklarımızla baş başa kaldık. İktidar öncesinde hep irtica tartışmaları bizi geriyor ve dinden taraf olmaya sevk ediyordu. Savunma saikıyla dindar kesim bir bütün hâlinde olabiliyordu. İktidar olunca heyecanlara hasret kaldık. Bu boşluğu ya diziler ya da hararetli televizyon tartışmaları aldı. Bu tartışmalarda hiç duymadıklarımızı duymaya başladık. Sonuçta birbirimize düştük. Cemaatler ilahiyatçıları ilahiyatçılar da cemaatleri eleştirmeye başladı. Toplumsal ve taraftar gücü siyasî ve ekonomik ranta dönüştürülmeye çalışıldı. Kimisi vali, kimisi rektör atamaya kalktı…

Elde edilen dinî ve sosyal hayattaki rahatlamayı bir nimet olarak kabul etmek gerekirken maalesef bütün bu kazanımları çok basit ve şahsî ihtiraslarla berhava ettik. Artık din bile kutsal bir dava olmaktan çıktı, siyasi güç elde etme aracı olarak kullanılmaya başlandı. “Gam değildir gide dünya kala din, gam o dur ki kala dünya gide din” sözü herhalde böyle bir ortam için söylenmiştir. Artık uğruna mücadele verdiğimiz, protestolarla dönemler kaybettiğimiz başörtüsü bile kutsallığını yitirdi, bir güzellik aksesuarına dönüştü.

Birileri her şeyi ama her şeyi Kur’an’la izah etmeye kalktı. Bazı âyetleri bir ayetten öbür âyete, o âyetten başka bir âyete geçerek açıklamaya çalışıyor; Kur’an’dan başka hiçbir şeye ihtiyaç olmadığı vurgusuna yer veriyordu. Bu söylemini de âyeti başka bir âyetle açıklama vurgusunu unutarak atomik bir yaklaşımla cımbızladığı ayetle desteklemeye çalışıyordu. Âyetlerin anlamlandırılmasında peygambere, hadise, sünnete hiç yer yoktu. “Hocam sünneti, hadisi kabul etmiyor musunuz?”, dendiğinde de aşırı kızıyor, hakkını helal etmediğini söylüyordu.

Farkında ya da değil, aslında peygamberi devre dışı bırakarak yerine kendisini koyuyor. Çünkü Arap Dili kuralları çerçevesinde ayete mana verip geçmiyor, yorum yapıyor, ayetin maksudunu açıklıyor, başkalarının mana ve yorumlarını tenkit ediyor. Allah adına yorumlar yapıyor, Allah’ın söylemediklerini O’na söyletiyor. Oysa Kur’an’dan başka bir şey kabul etmeyen biri sadece meal verip geçmesi lazım. Kendinden bir kelime dahi katmaması, yorum yapmaması gerekir. Ayrıca bazı ayetlerin manasının Allah’a, lafzının Cebrail’e ait olduğunu söyleyebiliyor. Bunun bir adım ötesi Kur’an lafzının ilâhî olmadığını, mana olarak peygambere ilga edildiğini, lafzı peygambere ait olduğunu kabul etmektir. Bir adım daha ötesi de Kur’an’ın önemli olan manasının olduğu, lafzının önemli olmadığı noktasına gelmektir. Oysa Kur’an’ın lafzı da manası da mucizdir ve hiçbir tercüme ile mevcut lafzının manası yansıtılamaz. Tercümelerde mana tam olarak yansıtılamadığı için Kur’an çevirilerine tercüme değil meal denmiştir.

Bu fikri savunmak cehalet değilse ihanettir demek aşırı bir tenkit mi olur bilmem! Ancak Kur’an’ın lafzını tartışır hale geldiysek dokunulmamış hiçbir kutsalımız kalmamış, demektir. Peki, bu gençliği hangi kutsalın etrafında bir arada tutacağız?!. Bu gençlik deist olmasın da ne olsun?! Peygamber, hadis, sünnet, geçmiş bütün ulema devre dışı bırakılırsa, şimdiye kadar yapılan nerede ise bütün yorumların yanlış olduğu söylenirse, gençliğin eline okuyup kabul edeceği hiçbir değer bırakılmamış demektir. Bu tartışmalarda veya TV programlarında kullanılan üslup, âyetlere yüklenen manalar ve yapılan bütün yorumların yanlış olduğu izlenimini vermektedir. Cemaatler ilahiyatçıları ilahiyatçılar da cemaatleri bitirince, elinde dizi dibinde diz çöküp dinini öğreneceği güvenilir canlı bir otorite bırakılmayan, dinî literatür ve ilmihallerden de uzaklaştırılan, mealden de namaz ve oruç gibi dinî vecibelerini öğrenemeyen gençlik, çareyi ya boş vermede veya her şeyi aklıyla çözmede bulacaktır. Bu genç deist olmasın da ne olsun?!.

Söylenenlerden biri de Kur’an’dan herkes ama herkes istediğini öğrenebilir, anlayabilir, sloganıdır. Çünkü Kur’an anlaşılmak için gönderilmiştir. Din hiç kimsenin tekelinde değildir. Sahabe döneminde bedevisi de Hz. Ömer gibi ünlü sahabîler de Kur’an’ı anlıyordu ve öyle amel ediyordu. Kur’an’ı anlamak için birilerine ihtiyaç yoktur. Bu söylemler dışardan bakıldığında gayet makul gözüküyor. Böylece bütün gençlik ilmihal dediğimiz günlük dinî bilgileri öğreneceği kaynaklardan uzaklaştırılıyor ve sonuçta herkes kendine göre bir din anlayışı oluşturuyor; netice itibariyle binlerce din ortaya çıkıyor çünkü aklını merkeze alarak oluşturduğu dinin otoritesi kişinin kendisi oluyor. Böylece mezhepler de anlamsızlaştırılarak bertaraf ediliyor. Mezhep imamları, hadis otoriteleri, fıkıh âlimleri ihanetle suçlanıyor. Bu kişiler yaşantılarında tek otorite akıllarını kabul edince deist olup ortaya çıkıyor. Deizmin ne olduğunu bilmeye ya da bilinçli deist olmaya gerek yok.

Birileri de peygamberi devre dışı bırakmak için rükû ve secdelerin Yahudilerden öğrenildiğini dolayısıyla hadislere, sünnete gerek olmadığını, dinimizi peygamber olmadan da Kur’an’dan öğrenebileceğimizi söylüyor. Bunu da birtakım video gösterileriyle ispatlamaya çalıştılar. Kur’an’da olmayan hiçbir şeyi kabul etmiyorlar. Sahabeye hakaret ederek, güya dini kurtarma adına bütün hadisleri red ediyor, sahabeleri peygambere iftira atmakla suçluyor, verdiği bir kelime oyunu örneğiyle ta o günden bu güne hiçbir sözün saf bir şekilde günümüze kadar gelemeyeceğini söylüyor. Böylece o altın nesil Hz. Ömer, Ebû Bekir, Hamza, Abdullah, Fatma, Ayşe, Hatice, Zeynep gibi isimleri çocuklarımıza vererek bir örnek şahsiyet sunmaya, özendirmeye çalıştığımız numuneleri de kaybetmiş oluyoruz. (Hz.) Ömer, Ebû Bekir irtidat ederek, diğer sahabîler hadis uydurarak peygambere ihanet etmiştir.

Peki, bir akademisyen ya da eğitimciler olarak biz işin neresindeyiz? Aslında öz eleştiri yaparken itibarsızlaştırma adına aynı hataya düşer miyim diye endişe etmiyor değilim. Genelleştirme yapmıyorum tabii ki. Bu işi özenle, titizlikle yürüten hocalarımızı tenzih eder aflarına sığınırım.

Ancak bilmeyerek, ilerisini hesap etmeyerek yanlışlar yaptığımızı ve buna alet olduğumuzu düşünüyorum.

Her şeyden önce derslerimizde alan dışına çıkıyor ve maalesef yanlışlar yapıyoruz. Çok fazla akademik takılarak çocukların kafalarını allak bulak ediyoruz. Seviyelerini hesap etmeden kendi seviyemizde akademik birikimleri varmış gibi hareket ediyoruz…
Örneğin bazı okullarda din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği yapan bazı öğretmenler veya bazı derneklerce getirtilip konferans verdirilen bazı akademisyenler kendi alanlarını bırakmış hadisi tartışıyorlar. Sohbetlerinde veya defakto sorulan sorulara verdikleri cevaplarda herhangi bir araştırma yapmadan, herhangi bir otoriteye sormadan, uzmanlık alanım değildir uzman birine sorun deme cesaretini göstermeden, hoca sıfatıyla her şeyi bilmesi gerekiyormuş gibi kendisinde cevap verme mecburiyeti hissedenler, maalesef sadece aklına müracaat ederek “böyle bir hadis olmaz, bu hadis uydurmadır” diyebiliyor.

Sorulan hadis belki gerçekten de hadis değildir veya hadistir, sahihtir fakat makul bir izahı vardır. Bütün bunlar dikkate alınarak cevap verilse aslında sorun olmayacak ve aslında hocalara olan güven de sarsılmayacak. Faraza “Hocam bu hadis Buhârî’de geçiyor” dendiğinde de “Buhârî de kim oluyor” söylemiyle karşılaşılabiliyor. Böylece Buhârî gibi bir otorite bertaraf ediliyor. Artık en güvenilen hadis otoritesi Buhârî için, “o da kim oluyor” dendiğinde başka hiçbir hadisi o kişinin önüne getiremeyiz. En güvenilir otorite böyle silinip atıldıktan sonra diğerlerinin zaten bir hükmü kalmaz. Çocuklar bu hoca bu konunun uzmanı değildir, hükmüne itibar etmeyelim demez. Bu manada çocuklar gerçekten masumdurlar. Hadisle yeni tanıştıkları için hadisin daha ne olduğunu bile bilmiyorlar.
Bir şekilde sorun size gelse ve siz de “Yok evladım bu sahih bir hadistir. Bak o şöyledir. Şöyle demek istemiştir.” dediğinizde bu sefer o hocanın otoritesi sarsılıyor. Böylece hocaların dediği de anlamsız hale geliyor. Artık öğrencinin güveneceği hiç kimse kalmamıştır. Babası adını Ömer koyarak Ömer’le kendisini yanıltmış, babanın güveni sarsılmıştır; okulda hocalar yanlış bilgiler veriyor diyerek okulda hocanın otoritesi sarsılmıştır; zihninde büyüttüğü Buhariler, İmam-ı Azamlar için sahte denmiş, onlara da güveni kalmamıştır. Televizyon tartışmalarında hadislerin sahte olduğu söylenmiş, peygamber adına önüne gelen hiçbir söze güveni kalmamıştır. Kur’an’dan başka hiçbir doğru yok, dendi, dini artık ilmihallerden değil Kur’an’dan öğrenmesi gerektiğini duymuş, inanmış; Kur’an’ı eline alıp Kur’an’dan dinini de öğrenemeyince çocuğun elinde hiçbir şey kalmamıştır.

Sonuç; hepimiz güvenilmeyiz. O profesöre güvendi, güvenilmez çıktı, çünkü birilerinden onun doğru söylemediğini öğrendi. Bütün cemaatler zaten güvenilmez, çünkü onun tecrübesini yaşadı. Güvenilecek geçmişten bir âlim de kalmadı çünkü hep yanlış fetvalar verdiklerini duydu. Bu aşamadan sonra kitap zaten olmaz. Geriye sadece kendi aklı kaldı. İşte size deist bir nesil.

Televizyon programları o kadar etkili ki, çok sevdiğim bir dostum telefon etti. “Hocam sizden davacıyım. Şimdiye kadar bizlerden hep gerçekleri sakladınız. Kaza namazı yok, bize kaza namazı kıldırdınız. Teravih namazı yok, bize teravih namazı kıldırdınız.” dedi. “Bu nerden çıktı?” diye sorduğumda, “Hocam bunlar Kur’an’da yok ki!” dedi.
Galiba sözün bittiği yer burası olsa gerek.
Peki ne yapmalıyız?…

Başınızı ağrıttığım için özür diliyorum…
12.04.2018

Prof. Dr. Cemal AĞIRMAN

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Saatler ve Manzaralar / Yahya Kemal BEYATLI

SAATLER VE MANZARALAR Yahya Kemal BEYATLI   Sütunların Dibinde Duâ Edenler Ayasofya’da, ikindiden sonra, yerle …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Suud için Vehhâbîlik’ten dönüş mümkün mü?

Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın benimsediği reform söyleminin, iç dinamiklerden ziyade 11 Eylül sonrasında …

Kapat