Ana Sayfa / Yazarlar / Ebrehe’nin Filleri ve Gülün Doğuşu

Ebrehe’nin Filleri ve Gülün Doğuşu

Ebrehe’nin Filleri ve Gülün Doğuşu

Abdülmuttalib’in Kabe kapısındaki halkaya yapışıp “Yüce Allah!.. Bir insan bile kendi evini korurken Sen’in kendi evi­ni korumaman şanına yakışmaz. Sen onu korumazsan biz­ de onu koruyacak güç yok. Var bizi Ebrehe zalimine mağlup etme!” diye yalvardığı akşamın ve Mugammes vadisinden Mekke’ye doğru ilerleyen ordunun başındaki filin oturup asla kalkmadığı günün üzerinden üç ay geçmişti. Ben evlerin damında gül şarkılan söylerken Mekkeliler içeride ya ebabil, ya fil hikâyeleri anlatıyorlardı:

“Aha şu tepelerin ardında oldu her şey. Bütün Mekkeli­ ler dehşet ve korku içinde seyrediyorduk. Deniz tarafından gelip toplandılar. Gözlerimle gördüm; Ebrehe’nin ordusuna her yandan siccil yağdırıyorlardı.”

“Siccil mi? Mercimekten büyük, nohuttan küçük, kurşun­dan ağır, çelikten sert taşlar idi, pişirilmiş çamura benziyor­du. Keşke birkaçını alıp saklasaydım, şimdi hepsi kumlara karışıp gitti.” 

“Daha önce bu bölgede hiç böyle kuşlar görmemiştim. Adına ebabil diyelim, yeşil kırlangıcı andırıyorlardı ve biri hortuma benzeyen gagalarından, ikisi de pençelerinden Eb­rehe’nin askerleri üzerine üçer siccil bıraktılar.”

“Ebrehe’nin askerlerini görmeliydiniz, mini minnacık her bir taş üzerlerine düştükçe yere yuvarlanıyor ve yenilmiş ekinler veya kuruyup parçalanmış ağaç yaprakları gibi delik deşik oluyorlardı.”

Ebabil kuşları birden meşhur oluvermişti. Bunca yıllık bülbüllerini, üstelik de Mekke’yi hiç terk etmemişken, kimse dinlemiyor, hatırlamıyor gibiydi. Gücenmiş, susmuştum. Ar­tık ortalıkta abartılar dolaşıyordu. Şehre yeni gelen kervana anlatırlarken duydum:

“Askerlerin Yemen’den yana kaçışmalarını bir görmeliydin efendi, Ebrehe de başlarındaydı. Kuşlar da üstlerinde. Sanki her kuş bir askeri gözüne kestirmiş gibi. Biliyor mu­sun, Ebrehe’nin kuşu onu ta San’a’ya kadar takip edip sara­yının kapısında delik deşik etmiş.” 

“Hele o canavar dedikleri fil yok mu; Kılbe’yi görünce bir­ den yere çöküverdi. Ebrehe ve  adamları ne kadar çabaladı­larsa da bir adım ileri gitmedi. Ayağa kalktıkça yönünü ters istikamete dönüp uzaklaşıyor, ama Mekke’ye doğru döndürüldüğünde yere çöküp kımıldamıyordu.”

“O gün Ebrehe’nin bir fil kadar ahmak olduğuna karar verdim. Sen kim oluyorsun da Tanrı’nın evine saldırıyorsun, behey fil akıllı!?..”

“Ebrehe’nin başına gelenler kesinlikle ne bizden, ne Kâbe’deki putlarımızdandı, hayır, o Musa ve İsa ile konuşan Rabbin kudretindendi, İbrahim’in Rabbinden.”

İnsanların gülümden bahsetmek yerine fil hikayeleri an­latıp durmalarına dayanamıyordum. Şehri boşlayıp Ami­ne’nin damında bir yuva edindim. Gül goncasının kokusunu duymak  dimağıma lezzet veriyordu.  Üstelik Amine’yi daha iyi tanımaya başlamıştım. Ben onu ilk kez Kâbe’nin önünde, Abdullah’ın kurası çekilirken görmüştüm. Henüz on dördündeydi. Fal okları develeri gösterdiğinde “Çok şükür, ilahlar şu parlak yüzlü genci mübarek kıldı, çok şükür!” demesi dikkatimi çekmişti. İki ay sonra onunla evleneceğini ne o, ne ben biliyorduk.

Amine şiirden hoşlanıyor, bazı bazı gazeller okuyordu. On­dan duyduğum beyitleri terennüm etmeye başladım. Doğum öncesinin hassas ve duyarlı mısralarıydı hep. İbrahim’in dinine göre ibadet ederek -bu ibadet şeklini ona Abdullah öğretmişti- bebeğinin kolay doğması için durmadan yalvarıyor ve durmadan Abdullah’ın ölümüne ağıtlar yakıyordu:

“Mekke’nin Batha tarafı Haşimoğulları’ndan boşaldı. / Yesrib’de, ölümün davetine  uyarak evinden kefenler ve  ör­ tülerle kabre gitmiş. / Hayat, Abdullah gibi bir yiğit daha bulup onun boşluğunu dolduramaz. / Ecel onu hiç beklen­medik bir zamanda alıp götürmüş. Oysa ne cömert, ne mer­hametli yiğit idi.”

Bebeği doğdu doğacaktı ve babasının bir kez olsun onu göremeyecek, koklayamayacak olması Amine’nin yüreğine bir hançer gibi saplanıyordu. Üstelik kabri ta Yesrib’de idi. Doğumdan sonra bebeği kucağına veremeyecekti ama kab­rine olsun götürüp doğumunu bildirmek isterdi. Ona benzeyeceğinden adı gibi emindi. Zaten tekınelemelerine bakılırsa erkekti. Garip olan ise, hamile kadınlara mahsus ne bir sancı, ne bir ağrı veya zahmet hissediyor olmasıydı. Dün ve evvelki gün aynı rüyayı görmüştü. İçinden bir ışık çıkıyor, yayılıyor, yayılıyor, Roma’nın Kudüs ve Dımaşk, Sasanilerin de Medayin sarayları dahil her yanı aydınlatıyordu. Bunu doğacak çocuğun hayırlı bir evlat olmasına yormuş, hatta bu rüyayı bir kez daha göstermesi için Allah’a yalvarmıştı. Bu gece daha fazlasını, ışığın bütün dünyayı aydınlattığını gör­dü. Üstelik uyanmadan evvel birisinin kulağına fısıldadığını hissetti:

“Karnında halkının önderi olacak bir çocuk taşıyorsun, adını Muhammed koy, halini kimseye anlatma.” 

İrkilerek uyanmıştı. İçinde bir can taşımanın tatlı telaşıy­la ve ona bir zarar gelir korkusuyla. Ve bir gerçeğin farkına vardı; her kadının taşıdığından farklı bir can taşıyordu.

Fil Vakası’ndan itibaren geçen elli üçüncü gece… Rabiu­levvel’in on ikincisindeyiz. Mekke’de baharın Yesrib yönün­den ıtır  ıtır esmeye başladığı saatlerden birinde. Hiç âdeti olmamasına rağmen Abdülmuttalib az evvel oğullarını uyandırıp Kâbe’ye götürdü. Evin kadınlan ise derin uyku­larda. Haşimoğulları mahallesini bir sükunet kaplamış. Hu­zurlu bir sükunet… Amine, akşam yüzünde tatlı bir tebes­ sümle başını yastığa koyarken o gece doğum olabileceğini aklına bile getirmemişti. Sancısı da yoktu. Ama işte şimdi uykuyla uyanıklık, hayal ile rüya arasında gidip gelmedey­di. Evin  damında her şeyi hissediyordum. Güzel bir zamandı ve içim içime sığmıyordu. Gülün şerefini tebcil için bütün gece terennüm etmiş ama hiç yorulmamıştım. Bu çok garipti. Kendimi o kadar zinde hissediyordum ki şarkılarım birbirini kovalıyordu. Hasretliğim, ayrılık derdim bu gece bitecek gi­biydi. Yalnızca onu terennüm etmem ve onun adına coşmam bundandı:

“Gel ey gül, gel, derdime derman ol bu gece / Gel ey gül, gel, aşkıma ferman ol bu gece!”

Amine başını yastıktan kaldırdı. Onu uyandırdığıını düşünüp hayıflanmıştım; ama hayır, onu ben uyandırmamış­tım. Gözleri göklere bakıyor gibiydi. Ben de baktım. Hayret, gökler sanki aydınlanıyor, aydınlık bize doğru yaklaşıyordu. Amine elini karnma koymuş, bebeği teskine çalışıyordu ama korktuğu belliydi. Belki benim gördüğümden farklı şeyler görüyordu. Belki de benim gördüğümü; şu beyazlardan beyaz kuşu… Hani kuş suretinde melek diyesim geliyor. İşte, yavaşça Amine’ye yaklaşıp kanadının bir teleğiyle sırtını sıvazladı. O da ne?!.. Amine’nin yüzü aydınlanıverdi. Korku­su geçmiş gibiydi. Beyaz kanatlıya baktı. Teşekkür eder gibi tebessümdeydi. Olup biteni anlamaya çalıştım. Tıpkı Amine gibi benim de gözümden perdeler kalkmış, mana  alemindeki her şeyleri görüyordum. O sırada nereden çıktı bilmiyorum,

ABDÜLAMRİN ANNESİ ŞİFA HATUN

Abdülamr’ın annesi Şifa Hatun yanına çıkageldi. Amine’yle benim gördüklerimi o görmüyordu. Bebeğin doğacağını o vakit anladım. Gönderen, Şifa Hatun’u ebe olarak göndermişti. Gelen akkuş kanatlarını kaldırınca odanın içinde Abdümenaf kızlarına benzeyen, hurma fidanları gibi iki nazeninin daha dalaştığını gördüm. Çok eskiden tanıdığım iki mübarek kadındı bunlar. Biri İsa nebinin annesi masume Meryem Ha­tun, MERYEM diğeri Musa’yı dünyaya getiren asiller asili Asiye… ASİYE Artık inandım, gonca görünecek, inci  sadefinden yüz gösterecek­ti Amine tebessümle çevresine bakıyor, ben şarkıma devam ediyordum:

“Bu gelen aşkına devr eyler felek Yüzüne müştakdurur ins ü melek”

Amine’nin gözlerini takip ettim; baktığı yere bakarak ve düşündüğünü düşünerek… Başı yeniden Arş’a çevrildiğinde âlemler nura gark olmuştu ve olup bitenler benim dilimde bir terennümden ibaretti:

‘Arşın nuru yere indi / Suyun rengi nura döndü / Hep susuzlar suya kandı / Muhammed doğduğu gece”

 TEŞRİF ANI

Ömürlerdir nesilden nesle gül hasreti çekmenin özlemiyle şakıyordum. Kendimde değildim sanki. Vuslatla mest, alemler ötesinde bir alem gibi… Şifa  Hatun’u görmesem burası dünyadır diyemezdim. Amine’yle aynileşmiş gibiydik. Baktım ki, doğu yönünde bir sancak, batı yönünde bir sancak… Bir de Käbe’nin damında. Doğunun doğusu muydu, batının batısı mı, kestiremedim. Mekanlar ve mesafeler ortadan kalkmış, kilinatın özünde, sanki Kãlû Belâ’da, can meclisinde, Elest Bezmi’nde, Arş’ın muhteşem nuru içindeydik. Üstelik Amine de benim gibi hissediyordu. Çok mesut ve anlatılmaz bir hal. Asiye’yi, elindeki tasla AMİNE’YE şerbet sunarken, Amine’yi de şerbetin etkisiyle baştan ayağa nur kesilirken görüyordum. Oda birden aydınlanıverdi. Işık gözlerimi kamaştırıyordu. Şarkıma gözlerimi yumarak devam etmeyi denedim. Gördüklerim de gözümün önünden kaybol­masın istiyordum. Şarkımı Amine’ye duyurmak, gülü müjde­lemek ve yanında olduğumu bildirmekti niyetim:

“Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır / Bu gelen tevhîd ü irfan kânıdır”

Zamanı kaybettim. Çok kısa bir an mıydı, yoksa yıllar mı akıp geçmişti, kestiremiyordum. Nesiller ve nesillerce evvele gitmiş, kendimi İbrahim’le (BÜLBÜL CEBRAİL VE BİR ANLATICI) dost olduğumuz o bahçede görmüştüm, kendi bahçemde. Ve güllerimin açıldığı anı merak ettiğim zamanlar geldi gözümün önüne. Her gece bir gül goncasının dalına konarak bu açılışın nasıl olduğunu izlemeye çalışıyordum. Şarkılarıını duyunca güllerin daha kolay ve çabuk açılacaklarının da, duydukları şarkılar kadar güzel olacakla­rın da farkındaydım. Şarkılarımla açılan bir gülün elbette güzel olmasını isterdim. Bu yüzden daha ilk akşamdan teren­nüme başlayıp gonca açılasıya kadar asla susmamayı âdet edinmiştim. Ne var ki goncalar nazlanıp da gece ilerledikçe benim gücüm tükeniyor, şarkılanın yavaşlıyordu. Gece sehere uzadığında artık yorgunluktan belinlediğim, göz kapaklarıını açık tutamadığım zamanlar geliyordu. İşte öyle zamanlarda bir de bakıyordum ki karşısında bütün gece şakıdığım gül, bir lahza içinde, benim gözümün kapanıverdiği o aralıkta birden açılmış. Ertesi gece ve daha ertesi gece hep aynı şey oluyordu. Şimdi geriye doğru baktığımda yılların ve çağların da hep böyle geçtiğini fark ettim. Meğer ben her gece yeni bir şarkıya başlamış, her seher gülün açılışını göreıiıeden sabahlamıştım. Ne kadar uyanık kalmaya çalışsam da goncamın açılışını gör­meyi bir türlü başaramamıştım. Ama şimdi bunu başaracak­tım. Bunun için dostum İbrahim’in himmetini istemiş, yıllar yılı Allah’a dualar etmiş ve bana kânatın en güzel gülünün açılışını göstermesini, o açarken bedenime ve nefesime güç vermesini dilemiş, üstelik de buna inanmıştım. Evet, en güzel gülü ilk ben görmek istiyordum. Ona bildiğim en güzel şarkıları okumak, açılışını âleme ben duyurmak istiyordum. Bir gülün açıldığını dillendirmek, bir bülbül için az şey midir?

Odayı doldurup gözlerimi kamaştıran nurun geçici körlüğünde aklımdan bunları geçirirken birdenbire irkildim. Ben, bülbül, gülün açılışını bunca zaman beklemişken neden şimdi gözlerim kamaşıyordu ki? Kendime şaşırmakla acele arasında derhal çevreme bakındım. Ve anladım ki bülbülle­re, gülün açıldığını görmek hiç nasip olmayacaktır. Bundan böyle bütün bülbüller, şarkılarını söylemekten bîtap ve yor­gun düştükleri bir sırada, göz kapaklarına çöken ağırlığın etkisiyle gözlerini yumduklan anda gül açılmış olacak ve ertesi gece yine bir gül goncasının dalına konup yeni bir gü­lün açılışını görebilmek için aynı macerayı yeni baştan yaşayacaklardır. Çünkü gözümü açınca gördüğüm ilk şey, Şifa Hatun’un kucağında bir nur bebek oldu; kâinatın beklediği kurtarıcı. İnsanlığın övüncü ve güzelliğin menbaı. Ebedi cömertliğin o deryası, diğer nebiler o deryada birer dalga. Dün­ya bir sadef, o incisi. İlâhî nurun hem meyvesi, hem çekirde­ği. Gönül hastalarına tabib, hasret gönüllere habib. Karanlık ruhlara çerağ, nebiler tespihine imame.

Gül açmıştı ya, evin içinden bir nur yükselmeye başladı.

Nurun içinde de bir kundak… Rengarenk ipeklerden, iplik iplik atlaslardan, bulut gibi pamuklardan, yumuşacık, göz kamaştıran bir kundak. Çölde hiç bulunmayan çeşit çeşit çiçeklerle bezenmiş, üzerlerine  inciler işlenmiş. Kâinatın yega­ne incisi için bir sadef gibi. Yetim için şefkat şefkat kucak; cevher için maden maden ocak gibi.  Şifa Hatun gül goncası­nı avuçlarının arasında nazikçe tuttuğunu sanıyordu, oysa huriler onu kundağa yatırmışlardı bile. Üstelik sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak. Asiye ve Meryem’le birlikte ben de eaşmuş Amine’ye tahsin okuyordum:

‘Amine, oğlun gibi hiçbir oğul / Yaradılalı cihan, gelmiş değil”

Gülüme heyecanla baktım ve dilim tutulayazdı. Kundağın içinde secde eder vaziyette ve bir parmağı yakarır gibi gökleri işaretteydi. Derhal melekler gelip onu alarak yıkadılar. Gözümün önünde olup bitti bütün bunlar. Sonra iki melek onu şefkatle kucaklayıp  bembeyaz bir bulutun içine yükseldiler. O sırada Amine’yle ikimiz bir ses duyduk:

“Doğuyu ve batıyı dolaştırın. Denizleri ve karalan gezdi­rin. Mahlukat Muhammed Mustafa’yı ismiyle ve cismiyle ve sıfatıyla bilsinler ve tanısınlar ve dahi şükretsinler.”

Başlangıçta ben de Amine gibi çok tedirgin oldum. Gü­lümü bulutun içinde kaybetmekten korkmuştum. Çok şükür ki bulut kısa sürede yeniden açıldı ve melekler getirip onu yine kundağına yatırdılar. Sonra da sırtını çevirip iki omuzu arasında sağ kürek kemiğine yakın gelecek  şekilde nübüv­ vet mührünü bastılar. Vuslat sarhoşluğuyla dilim dolanmış, şarkılanın birbirine girmişti. O esnada cennetin bekçisi Rıd­van’ı gördüm. Kulağına fısıldıyordu:

“Muhammed! Bahtiyar ol! Hiçbir peygamberin bayrağı kalmadı ki sana verilmiş olmasın. Hatta bütün peygamber­lerin ilmi de sana verildi. Sen peygamberlerin bayrak cihe­tinden en çoğu, kalp cihetinden en şecaatlisi, fazilet ve ilim cihetinden de en üstünüsün.”

Sonra Kabe cihetinde melekler inmeye başladılar. Kabe’yi tavaftan sonra gülü ziyaret ediyor, hakkında salât okuyor, naatlar söylüyor, onu selamlıyorlardı:

“Merhaba ey âl-i sultan merhaba  Merhaba ey kân-ı irfan merhaba  Merhaba ey sırr-ı fürkan merhaba / Merhaba ey derde derman merhaba”

Meleklerin arasında kardelenler misali huriler gördüm. Kendilerine öğretiimiş cümleleri tekrar etmeye başladılar. Melekler de onlara katılmıştı:

“Sallallahu alâ Muhammed / Sallallahu aleyke Ahmed”

Nesiller boyunca gül şarkıları okumuş ama hurilerden rakiplerim olacağını hiç akıl etmemiştim. Bu huriler benim yaptığımı yapıyor, gülü övüyorlardı. Onları kıskandım. Üs­telik onlar gül goncasının adını Allah adıyla birlikte anıyor­ lardı:

“Essalâtu vesselam aleyke yâ Rasulallah / Essalâtu vesselam aleyke yâ Habîballah” 

Ne ara oldu bilmiyorum, Şifa Hatun bu kutlu doğumu diğer odada Abdülmuttalib’e müjdelemiş. Sevinçle geldi ve gülümü iki eliyle havaya kaldırdı. Babası olmayana baba olmak üzere. Sonra onu örtülere sarıp Kabe’ye  götürdü. Ben de koştum. Kalbinde hâlâ mana âleminde gördüklerimin lezzeti vardı. Abdülmuttalib Kabe’nin    halkasına yapıştı ve verdiği hediye için Arş’ın Rabbine teşekkürler etti, fakir hacılara yemekler ikram edilmesi için gerekli kişilere talimatlar yağdırdı. Eve geri geldiğinde, “Ona Muhammed adını verdim. Çünkü Arş’taki Allah’ın ve yerdeki insanların övgülerine layık bir insan olmasını istiyorum!” buyurdu. Az evvel huriler onu Ahmed ve Muhammed diyerek övdüklerinde adının bu olacağını kestirememiştim. Evet, beklenen doğmuştu ve insanlar onu Habibullah Muhammed diye ça­ğıracaklardı. Ne güzel bir unvan, ne güzel bir isim!.. Ben elbette ona yine “gül” diyeceğim, Kilinatın en güzel gülü; İbrahim’in müjdesi.

Doğduğu gecede sabaha kadar gökten yeryüzüne rahmet­ ler yağdığına şahit oldum. Mekke’de bütün kuşlar, hayvanlar ve sürüngenler o gece uyanıktı. Dağlar ve taşlar tan yeri ağarasıya kadar şükür seedeletiyle Allah’ı zikrettiler.

Amine çok yorulmuştu. Sabahın ilk ışıklarıyla Abdullah’ın yetimini bağrına bastığında yanağından bir gül kokusunun yayıldığını hissetti. Bunu pencere pervazının üstünde ben de hissettim. O sırada Mekke’nin uzak mahallelerinden birinde bir Yahudi bağırıyordu. Feryat gibi, figan gibi:

“Ey Yahudiler! Bu gece Ahmed’in yıldızı gökte parlamıştır.

Biliniz ki Ahmed bu gece, bu şehirde doğdu.”

Yahudi’nin bir peygamberden bahsettiğini Kureyş henüz bilmiyordu, Abdülmuttalib bilmiyordu, sonra sonra öğreneceklerdi ama ben biliyordum, o gece olup biten her şeyi biliyordum. Haberi rüzgardan aldım, yağmurdan öğrendim. İbrahim ile ikimize gülün şerefine bir gül bahçesi balışeden Rab Taala, nurunu, Amine’nin evinde varlık  âleminden pak bir beden ile  buluşturduğunda, dünyanın pek çok yerinde pek çok şey olmuştu. O gece Allah’ın dinini değiştirenlerin veya O’na şirk koşanların ve başka ilâh  edinenlerin yurt­larında hayatın değiştiği geceydi. O gece, İran Kisrası’nın korkunç bir rüya görüp devletinin sona ereceğini anladığı ve yalnızca sarayını vuran şiddetli bir deprem sonrasında yirmi iki kulesinin yıkıldığı geceydi. O gece ateşe tapanla­rın yüzyıllardır yanan ateşlerinin birdenbire sönüverdiği geceydi. O gece Yahudilerin Lut Gölü civarındaki kutsal Se­dum Nehri’nin hiç sebepsiz yatağını değiştirdiği  geceydi. O gece Sava Nehri’nin beslediği gölün birdenbire  kuruyuverdi­ği geceydi. O gece kâhinlerin, yaptıkları bâtıl işlerine kesat geldiğini anladıkları geceydi. O gece meleklerin ve cinlerin, bitkilerin ve hayvanların, taşların ve toprakların, suların ve yellerin “Müjdeler olsun, müjdeler olsun, Hakk’ın nuru, bü­tün maddesiyle ve manasıyla ortaya çıktı,  müjdeler olsun!” diye nidalar ettikleri geceydi.

O gece ben gül şarkıları söylerken “Müjdeler olsun, müjdeler olsun!” diye birbirini muştulayan canlı ve cansızlardan pek çok varlık tanıdım. Ben hepsine şahidim. Tıpkı gülün do­ğuşuna şahit olduğum gibi. O gece, ta kıyamete kadar gül şarkıları söylemeye, duyurabildiğim herkese gülü anlatmaya and içtim. Yeter ki kulakları sağır ve kalpleri mühürlü olmasın .. 

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Fikrî Mülâhazalar – 5

FİKRÎ MÜLAHAZALAR - 5 ▪️Cenâb-ı Hak, Kitâb-ı Kerîm'inde şöyle buyuruyor; وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا …

Kapat