Ana Sayfa / Yazarlar / Edebiyat Hakkında Bazı Notlar

Edebiyat Hakkında Bazı Notlar

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

     Edebiyat bir ırmak ki asli maksadına türlü parıltılarla, bin bir şırıltı ile akar gider. Diğer ırmaklar gibi bent ve baraj da dinlemez; hiçbir zincir de bağlayamaz onu, zihinlerdeki prangaları parçalar atar. 

     Hani çok bilinmeyenli problemler vardır. Edebiyat ve irfan çalışmaları biraz da onlara benzer. O denklemin asli unsurlarından birini bile yerli yerine oturtmayı unuttuğumuz ya da bundan gaflet ettiğimiz an yaptıklarımız “hebaen mensur” olur. Üzerine simsiyah ve kapkalın bir çizgi çekilir.

     Onca ter, onca gayret, onca didinme boşa gider; akıntıya karşı kürek sallama gibi bir garabet. Size kalan ise arada bir sızlanmadır sadece. Bazen de kuru bir şişinme, kibir… “Bir dane sıdk” bir gün gelir, “bir harman yalanı yakar.” halbuki.

      Edebiyat ve onun girift meseleleri, en müşkül  kimyevi “bileşim”leri gölgede bırakacak kadar terkiplidir, bir bütünlük. Onun “külli” olduğunu atladığımız an, istediğimiz neticeyi bize hediye etmez.

     Edebiyat sadece “ilim” değildir, sadece tebliğ değildir, sadece “ferdiyet”çilik değildir, sadece “içtimai” bir oluş değildir. Tenkit olsun diye tenkit… Bu sonuncusu hiç değildir; onun adı karalamadır, kara çalmadır.

     Hani körlerle filin hikâyesi bilinir. Körün biri hayvanın kulağını kavrar; “Fil, şal gibi geniş bir şeydir.” der; bir diğeri ayağını yakalar, “Fil, sütun gibi bir nesnedir.” der. Böylece ağız dalaşı sürüp gider. Halbuki fil, bütün azalarıyla birlikte fildir, ayrı ayrı azalarıyla değil. 

     Demek ki o terkibi kurmanız, sonra da “muhafaza etmeniz” mühimdir. Yoksa bir tarafa ağırlık vererek -subjektif ölçülerle- orayı bastırmakla kurulacak eciş bücüş bir bina sanılamaz.

     Edebiyat ve edebiyatçı, indi teviller ve “kendine yontmalar”la durdurulacak bir nesne de değildir. Evet, gerçek edebiyatçı yetiştirmenin zor ve ciddi bir iş olduğunu es geçmiyoruz. O – çokların zannettiği gibi- kuru bir gönül ve his insanı değil, akıl ve mantık adamıdır da.

     Beyin ve zevkinizi birlikte kullanmazsanız, iki ayağı koparılmış masalara dönersiniz. Fikir ve his dünyanızı ona buna kaptırmadan, kapılmadan, kapılanmadan, kapıkulu olmadan, hor- hakir görülmekten korkmadan kendi  “değişmez ölçü” istikametinde kullanmazsanız, sizden iyi demagog olur ama edebiyatçı olmaz. Aslında böylelerine bırakın edebiyatçı demek, insan demek bile zorlaşır.

     Bu vartadan sıyrılmak ancak edebiyatın terkipli, külli, ciddi, aynı zamanda da “bütünlükçü” bir çalışma olduğuna inanmaktan geçer. Eğer bu inanıştan mahrum bir insansak, bir “ödül” ya da “ün” uğruna kendi ölçülerimizden ayrılacak bir tipsek, bizden edebiyatçı filan olmaz. 

     Âkif’in İstanbul-Ankara-Mısır hattındaki hayatı ne büyük ibrettir. Onunkine zıt bir eda içindeysek eğer, bir iki eserle edebiyatçı olduğumuzu sanır, “…fani dünyada bıraktığı eserlerle” boşuna şişinen hadsizin biri olur çıkarız.

     Edebiyat, onu-bunu meşhur edince başarılmış bir “meşgale” de değildir. İsim duyurmanın yüzlerce yolu vardır; bunlardan sadece biri edebiyatın türleridir, şiir ve nesirdir. Lakin sırf bu gaye, yani şöhret uğrunda didinen bir kişi kendi küllerini yele vermek dışında bir netice alamaz. Bazen okunabilir, tomar tomar kitap da satabilir, ama arkasından giden ve şiirlerinden ders alan bir kitlesi olur mu? En fazla on yılda unutulur gider.  İsim duyurmakla mesele hallolacak olsaydı, en “kıytırık” ama meşhur bir futbolcunun iyi bir edebiyatçı sayılması gerekirdi. Halbuki bilinir ki, en sağlam eserlerini göstermiş, “lafla peynir gemisi yürütmemiş” bir edebiyatçıyı, meşhur bir futbol adamını tanıyanların yüzde, belki de binde biri bile tanımaz. Bu “yığın”ın onu tanımaması da ona bir nakise getirmez. 

     Bir Yahya Kemal’i, hiç kimse tanımasa da olur; bu onun edebi değerini düşürür mü? Satırlar aracılığıyla sohbet etiğimiz bir dostum, bir yazısında, “boşalmak için dolmak lazım” diyordu. Ne doğru, ne müstakim, ne hikmetli söz… Ama ilk okuduğumda da biraz eksik buldum, şimdi de bir yönünü eksik bulurum sözün. “Düşünerek dolmak lazım.” dese daha iyi olurdu.

     Nedir düşünmek? Başka bir ifadeyle seçmektir; önümüze dizilmiş fikir ve zevk yollarından, üsluplardan, meselelerden birini seçmektir. Bu seçişleri tek tek ve ayrı ayrı ele almayıp, düşüncemizle; “rehber” düşüncelerle bir terkibe varmaktır. Bunun için de “boğuşmaya” benzer bir kaotik zemin değil, “müsbet hareketi intac eden” kendi yolunun tezyini ile uğraşılacak “zeminler” gerekir.

     Hep aynı “odak”ın çevresinde dolanmak… O terkibe ulaşamayışın en açık ifadesidir bu. Özü bulduktan sonra, kabuğun şekliyle ya da rengiyle uğraşmak; “benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” meseli gibi, hep aynı sabit fikre kilitlenmek ne edebiyatçıya, ne de insana yakışır. 

     Hep aynı kabuk renginde karar kılmak “belağat”ın keyfiyetine uymadığı gibi, asli terkibi kavradıktan sonra, o tek “yanlı” terkibi  yegâne mihrak görmek de edebiyat iklimine uymaz.

     Edebiyat ırmağında ilerlemek, onun ciddiyetini ve “külli oluş”unu kavramakla eştir. Bediiyatın insan ve hayatla bütünleşmiş bir yapı olduğunu unutmak, o ırmakta yüzen sal, sandal, yelkenli ya da gemiyi “alabora” etmek mânasına gelir. Vebali bir yana, hiç insaf ve izana sığar mı bu?

     ***

     “Biz dünyadan gider olduk” dedirtmeyen iklimlere çatmıştık nicedir. “Kalanlara selam olsun” da diyemiyorduk üstelik; belki de milletçe alın yazımızdı bu; tam bilemeyiz. “Havz”ın “tehi”, “gülistan”ın “harab” olması belki de mukadderdi, bu sebeptendi.

     Mazi ile müstakbel arasındaki köprülerin bazen doğrudan, bazen de “sağ gösterip sol vurmak” türü vesilelerle berhava edilmesi, sosyal hayatımızın müşkül “yokuş”larda tekliyor olması, tecrübeli ve güngörmüş beyinlerin zonklaması, genç nesillerin  “geleceklere” kuşku ile bakması bu duruma çare değildir.
    Kültür ve edebiyatımızın bu hâli, hangi “makus” zamandan başladı sahiden?.. Elbette ki Kanunnamelerden, Islahat Fermanları’ndan, daha yakını Tanzimat’tan, çok daha yakını “Hürriyet İnkılabı” denilen (!)  İkinci Meşrutiyet’ten. İş bu günlere dayandı nihayet.
    Kimine göre“bin yıldan beri”, Necip Fazıl’a göre “Yeniçeri ihanetinden” beri, “teraküm” ettirilen meseleler, “ Eski hâl muhal; ya yeni hâl, ya izmihlal…” bakış açısıyla hem Osmanlı’nın, hem diğer İslam coğrafyalarının, “esas ve umdelere”  ters düşmeyecek  tanzimlere, tadilata  gidilmesi zaruriydi;  “hakkıyla, temel taşının sağlamlaştırılması” mânasında bir “tecdid” de lazımdı. Ve bu yenilenme de sadece ruhi, itikadi, harsi değil, irfan ve edebiyat dahil her sahada saltanatını kurmalıydı.

      Tesbit yığınla, denilecekler pek çok, derya geniş, kovamız ise pek dar. Meselenin bakiyesini zihinlere havale edişimin bir sebebi de, “sözün güzelliği kısalığından” hikmetiyle kendimi bağlı görmemdendir. “Biz dünyadan gider olduk” selamını âleme yayamayışımız değil midir ki manevi iklimler böylesine silik… “Yetkililer” ders alıp gereğini yapmazsa elbet…

     ***

     (Bu notları da bir edebi çalışmanın nasıl bir ceht gerektirdiğinin misali olması cihetiyle tuttum. MNB) İlk çalışmam olan ve nüshalarını kaybettiğim “Kafkasya’da Sarp Ufuklar” tefrika romanı okuyunca pek amatörce ve bir “roman denemesi” mahiyetinde gördüğümden, yayımlandığı gazete nüshalarını saklamadığım, hatta imha ettiğim roman çalışmasına başlama hikâyem  o günlerle içindeki dostlara olan hasretimi çoğaltan bir unsur…

     İstanbul Edebiyat Fakültesi’nden, olması gerektiği gibi, hemen hemen hepsi de edebi çalışmalarla meşgul bir arkadaş çevrem bulunuyor. Gönüllü gazete musahhihinden, bulmaca hazırlayanından, -bu fakir gibi- gönüllü dergi çalışanından, özel sayfalara inceleme, makale, fıkra, deneme hazırlayıp yayımlayan dostlarım var ve kimisiyle hâla haberleşiriz.

     Birkaç haftada bir araya gelip türlü edebi sohbetlerimiz oluyor. Bunlardan birinde kaleme aldığım ama yayımlamadığım bir hikâyemi seslendiriyor, arkadaşlarımın tenkitlerini talep ediyorum.

     Dinleyenler içinde misafir olarak sohbetimize gelmiş romancı İslam Yaşar da var. Hikâyemi okumayı bitirince cesaretim için sitayişini belirtti ve memnuniyetini seslendirdi. Ama sadece hikâyenin başlığını beğenmediğini, “Vicdan” yerine “Kumandan Kim?” olsaydı vuruculuğunun daha da artacağını izah etti. 

     Ona ve diğer dostlarıma “Vicdan” başlığını koymamdaki haklılığımı izah etmeme rağmen, bu ifadenin “sarsıcı” olmadığında ısrarcıydı ve “Bu uzun hikâye, bence zaten bir klasik hikâye yapısını çok çok aşmış.” dedi bana bakarak, ekledi sonra. “Sanki bir romanın kısa bir bölümü gibi. Bence Nuri, sen roman yazabilirsin. Bir denesene…”

     Bu “edib”imizin tavsiyesini emir telakki edip bir roman için “mevzu” düşünmeye ve aramaya başladım nihayet. Bir bahar günü “Sahaflar”dan Bayezıt Camii girişine yürüyüp ağaç ve çiçek tarhlarından kopup gelen baharın ıtrını ciğerime çekerken karar verdim. Mazlum ve unutulmuş bir milleti kaleme almalı, bilhassa mücadele azmiyle gençliğe misal olacak bir şahsı anlatmalıydım…

     Ondan sonraki telif günleri mi? Tam manasıyla zihnî çağlayan seslerini rüyalarımda bile duyduğum karabasan vakitler başlamıştı. Ama -yaklaşık- on iki yıl sonra tefrikayı tekrar okuyunca gazete nüshalarını saklamanın mânasızlığını anlamıştım. Yine de bir merhale ve “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.” unsurunun altın suyundan bir iziydi İmam Şamil’i anlattığım  eser.”

     ***

     Bir yazı çalışmasına başlamadan önce herkesin aklına şu sual gelir. Nasıl yazacağım? Yazmaya başlarken hep bunu sorarız kendimize. İlk bakışta bize çok basit gelen kaideler, kolay ve anlaşılır yazmanızı sağlar. En azından yazdıklarınızın iyi görünmesini, iyi okunmasını sağlar. Bu iyi okunma ve görünme, hiç kuşkusuz muhtevayla ilgili değildir elbet. Burada kastedilen yazının şekil yönüdür. 

     Mutlaka sık sık paragraf yapmalı bence. Paragrafsız bir yazı akıllara upuzun ve ürkütücü bir duvarı getirir. Böyle bir duvarı hiç kimse görmek istemez. Aynen bunun gibi yazınızı da kimse okumak istemez. Her noktalama işaretinden sonra, bir boşluk (espas) bırakmalı elbet. Bu yapılmazsa cümle ve kelimeler karmakarışık bir koyun sürüsüne benzer. 

     Ne kadar sade yazılırsa o kadar güzel görüneceğinden eminim. Mümkün olduğunca az noktalama işareti kullanmak gerek. Gereksiz tırnaklardan, parantezlerden, çizgilerden, şapkalardan kaçınmak zaruri bence. 

     “İmla kurallarına” mutlaka uyulmalı. O “kurallar” dilin birliğini ve düzenini sağlar. Yazdıklarınızın herkes tarafından anlaşılmasını sağlar. Bilinmeyen bir imla kuralı olursa diye, yanımızda bir “imla kılavuzu” bulundurmak sizi küçük düşürmez.

     Kısa cümleler okunma açısından büyük avantaj. Uzun cümleler kurup ne kadar usta olduğunuzu göstermek isteyebilirsiniz ama art arda sıralanmış onlarca sözcüğün insan beynine mânalı bir mesaj göndermesi, birkaç sözcüğün göndermesinden daha zordur.

     İmla kaidelerinin en çok ihlal edilenlerinden ya da yanlış kullanılanlarından biri de ayrı yazılması gereken eklerin bir türlü yazılmamasıdır. Serde öğretmenlik de bulunduğundan, bu hatayı daha çok öğrencilerimin yazılı imtihan ya da kompozisyon ödev kağıtlarında sıklıkla görüyorum. 

     Malum, şapka inceltme ya da uzatma işaretidir. Bazı sesli harflerin üzerine konur. A, u, i gibi. Gayesi, bu harfin uzatılarak ya da iki taneymiş gibi okunması gerektiğini göstermektir. Yani şapkalı bir a harfi görüldüğünde bunu aa gibi okursunuz. Türkçe’ye özellikle Arapça ve Farsça dillerinden giren kelimelerdeki “anlam karışıklığını” önlemek için uzatma işareti kullanmak gerekiyor.

     Hala yazdığınızda bu sözcüğün babanın kız kardeşini kastettiği anlaşılır. Ama hâlâ yazarsanız bu devam eden, süregelen, devam etmekte olan mânasına gelir ki “kafa karışıklığı”na mâni olur. Ama  reklam yazarken şapkalı da yazsanız, şapkasız da o sözcüğün reklam olduğu anlaşılır. Yazının sade olması bakımından gereksiz ve sık şapka kullanılmamasını daha uygun buluyorum. Yazıyı illa “süslemek” istiyorsanız o ayrı!..

Yazar : Mehmet Nuri BİNGÖL

BİYOGRAFİ
1961’de Şanlıurfa/Birecik’te doğdu. İlkokul ve ortaokulu aynı ilçede okudu. 1982’de İstanbul Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. Anadolu’nun çok yöresinde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptı.
Yazgı, Köprü, Bizim Külliye dergilerinde hikâye, deneme ve makaleleri yer aldı. Gap Gündemi, Tasvir, Yeni Nesil gazetelerinde yazıları yayımlandı. Birecik yıllıklarına alınmış şiirleri, yaptığı derlemeleri ve değişik site ve kitaplara alınmış makale, mülakat ve köşe yazıları bulunuyor.
Kitaplaşan iki eseri ve tefrika romanları Mehmet Nuri EMİNLER mahlasıyla yayımlanmıştır. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliğine devam ediyor. Birecik’te temsilciliği açıldığı ilk günden beri Eğitim-Bir-Sen üyesi. Dört kızı ve üç torunu bulunuyor. Şanlıurfa/ Birecik’te ikâmet ediyor.

Tarık Buğra ile yaptığı mülakatın iktibas edildiği eserler:
Politika Dışı (Tarık Buğra)
Tarık Buğra’yla Söyleşiler (Mehmet Tekin)

Hikâyelerinin İktibas Edildiği Eserler:
Kedinâme (M. Nuri Yardım, 2019)
Dergizan Yıllığı (Ramazan Seydaoğlu, 2020)

İktibas edilen mahalli derlemeleri:
Cumhuriyetin 50. Yılında Birecik Yıllığı
Cumhuriyetin 70. Yılında Birecik Yıllığı

Tefrika Romanları:
Yokuşta ( 1986)
Yokuşta Tırmanış-1 (1984)
Yokuşta Tırmanış- 2 (1988)
Kafkasya’da Sarp Ufuklar (1981)

Kitapları:
Sürgündeki Çeçenya (1. Baskı: 1996; 2. Baskı: 2000) Gençlik Yayınevi
Nur Üstad (Biyografi- Deneme; 2002) Erguvan Yayınevi
Siyahtan Turkuaza (15 Temmuz) [Hikâyeler] 2021. KDY yayıncılık
Ver Elini Türkmeneli [Gönül Sayhası-1] (Roman) 2021, KDY Yayıncılık
Azada Yürüyüş [Gönül Sayhası-2] (Roman), 2021, KDY Yayıncılık, "Bir Başka Çeşme" (2022- KDY- Öyküler)

Tüm Yazıları Göster
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

‘Salâvatın Mânâsı Rahmettir!..’ 

‘SALAVÂTIN MA‘NÂSI RAHMETTİR!..’  “(Ey resûlüm!)  (biz) seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik!..” (Enbiya,107) “İşte seni …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Bu yazı kahveyle gitmez!

Çok konuştuğumuz ve toplasan incir çekirdeğini bile doldurmayacak bir yığın mevzu var. Bir de hayatımızın …

Kapat