Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Dil, Millet ve Milliyet İlişkisi

Dil, Millet ve Milliyet İlişkisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Yazar: Faruk Soylu

Dil ile Toplumun Etkileşimi

Dil, ister doğrudan ister tercümanı olduğu kültür vasıtasıyla o dili konuşan toplumu ve milleti etkiler ve şekillendirir.

Dili oluşturan önemli katmanlardan biri kelimeler, kavramlar, deyim ve sözlerdir. (Güzel sözler, vecizeler, atasözleri, darb-ı meseller, vb.)

Dil, insanların ruh, düşünce, duygu dünyalarının oluşumunu derinden etkiler ve hatta belli tarzlarda teşekkülünü sağlar.

Dinin emirlerine, Rıza-yı İlâhiye, Sünnet-i Seniyeye, Kur’ân ahlâkına uygun ve uyumlu tarzda kavramlar dünyası oluşturmuş bir dilin, o dili konuşan bireyler ve toplumun terbiyesi ve eğitimi üzerinde son derece müsbet bir etki bırakacağı ortadadır.

Dil, dinden ve kültürden aldığı rengi ve ışığı, dili konuşanların zihin ve kalp dünyasına yansıtır. Akıl duygu ve lâtifelerini aydınlatır ve renklendirir. Onlara estetiklik kazandırır.

Meselâ Kürtçede halkın dilinde en yaygın teşekkür biçimi “Xudê jı tere razi be” (Allah senden razı olsun) olduğu halde biraz Türkçenin etkisi daha çok son çeyrek yüzyılda uygulama sahnesine konan “Kürtleri ve Kürtçeyi dünyevileştirme” projesinin sonucu olarak;

“Tı sağ bi” (sağ olasın) ya da “Canê te sağ be” (Canın sağ olsun) özellikle de “sipas dıkım” (Teşekkür ederim) gibi teşekkür biçimleri yaygınlaşmıştır.

İlki tamamen İslâmî ve uhrevî bir bilinci ve bakış açısını yansıtırken sonraki ifadeler lâdinî ve dünyevî (seküler) bir yaklaşım sergilemektedir.

Başka bir misal: Kahramanlığı, cesareti, mertliği, dürüstlüğü ders veren deyim ve sözler bakımından zengin bir dili konuşan bir milletin fertlerinin kahramanlık ve cesareti ile öne çıkması kaçınılmazdır. Tam aksine korkaklığı, sıvışmayı, hileyi, sahtekârlığı, yalancılığı, pısırıklığı maharet sayan bir dizi deyim ve atasözleriyle dolu bir dili konuşan bir toplumun cesur, mert, dürüst ve ahlaklı olması beklenemez.

Dil ile din ve kültür arasındaki bu kuvvetli bağa ve dilin insanın eğitimi üzerindeki önemine Bediüzzaman Said Nursi tarafından da dikkat çekilmektedir.

Müslüman memleketlerde ezan ve kamet gibi şeair-i İslâmiyenin anlaşılması için Arapçadan başka dillere tercüme edilmesine ihtiyaç olmadığını izah ederken, Said Nursi “Istılahat-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimat-ı mukaddesenin mefahimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit”1 olduğundan söz eder. Bu muhit, dinî sembollerin ihtiva ettiği dinî terimlerin anlamlarını ve “Sübhanallah ve Elhamdülillah ve Lâ ilahe İllallah ve Allahü Ekber gibi” mukaddes kelimelerin anlaşılmasını insana hal diliyle telkin eder ve hatırlatır. Mukaddes kelimeleri anlayabilme bahanesiyle mukaddes lafızların terk edilemeyeceği söylenir. [1]

Çevrenin insan üzerinde etkili olmasını sağlayan en önemli vasıtanın dilin iletişim gücü olduğu şu sözlerle daha da açıklığa kavuşur.

An’ane-i İslâmiye ve İslâmî tarih ve umum şeair-i İslâmiye ve umum erkân-ı İslâmiyete ait muhaverat-ı ehl-i İslâm, o kelimat-ı mukaddesenin mücmel meallerini, mütemadiyen ehl-i imana telkin ediyorlar. [2]

Said Nursî toplumun bireyleri arasında gerçekleşen yazılı ve sözlü her türlü iletişim hareketi yoluyla İslâmî gelenek ve göreneklerin, İslâm tarihinin ve İslâmî sembollerin insanlara dinî terimlerin ve mukaddes kelimelerin kısa mânâlarını telkin ettiğini, ders verdiğini ve eğittiğini dile getirir. Başka bir ifadeyle vahye dayanan İslâm dininin esasları çerçevesinde İslâm milletlerinin tarihî süreç içerisinde geliştirdiği ilim, sanat, teknoloji, iktisat, vb, alanlarda her türlü unsurlarıyla yaşama biçimi İslâmî kültürü oluştururken bu kültür yeni nesillere dilin taşıyıcı rolü sayesinde aktarılmakta ve kültürel eğitim gerçekleşmektedir. Said Nursî’ye göre canlı ve dinamik olan dil ve iletişim kanalları dışında bu kültürel aktarımı sağlayan başka unsurlar da mevcuttur.

Hattâ şu memleketin maabid ve medaris-i diniyesinden başka makberistanın mezar taşları dahi, birer telkin edici, birer muallim hükmündedir ki; o maânî-i mukaddeseyi, ehl-i imana ihtar ediyorlar. [3]

İslâm ülkelerinde dinî eğitim ve telkinin yapıldığı ibadethaneler ve eğitim kurumlarının yanı sıra kabristanlardaki mezar taşları bile şekil ve biçimleri ile yazı ve mesajları ile İslâm kültürünü hal dili denilen vasıtayla müminlere öğretmektedir.

Said Nursi, İslâm’ın mukaddes lafızlarını içeren din terminolojisinin insanları eğiten normal bir vasıta olmanın ötesinde bir anlam kazandığını da vurgulamaktadır.

Elfaz-ı Kur’âniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lâfızları camid libas değil; cesedin hayatdar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cild olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cild değişse, vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mânâ-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez. [4]

Bediüzzaman bu din dilinin zamanın geçmesiyle Kur’ân ve Sünnetin müminlere ulaştırdığı mukaddes mesaj ve değerlerin oluşturduğu bir bedeni örten elbise olmanın ötesinde adeta canlı cildi rolünü kazandığını ve İslâm kültüründe birlikte anıla geldikleri mânâların ve değerlerin alemleri ve ünvanları haline geldiğini söylemektedir. Bu cilt ve ünvanları olduğu gibi korumak o kadar önemlidir ki, bu lafızları değiştirmek İslâm bedeninin ve kültürünün özüne büyük zarar verecektir.

Ezan gibi ve namazın tesbihatı gibi ve her vakit tekrar edilen Fatiha ve Sure-i İhlâs gibi hakaikleri, başka lisan ile ifade etmek çok zararlıdır. Çünki menba’-ı daimî olan elfaz-ı İlâhiye ve Nebeviye kaybolduktan sonra, o daimî letaifin daimî hisseleri de kaybolur. Hem her harfin lâakal on sevabı zayi’ olması ve huzur-u daimî, bütün namazda herkes için devam etmediğinden; gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabiratı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur. [5]

Mukaddes kelimelerin aslı vahiy olduğundan onların vahyin zarfı olan Arapça lisanında ifade edilmiş olmaları müminler için sevap ve mânâ bakımlarından daimî olarak istifade kaynağıdır. Bu mukaddes kelimelerin başka dillerde insanî tabirlerle ifade edilmeleri hem sevap yönüyle istifadenin kaybolmasına, hem de sağladıkları huzur-u daimînin yok oluşuna ve ruhun gafletli bir karanlığa düşmesine yol açar.

İslâm dininin, kültürünün ve hatta bir bakıma medeniyetinin sembolleri ve isimleri olan bu mukaddes kelimelere Bediüzzaman ‘Istılâhat-ı şer’iye’ ‘elfaz-ı Kur’âniye’, ‘tesbihat-ı Nebeviye’ demektedir. Bu mukaddes kelimelerin neler olduğuna gelince, Lâ ilâhe illallah, Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahuekber gibi çoğu ‘ezan, kamet, namaz ve namaz tesbihatında geçen’ kelimeler ile ‘her vakit tekrar edilen Fatiha ve Sure-i İhlas gibi hakaikler’ olduğunu ifade etmektedir. [6] Bu iki sûre ve teşehhütte geçen hakikatlerden bir kısmının Bismillah, Elhamdulillah ve Eşhedü en lâ ilâhe illallah’taki Tevhid hakikatleri ve Er-Rahman, Er-Rahim, Rabb-ül Âlemîn, Mâlik-i Yevmiddin, Ehad, Samed gibi esma-i İlâhiye olduğu söylenebilir. [7]

İslâm milletlerinin Kur’ân’da ve Hz. Peygamber’in sözlerinde geçen ve dinin hem zaruriyatının ve hem de nazariyatının esaslarını ifade eden dinî terminolojiyi ve mübarek kelimeleri mukaddes kaynaklarda geçtiği şekliyle kendi lisanlarına alıp kullandığı ve bütün İslâm milletlerinin farklı lisanlarında ortak yönü oluşturan bu terimlere “din dili” denilebilir. Bu din dili Müslümanların hayata, eşyaya ve kâinata bakışlarının temelini oluşturduğu gibi İslâm milletlerinin benzer tarzda düşünme ve hissetmelerini sağlayarak ortak bir algılama ve tefekkür dünyası oluşturmalarına zemin hazırlar ve onların uhuvvetini kuvvetlendirir. Ayrıca bu din dili Müslüman milletlerin aralarında kolayca anlaşmalarını sağlayarak onları ittihada götüren birleştirici kuvvetli bir bağ olur.

Din dili, dil de insan ve toplumu etkiler. Kısaca dil etkili bir vasıtadır. Dilin insanı nasıl etkilediğini anlamak için dil ve düşünce ikilisinin arasındaki ilişkiye bakmakta yarar vardır.

Dil ve Düşünce İlişkisi

Dil ve düşünce melekesi birbirinden ayrılamaz yapışık ikizler gibidir. Modern dilbilimin kurucusu sayılan Saussure’un deyimiyle “bir madalyonun iki yüzü” gibidirler. Biri, diğeri olmadan var olamaz, gelişemez. Küçük yaştan itibaren insanlardan ayrı düşmüş ve ayrı büyümüş insanların düşünce dünyasının da şekilsiz, belirsiz, düzenden uzak, karmakarışık olacağını söyleyebiliriz. Duygular, düşünceler, istek ve arzular iç içe, şekilsiz ve belirsizdir. Ancak dil ve dilin unsurları bunları ayırır, belirgin hale getirir, şekillendirir ve olgunlaştırır. Demek dil ve düşüncenin fertte gelişimi birlikte olduğu gibi toplumda da “ortak anlaşma sistemi” olan dil ile “ortak düşünce, duygu, görüş ve davranış kalıpları” olan kültür birbiriyle yakından ilişkilidir ve birbirlerini etkilerler.

İslâmiyet potasında şekillenmiş kavramlar ağını kurmuş olan bir Osmanlı Türkçesi, Osmanlı toplumunu yüzyıllar boyu eğitmiş ve terbiye etmiştir. Ancak gelişim kaynağı olan İslâm kültürünün pınarları hurafelerle bulanıklaştıktan ve tembellikle kurumaya yüz tuttuktan sonra Osmanlı toplumu Kur’ân ve İslâm hakikatlarından uzaklaşmıştır.

Cumhuriyet döneminde Batılı ve modern anlamda bir ulus (nation) inşa etmeye sıra geldiğinde en önce dile el atılmış ve dinî kültürü oluşturan unsurlar “dilde basitleştirme, durulaştırma” adı altında dilden atılmaya çalışılmıştır. Laik bir hayat anlayışı ile birlikte dilde de bir dünyevileştirme dalgası oluşturulmuştur. Maalesef dünyevileştirilmiş bu dille bir yüzyıla yakın bir süredir okullarımızda resmî eğitim ve öğretim gören insanımız ve genç nesillerimiz bu seküler dil aracılığıyla seküler bir düşünce potasında şekillendirilmeye çalışılmıştır.

Bu sebeple Bediüzzaman Cumhuriyet döneminde yapılan devrimlerin bir maksadının, milletin İslâmiyet’le bağlarını koparmak olduğunu bildiğinden bu hedefe yönelik en önemli adımlardan birisi olan harf devriminin tahribatını tamir için millet efradının İslâmî geçmişleriyle bağlarını korumak üzere Risale-i Nur eserlerini Osmanlıca hatla yazıyor. Buna gerekçe olarak da: “Risale-i Nur’un mühim bir vazifesi, âlem-i İslâm’ın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmek olduğunu” söylüyor. Bir başka ifade ile dilin ve medeniyetin en önemli muhafaza formlarından biri olan yazı veya alfabe ile diğer Müslüman milletlerle olan ortak yönleri muhafaza etmek ve iletişimi korumak ve milletin İslâm kültürü ile olan köprüsünü sağlam tutmak istiyor.

Yine aynı maksatlar için Risale-i Nur eserlerinde kullanılan dilin biçim ve üslûbunun bu vazifeyi görecek bir biçimde seçildiğini görmekteyiz. Risale-i Nur’un dili on dört asırlık İslâm medeniyetinin Kur’ân ve sünnetten beslenen kültür ve din dilini; kavramlar dünyasını; hayata, dünyaya ve eşyaya mana-yı harfiyle yani Allah ve ahiret hesabına bakma alışkanlığını bu milletin evlâtlarına kazandırmaktadır. Bu sebeple Risale-i Nur’un dilini değiştirmek, sadeleştirme maksadıyla bu eserlerdeki kelimeler ve üslûpla oynamak bu maksatlara aykırı düşmektedir.

Dilin Millet Kavramındaki Yeri

Dil, fertlerin ve toplumun önceki kuşaklardan devraldığı, ferdî ve toplumsal hayatla iç içe olan bir hadisedir. Dil insanı çevre, dünya, evren ve evrenselle, daha da önemlisi evren üstü ilâhî gerçeklikle muhatap kılan bir hadise olmasına rağmen, dilin yerelleştiren, ayrıştıran bir yönü de vardır.

Avrupa’nın Fransız devrimi sonrasında iki yüz yıllık ve dünyanın yüz yıllık tarihî gelişiminde, dilin, maalesef insanlığı yerelleştiren, bakışını daraltan, ayrıştıran, parçalayan bir etkisi genel olarak görülmüştür. Yani dil; etnik kimliği pekiştiren, bir milliyete aidiyeti ön plana çıkaran bir biçimde ele alınmıştır. Dil, milliyetçiliğe, etnik ayırımcılığa ve insanlık kümelerini küçültüp ayrıştıran bir harekete hizmet ettirilmiştir. Fakat meydana gelen iki dehşetli dünya savaşı bu ayrımcılığın dehşetini ortaya çıkarınca Avrupa, bütünleşmeye gitmiş, hoşgörü içinde çok-dillilik ve çok kültürlülük politikalarını yeniden benimsemek zorunda kalmıştır.

Oysa dilin varlık sebebi ve hikmeti Kur’ânî bir çerçevede ayrıştırıcı ve ayırımcı değil, tam tersine bütünleştirici ve kaynaştırıcı olmaya yöneliktir. Âyet-i Kerime “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Suresi, 49:13) demek suretiyle insanlıkla birlikte dillerin de tek bir kaynaktan türediğini nazara vermekte, ama çokluk içinde bile birbirinin varlığını inkârı değil, hoşgörü içinde kabul etmeyi tavsiye etmektedir.

Kur’ân ve İslâm medeniyetinde insanlık kümelerinin ortak paydası, özellikleri somut bağlardan ziyade, soyut, evrensel değerlerdir. Kur’ân-ı Kerim’de “Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın.” (Maide, 5:48)

“Şüphesiz bu (İslâm), tek ümmet (din) olarak sizin ümmetiniz (dininiz)dir. Ben de Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin.” (Enbiya, 21:92)

Hak dine inananlara ümmet dendiği gibi batıl din mensuplarına da ümmet denilmektedir. [9] Ayrıca müminler içinde belli niteliklere sahip olan bir gruba, meselâ insanları hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden belli bir mümin grubuna da ümmet denilmiştir. [10] Bu mânâda insanları ümmet yapan ortak değer imân ve İslâm’dır. Yüce Allah, Müslüman ümmeti, [11] Allah’a ve ahiret gününe imân eden, [12] doğru ve adil (kaime), [13] mu’tedil (mukteside), [14]imân edip iyilik yapan, iyi davranan ve Allah’ı görüyormuş gibi ibadet eden (muhsin), [15] insanları hakka ileten ve hakla hükmeden, [16] iyiliği emredip kötülüğü nehyeden ve hayırda yarışan, [17] vb vasıflarla nitelendirmiştir. [18]

Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerim’de bütün müminler bir ümmet olarak ele alınır. Bu milletin ortak paydası renk, dil, cinsiyet, etnik ortaklıklar değildir. Kur’ân medeniyetinde gerekse fert olarak insanın ve gerekse topluluk olarak insanlığın hedefi; başta irade, düşünce, vicdan ve verilmiş olan diğer duygu ve istidatların ilâhî yaratılış amaçları doğrultusunda çaba göstererek yüce kazanımlar elde edilmesidir. Bu kazanımlar yukarda da ifade edildiği gibi iman, ibadet, adalet, cihat, salih amel, takva, ihlas ve tefekkür gibi yüce değerlerdir. Bu yüce değerlere sahip insanlar bir ümmeti yani bir milleti oluşturur.

Bediüzzaman Said Nursi de millet kavramının temeline İslamiyet’i oturtur. “Milletimiz yalnız İslamiyet’tir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatli revabıt ve milliyetleri İslâmiyet’ten başka bir şey değildir.”, [19] “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’ân ve imandır.” [20] Böylece Bediüzzaman bütün Müslüman topluluklarının oluşturduğu ve İslâmiyet, Kur’ân ve imanla kemale eren bu ana topluluğa millet demektedir. Daha dar anlamdaki “müsbet milliyet” fikrini de tamamen reddetmez:

Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur. Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. [21]

Doğuştan, çevreden, toplumdan edindiğimiz biyolojik, genetik ve sosyolojik özellikler gibi somut değerlerin oluşturduğu milliyet kavramı bu İslâmî ruhun yerine geçemez, belki bu ruha destek ve kuvvet verebilir. Diğer bir deyimle dil, etnik unsuriyet ve aynı topraklarda, aynı devlette ve vatanda yaşamanın getirdiği birliktelikler, ruhunu İslâmiyet’in oluşturduğu millet kavramının ancak koruyuculuğunu üstlenebilir; onun yerine geçemez. Birlikte kuvvetli bir milleti oluştururlar.

Yine Bediüzzaman milleti oluşturan unsurları ele alırken bu hususu tekrar vurgular ve milleti tarif ederken, “Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir” [22] demektedir.

Bu açıklamadan millet ve milliyet kavramlarının tek bir biçiminin ve tarifinin olamayacağını anlıyoruz. Dünya tarihinde milletlerin ve milliyetlerin oluşumlarına ihtiva ettikleri unsurlar olan dil, din, vatan, devlet ve benzeri özelliklere göz gezdirdiğimizde Bediüzzaman’ın bu konuda ne kadar haklı olduğunu görürüz.

Sonuçlar

Bir dil ister doğrudan doğruya alt unsurlarıyla ister tercümanı olduğu kültür vasıtasıyla o dili konuşan toplumu ve milleti etkiler ve şekillendirir.

Bir dil, onu konuşan insanların duygu, düşünce ve ruh dünyalarının oluşumunu ve gelişimini de derin etkiler.

Dilin ise gelişimine en büyük katkıyı veren kurumlardan biri dindir. İslam dini vahyin geldiği Arap dilinde büyük değişikler meydana getirmiş ve müminler Kur’an’a uygun hayat tarzlarını, hayata ve kâinata bakış tarzlarını konuştukları dile yani Arapçaya yansıtmışlardır. Zamanla Arapçada oluşan bu İslami dil İslam’a giren diğer milletlerin de dillerine geçmiş ve İslam milletlerinin ortak kültür unsurlarından biri haline gelmiştir.

Dil ile din arasındaki kuvvetli bağın ve dilin insan eğitimi üzerindeki etkisinin farkında olan Bediüzzaman Said Nursi, bu sebeple Müslüman memleketlerde ezan ve kamet gibi şeair-i İslâmiyenin anlaşılması için Arapçadan başka dillere tercüme edilmesine ihtiyaç olmadığını ifade eder, çünkü bu mukaddes mânâları telkin eden bir muhit olduğuna inanır.

Bu muhite bu gücü sağlayan en önemli vasıta dilin iletişim gücüdür. Said Nursî toplumun bireyleri arasında gerçekleşen yazılı ve sözlü her türlü iletişim hareketi yoluyla İslâmî gelenek ve göreneklerin, İslâm tarihinin ve İslâmî sembollerin insanlara dinî terimlerin ve mukaddes kelimelerin kısa mânâlarını telkin ettiğini, ders verdiğini ve eğittiğini dile getirir.

Mukaddes kelimelerin aslı vahiy olduğundan onların vahyin zarfı olan Arapça lisanında ifade edilmiş olmaları müminler için sevap ve mânâ bakımlarından daimî olarak istifade kaynağıdır.

İslâm milletlerinin Kur’ân’da ve Hz. Peygamber’in sözlerinden alınan ve bütün İslâm milletlerinin farklı lisanlarında ortak yönü oluşturan bu “din dili” Müslümanların hayata, eşyaya ve kâinata benzer bakışlarının temelini oluşturur. Böylece İslâm milletlerinin benzer tarzda düşünme ve hissetmelerini sağlayarak onların uhuvvetini kuvvetlendirir ve aralarında kolayca anlaşmalarını sağlayarak onları ittihada götüren birleştirici kuvvetli bir bağ olur.

Aynı sebeple Bediüzzaman, harf devriminin tahribatını tamir için millet efradının İslâmî geçmişle bağını korumak üzere Risale-i Nur eserlerini Osmanlıca hatla yazar ve böylece diğer Müslüman milletlerle ortak yönleri muhafaza etmek, onlarla iletişimi korumak ve milletin İslâm kültürü ile olan köprüsünü sağlam tutmak ister. Buradan yola çıkarak Bediüzzaman, on dört asırdır Kur’ân ve sünnetten beslenen kültür ve din dilini Risale-i Nur eserlerinde kullanarak bu milletin evlâtlarına kazandırmaktadır. Bu sebeple Risale-i Nur’un dilini değiştirmek, sadeleştirme maksadıyla bu eserlerdeki kelimeler ve üslûpla oynamak bu maksatlara aykırı düşmektedir.

Dilin millet kavramındaki rolüne bakıldığında toplumu birleştiren, bir etkisi olduğu gibi yerelleştiren, ayrıştıran bir yönü de vardır. İslâmiyet Müslümanlar arasında çok-dilliliğe hoşgörü içinde bakar. Çünkü dilin varlık sebebi ayrıştırıcı ve ayırımcı olmak değil, tam tersine bütünleştirici ve kaynaştırıcı olmaktır.

Dipnotlar:

[1] Nursi B, S, (2007) Mektubat: Yirmi Dokuzuncu Mektup, Yedinci Kısım. S. 734

[2] A.g.e., S. 734

[3] A.g.e., S. 734

[4] A.g.e. s. 569

[5] A.g.e. s.570

[6] A.g.e. s.570

[7] Sırasıyla 8. Şua; Emirdağ Lahikası-II s.190; 9. Söz; (15. Şua)

[8] Emirdağ Lahikası-I s.82

[9] (Enbiyâ, 21/92), (Zuhruf, 43/22)

[10] (A’râf, 7/181, Âl-i İmrân, 3/104, 110; Bakara, 2/143)

[11] (Bakara, 2/128)

[12] (Bakara, 2/143)

[13] (Âl-i İmrân, 3/113)

[14] (Mâide, 5/66)

[15] (Saffât, 37/113)

[16] (A’râf, 7/181)

[17] (Âl-i İmrân, 3/104, 110, 113)

[18] http://www.diyanet.gov.tr/yayin/basiliyayin/ydinikavramlaryazdir.asp?id=1948

[19] Hutbe-i Şamiye

[20] Münazarat

[21] Mektubat: 26. Mektup, 3. Mebhas

Kaynak: Köprü Dergisi, Yaz 2013   [ 123. Sayı ]

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri)

Dâru’s-Siyâdeler (Seyyidlik Evleri) Doç. Dr. Murat Sarıcık   “Dâru’s-Siyade”, “Nakîbu’l-Eşrâflar”(1) ve Seyyidler için, ilk kez …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Kastamonu Basınında Demokrat Parti 1946 – 1960

KASTAMONU BASININDA DEMOKRAT PARTİ 1946–1960 Yazar: Hakan YILMAZ Yüksek Lisans Tezi, Tarih Ana Bilim Dalı …

Kapat