Edebiyat bir ırmak ki türlü parıltılarla asli maksadına, bin bir şırıltı tonu ile akar gider. Diğer ırmaklar gibi bent ve baraj dinlemez, hiçbir zincir de bağlayamaz onu, zihinlerdeki prangaları parçalar atar.
Hani çok binmeyenli problemler vardır. Edebiyat ve irfan çalışmaları biraz da onlara benzer. O denklemin asli unsurlarından birini bile yerli yerine oturtmayı unuttuğumuz, ya da bundan gaflet ettiğimiz an yaptıklarımız “güme gider”. Üzerine kalınca bir çizgi çekilir.
Onca ter, onca gayret, onca didinme boşa gider; akıntıya karşı kürek sallama gibi bir garabetin içine girilir. Size kalansa sadece, arada bir sızlanmadır. Bazen de kuru bir şişinme. “Bir dane sıdk” bir gün gelir, “bir harman yalanı yakar.”
Edebiyat ve onun çetrefilli meseleleri, en girift kimyevi “bileşim”leri gölgede bırakacak kadar, birer terkip, dolayısıyla bütünlüktür. Onun “külli oluş” hadisesini atladığımız an, istediğimiz neticeyi bize hediye etmez.
Edebiyat sadece “ilim” değildir, sadece tebliğ değildir, sadece “ferdiyet”çilik değildir, sadece “içtimai” bir oluş değildir. Tenkit olsun diye tenkit. Bu sonuncusu hiç değildir; onun adı karalamadır, kara çalmadır.
Hani körlerle filin hikâyesi bilinir. Körün biri hayvanın kulağını kavrar; “Fil, şal gibi geniş bir şeydir.” der; bir diğeri ayağını yakalar, “Fil, sütun gibi bir nesnedir.” der. Böylece ağız dalaşı sürüp gider. Halbuki fil, bütün azalarıyla birlikte fildir, ayrı ayrı azalarıyla değil!
Demek ki terkibi kurmanız ve “muhafaza etmeniz” mühim; yoksa bir tarafa ağırlık vererek -subjektif ölçülerle- orayı bastırmakla kurulacak eciş bücüş bir bina değil.
Edebiyat ve edebiyatçı, indi teviller ve “kendine yontmalar”la durdurulacak bir nesne değildir; evet, gerçek edebiyatçı yetiştirmenin zor ve ciddi bir iş olduğunu es geçmiyoruz. O – çokların zannettiği gibi- kuru bir gönül ve his işi değil, akıl ve mantık işidir de…
Beyin ve zevkinizi birlikte kullanmazsanız, iki ayağı koparılmış masalara dönersiniz. Fikir ve his dünyanızı ona buna kaptırmadan, kapılmadan, kapılanmadan, kapıkulu olmadan, hor- hakir görülmekten korkmadan kendi ve “değişmez ölçü”sü istikametinde kullanmazsanız, sizden iyi demagog olur, ama edebiyatçı olmaz. Aslında böylelerine bırakın edebiyatçı demeyi, insan bile denemez.
Bu vartadan sıyrılmak ancak edebiyatın terkipli, külli, ciddi, aynı zamanda da “bütünlükçü” bir çalışma olduğuna inanmaktan geçer. Eğer bu inanıştan mahrum bir insansak, bir “ödül” ya da “ün” uğruna kendi ölçülerimizden ayrılacak bir tipsek, bizden edebiyatçı filan olmaz.
Akif’in İstanbul-Ankara- Mısır hattındaki hayatı ne büyük ibrettir.Bir iki eserle edebiyatçı olduğumuzu sanır, “ ….fani dünyada bıraktığı eserlerle” boşuna şişinen bir “bozma” olur çıkarız.
Edebiyat, onu-bunu meşhur edince başarılmış bir “meşgale” de değildir. İsim duyurmanın yüzlerce yolu vardır; bunlardan bir teki edebiyattır, şiirdir ama sırf bu gaye, yani şöhret uğrunda didinen bir kişi kendi küllerini yele vermek dışında bir netice alamaz.
Edip okunur da, tomar tomar kitap da satabilir, ama arkasından giden ve şiirlerinden ders alan bir kitlesi var mıdır? Halbuki Bediüzzaman’ın var, Âkif’in de var, Kısakürek’in de…
İsim duyurmakla mesele hallolacak olsaydı, en “kıytırık” ama meşhur bir futbolcunun iyi bir edebiyatçı sayılması gerekirdi. Halbuki bilinir ki, en sağlam eserlerini göstermiş, “lafla peynir gemisi yürütmemiş” bir edebiyatçıyı, meşhur bir futbol adamını tanıyanların yüzde, belki de binde biri bile tanımaz. Bu “yığın”ın onu tanımaması da ona bir nakise getirmez.
Bir Yahya Kemal’i, hiç kimse tanımasın istersen, bu onun edebi değerini hiç düşürür mü? Satırlar aracılığıyla sohbet etiğimiz bir dostum, bir yazısında, “boşalmak için dolmak lazım” diyordu. Ne doğru, ne müstakim, ne hikmetli söz! Ama ilk okuduğumda da biraz eksik buldum, şimdi de bir yönünü eksik bulurum sözün. “Düşünerek dolmak lazım.” dese daha iyi olurdu.
Nedir düşünmek? Başka bir ifadeyle seçmektir; önümüze dizilmiş fikir ve zevk yollarından, üsluplardan, meselelerden birini seçmektir. Bu seçişleri tek tek ve ayrı ayrı ele almayıp, düşüncemizle; “rehber” düşüncelerle bir terkibe varmaktır. Bunun için de “boğuşmaya” benzer bir kaotik zemin değil, “müsbet hareketi intac eden” kendi yolunun tezyini ile uğraşılacak “zeminler” gerekir.
Hep aynı mihrakın çevresinde “değirmen beygiri” gibi dolanmak… O terkibe ulaşamayışın en açık ifadesidir bu. Özü bulduktan sonra, kabuğun şekliyle ya da rengiyle uğraşmak; “benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” meseli gibi, hep aynı fikri sabite kilitlenmek – at gözlüğü takılmışlar gibi- ne edebiyatçıya, ne de insana yakışır.
Hep aynı kabuk renginde karar kılma “belağat”ın keyfiyetine uymadığı gibi, asli terkibi kavradıktan sonra, o tek “yanlı” terkibi devamlı yegane mihrak görmek de edebiyat iklimine uymaz gibime gelir.
Edebiyat ırmağında ilerlemek, onun ciddiyetini ve “külli oluş”unu kavramakla eştir. Bediiyatın insan ve hayatla bütünleşmiş bir yapı olduğunu unutmak, o ırmakta yüzen sal, sandal, yelkenli ya da gemiyi “alabora” etmek mânâsına gelir. Vebali bir yana, hiç insaf ve izana sığar mı bu?
- Cemaat Değil Cemaattan Yana Olmak - 19 Eylül 2024
- Müzeden Ayasofya-yı Kebir’e… - 12 Eylül 2024
- Romancı Olmak – Olmamak – Olamamak - 25 Ağustos 2024
- Vâizler Neden “Etkisiz Eleman”? - 22 Ağustos 2024
- Nur Üstad ve Abdülhamid Meselesi - 11 Ağustos 2024
- Bahardan Sonra Yaz (Öykü) - 5 Ağustos 2024
- Sahabe Bir Sıfat; Hataları İse Ferdidir. - 4 Ağustos 2024
- İsmail Tohumu Fidana, Ardından Ağaca Duracaktır. - 31 Temmuz 2024
- Bazı Dikkatler-2 - 30 Temmuz 2024
- Adem-i Îtimat Meselesi - 29 Temmuz 2024