Ana Sayfa / Yazarlar / Dönüş’ten Diriliş’e / M. Nuri BİNGÖL

Dönüş’ten Diriliş’e / M. Nuri BİNGÖL

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.
 – İki 15 Temmuz Gazisinin Yaşanmış Hikâyesi- 
       Buralarda hava neden böyledir? Neden böyle sarımsı, mor ve gri bulutlar yere neden böyle yakındır? Yerçekimi mi daha kuvvetli; is, pas ve buhar daha mı ağırdır yoksa; insan anlayamaz ki sebebi, şaşar kalır sadece. Ve dalar uzaklara, hayal ötesi gibi gelen hâtıralara. O efsunlu, garip, acı ve sırıtkan günlere; zaman hattındaki siyah kara noktalara takılır kalır. 
       Acaba “O”  buradan mı girmiştir şehre? Belki onun da yolculuğu trenle olmuştur. 
      Uzun “ çufçuflar” şimdi olduğu gibi, o an da tıkanmıştır belki, tam şimdiki gibi düdük öttürmüştür kesik kesik. Hayatı tam burada bir “şimendifer” yolculuğuna, dünyanın geçip gittikten sonra “binler elem” bırakan zevklerini ele batıp kanatan dikenlerine benzetmiştir bir ihtimâl. 
     Sakarya’ya giden, Dumlupınar’a yetişen ordulara buradan mı erzak yollanmış; buradan mı takviye gitmiştir? Belki, belki ama böyle olduğuna inanamaz, inanmak istemez insan. 
       Kaç gelişinde de böyle bilmiş bunu, böyle görüp, böyle olduğunu  – tekrar tekrar – idrâk etmiştir. Belki, belki ama inanamaz insan, inanmak da istemez! 
        “Zorla mı…” 
        Seni kurarken övünüyorlardı değil mi? “Mâbedsiz şehir…” çığırtkanlığı, toprağın kalbinde yatan er oğlu erleri kimbilir nasıl da rahatsız etmişti. Ve çiçeklerin, dikenlerin; ağaçların, kavakların; kurt, kuş böceklerin; kelebek, arı ve çimenlerin, kimbilir nasıl feryat etmişlerdir? Belki de beddua etmişlerdir.  
       Acaba onun için mi, onun için mi böylesin; kısık nefesli, kesik görüşlü insanlar ülkesisin? “En kara” ruh hâllerine atan, melankoliler kuran kimliğin, kişilerin yüreğine inip duran paslı göklerin, acaba onların mı eseri? Kimbilir, kimler bilir… 
        Kompartıman penceresine dayanmış dışarıyı seyrederken sanki asırlar ötesinden geliveren  esintilerle ürperiyor gibidir. Az ötede bir kaç kavağın nazlı dikliği, daha berideki at arabası, sağda saman yığını.  
       …Sonra gecekondular, kulubeler. Nasıl da tezatlar içindesin! 
        Birbirine karışmış demiryolu rayları; kenarda üç beş fabrika, üç beş atelye… Yavaştan yavaştan apartman silüetleri; boğuk ve soğuk medeniyet döküntüleri. 
        Yüreğindeki şevkle bitişik  eziklikle, itilmişlik hissini havanın pelte gibi ağır, baygın ve mayhoş hâlinden kaptı belki de; yoksa şehrin o bilinen karadelikler gibi hamiyetleri, ümitleri, türlü tezahürleri emen geçmişinden emanet mi aldı? Ayırdedilmesi müşkül vaziyet. 
       Bütün yolcular gibi o da hedefine varmak üzeredir; devamlı değişen, bir panorama keyfiyeti gösteren kompartıman pencerelerindeki tablo, bunu daha iyi anlatıyor.  
      Ayağa kalktı, eşyalarını, zihnindeki ağırlığın aksi tavırlarla indirdi, yolculuk bitimine hazırladı onları. Pencere dışarısına daldı yine; kulağında dokunanlar, bu sefer, bir takım sesler; aksisedâ gibi vurucu hem de… 
    -Niye böyle karamsarsın? 
   – Sana ne? 
      – Şu güzelliklere baksana bir! 
      – Senden sorulmaz… 
      – Bak, gün başlıyor, güneş doğuyor. Gümüş renkli gökyüzü pembeye kayıyor. Sonra da pırıl pırıl maviye… 
     -Şâir gibi konuşuyorsun ama… 
      – Yahu, hüsn-ü zan… 
      – Suizan eden kim? 
      – Gerçek filan diyorsun da. 
     – Gerçekse gerçek, değilse değil. 
     – Ya şu diriliş ve doğuşlar?.. 
      –  Kabuuul… 
      – Neden öyleyse? 
      – Neden mi? 
      Sesler gitgide boğuldu, ardından siliniverdi. Yolcu kısa, bir anlık uykusundan silkinip derin derin nefeslendi. Düdük kısa aralıklarla, kimine müjdeli, kimine hüzünlü hislerle seslenmeye durdu. Bir serçe etrafa serpilen kargaşa arasında, onlarla yarışa kalktı ama kaybetti. Koşuşan, çevreyi telâşa veren insanlar, hareketli bir araç seli. 
     Ve.. varış! Yeniden başlayış gibi bir sarsıntı; yere mıhlanan zemin değil, kendileriydi. 
            “Şûra Âyeti” altındaki o insanlar da,  böyle doğuş müjdeleri duya duya mı varmışlardı buraya? O mânanın gücüyle, koca bir milletin ikbâl kilidine anahtar olmayı mı kurmuşlardı veya bu yolda, hiç olmazsa ölmeyi mi? Çöllerde sürünmeyi;  kumda oynamayı mı, ordan oraya sürülmeyi mi, ömrü boyunca “Kadifekale”ye hasret duymayı mı? 
        Eşyalarını alıp iniyor. Mahmur insanlar, dalgın gözler, uyuşuk zihinler. Gülüşler bile zorakî, nezaketler dahi sahte,  yahud ona öyle gelmekte. Ayakları direnmeye kalkıyor birden; uykusuzluk, yol yorgunluğu?  Hayır, hiç birinden değil, gidip gitmeme tereddüdünden. 
      Havanın is ve pasına belenmiş hislerle benliği çevrelenmeye başlanmış gibidir. Yola çıkarken, içi bir bahar sabahının ışıltılarıyla dolu doluydu oysa; kucak kucak ümit, sepet sepet iştiyak her tarafını kuşatmıştı. Öyleyse nedendi bu bezginlik? 
       Tedirginliği  yenilinceye kadar taksi çağıramadı; ondan sonra, ancak… Şoföre gideceği semti söyledikten sonra, kendini düşünceye kaptırdı. 
       Kırılmışmış, darılmışmış. “Tavşan dağa küsmüş, dağın umuru…” der çıkardı işin içinden; eğer başka biri olsaydı meselesi böyle yapardı. Aradaki mesafe bunun binde biri kadar sayılsa bile, eğer endişelerin hedefinde bir başkası bulunsaydı, ne ürperir, ne de hüzün duyardı. 
      “Zarara kendi rızasıyla girene…” der, neye lâyıksa, öyle davranır, buraya kadar hiç yorulmazdı. 
     “Korkuyorum, senin için endişelenmedeyim.” sözünden kırılan kimse için  bunun değip değmeyeceğini pek düşünürdü oysa, hem de ciddi ciddi. Eğer pörsütmekten korkmadığı değerli bir yürek olarak görmeseydi onu, bir de o garip istiğnalarından birine çatsaydı, es geçer giderdi yine, kafayı takmazdı bile. Çok zaman olduğu gibi, kendi boyunu aşıp da taşan bir iş diye  bakardı yalnız, biraz da ibretle. 
     Ama olmuyor işte; yapamıyorsun bu sefer. Çiğniyorsun kendini, izzet mizzet düşünmeden düşüyorsun yollara… Tek o bozulmasın, tek o kopmasın diye. Hele o azarlamasının ardından, hiç yapılacak şey miydi bu! 
      “Gidecek, gidecek” diye fırtınalar kopuyor yüreğinde; “ Nasıl olur da gider?” 
       Çevrelemişler onu, ruhunu avuçlamışlar. Güya hayran olmuşmuş, yorum üstüne yorumla da hâli izah ediyormuş. Hayatı sönecek halbuki, ruhu sönecek, silinecek de haberi yok. 
       Söylemişti bunları hep; iki ay ya da daha az bir zaman önce. Kendine acı, kardeşine acı; geleceğinize, geleceğimize acı diye.  
      “Tatbikatın şa’şa’sı  nazariyatın yanlışlığını örtmez birâder.” diye…  
      “Ya doğru düşünce, değersiz ellerde, değersizce tatbik ediliyorsa…” şeklinde dudak bükülmüştü kendisine.  
       Öyle veya böyle; çâre kopmak da değil, kalp yıkmak da… Karanlığın yüzüne şarkı bağırmaksa, hiç değil; bir mum yakabiliyor musun ıssız karanlığın ortasına, koskoca çöl içinde ipince de olsa, avuç ayası kadar da olsa, nemli bir muhit bulabiliyor musun, mahâret o işte. 
       Şoförün sesi sinirli, gergin: 
       “Adres neresi beyim, daha demediniz.” 
       Tarif ettikten sonra, altlarından git gide kaçıveren asfalta dikti gözlerini. Tıpkı iç dünyaları dökülmüş yerlere, ezip geçtikleri zift değil de, zihinlerden geçenler.  
      “Başlarına örülsün kendi çorapları…” gibi bir mısra hatırladı, zamanı değil diyerek, yine asfalta daldı. İçki masalarında, çenebazlık gösterilerinde kurulmaya çalışılan insanımız gibiydi asfaltın hâli.  
      Hiç biri istemediği hâlde böyle zevksiz, böyle renksiz çukurlara çekilmek istenmediler mi, Halk için, halka rağmen...”sloganıyla. Onlar bile düşmedilerse böyle bir zifte, yahu size ne oluyor ki, içinde debelenip duruyor; ardından da ne ince ve  “tekellüflü”  te’villerden bitap düşüyorsunuz! 
    Bir fabrika vardı; zift üretti şimdiye kadar. Ama bir kaç çarkı, bir kaç ünitesi azizlik ediverince, zift yerine esans üretimi başladı, müsbet ve milli iktidar geldi başlarına.  
      Doğuş oydu belki, gülüş, silkiniş oydu.  “ Şirret muhalifler”  kapkara görse de her yeri, millet berrak aynaları seyrediyordu; ruhların en tatlı kokuları duyması az şey miydi? Beklemesi, geleceğe bakması, şevkle karışık ümitlerle dolması… 
        Taksi durunca geldiğini anlayıp, şoförün parasını verdi, caddeye adım attı.  
        Oturduğu apartıman. Daha önce pembe boyalıydı dış cephesi, balkonları yeşil. Ya şimdi?.. Duvarlar külrengi, balkonların kimi kızıl, kimi hâki. Ruhunu mu aksettirmiş oraya? 
        Merdivenleri, zihnindeki bir yığın güneş renkli yaprağı silkeleye silkeleye, elindeki üç valizle birlikte çıkıp, zile dokundu. Kapı gıcırdayıp açılınca, kapıdakinin bir yabancı olduğunu görüp duraladı; şaşkındı, kırgın: 
       “-Selim,” dedi yalnız sık nefesleri arasından; “burada oturmuyor mu?” 
       Tek kelimelik cevapla başı yere indir: 
       “Taşındı.”  
        Özür dileyerek inmeye davrandı.  
      “Ruhuyla birlikte bedenini de taşıdı demek ki…” diye düşünecekken , “yalnız” ikazını duyunca dikkat kesildi. 
        “Dün şu notu getirdi yalnız. Kendisini birisinin arayacağını söyleyip, vermemi istedi.” 
        Notu telaşla aldı. Düzgün, özene bezene yazılmış iki satır: 
         “İyi anladım ki azizim, hiçbir şeye değmezlermiş. Memlekete gidiyorum; oraya beklerim seni… Selamlar.” 
          “Daldınız birden; kötü bir haber mi var notta?” 
         Beklenirmiş gibi de izahata kalktı birden; “Arap harfleriyle yazılmış da, okuyamadım.” 
       “Nereye gittiğini yazmış,” deyip apar topar indi. Teşekkür etmeyi unuttuğunu ancak Otogar yolundaki takside hatırlayabilmişti.

Yazar : Mehmet Nuri BİNGÖL

BİYOGRAFİ
1961’de Şanlıurfa/Birecik’te doğdu. İlkokul ve ortaokulu aynı ilçede okudu. 1982’de İstanbul Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. Anadolu’nun çok yöresinde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptı.
Yazgı, Köprü, Bizim Külliye dergilerinde hikâye, deneme ve makaleleri yer aldı. Gap Gündemi, Tasvir, Yeni Nesil gazetelerinde yazıları yayımlandı. Birecik yıllıklarına alınmış şiirleri, yaptığı derlemeleri ve değişik site ve kitaplara alınmış makale, mülakat ve köşe yazıları bulunuyor.
Kitaplaşan iki eseri ve tefrika romanları Mehmet Nuri EMİNLER mahlasıyla yayımlanmıştır. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliğine devam ediyor. Birecik’te temsilciliği açıldığı ilk günden beri Eğitim-Bir-Sen üyesi. Dört kızı ve üç torunu bulunuyor. Şanlıurfa/ Birecik’te ikâmet ediyor.

Tarık Buğra ile yaptığı mülakatın iktibas edildiği eserler:
Politika Dışı (Tarık Buğra)
Tarık Buğra’yla Söyleşiler (Mehmet Tekin)

Hikâyelerinin İktibas Edildiği Eserler:
Kedinâme (M. Nuri Yardım, 2019)
Dergizan Yıllığı (Ramazan Seydaoğlu, 2020)

İktibas edilen mahalli derlemeleri:
Cumhuriyetin 50. Yılında Birecik Yıllığı
Cumhuriyetin 70. Yılında Birecik Yıllığı

Tefrika Romanları:
Yokuşta ( 1986)
Yokuşta Tırmanış-1 (1984)
Yokuşta Tırmanış- 2 (1988)
Kafkasya’da Sarp Ufuklar (1981)

Kitapları:
Sürgündeki Çeçenya (1. Baskı: 1996; 2. Baskı: 2000) Gençlik Yayınevi
Nur Üstad (Biyografi- Deneme; 2002) Erguvan Yayınevi
Siyahtan Turkuaza (15 Temmuz) [Hikâyeler] 2021. KDY yayıncılık
Ver Elini Türkmeneli [Gönül Sayhası-1] (Roman) 2021, KDY Yayıncılık
Azada Yürüyüş [Gönül Sayhası-2] (Roman), 2021, KDY Yayıncılık, "Bir Başka Çeşme" (2022- KDY- Öyküler)

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Mürted Feto ve Nifak Ehli / Vehbi KARA

Şunu iyi bilin ki bu aziz vatan evlatları her ne yapsanız yine de hakkı söylemekten …

Kapat