Erzurum’da lise talebesiydim, Şener Abi’nin Taşmağazalar’da güzel bir dershanesinde kalıyoruz, yanımızda lise öğrencileri var, rüya gibi yıllardı, sevgi muhabbet, okumak, hoca efendinin rahlesinde dinlemek, başka iklimlere açılmak, sonra eve dönmek. Aynı yerde İsmet Hasenekoğlu subaylık yapıyordu, o da bizimle kalıyordu. Güzel yemekler yapardı Hasenekoğlu, özel bir adamdı. Yanında yine bir yedeksubaylık yapan vardı, şimdi ismini hatırlamıyorum. İstanbul’un rahlesinden Erzurum’a huruc etmiş, nurani insanlardı. Bir gün o dershaneye uzun boylu, gayet yakışıklı bir insan geldi, nadir bir fiziği vardı, konuşması ve gülüşleri çok etkileyiciydi. Hep kitap okutur dinlerdi.
Maraşal Çakmak Hastahanesinde doktorluk yapıyordu, o dönem tuttuklarını işinden gücünden etmek modaydı, Akay Abi de Erzurum’a sürgün edilmişti. Bir gün dahi içinde bulunduğu durumdan şikayet ettiğini görmedim, neşesinde, tavrında hiç değişiklik yoktu. Asalet zulme özellikle dostların zulmüne bir şey yokmuş gibi davranmak demekmiş. Bu yüzden birisi “Ben düşmanlarımla mücadele ederim, Allah’ım sen beni dostlarımdan koru” demiş, ne kadar isabetli.
Akay Abi’yi daha sonra Rize’de gördüm, Rize’de doktorluk yapıyordu. Ben de kitap okumak için o nemli şehire gitmiştim, Yunus Abi konuştuğunda akide döken bir insandı, ne kadar Allah’a bağlı, dine bağlı bir itikadı vardı. Yunus Abi’nin bir de babası vardı, o da ondan geri kalmaz bir beydi. Hepsi Bediüzzaman vadisinde at koşturuyor, sonra da Rize tarlalarına tohum atıyorlardı. Hacı Musa Güngör nasılsa Rize’ye gelmiş, Yunus abi onun telkinlerinden güneşi yakalamış, onun muhibbanı idi. Çok zengindiler, çay ekiyorlar satıyorlar, sonra babası izmir’de mandaline üretiyormuş.
Akay Abi’nin kaldığı bir ev vardı, oraya gider ona hizmet eder, birlikte kitap okurduk. Ne zarif adamdı, tip değildi bizim gibi, bir karakterdi. Rize’den bazan Yunus Abi’nin kullandığı bir arabayla Trabzon’a giderdik, orada ders okur, mütalaa ederdik. Trabzon’da Matbaacı yine asalet abidesi bir beyefendi vardı, bazan ona uğrardık, iki büyük adam konuşurlardı. Sonra Trabzon’dan Rize’ye neşeyle uhrevi bir sükunet içinde dönerdik.
Akay Abi’nin Rize’de dindar bir doktor olduğu için nüfuzu vardı, o zaman bir siyasi parti onu kendi düşüncesinde olduğu imajını vermek için kirli komplolar düzenliyordu, o onlara hiç itibar etmedi, siyaset bulutlarla kargalar gibi dolaşmaktı. Ne hikmetse siyasetle uğraşanlar nuraniyetini kaybediyor, o menhus şeyde böyle yön var.
Bir gün de Balıkesir’e gitmiştim, orada Akay Abi’yi ziyaret ettim, yaşlanmış ama simasının vech-i nuranisi iyice artmıştı. “Abi çoluk çocuktan ne haber” “Çoluk var da çocuk yok “ dedi.
RİNDLERİN AKŞAMI
Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.
Büyük şairin hissettikleri ile gidenin arkasından bakalım. Yine onun
Sessiz Gemi, şiirini duyalım;
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.
Ölümle ilgili bir metin aradım birden Münacaat’ın sonundaki dua geldi onu yazdım.
Ya Rabbî ve Ya Rabb’es-semâvât-ı ve’l-aradîn.Ya Hâlikî ve Ya Hâlik-ı külli şey. Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla
ve bütün mahlûkâtı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle ve matlubumu bana musahhar kıl. Kur’ana ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a musahhar yap.
Ve bana ve ihvanıma, iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver.
Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a denizi
ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a ateşi
ve Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a dağı, demiri
ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a cinni ve insi
ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Şems ve Kamer’i teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları musahhar kıl. Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennet-ül Firdevs’te mes’ud kıl.
Amin, Amin, Amin
Ve bir hülasa-yı hayat
On Birinci Kelime: وَ اِلَيْهِ الْمَصٖيرُ Yani, ticaret ve memuriyet için mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelal’ine dönecekler ve Mevla-yı Kerîm’lerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkide huzur-u kibriyaya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesaitin karanlık perdelerinden kurtulup Rabb-i Rahîm’lerine makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya herkes, kendi Hâlık’ı ve Mabud’u ve Rabb’i ve Seyyid’i ve Mâlik’i kim olduğunu bilecek ve bulacaklar. İşte şu kelime bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki:
Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mesudane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatının ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptela ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi ve bütün cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mabud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan cennete çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.
Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki: Ey insan! Fenaya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenaya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakiki’nin tarafına gidiyorsunuz ve Sultan-ı Ezelî’nin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.
- Çanakkale Şehitlerine - 18 Mart 2023
- 12 Mart Erzurum’un Düşman İşgalinden Kurtuluşu ve İstiklâl Marşı - 11 Mart 2023
- Mustafa Kavurmacı ile İlgili Bir Hatıra - 20 Kasım 2022
- Zafer Ayı Ağustos - 28 Ağustos 2022
- Kırkıncı Hoca, Hikmet Parıltıları - 22 Temmuz 2022
- Orhan Pamuk Maceram - 28 Ocak 2022
- Bir Yayıncıdan Rica - 3 Kasım 2021
- Resim ve Heykel Sanatı ve Denizli - 25 Ekim 2021
- Türkiye’nin Romanı Olarak Gün Doğmadan.. - 20 Ekim 2021
- Henri Troyat ve Lev Tolstoy Biyografisi - 9 Eylül 2021