Ehl-i Beyt, Âl-i Abâ

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Âl-i Beyt

“Haberiniz olsun ki, ey insanlar ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunlardan birisi Allah’ın (cc) Kitabı’dır. Onda mutlak hidâyet ve nur vardır. Bundan dolayı sizler Allah’ın Kitabı’na tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız. Diğeri de Ehli Beytimdir. Ben Ehl-i Beytim hakkında sizlere Allah’ı hatırlatıyorum.”

Müslümanların dilinden ve gönlünden hiçbir zaman düşmeyen ve düşmeyecek olan temel kavramlardan biri de Ehl-i Beyt kavramıdır. Ehl-i Beyt denince Arapça bir kelime olan Âl veya Âl-i Beyt, Âl-i Muhammed, Âl-i Rasul, Âl-i Aba gibi kelimelerle Ehl-i Beyt ifade edilmiştir. “Âl” kişinin bizzat kendisi, âilesi, taraftarları, nesli anlamına geliyor. Kur’ân-ı Kerîm’de Âl-i İmran, Âl-i Yakub diye geçmektedir. “Âl” Peygamber Efendimizin mübarek Ehl-i Beytine, kendi mübarek sülalesine verilen özel bir isimdir. Ümmü Seleme radıyallahu anha validemiz anlatıyor: “Ben “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın evinin kapısında iken şu âyet nâzil oldu: “…Ey peygamber âilesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor” (Ahzab, 33).

Evde “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve: “Allah’ım, işte bunlar benim ehl-i beytimdir, bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden tertemiz kıl!” buyurdu. Ben atılıp: “Ey Allah’ın Resûlü! Ben ehl-i beytten değil miyim?” dedim. Bana: “Sen (yerinde dur, sen zaten) hayırdasın, sen Resûlullah’ın zevcesisin!” diye cevap verdi.” (Tirmizî, Menâkıb, 3870)

“Hamse-i Âl-i Aba” yani “Aba altındaki beş kişi.” Böylece Ehl-i Beyt’in ümmet içerisinde özel bir konumu olduğunu, Resûl-ü Zîşan efendimiz, Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin efendilerimizden müteşekkil Peygamber Âilesi olduğunu anlıyoruz.

Hz. Hasan Efendimiz’in (ra) soyundan gelenlere Şerif, Hz. Hüseyin Efendimiz’in (ra) soyundan gelenlere de Seyyid, denir.  Her ikisi de Efendi, Şerefli saygıdeğer faziletli anlamlarına gelmektedir.

“Deki; (Ben) sizden buna (size olan tebliğ vazifeme karşı) akrabalıkta (Âl-i Beytime) karşı muhabbetten başka bir ecir istemiyorum” (Şûrâ, 23)

Bu âyet-i kerîmeye göre Ehl-i Beyt’in korunup gözetilmesi, sevilmesi bu ümmete tavsiye edilmiştir. Bu gerçeği Ğadir-i Hum hadisi ile bilinen Veda Haccı dönüşünde meydana gelen şu tarihi hadiseden de anlıyoruz: Hadisin Müslim’deki Zeyd bin Erkam rivayeti şöyledir: Mekke ile Medine arasında Hum denilen bir subaşında bulunurken Rasulullah (asm) hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı. Allah’a (cc) hamd ve senadan sonra ‘Haberiniz olsun ki, ey insanlar ben ancak bir insanım; Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunlardan birisi Allah’ın (cc) Kitabı’dır. Onda mutlak hidâyet ve nur vardır. Bundan dolayı sizler Allah’ın Kitabı’na tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız. Diğeri de Ehli Beytimdir. Ben Ehl-i Beytim hakkında sizlere Allah’ı hatırlatıyorum. (Rasulullah (asm) bu cümleyi üç kere tekrarladı.)
(Müslim Fedailüssahabe,  Ayrıca bak sahihi Müslim ve Tercemesi)

Yine bu konuda Bedîüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur’da şöyle buyurmaktadır;

“Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-aşina nazarıyla görmüş ki: Âl-i Beyti, Âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Ve Âlem-i İslâmın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten çıkacak.” “…nasılki millet-i İbrahimiye’de ekseriyet-i mutlaka ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim’in  âlinden,  ve neslinden  olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (asm) vezaif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk (tarikatlar) ve mesalikinde (mesleklerinde) Enbiya-i Benî-İsrail gibi, Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (asm) (Resûl-ü Ekrem (asm) Efendimizin mübarek soyundan gelen kutuplar Gavs-u Azam Şeyh Abdulkadir Geylani (ks) gibi zatlar) görmüş. Onun için  Âl-i Beytine karşı ümmetin meveddetini (onları sevmesini) istemiş.” “Çünkü Sünneti Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmekle mükellef olan Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaen dir ki; Kitap ve sünnete ittiba edilmesi Bu hakikat hadisiye ile bildirilmiştir. Demekki Âl-i Beytten vazife i Risâletçe murad Sünneti Seniyyedir. Sünneti Seniyyeyi terk eden Hakiki Âl-i Beytten olmadığı gibi Âl-i Beyte hakîkî dost olamaz.”

Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir Hadis-i Şerifinde buyurdular ki:
“Nimetleriyle sizi beslediği için Allah’ı sevin. Beni de Allah sevgisi için sevin. Ehl-i Beytimi de benim sevgim için sevin.” (Tirmizî, Menakıb, 3792.)

Her bir Müslüman Allah’ı (cc) ve Resulünü (asm) sevmekle mükelleftir. Ehl-i Beyt sevgisi ise böyle bir sevgiye vesile olmaktadır. Çünkü Yüce Allah (cc) canlı mahlûkatı Âlim ve Hâkim isimleriyle belirli bir kemal noktasına doğru programlamıştır. Canlı olsun, cansız olsun hiçbir varlık Kâinattaki İlâhî ahengi bozacak bir durum sergilemez. İlâhî programda insanın asıl vazifesi ise ilim ile tekemmül edip yüce Allah’a (cc) taabüd ve tahabbüb etmektir. Yani Allah’ı (cc) sevip ona ibâdet etmektir. İşte bu asıl vazifeyi Resul-ü Zîşan Efendimiz (asm) bütün ihtişamıyla Asr-ı Saadet’te ortaya koymuş, sonraki asırlar ise bu ihtişamı onun mübarek neslinden gelen Ehli Beyt imamlarının züht ve takvâlarında canlı bir örnek olarak seyretmiş, iman ve ibâdetin lezzetiyle yaradılıştaki zirveye ulaşmışlardır. Meselâ, Peygamberimiz (asm) “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere geldim.” buyurmuşlardır. Efendimiz İslâmiyetin çerçevesini bu mübarek sözüyle çizmiştir. Ehl-i Beyt’in ikinci imamı Hz. Hasan efendimize “Mekarim-i ahlâk nedir?” diye sorulduğunda “Doğru söz, isteyene vermek, güzel ahlak, sıla-i rahim, komşu hakkına riayet, misafire ikram ve hayâ sahibi olmaktır.” buyurmuştur. Burada büyük bir hakikati izah etmiştir. Yine Zeynelabidin ismiyle müsemma Ali bin Hüseyin (ra) gece ve gündüzde bin rekât namaz kılıyor, abdest aldığında sap sarı kesiliyordu. Bu halinin sebebi kendisine sorulduğunda “Namaz için kimin huzuruna çıkacağımı biliyor musunuz?” diyordu.

Elbette ki Ehli Beyt denildiğinde öncelikle mübarek nesilden gelen ve her biri bir asrı aydınlatan müceddidler, müctehidler ve kutublar akla gelir. Şimdi düşünelim bir kere: Efendimiz Hazretlerinden (asm) cansız bir parça olan Hırka-yı Şerif için bu dindar millet âhuzâr eder, göz yaşı döker, muhabbet eder de, ondan canlı bir parça olan Ehli Beytine Muhabbet etmez mi?

Yukarıdaki bahsettiğimiz âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki Resûl-ü Ekrem Efendimiz (asm) Kur’ân’ın ve sünnetin hizmetkârları olan Ehli Beytini bu ümmete emanet etmiştir.

NAKÎBÜ’L-EŞRAF’LIK MÜESSESESİ:         

“Nakibü’l-Eşraf”, Efendimiz (asm)’ın mübarek soyundan gelen seyyidlerle ilgili işleri gören kimse demektir. Bilhassa Osmanlılar bu müesseseye çok önem vermişler, Nakibu’l-Eşraf gördüğü işlerden dolayı en yüksek mertebelere çıkarılmıştır.  Nakibu’l-Eşraflar ülkedeki seyyid ve şeriflerin isimlerini içeren defterler tutarlardı. “Şecere-i Tayyibe” denilen bu defterlerde seyyid ve şeriflerin isimleri, şecereleri, silsilesi, evladı, ahval ve ikametleri muhafaza edilirdi. Seyyidler zekât ve sadaka almadıklarından kendilerine devlet tarafından bu müessese aracılığıyla maaş verilirdi. Padişah cüluslarında hükümdara önce “Nakibü’l-eşraf” bey’at eder, duâ eder sonra diğer bey’atlar yapılırdı. Onlar Ehli Beyte değer verip sahip çıktıkları için Yüce Allah da (cc) onlara değer verip sahip çıkmış ve yeryüzünün en büyük cihan devletlerinden biri yapmıştır.

Elhâsıl: Üstad Bedîüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi “Dünyada mütenasid hiçbir hanedan, ve muvâfık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki; Âl-i Beytin hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatına yetişebilsin.”

Çünkü onlar Hakîkati Muhammediye (asm) sırrıyla maden-i İslâmiyet içinde altın bir damar gibidirler. Eğer beşeriyet bir şahsi manevi-yi İnsaniye tasavvur edilse Ehli Beyt bu şahsi manevinin kalbini temsil eder.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki;  Kur’ân ve sünneti kendine rehber eden her bir müslüman nesebi olmasa da ameli Ehli Beytten sayılabilir.  Yüce Allah (cc) Ehli Beytin sevgisini hepimize nasip etsin. Amîn.

İrfan Mektebi Dergisi

***

ÂL-İ ABA : Hz. Peygamber’in (A.S.M.) kendisi ile beraber, kızı Hz. Fatıma Vâlidemiz, damadı ve amcazadesi Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den (R.A.) müteşekkil heyet “Hamse-i Âl-i Aba” da denilir. Hz. Peygamber’in (A.S.M.) giydiği abasını mezkur sahabe-i güzin hazeratının üzerine örterek hususi dua ettiğinden bu isimle anılmaları meşhurdur.

“Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, giydiği mübarek abasını, Hz. Ali (R.A.) ve Hazret-i Fatıma (R.A.) ve Hazret-i Hasan ve Hüseyn’in (R.A.) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle;
(33:33) لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْه۪يرًا âyetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmiyeceğiz. Yalnız vazife-i Risalete taalluk eden bir hikmeti şudur ki:

Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, gayb-âşina ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra Sahabeler ve tabiinler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş.

İçinde en mümtaz şahsiyetler, abası altında olan o üç şahsiyet olduğunu mü- şahede etmiş. Hazret-i Ali’yi (R.A.) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmekve Hazret-i Hüseyin’i (R.A.) taziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı (R.A.) tebrik etmek ve müsalaha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete âzim faidesini ilan etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlisine lâyık olacaklarını ilan et- mek için o dört şahsa kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşe- den o abayı örtmüştür. Evet, çendan Hazret-i Ali (R.A.) halife-i bilhak idi.

Fakat dökülen kanlar çok ehemliyetli olduğundan ümmet nazarında tebriesi
ve beraeti, vazife-i Risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem
Aleyhissalatü Vesselâm, o suretle onu tebrie ediyor. Onu tenkid ve tahtie vetadlil eden Haricileri ve Emevilerin mütecaviz tarafdarlarını sükûta davetediyor. Evet Hâriciler ve Emevilerin müfrit tarafdarları Hazret-i Ali (R.A.) hakkındaki tefritleri ve tadlilleri ve Hazret-i Hüseyn’in (R.A.) gayet feciciğersûz hâdisesiyle Şiaların ifratları ve bid’aları ve Şeyheyn’den teberrileri,ehl-i İslâma çok zararlı düşmüştür.

İşte bu aba ve dua ile Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Hz. Ali (R.A.) ve Hz. Hüseyn’i (R.A.) mes’uliyetten ve ittihamdan ve ümmetini onlar hakkında su-i zandan kurtardığı gibi, Hz. Hasan’ı (R.A.) yaptığı müsalaha ile ümmete ettiği iyiliğini vazife-i Risalet noktasında tebrik ediyor ve Hz. Fatıma’nın (R.A.) zürriyetinin nesl-i mübareki, âlem-i İslâmda Ehl-i Beyt ünvanını alarak âli bir şeref kazanacaklarını ve Hz. Fatıma;
(3:36) اِنّ۪ٓى اُع۪يذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ  diyen Hazret-i Meryem’in vâlidesi gibi zürriyetçe çok müşerref olacağını ilan ediyor.” (L.94)

ÂL-İ BEYT : 

Hz. Peygamber’in (A.S.M.) sülale-i tahiresinden yetişenler ve sünnet-i seniyyesinin menbaı ve muhafızı ve bi­hakkın sünnete ittiba ve onu idame etti­renler. Âl-i Resul, Âl-i Nebi, Âl-i Muhammed ve Ehl-i Beyt gibi ta­birlerle de söylenir.

Bediüzzaman Hazretleri der ki:

“Bir kısım müçtehidler, وَعَلَى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ duasında, seyyid olma­yan fa­kat ehl-i takva bulunan, o duada dâhildir” demişlerdir. (Şualar sh: 414)

Âl-i Beytin âlem-i İslâmda bir merkez-i manevî olmasının lüzumu ve bü­tün ümmetin Âl-i Beyte bağlanmasındaki hikmet hakkında Bediüzzaman Hazretleri şu izahatı veriyor:

“(42:23) اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى âyetinin bir kavle göre mânâsı: “Re­sul-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm, vazife-i Risaletin icrasına mukabil üc­ret is­temez, yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”

Eğer denilse: Bu mânâya göre karabet-i nesliye cihetinden gelen bir faide gö­zetilmiş görünüyor. Halbuki, (49:13) اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقَيكُمْ sırrına bi­naen karabet-i nesliyye değil, belki kurbiyet-i İlahiye noktasında va­zife-i risalet cere­yan edi­yor?

Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, gayb-âşina nazarıyla gör­müş ki:

Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne ge­çecek âlem-i İs­lâm’ın bütün tabakatında kemâlat-ı insaniye dersinde rehber­lik ve mürşidlik vazife­sini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten çıka­cak.

Teşehhüddeki üm­metin “Âl” hakkındaki duası ki:

اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَعَلَى اٰلِ اِبْرَاهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

dir. Makbul olacağını keşfetmiş, yani nasılki Millet-i İbrahimiyede ekseri­yet-i mutlaka ile nurani rehberler Hazret-i İbrahim’in (A.S.) âlinden, neslin­den olan En­biya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediye’de de (A.S.M.) vezaif-i azime-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesalikinde Enbiya-i Benî-İsrail gibi, Aktab-ı âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (A.S.M.) görmüş. Onun için (42:23) قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِىالْقُرْبَى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikatı teyid eden diğer ri­va­yetlerde ferman etmiş:

“Size iki şey bırakıyorum, onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beytim. Çünki: Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muha­fızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.”

İşte bu sırra binaendir ki: Kitab ve Sünnet’e ittiba ünvanıyla bu haki­kat-i Hadisiyye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten vazife-i risaletçe mu­radı: Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terkeden, hakiki Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakiki dost da olamaz.

Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki:

Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İslâmiyet za’fa dü­şeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir ce­maat-ı mütesanide lâzım ki, âlem-i İslâmın terakkiyat-ı manevîyesinde medar ve mer­kez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplama­sını arzu etmiş.

Evet Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine tes­lim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileride­dirler.

Çünki İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî tarafdarlık; zaif ve şansız hatta haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatlı, gayet şanlı bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikata tarafdarlık; ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç tarafdarlığı bırakır mı?

Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Din-i İslâm le­hinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî tarafdardır. Baş­kası ise kuvvetli bir bûr­han ile sonra iltizam eder.” (Lem’alar sh: 21)

İslamiyetin zaafa düştüğü son asırlarda, Âl-i Beyt manası daha da çok aranır olmuştur. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu manada Âll-i Beyt’in görecekleri vazifelerin ehemmiyetine dikkat çekmiştir. Sünnet-i seniyyeyi rehber yapanın hangi nesebden olursa olsun al-i beytten sayılacağını ifade etmiştir. Fakat neseben senetli ali beytten olanların da, bu esaslara göre daha da değer kazanacaklarını beyan etmiştir.

Kaynak: İslam Prensipleri Ansiklopedisi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Hisbe, İhtisab – Hisbe Teşkilâtı ve Muhtesib

Hisbe ( الحسبة ) Arapça’da “hesap etmek, saymak; yeterli olmak” anlamlarındaki hasb (hisâb) kökünden türeyen ihtisâb …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
İmam Şafii’nin Ehl-i Beyt ve İlk Halifeler ile İlgili Tasavvuru *

Dr. Namık Kemal KARABİBER** Atıf / ©- Karabiber, N.K. (2009). İmam Şafii’nin Ehl-i Beyt ve …

Kapat