Deizm ve Deistler Hakkında

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Deizm ve Deistler-1

Deizm, Allah’ın varlığına ve sebeplerden ilk sebep olduğuna inan bir düşünce ekolüdür. Allah’ın kainat ve sebepler üstündeki tedbir ve tasarrufunu kabul etmeyip, bu tedbir ve tasarrufu sebeplere havale ederler. Allah’ın dinine ve elçisine, dolayısı ile emir ve yasaklarına da inanmazlar, hatta dini insanlar arasında nizaya bir sebep olarak görürler.

Deizmin din ile sorunu, aslında Hristiyanlığın tutarsız ve çelişkili inanç sistemi ile ilgilidir. Daha çok Hristiyanlığa bir tepkidir. Deizm günümüzde materyalist felsefenin de tesiri ile daha çok panteizme kaymıştır. Yani bir çeşit modern maddecilik şekline girmiştir. Allah kavramından gittikçe uzaklaşıp madde eşittir tanrı kavramına yönelmiştir.

Risale-i Nur’da bu düşünce ekolüne olan tepki nerede ise bütün bahisleridir. Zira Risale-i Nur imanın altı esası üzerine bina olmuş bir tefsirdir. Bütün mesaisini imanın rükünleri üzerine sarf ediyor. Dolaysısı ile her bahsinde deizmi de tenkit etmiş oluyor.

Deizmin en tipik fikri  dini ve imanın diğer rükünlerini inkar etmektir. Bu felsefi ekolun böyle bir fikre sapmasında asıl saik, aklın aczini anlayamamaları ve egolarını İlahlaştırmalarıdır. Sorumluluktan kaçmak istemeleri tali bir saik ve faktördür diye düşünüyoruz. 

Üstad Hazretleri bütün eserlerinde  insanın kendi başına aklı ve kalbi ile hakikatleri bulamayacağını, doğru ve güzelliklerin soyut akıl ile keşfedilemeyeceğini, bu yüzden peygamberlere ve onların sünnetlerine tabi olunması gerektiğini izah ve ispat ediyor. Bu nüktenin ana konusu budur.

Üstad Hazretleri kendisini örnek göstererek, insanın tek başına ne kadar aciz ve zayıf olduğunu, insanların ne kadar deha derecesinde zeki de olsa  Allah’ın gönderdiği peygamberlere ne denli muhtaç yaratıldığını vurguluyor. Üstad Hazretleri  eserlerinde felsefedeki teizm ekolüne yani nübüvveti ve dini gereksiz gören kibirli filozoflara haddini bildiriyor.

Deizm, hakikatlerin akıl ile bulunabileceğini, bu yüzden din ve peygambere gerek olmadığını savunan sapkın bir felsefi ekoldür.

Filozofların bozuk ve hakikatsiz fikir ve meslekleri, bu fikrin ve ekolün ne kadar hatalı ve yanlış olduğunu ispat eder. Hazreti Peygamber (asm)’in getirdiği iman ve inanç anlayışı ile filozofların aklı ile bulabildiği tanrı anlayışı arasındaki azim fark meselemizi gayet güzel izah ediyor.

Sorularlarisale

***

Deizm ve Deistler-2

DEİZM

Tanrı’nın varlığını ve âlemin ilk sebebi olduğunu kabul etmekle birlikte akla dayalı bir tabii din anlayışı çerçevesinde nübüvveti şüphe ile karşılayan veya inkâr eden felsefî ekolün adı.

Deizm Latince’de “Tanrı” anlamına gelen deus kelimesinden türetilmiş olup Grekçe’de yine “Tanrı” anlamındaki theostan gelen teizm terimiyle aynı sözlük anlamına sahiptir. Ancak XVI. yüzyıldan itibaren hıristiyan dünyasında başlayan felsefî ve teolojik tartışmalarla birlikte teizm terimi Ortodoks inançları savunan kesim için, deizm ise geleneksel inançlardan sapan düşünürler için kullanılmaya başlanmıştır. Deizm kelimesinin ilk kullanılışlarından birine, Calvinci bir ilâhiyatçı olan Pierre Viret’nin Instruction chrestienne (Cenova 1564) adlı eserinde rastlanmaktadır. Viret bu eserinde, kendilerini ateistlerden ayırmak için deist ismini alan bir grup filozof ve edipten bahsetmiş, kimliklerini vermediği bu kişileri, Allah’a ve O’nun âlemi yarattığına inanmakla birlikte Îsâ Mesîh’i ve Hıristiyanlık doktrinlerini inkâr eden ateistler olarak suçlamıştır. Pierre Bayle tarafından hazırlanan Dictionnaire historique et critique (1697; İng. trc. 1710) adlı eserin “Viret” maddesinde onun deizmi yorumu vurgulanmış ve terim bu şekilde yaygınlaşma imkânı bulmuştur. Kelimenin az bilinen daha önceki bir kullanımına da Burton’un Anatomy of Melancholy (1621) adlı eserinde rastlanmakta, bu eserde ateistlerle aynı kategoride değerlendirilen deistlerden söz edilmektedir.

Öfkeli reddiyelerle önceleri ateizm ile özdeşleştirilen deizmin günümüzde kazandığı anlamı ile tarifi, Dryden’in 1682 tarihli Religio Laici adlı şiirine yazdığı sunuş ile Samuel Johnson’un 1755’te neşrettiği Dictionary’de görülmektedir. Bu metinlerde deizmin, herhangi bir vahyedilmiş dine bağlı olmaksızın Tanrı’nın varlığını kabul etmek, bununla birlikte O’nun ilim ve irade gibi sıfatlarını reddetmek, böyle bir varlığın âlemde tesirleri gözlenen veya tezahür eden hikmet ve inayetinin bulunmadığına inanmak, âhireti inkâr, hususi bir dine ait -Tanrı’nın varlığı dışındaki- bütün itikad esaslarını reddetmek anlamına geldiği belirtilmiştir.

Deizmin Avrupa’da en çok yaygın olduğu ülke İngiltere idi. İngiliz deizminin babası olarak kabul edilen Cherbury’li Lord Herbert (ö. 1648), Tanrı’ya ve âhiret hayatına inanmakla birlikte kutsal metinlerin doğruluğu konusunda ciddi kuşkular beslemiş, din adamlığı kurumunu şiddetle eleştirmiş, ayrıca evrensel gerçekleri kavramaya aklın yeteceğini savunmuştur. Onun takipçisi Charles Blount (ö. 1693), bir deist olduğunu açıkça beyan eden ilk düşünürdür ve intihar ettikten sonra yayımlanan Summary Account of the Deist’s Religion (1693) adlı eseri deist fikirlerin yayılmasında hayli etkili olmuştur. Daha sonra John Toland (ö. 1722) Christianity Not Mysterious (1696) ve Matthew Tindal (ö. 1733), “deistlerin mukaddes kitabı” olarak anılan Christianity as Old as the Creation (1730) adlı eserinde deist fikirleri açmışlar ve yaygınlaştırmışlardır. Bunlarda ve devamı olan eserlerde vurgulanan ve az çok farklılıklar gösteren çeşitli deist tavırlar arasında, mûcizenin inkârına varan bir aklîleştirme çabasıyla Hıristiyanlığı tabii din anlayışına yaklaştırma, kutsal metinlerin doğruluğu konusunda ciddi endişe ve yoğun eleştiriler, din adamlarının ruhanî otoritesinin reddi, aklın deney öncesi yapısı ile Tanrı fikrine ulaşabileceği, varlığını ispat edebileceği ve kurtuluşu sağlayan ahlâk kaidelerini koyabileceği iddiası en tipik olanlarıdır. Ayrıca “hıristiyan deistler” olarak anılan William Wollaston (ö. 1724), Thomas Woolston (ö. 1731), Thomas Chubb (ö. 1746) ve Thomas Morgan (ö. 1743) gibi kişiler, Hıristiyanlığa inanmakla birlikte aklın da aynı gerçeklere ulaşabileceği, bir tabii din kurabileceği ve nihayet Hıristiyanlık ile akıl arasında hiçbir çatışma olmadığı şeklinde daha ılımlı tezler ileri sürmüşlerdir. Bu yönüyle deist akımı, Hıristiyanlığın akla aykırı ve hurafî olduğu düşünülen unsurlardan arındırılması istikametindeki bir dinî eleştiri hareketi olarak nitelendirilebilir. Bu akım içinden, inancın temelinin tarih boyunca tahrifata uğramış kutsal metinler değil akıl olması gerektiği tezi ortaya atılmış, bu metinleri yorumlama yetkisine sahip din adamları hiyerarşisi reddedilerek aklın herkeste ortak olan evrensel bir ölçü olduğu ve bu ölçü ile gerçek Hıristiyanlığın bulunabileceği iddia edilmiştir.

Kutsal metinleri şaşmaz bir kılavuz olarak gören Newton’un ortaya koyduğu yeni fizik ve onun pekiştirdiği tabiat kanunu fikrinin İngiltere’de deizm lehine sonuçlar doğurduğu söylenemez. Tam tersine yeni fizik Hıristiyanlığı koruyan bir siper olarak düşünülmüş ve deist çevrelerce heyecanla karşılanmıştır. Halbuki aynı durumu Kıta Avrupası, özellikle Fransa için söylemek güçtür. Fransız deistleri içindeki en önemli ve tanınmış sima olan Voltaire, Newton fiziği ve tabiat kanunu fikrini esas alan bir tabii din anlayışını savunmuştur. Evrensel çekim kanunundan hareketle Newton fiziğini mübalağalı mekanist terimlerle yorumlayan Voltaire, Tanrı’nın sürekli yaratıcılığı inancı ile âlemdeki tabii süreklilik fikri çeliştiği için deizme ulaşmıştır. Onda en çok göze çarpan deist özellik, Hıristiyanlığa ait kutsal metin ve dinî yapılanmaları istihzacı bir eleştiri üslûbuyla daima alaya almasıdır. Rousseau ise Voltaire’in akılcı deizmini romantik bir anlayışla sürdürmüştür. Filozofa göre insanda doğuştan mevcut olan iyilik ve adalet duygusu sonradan kötülüğe ve eşitsizliğe dönüşebilmekte, ancak insanın tabiatında var olan ışık ona yeniden yol gösterebilmektedir. Bu görüşler Hıristiyanlığın doğuştan günahkâr insan anlayışına ve dolayısıyla Hz. Îsâ’nın kurtarıcılığı inancına aykırıdır; ayrıca kilisenin yol gösterici rolünün ve ruhanî otoritesinin yerine aklî aydınlanmayı koymaktadır. Bu iki büyük Fransız deistinin aksine, aynı felsefî iklimi paylaşan D’Alembert, Diderot, Baron d’Holbach, La Mettrie, Condillac ve Condorcet gibi filozoflar ya açıkça ateist olan yahut da ateizme sevkeden fikirler ileri sürmüşlerdir. Fransa’daki bu felsefî cüretkârlığın temelinde eski rejimin bütün değerlerine kökten saldırı psikolojisi yatmaktadır.

Newton fiziğinin Almanya’da oluşturduğu deist etki ise Kant’ın felsefesinde kendisini göstermiştir. David Hume’un şüpheci görüşlerinden hayli etkilenen Kant, Tanrı’nın varlığının teorik akılla ispatlanamayacağını savunurken aslında deizmin temellerini Hume’dan sonra bir defa daha sarsmıştır; ancak ödev, özgürlük, ölümsüzlük, Tanrı ve ahlâk gibi mânevî konulara pratik akıl kavramıyla yaklaşan Kant, yine yalnızca aklın sınırları içindeki tabii bir din anlayışına ulaşmıştır. Onu hem bir hıristiyan hem de bir deist kılan şey, bir yandan dinî inançların teorik akılla temellendirilemeyeceğini iddia ederek akıl ve inancın sahalarını ayırması, öte yandan yer yer özgür irade ve vicdan kavramıyla özdeşleşen pratik aklı dinî ve ahlâkî tecrübeye temel yapmış olmasıdır.

Günümüzde deizmin geçmişteki saf ve cüretli şekliyle varlığını sürdürdüğü söylenemez. Deizmin, David Hume’un şüpheciliği sayesinde modern zamanlara “din felsefesi” disiplinini kazandırmış olmasına karşılık günümüzde din hakkındaki felsefî tartışmalar daha ziyade teizm-ateizm kutuplaşması şeklinde cereyan etmektedir. Ancak bu tartışmaların belli bir dinî teolojiyi esas almadan akla ve hür düşünceye dayalı, dolayısıyla dinî-hiyerarşik imtiyazlara sahip otoritelerden bağımsız tarzda yürütülüyor olması deizmin mirasıdır.

Tamamen Ortaçağ’ın fikir ve inanç ikliminden Yeniçağ’a girerken Hıristiyanlığın yaşadığı teolojik buhranın ve Batı medeniyetine has tarihî şartların bir ürünü olan deizmin, bir ekol ve akım olarak İslâm Ortaçağı’ndaki muadilinden söz edebilmek zordur. Tanrı’ya, O’nun âlemi yarattığına (aslında yaptığına) inanan, ancak eldeki tarihî verilere göre peygamberliği inkâr edip aklı esas alan felsefî bir yaşama tarzını benimseyen Ebû Bekir er-Râzî’nin bir deist olduğu söylenebilirse de bu görüşlerin felsefî bir ekol haline gelmediği de bilinmektedir.

İslâm düşüncesinin temel yönelişi Allah, âlem ve insan münasebetlerini asla koparmamak veya zayıflatmamak doğrultusunda olmuştur. Esasen İslâm inanç ilkelerine göre yaratıcı faaliyeti, ilmi, hikmeti ve lutfuyla Allah âleme her an müdahale eden yüce bir varlıktır. Bu yüce varlık gerektiğinde âlemdeki kanunîliği mûcizeler yaratmak yönünde yeniden şekillendirebilir. Allah belli zamanlarda seçtiği peygamberler aracılığıyla insanlara mesajlar göndermiştir. İnsan da bunun karşısında takındığı tavra göre değer kazanır. Yine insanlar bu yüce varlığa dua ile isteklerde bulunup lutuf ve yardımını talep edebilir ve Allah’a iletmek istedikleri her mesaj mutlaka yerini bulur. Allah ve insan arasında nübüvvet ve ibadet yollarıyla belirli bir iletişimin olduğuna inanma İslâm’ın temel umdelerindendir. Ayrıca İslâm dininin kutsal metni olan Kur’an’ın lafız ve mâna bakımından mûcize olduğu, ilâhî koruma altında bulunduğu ve tarihen de bilindiği gibi asla tahrif edilmemiş ve edilemeyecek olduğu hususu müslümanların ortak inancıdır. Her ne kadar İbn Teymiyye, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi bazı İslâm filozoflarının Kur’an’ın lafız ve mânasının Tanrı ile ilişkisine dair görüşlerine, vahiy meleğini “faal akıl” olarak anlamalarına, peygamberler dışındaki bazı seçkin insanların da bu akılla ittisâl* kurabilecekleri şeklindeki iddialarına işaret ederek böyle bir anlayışı vahye dayalı din için tehlikeli bulmuş, bu anlayışa göre vahyin dinde belirlenmiş olan yerini, özellikle normatif özelliğini kaybedeceğini, peygamberliğe duyulan ihtiyacı ortadan kaldıracağını söylemiş ve böylece onların görüşlerinden bir tür deizm sonucu çıkarmışsa da (Derü teâruzi’l-akl ve’n-nakl, X, 210-211, 214-217; a.mlf., Mecmûu fetâvâ, XII, 21-23) Batı’daki deist filozofların yahudi-hıristiyan kutsal metinleri karşısındaki kuşkuları İslâm düşünürleri bakımından vârit olmamıştır. Vahyin sıhhati konusunda Batı’da beslenen bu kuşku ve inkâr tavrı akla mutlak güven psikolojisini doğururken İslâm düşünürleri ya ilâhî vahiyle sağlıklı aklın tam anlamıyla uyuştuğunu yahut daha fazla olarak vahyin akıl ötesi boyutlara da sahip olduğunu vurgulamışlardır. Yine İslâm’a göre âlemdeki kanunîlik Allah’ın isterse değiştirebileceği “meşîet”inden ibaret olduğu için gerek mikro gerekse makro planda mutlak olarak Allah’ın yaratıcı gücüne bağımlıdır. Dolayısıyla Allah ile âlem arasındaki yaratan-yaratılan ilişkisi, deizmin bir defa olup bitmiş ve artık söz konusu edilmemesi gereken bir yaratanyaratılan ilişkisi değildir. Allah’ı âlemden ve insandan uzaklaştıran yanlış bir aşkınlık anlayışına sahip deist iddianın aksine Allah “yerin ve göklerin nurudur” (en-Nûr 24/35) ve insana “şah damarından daha yakındır” (Kaf 50/16).

BİBLİYOGRAFYA:

A. Laland, Vocabulaire tecnique et critique de la philosophie, Paris 1926, I, 151; Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Ankara 1987, s. 55; İbn Teymiyye, Derü teâruzi’l-akl ve’n-nakl, Riyad 1402/1982, X, 210-211, 214-217; a.mlf., Mecmûu fetâvâ, XII, 2123; Voltaire, Feylesofça Konuşmalar ve Fıkralar (trc. Fehmi Baldaş), Ankara 1947-48, I, 208; H. Arvon, L’Athéisme, Paris 1970, s. 39-40; D. Hume, Din Üstüne (trc. Mete Tunçay), Ankara 1979, s. 45-46; a.mlf., İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma (trc. Selmin Evrim), İstanbul 1986, s. 174-179, 184; Mehmed Aydın, Kant ve Çağdaş İngiliz Felsefesinde Tanrı Ahlâk İlişkisi, Ankara 1981, s. 28-32, 159; a.mlf., Din Felsefesi, İzmir 1987, s. 141-144; J. H. Randall – J. Buchler, Felsefeye Giriş (trc. Ahmet Arslan), İzmir 1982, s. 116-117; Hüsameddin Erdem, Bir Tanrı-Âlem Münasebeti Olarak Panteizm ve Vahdet-i Vücûd, Ankara 1990, s. 2; Encyclopedia of Philosophy (ed. P. Edwards), New York 1976, II, 326-336; Allen W. Wood, “Deism”, ER, IV, 262-264; G. C. Joyce, “Deism”, ERE, IV, 533-543.

Hüsameddin Erdem

TDV İslam Ansiklopedisi

***

Deizm ve Deistler-3

Deizm, Yaratanın varlığını ve âlemin ilk sebebi olduğunu kabul etmekle birlikte, akla dayalı bir tabii din anlayışı çerçevesinde peygamberliği, ahireti şüphe ile karşılayan veya inkâr eden felsefî ekolün adıdır. Bu düşünceye sahip olanlara da deist denilmektedir.

Konunun anlaşılması için ciddi bir altyapıya ihtiyaç vardır. Bu sebeple konuyu kısa birkaç satırda özetlemek gibi bir imkânımız yoktur. Çünkü, bu konunun anlaşılması, Allah’ı  bütün isim ve sıfatları ile tanımak, bu sıfatların neyi gerekli gördüklerini kavramak, ölümden sonraki hayatın varlığına inanmakla mümkündür. Burada birkaç noktaya işaret etmekle yetineceğiz.

Şimdi birkaç noktaya şöyle işaret edebiliriz:

Her konunun kendine has bir uzmanlık alanı vardır. Uzaktan bakmakla bazen bir yıldız, bir yıldız böceği görülebilir. Konuyu yakından bilmeyen kimselerin bir matematik, kimya, fizik formülünü saçma olarak görmesi normaldir. Semavî dinlerin hikmetlerini yakından bilmeyenlerin de bunların saçma olarak değerlendirmeleri kaçınılmazdır.

Bizzat gözümüzün önünde cereyan eden insanların yaratılması, mevsimlerin değişmesi, gece-gündüzün nöbetleşe yer değiştirmeleri, çekirdeklerin meyve veren ağaçlar olması, bir tane mısırdan bin tane alan mısır başaklarının bitirilmesi gibi binlerce olaylar -birer realite olarak- ortadadır. Bu olayların nasıl meydana geldiğini bilimsel olarak anlayıp kavrayan kaç insan vardır. Özellikle üç yüz yıl önce bunların mahiyetini bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Şu var ki, bu olayların, bu gerçeklerin çoğu insanlar tarafından bilinmemesi, bunların gerçekliğine zerre kadar tesir etmemiş ve bu gerçekler yollarına devam etmişlerdir. Dinî konuların bazı kimseler tarafından anlaşılamaması, akıl erdirilememesi, bu gerçeklerin durumunu değiştirmez.

Her devletin, her saltanatın, her sultanın yurttaşlarını -devlete itaat eden ve isyan edenler- diye ikiye ayırması, adalet ve merhametin bir gereği ve sosyolojik bir zorunluluktur. Çünkü, itaakâr vatandaşlar ile isyankâr vatandaşları aynı kefeye koymak büyük haksızlıktır. İnsanları öldüren bir seri katil ile, öksüzleri, yoksulları doyuran, huzurevleri inşa eden vatansever bir hayır sahibini aynı kefede değerlendirmek ne adalete, ne insanlığa, ne de büyüklüğe sığacak bir tarafı vardır. Din olmazsa, iyi ile kötü insanı birbirinden kim ayıracak? Ahiret hayatı olmazsa, zalime kim ceza verecek, mazlumun hakkını kim alacak?

Her padişahın, her sultanın, her hükümdarın kendine itaat eden, nimetlerine karşı teşekkür eden raiyelerini mükâfatlandırması, memurlarına maaş vermesi, yurttaşlarını himaye etmesi, bunun aksine davranışlarda bulunan canileri, katilleri, zalimleri, hırsızları cezalandırması, onları hapse atması, toplumda anarşinin olmaması, otoritenin sağlanması için elbette çok gereklidir. Mevcut otoritenin masumları himaye etmesi onun şefkat ve merhametinin bir gereği olduğu gibi, zalimleri cezalandırması da bu otoritenin izzet ve haysiyetinin korunmasının gereğidir.

Ezelî sultan, ebedî padişah olan yüce Allah’ın sonsuz merhametini göstermek için mahluklarına bin bir çeşit nimet verdiği gibi, otoritesinin haysiyetini muhafaza etmek için de edepsizlere hakkettiği cezayı vermesi de o kadar önemlidir. Hz. Adem (as)’den beri genel prensip olarak kendisine itaat eden peygamberleri ve onlara iman edenleri koruyup kollayan, onların davalarını üstün kılan, kendisine itaat etmeyen inkârcı nankörleri helak eden Allah’ın bu prensibinin varlığı, dinlerin bir vaka olarak var olduklarını göstermektedir.

Eğer ölüm zalim ile mazlumu eşitliyorsa, katil ile maktulü aynı akıbete yolluyorsa, her ikisi de ölmekle ebedi olarak yok oluyorlarsa, hiçliğe gidiyorlarsa, o zaman dünyada numunelerini dünyada gözle gördüğümüz Allah’ın sonsuz adaletini, merhametini bile bile inkâr etmek gerekir.

Adalet, dengelerin gözetilmesi manasına gelir. Gökleri ve yeri, atomları ve molekülleri, yıldızları  ve sistemleri ve galaksileri harika bir düzen ve denge üzerine kurmakla sonsuz adaletini gösteren Allah’ın, öbür dünya hayatını  yaratmayıp, zalim ile mazlumu aynı kefeye koyması mümkün müdür? Elbette her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğu gibi, ölüm gecesinin de bir mahşer sabahı ve kıyamet kışının da bir haşir baharı olacaktır. Bu da hak dinlerin doğruluğunun en açık kanıtıdır.

Diğer taraftan, kainatın yaratıldıktan sonra kurulmuş bir saat gibi çalıştığını iddia etmek de yersizdir.

Güneşin ışıklarını gösteren bir ayna bu ışıkları sürekli göstermesi için her an güneşin ışığına, ısısına ve renklerine muhtaçtır. Güneş ışıklarını keser kesmez aynanın kendisi karanlığa gömülecektir. Bunun gibi Allah, bizde ve kainatta tecelli eden isimlerini çekse kainat yok olacaktır. Bu nedenle her şey her anında Ona muhtaçtır.

Buna bilimsel bir örnek  olarak kendimizi verebiliriz:

Vücudumuz, bir ilaç gibi bir defa yapılan ve sonra öylece bırakılan bir şey değil, daima yenilenen bir terkiptir. Bir sene boyunca bağırsaklarımızda ölen ortalama toplam hücre ağırlığı 90 kg’dır. Ölen deri hücrelerimizin ağırlığı ise 45 kg’dır. Her gün vücudumuzda 200 milyar alyuvar ölür ve saniyede 10.000 alyuvar yaratılır. Vücudumuz altı ayda bir tamamen yenilenen harika bir terkiptir. İnsandaki bu muazzam derecedeki faaliyetin bir salise bile çekilmesi insan hayatının bitmesi için yeterlidir.

Acaba Allah bu kainatı bir kere yapsın ve bütün işleri şuursuz, kör ve sağır sebeplere havale edip çekilmesi mi daha mantıklıdır.

Yoksa bu kainatı sonsuz gücü ile yaratması ve her an tecelli edip kullarını duyması, görmesi ve cevap vermesi mi yaratılış maksadına daha uygundur. Zaten deizmin yaratılış gayesi konusunda bir fikri olmadığı da bilinmektedir. Örneğin, görmeyen, duymayan, aklı olmayan, bir kimseye bir bisikleti bisikletin bir milini bile yaptırmak bile mümkün değildir. Akıllı olan bir kimse, akılsız, kör ve sağır bir kimseye bu işi yaptırabilir mi?

Aynen öyle de Külli bir Şuur sahibi olan Allah, kainattaki bu muazzam derecede cereyan eden düzeni, akılsız, şuursuz ve kör sebeplere havale eder mi?

Bulutlar, denizler, yıldızlar, balıklar, arılar, ağaçlar, havadaki oksijen dengesi, karbon dengesi vücudumuzdaki bu muazzam sistem ve bunları meydana getiren  atomlar, akılsız, kör ve sağır oldukları halde bu işi nasıl yapabilsinler?

Kısacası, her şeyi her an yaratan, bilen, gören, varlılarına devam ettiren ve devam etmeleri için her türlü ihtiyaçlarını her an karşılayan bir Allah’ı kabul etmemek, bütün bunların akılsız, kör, sağır, merhamet duygusu olmayan sebepler yapıyor anlamına gelir ki; buna şeytan bile inanmaz.

Ayrıca, Kur’an-ı Kerimin Allah kelamı olduğunu ispat eden binlerce delil deizm fikrini çürütür.

Çünkü deizm dinleri kabul etmiyor. 40 yönle mucize olan Kur’an’ın, sadece bir yönü olan gaybdan haber vermesi ile ilgili 100’den fazla delil vardır. Bunların bir kısmını www.seyrangah.tv sitemizdeki Kur’an’ın gaybi haberleri başlığı altında izleyebilirsiniz.

Örneğin, Kur’an, Lut gölünün dünyanın en alçak yeri olduğunu yaklaşık 1400 sene önce söylüyor ve bunu bilim dünyası son yüzyılda teknolojinin gelişmesiyle ancak keşfedebiliyor.

Bunun gibi yüzlerce delil, deizm’i çürütür..

Sonuç:

İslâm’a göre alem­deki kanunilik, Allah’ın isterse değiştire­bileceği “meşîet”inden ibaret olduğu için gerek mikro gerekse makro planda mut­lak olarak Allah’ın yaratıcı gücüne ba­ğımlıdır. Dolayısıyla Allah ile âlem ara­sındaki yaratan-yaratılan ilişkisi, deiz­min bir defa olup bitmiş ve artık söz ko­nusu edilmemesi gereken bir yaratan-yaratılan ilişkisi değildir.

Allah’ı âlemden ve insandan uzaklaştıran yanlış bir aşkınlık anlayışına sahip deist iddianın ak­sine Allah “yerin ve göklerin nurudur” (Nür 24/35) ve İnsana “şah damarın­dan daha yakındır”. (Kaf 50/16)

Sorularlaislamiyet

***

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
İhya’dan İfsad’a Hazin Bir Öykü; İslâm Modernizmi

İHYA’DAN İFSAD’A HAZİN BİR ÖYKÜ; İSLÂM MODERNİZMİ Yazar: Ahmet İNAL A- Tarihi Arka Plan Ağır …

Kapat