Mehmet Nuri BİNGÖL |
DÜNKÜ AĞAÇ, BUGÜNKÜ FİDAN-3
Üzerine sarılı yeşil türleriyle hemhal ağaç, gözümde onca azamet kazandı ki dalmadan edemedim. Tepesinde bir ya da iki sene hora tepmiş zaman aralığından şikayet edercesine duran, öyle nida edermiş gibi yalpa vuran yaprakları, filizilikten çoktan kurtulmuş olmalıdır; kopkoyu bir kör yeşile de esir olmamış daha! Fıtrat, mizac, “huy su” meselesi…
Ancak bir ton açık külrengi, kireçkaynatmayla açık yeşile belenmiş “asli” yapraklar biraz pörsütülmüş gibidir; ağacın bünyesine -fotosentezle tabii- “ hizmet”edip, “ semereler” ile yep yeni gözleri bitirecek güç verme işiyle de “tavzif” edilmişler gene de… Herşeye rağmen toprağa öyle bir salınır göründüler ki bize;
“Amaan, boş ver onları…” diyerek fikrimizden kişkişlemeyi bile düşünmedim değil. “ Vefasızlık herkesin karı değil…” diye baş eğdim ümitlere; her şeye rağmen…
Genç yaprak ve sürgünlere sarılmış gözlerim, “ kökü mazide olan ati” nüktesiyle ithamdan kurtulmuş gibi, oturduğum çay bahçesine kuşbakışı olmasa bile çoklarına nisbeten yüksekten göz atan tepelere dönüverdi birden.
Öyle ya, “ Dağlar Bizim Yüreğimiz” diye mazilerden eko yapan kendi sesimize mi kulak tıkamak; ne haddime birader, ne haddimeydi:
“Bazıları bin bir güçlüğe göğüs gerip de neden tepelere, zirvelere tırmanmayı pek severler diye düşündüğümüz çok olmuştur. Hafızamızdan türlü mısralar, çok sözler, çeşitli kinayeler baş uzatır uzatmasına, ama pek çoğunda, haksızlık olmasa da, eksiklik bulduğumuzu sezeriz.
İnsan kimi zaman kendini ispatlamak hissine düşermiş; öyle diyorlar. Bir şeyleri yenmek isteyenlerin gözlerini ilkbaşta çekiveren unsurların başında dağların gelmesinden daha normali ne olabilir? Hem yapılan, hem de düşünülen pek de haksız sayılmaz hani; sayılamazdı!.. Eğer oradan tekrar ‘inmek ‘ mecburiyet ve zarureti olmasaydı tabii…
Buna benzer sürü sepet meseleyi evirip çeviriyordu zihnimiz. İkindi sonrası idi; “ gün akşamlı” idi. ‘Güneş batarken önce sararır’ diyen, sanki o vakti görmüşe benzerdi. Düşüncemize -madem- yine tepeler, zirveler ve dağ silsileleri oturmuştu; bari yalnız evimi kuşbakışı seyredenine – şöyle bir – tırmanmalıydım.
Evden çıktık; halimizi gören, gemileri karaya vurmuş kaptan sanırdı. Yokuşa vurmadan önce temiz dağ havasını koklamalıydık bir; tedirginlik ve gerginlik atılabilirdi belki; şükür ki işe yaradı.
Adelelerin gerilmesi ve ter dökmesi, ard arda dizili sıradağlardan beter endişeleri -galiba – itekleyip duruyordu. Yamacını yarılayınca -orada bir çeşme vardır- asıl manzaranın önünü kapatan perdenin ‘bahem’, aniden, birden üst üste yığılmış kuruntularla birlikte sıyrıldığını anlayıp içimiz açıldı. Dudaklara ihtiyarsızca takılan bir rast nağme ve hafif gülümseme…
Endişe koyuluklarıyla fikir karanlıkları tutanamayacaklar galiba; hadiseleri tam ve doğru anlama manasındaki “güzel görme” alışkanlığı tekrar avdet edecek gibi dünyamıza… Bu iyi işte.
Vadiden sonra başlayan ormandan dönenler, zihnimizdeki son ağları da temizledi; kadınlar, erkekler, çocuklar…Merkep ve katırlar uzun dallarla yüklü; çam ve ardıç dalları. Yörenin çalışkan insanları tarlalarından dönerken, Orman İdaresi’nin işaretlediği kuru ve yaşlı bedenleri devirmeden duramamışlar demek ki…
Fazla oyalanmazdık onlarla; asıl manzara kuzeydoğuda idi çünkü; – Allah’ım – ne manzara idi. Zirvesindeki beyazlığın ancak yazın silindiği Akdağ’lar, peysajı tamamen kapatmıştı. Etekleri elma, vişne, kiraz bahçeleri; biliyoruz. Yamaçlarda zümrüt çamlar; oradan bile iyi görülüyordu.’ Acaba haklı mıydım?” sualini cevaplayabilecek halde miyiz; emin değiliz… Yalakta köpüren sulara aldırmadan kenarına oturuyoruz, içcebimizden çıkarılan kağıtta çiziktirdiklerimiz – orada – daha sevimli geliyor bana; sesler duyar gibiyiz. Takırtılar, şakırtılar, gönül naraları…
Hindikuşlar – şimdi – böyle ak paktır; kışın çatlayan , kanayan, moraran, donan, düşman bombalarından yanan eller, baharın ılıklığında onmaya durmuştur belki… Helikopterler yine -pır pır – insan avına çıkmışlardır. Ama dağlar onların; onlar dağların. Acaba haksız mıydık? Anlamak için satırlara bakıyoruz yine ; kimbilir neler yazmışız fi tarihinde ve İstanbul’da :
‘Dağlar bizim yüreğimiz, herşeyimiz…Oralardan kopup gelmişiz, oraları çekecek zihnimiz. Ufuklarda gene onlar, kuşatmışlar çepeçevre… Dağlar bizi dağlamadı, dağlayamaz. Bağır verdi boralara, taunlara, Calutlara…Coşkun Fırat ordan doğar, müştak Ferhat onu deler biteviye…Ya ne eser oralardan; bilmez miyiz; dağlar bizim yüreğimiz.“
Nazarımızı bunlar için mi evirir çevirir kendine bağlardı?.. Zümrüt çamlar hatırlatmada; “ Uhud bizi sever, biz de Uhud’u…” Bunu da yazmış mıyız? Hira unutulmuş mu yoksa?
‘Her hakikat oraya iner, oradan akseder yüceliklere… Kol gerer, kanat gerer her ayak izine, gönül azmine. Hangi uzaklığın pençesinde salınsalar da, davet türküleri bestelerler daima. Gözlerimiz nur bağırlı dağlardadır; Hira’dadır, Tur’dadır, Cudi’dedir, hepsinde. Öte yandan Erek’te, Başit’te,Yuşa’da, Çam Dağı’nda…”
- Cemaat Değil Cemaattan Yana Olmak - 19 Eylül 2024
- Müzeden Ayasofya-yı Kebir’e… - 12 Eylül 2024
- Romancı Olmak – Olmamak – Olamamak - 25 Ağustos 2024
- Vâizler Neden “Etkisiz Eleman”? - 22 Ağustos 2024
- Nur Üstad ve Abdülhamid Meselesi - 11 Ağustos 2024
- Bahardan Sonra Yaz (Öykü) - 5 Ağustos 2024
- Sahabe Bir Sıfat; Hataları İse Ferdidir. - 4 Ağustos 2024
- İsmail Tohumu Fidana, Ardından Ağaca Duracaktır. - 31 Temmuz 2024
- Bazı Dikkatler-2 - 30 Temmuz 2024
- Adem-i Îtimat Meselesi - 29 Temmuz 2024