Ana Sayfa / RİSALE-İ NUR & BEDİÜZZAMAN / Müdafaalar & Cevaplar / Ehl-i ilme, kalemlerinizi kırın, demek istemiyoruz, fakat.. (Risale-i Nur’u Şerh ve İzah Meselesi)

Ehl-i ilme, kalemlerinizi kırın, demek istemiyoruz, fakat.. (Risale-i Nur’u Şerh ve İzah Meselesi)

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Risale-i Nur’u Şerh ve İzah Meselesi

Ehl-i ilme kalemlerini kırın demek istemiyoruz, fakat..

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Sual: Risale-i Nur’un şerh ve izah edilmesi gerekli midir? Bazıları böyle yapıyorlar, bu hususta Risale-i Nur ne diyor? Üstadımızın izni var mı? İhtiyaç var mı? İhtiyaç varsa hangi noktalarda? Kimler şerh ve izah edebilir?

Bu gelen sualleri evvelâ Risale-i Nur’a soralım.

Daha sonra inşâallah Üstadımızın hayatta olan talebelerine soracağız. Üstadımızın tarz-ı tatbikiyle alâkalı olarak da hususen Hüsnü Ağabeye de sormak istiyoruz.

Risale-i Nur’un şerh ve izah meselesini gündemde tutan Nurcular veya dostlar, iki kısımdır:

Birinci kısım, dinî ilimlerle alâkadar hocalardır.

İkinci kısım ise ehl-i fen dediğimiz felsefeden etkilenmiş bir kısım bilim adamlarıdır.

Biz öncelikli olarak birinci taifeye hitab etmek ve bu muhterem zatların nazarına Nurlardan görebildiğimiz kadar vermek istiyoruz. Kusurumuz olursa affetmek büyüklüğün şe’nidir.

Üstadımızın, birinci muhatabı merhum Hulusi Bey’e, RİSALE-İ NUR’un ilk telif yıllarında –Altıncı Mektub’un ahirinde bulunan– suali ki:

“İşte kardeşlerim, karanlıklı bu gurbetler, çendan nur-u imanla nurlandılar fakat yine bende bir derece hükümlerini icra ettiler ve şöyle bir düşünceyi verdiler: “Madem ben garibim ve gurbetteyim ve gurbete gideceğim, acaba şu misafirhanedeki vazifem bitmiş midir? Tâ ki sizleri ve Sözler’i tevkil etsem ve bütün bütün alâkamı kessem.” fikri hatırıma geldi. Onun için sizden sormuştum ki: “Acaba yazılan Sözler kâfi midir, noksanı var mı? Yani vazifem bitmiş midir? Tâ ki rahat-ı kalple kendimi nurlu, zevkli hakiki bir gurbete atıp, dünyayı unutup, Mevlana Celaleddin’in dediği gibi

دَانِى سَمَاعِ چِه بُوَدْ بِى خُودْ شُدَنْ زِهَسْتِى

اَنْدَرْ فَنَاىِ مُطْلَقْ ذَوْقِ بَقَا چَشِيدَنْ

deyip ulvi bir gurbeti arayabilir miyim?” diye sizi o sualler ile tasdi’ etmiştim.” Mektubat, s. 26

İşte bu suale, Merhum Hulusi Bey’in –inayet ve kerem-i İlahî ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberîye iltica ederek– verdiği cevaptaki beş altı maddeden “Sâlisen” ile başlıyan madde, Barla Lâhikasının hemen baş tarafında derc edilmiştir ki:

“Son iki mektubunuzda sual buyurulan hususa cevap vermekliğim ısrar ile emir buyuruldu. سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا Fakat bu ağır suale, acz ve fakrın en müntehasında bulunan bu kardeşiniz hak ve hakikate muvafık ve mutabık bir cevap verebilmek için inayet ve kerem-i İlahî ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberîye iltica eyledi. Şöyle ki:

………

Sâlisen: Madem bu hizmet münhasıran reyinizle değil, istihdam olunuyorsunuz; nasıl Mübelliğ-i Kur’an, Fahr-i Cihan, Habib-i Yezdan sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri bir gün اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ ferman-ı celilini tebliğ buyurmakla aynı zamanda vazife-i risaletinin hitamına remzen işaret eylemişti. Muhterem Üstadın da hizmeti kâfi görülürse bildirilir kanaatindeyim.”

Diyerek işaret ettiği mana, Üstadımızın âhir ömründe yazdığı son mektuplarda açıkça görülüyor.

Hem Hicri veya Rumi 1364’te telif vazifesinin tekmil edildiğini bildiren, Risale-i Nur’daki bahisler de aynı manaya parmak basıyor.

Hem hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla ihata ettiğini bildiren o gibi parçalar da aynı manaya kuvvet veriyor. O sahada yeni telifata, şerh ve izahata ihtiyaç kalmadığını gösteriyor.

Mesela, Emirdağ Lâhikası-II’nin son kısımlarında yani Üstadın âhir ömründe yazılan şu ve benzerleri MEKTUBLAR VE VASİYETLER, Üstadımızın vazifesinin ikmalini gösteriyorlar ki en mühim vazifesi telif vazifesidir.

“Aziz, sıddık, fedakâr, hâlis, muhlis kardeşlerim ve hizmet-i Kur’aniye’de hakiki, ciddi, metanetli arkadaşlarım!

Size gayet ehemmiyetli bir halimi ve dehşetli bir zahmet fakat inayet-i İlahiye ile büyük bir rahmeti tazammun eden zahirî bir hastalığın manevî bir istirahat ve bir TAMAM-I VAZİFEYE bir alâmet olarak bir hastalığımı beyan ediyorum. Şekva değil, teşekkür ediyorum. Fakat sizden tahammülüm için dua istiyorum. O halet de şudur:

Ben kelimatı konuşurken birden manevî bir men’ gibi şiddetli bir hararet başlıyor. Hattâ eskiden günde bir iki defa su içerken şimdi yemeği pek az yediğim halde, yirmi otuz defa su içmeye mecbur oluyorum. Hattâ iki gün evvel pek şiddetlendi. Ben bir tesemmüm zannettim. Hattâ bir vehme binaen yanımdaki kardeşlerime ifşa ettim. Bu gayet şiddetli hastalığıma karşı sabır ve tahammül niyaz ettim. Rahmet-i İlahiye’den rica ettim, birden kalbime geldi ki:

Ekser hayatımdaki zahmetlerde bir inayet ve rahmet cilvesi bulunduğu gibi inşâallah bunda da o cilve-i rahmet var ki cinnî ve insî şeytanların ve dinsizlerin seni zehirlendirmek ve susturmaya çalışmaları, VAZİFENİN TAMAM OLMASINA ve istirahatine rahmet-i İlahiye bir vesile oldu ki geçen sene İşaratü’l-İ’caz tefsiri ve Mesnevî-i Arabî’yi bir sene müddetle ders vermeye başlamıştım. Gizli düşmanlarım cinnî ve insî şeytanlar, beni susturmaya desaisleri ile çalıştıkları halde, rahmet-i İlahiye hem İşaratü’l-İ’caz’ın hem Mesnevî-i Arabî’nin Türkçesini ihsan ettiğinden ve Risale-i Nur da ekseriyet itibarıyla kendi kendine ders verip muallimlere ihtiyaç bırakmadığından, bu tedris vazifemde bana istirahat ve tebrik nevinde bir ihsan-ı İlahî olarak bu acib hastalık benim istirahatime medar oldu.

Hem benim ruhuma geldi ki: Senin binler belki yüz binler Saidcikler, senin bedeline ders verecek ve konuşacaklar var. İhsan-ı İlahî ile Risale-i Nur, başka ilimler gibi meşakkatli derslere muhtaç değil. فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ Gavs-ı Geylanî’nin (ks) kerametkârane cümlesi, en dehşetli zaman gibi bunda da ayn-ı hakikat olduğu görüldü. Hem a’zamî ihlasın zedelenmemek için şimdi düşmanlar da dostlara inkılab ettiği bir zamanda sohbet etmek, konuşmak; bu dünyada da uhrevî hizmetlerin bir güzel ve fâni meyvelerine vesile olabilir. O vakit a’zamî ihlas ki hiçbir şeye âlet olmayacak. Hem vazife-i İlahiyeye karışmamak için kader-i İlahî hakkımdaki bu şiddetli halete aleyhimde değil, lehimde olarak fetva verdi, müsaade etti. Ben yanımdaki vasiyetnamemdeki evlat kabul ettiğim küçük evlatları tevkil ediyorum. Onlarla konuşanı, benimle konuşmuş gibi kabul ediyorum.” Emirdağ Lâhikası-II, s. 227

Daha bu mektup gibi müteaddit mektuplar Üstadımızın vazifesini tekmil ettiğini ifade ediyor. “Risale-i Nur bana ihtiyaç bırakmıyor.” diye tahşidat yapıyor.

Asâ-yı Musa başında ve başka yerlerde, telifçe Risale-i Nur’un 1364’te yani 1948’de tamam olduğu ifade ediliyor:

“İmam-ı Ali (radıyallahu anh) “Celcelutiye”sinde pek kuvvetli ve sarahate yakın bir tarzda Risale-i Nur’dan ve ehemmiyetli risalelerinden aynı numara ile haber verdiğini, Yirmi Sekizinci Lem’a ile Sekizinci Şuâ tam ispat etmişler. İmam-ı Ali (radıyallahu anh) Risale-i Nur’un en son risalesini Celcelutiye’de وَ اسْمُ عَصَا مُوسَى بِهِ الظُّلْمَةُ انْجَلَتْ fıkrasıyla haber veriyor.

Biz bir iki sene evvel Âyetü’l-Kübra’yı en son zannetmiştik. Halbuki şimdi altmış dörtte telifçe Risale-i Nur’un tamam olması ve bu cümle-i Aleviyenin mealini yani karanlığı dağıtacak, asâ-yı Musa (aleyhisselâm) gibi ışık verecek, sihirleri iptal edecek bir risaleden haber vermesi…”

Demek Risale-i Nur, 1948 itibariyle tamam olmuştur. Bundan sonra Üstadımız tetimmat kabilinden ancak ara sıra mektuplar yazmıştır. Üstadımız hayatının sonuna kadar Nurların neşrine, intişarına himmet etmiş ve Nur talebelerine neşir vazifesi vermiştir.

“Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.” Mektubat, s. 345

Talebe, talebelik vazifesi ile muvazzaftır. Telif vazifesinde Üstad istihdam edilmiştir. Talebe kendi sınırını bilir, ona göre hareket eder.

Biri diyebilir ki “Ben allâme ve müçtehidim, sizin gibi sıradan talebelik vazifesine kanaat edemem.”

O zaman, Mektubat’ın 424. sahifesinde “Beşinci Desise-i Şeytaniye”yi baştan nihayete kadar, hatta Hücumat-ı Sitte Risalesi’ni İhlas Lemaları ile beraber, nefse hitaben, dikkatle, tefekkürle, sık sık okumayı tavsiye etmeliyiz.

Fakat allâme ve müçtehid zatlara bir şey söylemek sû-i edeb olacağından bundan sonraki ifadeleri Üstadımızın bir dersi olarak nefsimize ve kendini muhatab kabul edenlere takdim ediyoruz:

“Bir şey daha kaldı, en tehlikesi odur ki: İçinizde ve ahbabınızda, bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa o cihette enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hattâ yazılan risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde; nefsi ise enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder tâ ki kendi mahsulat-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın. Halbuki bilmecburiye bunu haber veriyorum ki:

Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar vazifeleri –ulûm-u imaniye cihetinde– yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile şerh ve izah haricinde bir şey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki Risale-i Nur eczaları, Kur’an’ın tereşşuhatıdır; bizler, taksimü’l-a’mal kaidesiyle her birimiz, bir vazife deruhte edip o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..” Mektubat, s. 426

Demek “Ulûm-u imaniye cihetinde, şerh ve izah haricinde birşey yazsa…” ifadesi, şerh ve izah kapısının açık olduğunu gösteriyor.

Evvelâ, allâme ve müctehid zatlar bu asrın tarlasında yetişir mi? Şu çorak zemin öyle meyveler verebilir mi? Yirmi Yedinci Söz olan İçtihad Bahsi’nden dersimizi takip ediyoruz:

“Üçüncüsü: Nasıl ki çarşıda, mevsimlere göre birer meta mergub oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de âlem meşherinde, içtimaiyat-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer meta mergub olup revaç buluyor. Sûkunda yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Mesela, şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi… Ve selef-i salihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlık-ı semavat ve arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’an ile kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde etmek idi.

İşte o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabb’inin marziyatını anlamaya müteveccih olduğundan; içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i marifet alır. O zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya her bir şey, ona bir muallim hükmüne geçip onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki yakın idi ki kesbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana… İşte şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı “nurun alâ nur” sırrına mazhar olur; çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.

Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir.

İşte bunun içindir ki şu zamanda birisi; dört yaşında Kur’an’ı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü Süfyan’ın iptida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer.

Amma onun naziri, şu zamanda çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı, içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için “Ben de onun gibi zekiyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.”

Şerh ve izaha hevesli zatların, yine içtihad risalesindeki şu gelen hitablara da muhatab olup olmadıklarını nefislerine sormaları gerekir diye telakki ediyoruz.

Denilebilir ki “Biz sadece şerh ve izah gibi sade bir işle meşgulüz, içtihad filan gibi bir vazife peşinde değiliz? Sizin telaşınız fuzuliyane.”

Evet, doğrudur. Fakat bu asırda felsefenin düşünce tarzı bütün efkârı esir almış, zihinler maneviyata karşı yabanileşmiş, Risale-i Nur gibi “mesaili, ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile…” yazılan ve

“Risaletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’an’dan başka me’hazi yok, Kur’an’dan başka üstadı yok, Kur’an’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’an’ın feyzinden mülhemdir ve sema-i Kur’anîden ve âyâtının nücumundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.” Şualar, s. 711

Böyle bir eser-i yektada parmak karıştırmak –hem de hiç bir ihtiyaç olmadığı halde– dikkatle düşünülmesini iktiza ediyor.

“Dördüncüsü: Nasıl ki bir cisimde, neşv ü nema için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise –çünkü dâhildendir– vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eğer hariçte tevsi için bir meyil ise o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir; tevsi değildir. Öyle de İslâmiyet’in dairesine selef-i salihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarîkıyla dâhil olanlarda, meylü’t-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa o, kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiye’yi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir.

Beşincisi: Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavîlikten çıkarıyor. Halbuki şeriat semaviyedir ve içtihadat-ı şer’iye dahi onun ahkâm-ı mestûresini izhar ettiğinden semaviyedirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise tercihe sebeptir, icaba, icada medar değildir. İllet ise vücuduna medardır. Mesela, seferde namaz kasredilir, iki rekat kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semavî değildir.

İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki şeriatın nazarı ise evvela ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede –âhirete vesile olmak dolayısıyla– dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanidir. Öyle ise şeriat namına içtihad edemez.

Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani “Zaruret, haramı helâl derecesine getirir.” İşte şu kaide ise küllî değil. Zaruret eğer haram yoluyla olmamış ise haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuş ise haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez.

Mesela, bir adam sû-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ulema-i şeriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse talakı vaki olur. Bir cinayet etse ceza görür. Fakat sû-i ihtiyarıyla olmazsa talak vaki olmaz, ceza da görmez. Hem mesela, bir içki müptelası zaruret derecesinde müptela olsa da diyemez ki: “Zarurettir, bana helâldir.”

İşte şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptela eden bir beliyye-i âmme suretine giren çok umûrlar vardır ki sû-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semavî olamaz, şer’î değil. Halbuki semavat ve arzın Hâlık’ının ahkâm-ı İlahiyesinde tasarruf ve ibadının ibadatına müdahale, o Hâlık’ın izn-i manevîsi olmazsa; o tasarruf, o müdahale merduddur.” Sözler, s. 483

Kısacası bu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan ve Kur’anî ve uhrevî düşünce tarzından tamamiyle uzaktır. Dünyevî ve siyasî ve felsefîdir, ihtiyaçlarını o ölçülerle tesbit etmekte, takva ve ahiret endişesini ikinci üçüncü belki onuncu dereceye taşımakta, düşüncelerini arzîleştirmekte, semavîlikten uzaklaştırmakta, hikmeti illet yerine ikame etmekte, bizzat saadet-i dünyeviyeyi esas almakta, dünyevî küçük bir mesele için “zarurettir” diye marziyat-ı Rabbanî nedir unutuvermekte ve fetva kapılarına aramaya çalışmaktadır. Halbuki bu tarzdaki yeni düşünce ve fikirlere Risale-i Nur’un kapısı kapalıdır.

“İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mani vardır.

Birincisi: Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmaya vesiledir. Öyle de şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.

İkincisi: Dinin zaruriyatı ki içtihad onlara giremez. Çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hâcatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.” Sözler, s. 480

Burada baştaki ifadeden iktibas ederek diyebiliriz ki: Evet şerh ve izah kapısı allâme ve müçtehidlerimize Risale-i Nur’un tarif ettiği şekilde açıktır, fakat bu zamanda pek çok maniler var.

“Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telahuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından âzade olarak tam ihlaslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur.”

İşte, Kur’an’ın manevî ve emsalsiz bir tefsiri olan Risale-i Nur’u ancak böyle bir şahs-ı manevî –ihtiyaç olsa– şerh ve izah edebilir. Öyle bir ihtiyaç olmadığı için alimlerimiz kendi sahalarında, fıkıhda, şeriatta, fürüat-ı diniyede, enva-i çeşit İslamî ilimlerde say’ etsinler. VeyaRisale-i Nur’un neşir ve talimi ile kanaat etsinler.

Belki âlem-i İslam manevî bir mekteb medrese hükmüne geçerse o zaman allâmelerimiz bir araya gelip bazı maslahatları takip etmeleri mümkün olabilir. Çünkü “Cüzde bulunmayan, küllde bulunur.” kaidesine binaen, her fertte bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur.

Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vâbestedir. Yoksa davet bid’attır, reddedilir. Mektubat, s. 470

Sâniyen: Risale-i Nur’un tarif ettiği şerh ve izah nasıldır?

Kastamonu Lâhikası, sayfa 56’dan dersimizi takip edelim:

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Onuncu Şuâ namında, yazdığınız Fihriste’nin İkinci Kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümit verdi ki: Risale-i Nur benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçareye bedel, genç, kuvvetli çok Saidleri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve hâşiyelerle beyanı ve ispatı size tevdi edilmiş tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki: Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettim ise de çalıştırılamadım.

Evet Risaletü’n-Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine mesela, Kur’an’ın kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza mükemmel bir izah ve bir hâşiye ve bir şerh olabilir.

Zannederim ki hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazen izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve talim ile belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci mektupları telif ile ve Dokuzuncu Şuâ’nın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertip ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur’un samimi, hâlis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.”

Netice: Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin rehberliğinde “Kur’an’ın kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair…” ve “haşre dair…” misallerinde olduğu gibi, Külliyat’tan muhtelif parçalar ve bürhanlar cem’edilebilir.

Şunu da burada söylemek yerinde olur: Risale-i Nur’un tertib ve tanzimi de –Asr-ı Saadetten bu zamana bakan İmam ı Ali’nin (ra) Sekizinci Şuâ’daki işaret gaybiyyesiyle de sabittir ki– rastgele değildir. Şahs-ı manevînin veya şahs-ı manevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin izni olmadan müdahele edilemez.

On Birinci Mektub’un fihristesinden:

“ON BİRİNCİ MEKTUP:

Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mesele birbirinden uzak olduğundan bu mektup perişan görünüyor. Bu perişan mektup münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:

Bu küçük mektupları hususi bir surette, hususi bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektuplar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzım geldi. Halbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye mezun değiliz!

İşte bu On Birinci Mektup, perişan bir surette, birbirinden çok uzak dört meseleden ibarettir. Hem müşevveş hem perişandır. Fakat şairlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanı sevdikleri ve istihsan ettikleri nevinden, bu mektup da –zülf-ü perişan tarzında– soğuk tasannu karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmış.” Mektubat, s. 487

Şerh ve izahla alâkalı olarak, Sözler mecmuasının âhirine, Üstadımızın tensibi ile konulan, Konferans’ın sonunda diyor ki:

“Şimdi Risale-i Nur Külliyatı’ndan iman, Kur’an ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz hakkında olan eserlerden bazı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat bu hususta arz edeyim ki üstadımız Bedîüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur’dan bazen okuyuvermek lütfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: “Risale-i Nur, imanî meseleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız her bir meseleyi tam anlamasa da ruh, kalp ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz büyük bir kazançtır.”

Okunan Türkçe veya Arapça bir risalenin izahı, başka bir risalede varsa onu getirip okuyor. Risale-i Nur’daki gayet ince nükteleri derk eden basîretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir fakat Risale-i Nur’u cemaate okurken tafsilata girişip eski malûmatlarıyla açıklarsa bu izahatı, Risale-i Nur’un beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevap veren hakikatlerin anlaşılmasında ve tesiratında ve Risale-i Nur’un mahiyetinin derkine bir perde olabilir. Bunun için bazı lügatların manalarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.” Sözler, s. 772

Hem Şualar’dan, Birinci Şua’daki Risale-i Nur’a işaret eden ayetlerden Birincisinin işaretinden devam edelim:

“Mesela زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَ لاَ غَرْبِيَّةٍcümlesi der: “Nasıl ki elektriğin kıymettar metaı, ne şarktan ne de garptan celbedilmiş bir mal değildir. Belki yukarıda, cevv-i havada rahmet hazinesinden, semavat tarafından iniyor. Her yerin malıdır. Başka yerden aramaya lüzum yoktur.” der.

Öyle de manevî bir elektrik olan Resaili’n-Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’an’ın şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.

Hem mesela يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَ لَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌcümlesi, mana-yı remziyle diyor ki: On üçüncü ve on dördüncü asırda semavî lambalar ateşsiz yanarlar, ateş dokunmadan parlarlar. Onun zamanı yakındır yani bin iki yüz seksen (1280) tarihine yakındır.

İşte bu cümle ile nasıl ki elektriğin hilaf-ı âdet keyfiyetini ve geleceğini remzen beyan eder. Aynen öyle de manevî bir elektrik olan Resaili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir.

Hem işaret eder ki Resaili’n-Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.”

Şualar, s. 691

Şimdi, ikinci kısım –şerh ve izah için gayret eden– tabaka olan ehl-i fenne, Risale-i Nur ne diyor bakalım:

Bu zatlar, Risale-i Nur’un şerh ve izahı, ihtisas sahalarının dışına çıktığı için yetkili olamaz. Çünkü:

“Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki: Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran, maddiyatta mahareti olanın maneviyatta hükmü hüccet olmasına sebep olmadığı gibi çok defa sözü dahi şâyan-ı istima’ değildir.

Evet bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilacı istimal eder ise akrabasına taziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir.

Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latîfe-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurani olan aklın sekeratını ilan etmek demektir.

Evet, her şeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez.” Muhakemat, s,18

Dersimizi Mesnevî-i Nuriye’de Habbe’nin Zeylü’z-Zeyl’inden takip edelim:

“İ’lem eyyühe’l-aziz! Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususi ahvalinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilat ile tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvalâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilata geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilatında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun.

Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilatlı, âfakî tefekkürde ise icmalî yaparsan vahdete takarrub edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır, evham seni havalandırır. Enaniyetin kalınlaşır, gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalalete îsal eden kesret yolu budur.” Mesnevî-i Nuriye, s. 147

Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ından devam edelim,

“On İkinci Asıl: Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyete baktığı için hakaiki ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usûlü’d-din ve ulema-i ilm-i kelâmın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.

İşte onun içindir ki mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakiki hikmet olan ulûm-u âliye-i İlahiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki en basit bir mü’minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.

Hem bir şey iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikati gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-i kat’iyesi, Kur’an’ın hakaik-i kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ dâmenine erişemez. Numune olarak bir misal zikrederiz:

Mesela küre-i arz, ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa hakikati şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur’an nazarıyla bakıldığı vakit –On Beşinci Söz’de izah edildiği gibi– hakikati şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan, en câmi’ en bedî’ ve en âciz en aziz en zayıf en latîf bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin; semaya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve sanaten bütün kâinatın kalbi, merkezi; bütün mu’cizat-ı sanatının meşheri, sergisi; bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakıyesi; nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri, ma’kesi; hadsiz hallakıyet-i İlahiyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı sağiresinden cevvadane icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta numunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin süratle işleyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklitgâhı ve besatin-i daimenin tohumcuklarına süratle sümbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.

İşte arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki Kur’an-ı Hakîm; semavata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semavata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor, mükerreren رَبُّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ diyor.

İşte sair mesaili buna kıyas et ve anla ki felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’an’ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür.” Sözler, s. 351

Bu kadar kâfidir, fakat iyice tahakkuku için On Dokuzuncu Söz’ün On Dördüncü Reşha’sından birazcık daha Üstadı dinleyelim,

“Eğer desen: Acaba neden Kur’an-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor.

Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış, onun için. Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki Kur’an-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor; tâ zat ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp tâ Hâlık’ını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil belki mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitap ediyor.

Öyle ise mademki Kur’an-ı Hakîm, mevcudatı delil yapıyor, bürhan yapıyor. Delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mademki Kur’an-ı Mürşid, bütün tabakat-ı beşere hitap eder. Kesretli tabaka ise tabaka-i avamdır. Elbette irşad ister ki lüzumsuz şeyleri ibham ile icmal etsin ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin ve mugalatalara düşürmemek için zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.

Mesela, güneşe der: “Döner bir siracdır, bir lambadır.” Zira güneşten, güneş için mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâni’in âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor. Evet, der: اَلشَّمْسُ تَجْرِى “Güneş döner.” Bu döner tabiriyle kış yaz, gece gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sâni’i ifham eder. İşte bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc hem meşhud olan intizama tesir etmez.

Hem der: وَجَعَلْنَا الشَّمْسَ سِرَاجًا Şu sirac tabiriyle âlemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile rahmet ve ihsan-ı Hâlık’ı ifham eder.

Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki:

“Güneş, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir şöyledir.” Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’an gibi etmiyor. Buna kıyasen bâtınen kof, zahiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surîsine aldanıp Kur’an’ın gayet mu’ciz-nüma beyanına karşı hürmetsizlik etme!” Sözler, s. 243

İyi niyetle düşünülüyorsa Risale-i Nur, fennin veya felsenin gözlüğü ile izah ve şerh edilmez. Ancak ehl-i fen okuduğu ilmin marifetullaha inkilab etmesi için mana-yı harfî ile fenleri mütalâa etmeli ki felsefenin kasavetinden ve tabiat-perest, esbab-perest, materyalist nokta-i nazarından kendini kurtarabilsin. Mana-yı harfî ne demektir, kısaca Külliyat’tan bakalım:

“Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim. Tafsilen beyan edilecektir. Burada yalnız icmalen işaret edilecektir.

Kelimelerden maksat: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır. Şöyle ki:

Cenab-ı Hakk’ın mâsivasına yani kâinata mana-yı harfiyle ve onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.

Evet, her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün’im, sanata bakıldığı zaman Sâni’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakiki zihne ve fikre gelmelidir.”

Mesnevî-i Nuriye, s. 51

“Evet, Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinat’ın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkan’dır ki şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla yani onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delâlet ediyor.” der. Ve bununla kâinatın hakiki güzelliğini gösteriyor.

Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış.”a bedel, “Ne güzeldir.” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müşteki eder. Evet, dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.”

Sözler, s. 132

Yukarıdaki Şerh ve İzah Meselesinde Yazılanlar Üzerine Gelen Suallere Cevaplar

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Şerh, izah ve tahşiye bahsi ile alâkalı müteaddit kardeşlerimizin suallerine derli toplu bir cevap vermek arzu ettik. Evvela, alâkalarınızdan dolayı teşekkür ederiz, bizi tekrar mütalaaya sevk ettikleri için de memnuniyetimizi ifade etmek isteriz.

Selâmun Aleyküm,

Aziz ve dikkatli kardeşlerimiz!

Bir hafta evvel sitemizde neşredilen aynı konuya dair, ekseriyetle Risale-i Nur’dan alıntılar tarzındaki yazıyı dikkatle okuyan kardeşlerimize hitaben şunları da ilave etmek istiyoruz. Eksik anlaşılmaması için beraber bakmakta faide olur ümid ediyoruz. Bu gibi bahisleri kendini Nur talebesi olarak kabul eden kardeşlerimize münhasıran ifade etmeye çalışıyoruz. Umumi manada inşâallah yanlış anlaşılmaz diye burada neşretmekte mahzur yok ümid ediyoruz.

Evvela, şunu ifade etmeliyiz ki şerh meselesini içtihad olarak görmüyoruz. Fakat içtihada maniler ne ise –ki bu asrın efkârının alt yapısının tabir caiz ise batıl, felsefi ve gayr-i İslami olduğunu gösteriyor– bu sahada yeni telifat ve şerh gibi meselelere de mani gibi düşünüyoruz.

Elbette ehl-i ilme kalemlerini kırın demek istemiyoruz. Biz ümitvarız, ileride belki kısa zaman sonra Avrupa’nın kültürünün tesirinden kurtuluruz. Hayat-ı dünyeviyeyi, siyaseti ve felsefenin revaçlarını esas alan Avrupa’dan değil, kendi iç dinamiklerinden beslenen, yani takva ve azimetle yaşayıp rıza-i İlahi ve ahireti düşünmeyi esas yapan; arzi değil semavilikten kuvvet alan yani vahye dayanan; medresetüzzehraların yaygınlaşması ile de umumileşen; ve alem-i İslam ve memleketimizi nurani bir mekteb, medrese haline gelmesi ile de olgunlaşan bir düşünceyle;

zeminde, iman, hayat ve şeriat düstürlarının tam tatbikine inşâallah imkan verecek daha güzel günlerde daha mükemmel müzakere şartları tahakkuk eder, İslami isimlerle alâkalı her türlü çalışmaların da önü açılmış olur. Şimdiki zemin daha kemale ermemiş kanaatındayız.

İnşâallah medresetüzzehraların açılma ve yaygınlaşma süreci başlar ve Üstadın duası, gayesi tahakkuk eder. Alem-i İslam bir mekteb-i irfan bir medrese-i Nur olur. Ekilen Nur tohumları rahmet-i İlâhiyenin tecellisi ile kök salar, dallanır, budaklanır, meyvelerini verir. Sahabe ve tabiinin devrinde parlayan nurun yeni tezahürünü, bir misalinini bu zamanda dahi yaşamak herhalde muhal değil, inşâallah.

“Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına; her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidadlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidadları tahrik edip kamçıladı; “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemal-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-i imaniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’an’ın muhafazasına çalıştı ve hâkeza… Her bir taife bir hizmete girdi. Vezaif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktarına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı” (Mektubat sh. 10)

Saniyen, şerh ve izaha mesned gösterilen Kastamonu Lâhikası sayfa 56’daki mektubu dikkatlice bir daha okumak fırsatı oldu. Şu noktaları sizlerle paylaşmak arzu ettik:

1- Fihriste’nin İkinci Kısmı ki Onuncu Şua’dır, Üstadımızın hal-i hayatında, Risale-i Nur’un On Beşinci Lema’dan sonraki bahislerini kısa bir hülâsa ve takdim şeklinde ve takriz nevinden sayabileceğimiz bir eserdir. Barla’daki mektuplar gibi Risale-i Nur’u dikkatle mütalaaya şevklendirici bahislerdir. Risale-i Nur’un cüzleri içine girmesi Üstadımızın nazarından geçerek hal-i hayatında Külliyatta makamını almıştır.

2- Şerh, izah ve haşiyenin nasıl yapılacağını tarif etmiştir, şöyle ki:

“Evet Risale-i Nur size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ Kur’an kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza… Mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.”

Bu tarz uygulamayı Üstadımız bizatihi tatbik etmiştir. Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’ne zeyiller ilave edilmiş ve Haşir Risalesi’ne beş zeyil ilave edilerek haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem edilmiş… Mu’cizat-ı Ahmediye de aynı şekilde diğer risalelerden takviye edilmiş, bu üç mühim bahis Zülfikar ismiyle neşredilmiş. Bu manada Tılsımlar, Siracünnur, Asa-yı Musa, Gençlik Rehberi, Hanımlar Rehberi, İman ve Küfür Muvazeneleri vs. pek çok derleme eserler bizzat Üstadımız tarafından yapılmış. Üstaddan sonra Hizmet Rehberi de Nur talebelerinin umumunun makbulu olmuş bir eserdir. Böyle çalışmalar olabilir mi? Yine bu mektubdaki ifadelerden çıkarabileceğimiz iki mühim esas var. 3. ve 4. maddede biraz üzerinde durabiliriz, inşâallah.

3- Mehaz sadece Risale-i Nur olmalı, çünkü:

“Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor.” (Kastamonu Lâhikası, sh. 56)

4- ŞAHS-I MANEVİNİN REHBERLİĞİ ehemmiyetlidir. Umuma bakan hizmetler muhakkak hasların ve erkanların, Risale-i Nur’un halis naşirlerinin istişaresinden geçmesi gerekir. Risale-i Nur’un hizmet terbiye sistemi içinde bu mesele herkesce malumdur, kitabî düsturlarla sabittir. İstişareden bahseden bütün ayet ve hadislerle de müeyyeddir.

“Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, size bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.” (Kastamonu Lâhikası, sh. 56)

5- “Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşir ve talim ile, belki Yirmi Beşinci ve Otuz İkinci Mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek.” Cümlesi:

a- İllet ile hikmeti karıştırmamak elzemdir, dini konularda marziyat-ı İlahiye nedir? Kitab ve sünnetten araştırılır. Hikmetler onun üzerine bina edilir. Bunun ismi bizim mesleğimizde sıdk ve sadakattır. Ayetin açık ifadesi ile emrolunduğun gibi istikamette ol… Meselemize gelirsek kitabi olarak yani Risale-i Nur’da Üstad ne diyor diye bakarak –bilhassa telif meselesine– nazar edelim.

b- Risale-i Nur’un telifatı Üstadla beraber tamamlanmıştır. Gaybi işaretle 1364 yani Afyon Hapsinden sonra hemen hemen hiçbir telifat yapılmamıştır.

c- İlmin kapısı açıktır. Bir keşfiyatları varsa yazabilirler. Yoksa mevcudu tekrar nazarı dağıtmaktır. Keşfiyatları yoksa laf kalabalığına ihtiyaç yoktur.

d- Konumuza bakan Kastamonu Lâhikası sayfa 210’daki mektubu beraber bir mütalaa edelim, “Bu mektubda maksad nedir?” diye soralım:

“Nur fabrikası sahibi Hâfız Ali’nin haşr-i cismanî hakkındaki hatırına gelen mes’ele ehemmiyetlidir ve mektubun âhirindeki temsili gayet güzel ve manidardır. O hatıra ile Dokuzuncu Şua’ın Mukaddeme-i Haşriye’den sonraki dokuz bürhan-ı haşriyeyi istiyor diye anladım. Fakat maatteessüf bir-iki senedir te’lif vazifesi tevakkuf etmiş. Resail-in Nur’un mesaili; ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor. Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakikî kalmamış ki, te’life sevkolunmuyoruz. ” (Kastamonu Lâhikası, sh. 210)

Bu dokuz berahine şimdi ihtiyac-ı hakiki kalmadığını ve mektubun devamında sebeblerini izah ediyor. Fakat Üstaddan ve Risale-i Nur’dan daha mükemmel bir şey yazacak varsa kapıyı açık bırakıyor.

Ve diyor ki:

“İnşâallah bir zaman, Risale-i Nur’un şakirdlerinden birisi veya birkaç tanesi, o dokuz makamı ve berahini te’lif edecek ve Mukaddeme-i Haşriye’nin başındaki âyât-ı a’zamın dokuz fıkrasının hazinelerini, Risale-i Nur’da münteşir haşr-i cismanî berahiniyle ve kalblerine gelen sünuhat ve ilhamat ile açıp; Dokuzuncu Şua’ı, Onuncu Söz’den daha parlak, daha kuvvetli bir tarzda tekmil edecek.” (Kastamonu Lâhikası, sh. 212)

Emirdağ Lâhikası -1’de şu mektuba bakalım:

“Madem Arabîce altmış dörde girdik, işaret-i gaybiye gelmesiyle Risale-i Nur tekemmül etmiş olur. Eğer Rumi tarihi olsa, daha iki senemiz var. Halbuki çok mühim yerde yazılmayan ve te’hir edilen risaleler kalmış. Meselâ: Otuzuncu Mektub ve Otuz İkinci Mektub ve Otuz İkinci Lem’alar gibi ehemmiyetli mertebeler boş kalmış. Kalbime ihtar edilmiş ki: Eski Said’in en mühim eseri ve Risale-i Nur’un fatihası, Arabî ve matbu’ olan İşarat-ül İ’caz Tefsiri, Otuzuncu Mektub olacak ve olmuş. Eski Said’in en son te’lifi ve yirmi gün ramazanda te’lif edilen, kendi kendine manzum gelen Lemaat Risalesi, Otuz İkinci Lem’a olması ve Yeni Said’in en evvel hakikattan şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şu’le ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua Otuz Üçüncü Lem’a olması ihtar edildi. Hem “Meyve” Onbirinci Şua’ olduğu gibi, Denizli Müdafaanamesi de, Onikinci Şua’ ve hapiste ve sonra Küçük Mektublar Mecmuası On Üçüncü Şua’ olması ihtar edildi. Ben de aziz kardeşlerimin tensiblerine havale ediyorum. Demek birkaç mertebede kapı açıktır, bizlere daha iyi tetimmeler yazdırılabilir.”

Hüsnü Ağabey yakında anlattı:

(Mehmed Feyzi, âlim, kurra hafız, ehl-i kemal ve ehl-i velayet bir zattır. Üstada hizmet etmiş, baştan nihayete Üstada Külliyatı okumak ve ders almak lutfuna mazhar olmuş ve Üstadın Afyon’da dişi düştüğünde, düşen dişini Mehmed Feyzi Ağabeye verip “Dişimi kime verdi isem, ilmimi ona verdim.” dediği ve sır katibi olarak bilinen mümtaz bir talebesidir.)

Bu mübarek zat diyor ki:

“Risale-i Nurun telifi Üstadla beraber tamam olmuştur.

Mesela Yirmi Beşinci Mektub telif edilmemiştir, diye yazıyor.

Fihrist kısmında ise: “Sure-i Yâsin’in Yirmi Beş âyetine dair “Yirmi Beş Nükte” olmak üzere rahmet-i İlahiyeden istenilmiş; fakat daha zamanı gelmediğinden yazılmamıştır.” (Mektubat, sh. 504) diye bir ifade var. Üstad hayatta iken zahiren tahakkuk etmiyor, hakikatta ise Yasin suresinin çok hakikatları Külliyatta kaydedilmiştir.”

e- Üstadımız iş olsun diye kitab yazmamış, imanları kurtarmak gayesi ile Kur’an’ın hakaikine dair –bir istihdam-ı rabbani ile– tılsımları hal ve keşfetmiştir.

“Risale-i Nur, yüze yakın din tılsımlarını ve hakaik-i Kur’aniyenin muammalarını hall ve keşfetmiştir ki; her bir tılsımın bilinmemesinden çok insanlar şübehata ve şükûke düşüp, tereddüdlerden kurtulamayıp, bazan imanını kaybederdi. Şimdi bütün dinsizler toplansalar, o tılsımların keşfinden sonra galebe edemezler.” (Kastamonu Lâhikası, sh. 209)

Risale-i Nur kendi sahasında başka eserlere ihtiyaç bırakmamıştır.

“Risale-i Nur, hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor. Kat’î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkikî yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risale-i Nur’dadır. Evet on beş sene yerine, on beş haftada Risale-i Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye îsal eder. Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel, kesret-i mütalaa ile bazan bir günde bir cild kitabı anlayarak mütalaa ederken; yirmi seneye yakındır ki, Kur’an ve Kur’an’dan gelen Resail-in Nur bana kâfi geliyorlardı. Bir tek kitaba muhtaç olmadım, başka kitabları yanımda bulundurmadım. Risale-i Nur çok mütenevvi hakaika dair olduğu halde, te’lifi zamanında, yirmi seneden beri ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir.

Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum. Siz dahi Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.” (Kastamonu Lâhikası, sh. 77)

Not: Bazı mübarek kardeşlerimiz “hakaik-i islâmiyeye dair” tabirine dikkat etmeden şeriat ve fıkıh ve siyer vs. gibi bütün İslami ilimlerin sahasına teşmil ediyorlar, bu bir iltibasdır. Risale-i Nur sünnet-i seniyye bahsinde ne diyor, bakalım:

“Sünnet-i Seniyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garra’da tafsilâtıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da, nevafil nev’indendir. Nevafil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tâbi’ Sünnet-i Seniye kısımlarıdır. Onlar dahi şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır. Diğer kısmı, “âdâb” tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniye kitablarında zikredilmiş. ” (Lemalar, 11. Lem’a 6. Nükte)

İşte bu gibi ilimlerle meşguliyet hocalarımızın sahasıdır, istedikleri kadar gayretlerini göstersinler. Fakat içtihad kapısı açıktır, fakat oraya girmek için altı mani var; o engelleri aşmadan başka kapıları zorlamasınlar. Üstadın ifadesi ile:

“Selefin içtihadat-ı safiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde…”

İşte hocalarımıza büyük bir iş, bütün o müçtehidinin efkârlarını ortaya çıkarsınlar.

Ehl-i fen kardeşlerimiz de evvela en azından materyalist felsefenin PROPAGANDACILIĞINDAN ders kitablarını kurtarsınlar, mana-yı harfî ile fen dersleri nasıl işlenir göstersinler. Risale-i Nur kendi sahasında emsalsizdir.

İşte meydan isteyen çalışsın, benzerini meydana getirsin.

“Üçüncü İşaret:

Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünki hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehâsıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.

Hem meselâ: Sırr-ı Kader ve cüz’-i ihtiyarînin halli için, koca Sa’d-ı Taftazanî gibi bir allâme; kırk-elli sahifede, meşhur Mukaddemat-ı İsna Aşer namıyla Telvih nam kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, kadere dair olan Yirmi Altıncı Söz’de, İkinci Mebhasın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?

Hem bütün ukûlü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın i’cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkilküşa ve o muamma-yı hayretnüma, Yirmi Dördüncü Mektub ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Söz’ün tahavvülât-ı zerratın altı aded hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayretnümanın tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve akibetinin muammasını ve tahavvülât-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşf ve beyan etmişlerdir, meydandadır, bakılabilir.

Hem sırr-ı ehadiyet ile, şeriksiz vahdet-i rububiyeti; hem nihayetsiz kurbiyet-i İlahiye ile, nihayetsiz bu’diyetimiz olan hayretengiz hakikatları kemal-i vuzuh ile On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi; kudret-i İlahiyeye nisbeten zerrat ve seyyarat müsavi olduğunu ve haşr-i a’zamda umum zîruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu ve şirkin hilkat-i kâinatta müdahalesi imtina’ derecesinde akıldan uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektub’daki

وَ هُوَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ

kelimesi beyanında ve üç temsili hâvi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.

Hem hakaik-i imaniye ve Kur’aniye’de öyle bir genişlik var ki, en büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitab yokken, sıkıntılı ve sür’atle yazan bir adamda, o hakaikin ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru; doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı manevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.” (Mektubat, sh. 373)

Bu meseleler uzun gider.

Şerh ve izah meselesi ile alâkalı nurrehberi.com’da zannederim yeteri kadar bilgi var. BİLHASSA YİRMİ YEDİNCİ SÖZ’Ü TEKRAR DİKKATLE VE TEFEKKÜRLE OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM.

Tarihçe-i Hayatlar yazılması, hem Tarihçe-i Hayat’ın başındaki “Önsöz” ve “Giriş”te işaret edilmiş, hem de müdafaalar sadedinde düşünülebilir. Müdafaa, takriz ve teşvik edici mektublar ihtiyaç oldukça veya her zaman takdim edilebilir. Barla Lahikası, Tarihçe’deki mektub ve müdafaa ve takrizler gibi… Üstad da telifattan sonra da bu faaliyetlere devam etmiştir. Daha sonra da Üstadın hizmetkâr ve talebeleri de bu tarz takriz, müdafaa ve mektupları neşretmişlerdir. Ancak bu gibi faaliyetler ve umuma taalluk eden hizmetler bir şahs-ı manevinin kontrolünde olmalıdır.

Mekteplerde okutulması meselesi ise;

Üstad, Menderes’e Risale-i Nur’un mekteblerde “aynen ders kitabı olarak” okutması için haber gönderir. (Hüsnü Ağabey’den)

Risale-i Nur’un birtek hakikatının dahi anlaşılması büyük bir bahtiyarlıktır, elbette bir şey bütün bütün elde edilemezse ne kadar muvaffak olunsa o kadar kârdır. Asli hedefimiz azami istifade için aynen okutulmasına gayret etmeliyiz.

Evet anlaşılmaz gibi bir fikir çok sahici değil, hem bir eğitim sisteminin programı içerisinde fevkalade anlaşılır.

Hem de asıl mesele İslami kültür seviyesinin çok aşağıda olması, ve dilimizin dejenere olması ve de Risale-i Nur orijinal eserler olup emsali bulunmaması gibi sebeblerden anlaşılması zor gibi görünse de hakikatta anlaşılması gayet kolaydır. Zira:

“Eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelal, Kur’an-ı Kerim’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilâtından bir şu’lesini; acz u za’fıma, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’ana ait yazılarıma ihsan etti. Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes’eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.” (Mektubat, sh. 37)

Hem gençliğimizin İslami ilimleri ve Türkçeyi, Osmanlıca ile beraber öğrenmesine ve Risale-i Nur’un orijinal konularının anlaşılmasına derslerle, teşviklerle yardımcı olmalıyız. Vücüdu değil elbiseyi şekillendirmeye ve seviyelendirmeye gayret etmeliyiz.

Yirmi Sekizinci Mektub’un Yedinci Meselesinin Yedi Sebebi içinde düşünebileceğimiz, Risale-i Nur’u bir şekilde tarif ve tanıttırma makamında yazılan ve o makamda ifade edilen bir neşir tarzı her zaman faydalı olur, inşâallah.

Fakat açık konuşmak lazım, bu kadar Üstadla alâkalı kitabı okuyacak vaktimiz var mı? Bazı kardeşlerimiz “Günlük dersimi düzgün okursam kendimi bahtiyar addediyorum.”diyor.

Tarihçe-i Hayat’ın Önsöz’ünde Ali Ulvi Kurucu ne kadar güzel tahlil etmiş:

“Üstad’ın meşreb ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisadcılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira bu büyük insanın yüksek iktisadcılığını manevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lâzım gelir.

Meselâ Üstad, bu yüksek iktisadcılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilakis fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhîdir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takib ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usûlünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.

İşte Bedîüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve hârikalar hârikası bir “Pedagog” -mürebbi- olduğunu, yetiştirdiği tertemiz nesille fiilen isbat etmiş ve iktisad tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahife daha ilâve eden bir nadire-i fıtrattır.” (Tarihçe-i Hayat, sh. 15)

Bazı abilerimizin ve yazar ve ehl-i ilim zatların telifat ve şerh manasına gelen teşebbüslerine bir bakalım:

a. Abdullah Ağabey’in lügatını ve benzeri eserlerin sahiblerini, Risale-i Nur’daki makamı ile eseri karıştırmamak gerekir. Yani o lügat, Nurculuğun bir parçası değildir. Nurcular o lügatı tercih ediyorlar, diye bakmak lazım. Hem lügat ayrı bir sahadır, şerh ve izah manası aranılmaz.

b. Mehmet Feyzi Ağabey’in bildiğimiz kadarıyla her hangi bir eseri yok. Talebenin eser yazmasını Üstadına karşı bir su-i edeb olarak telakki ettiğini biliyoruz.

c. Zübeyir Ağabey’in uzun mektublar ve yazılar yazmasını Üstad mültefitane bir tarz ile ikaz etmiş, dosyalarımızda mevcud, meraklılara gösterebiliriz.

d. Ahmed Feyzi Ağabey gibi kahraman ve fedakâr ve âlim bir zatın bu yoldaki teşebbüsatına, Üstadın “Olur, fakat benim ismimi yazma, o zaman kendi ismini yaz.” diye cevap verdiği biliniyor.

e. Ehl-i fen bir Nur talebesi olan Dr. Mustafa Ramazanoğlu Ağabey ¬–izahatlı olarak– Nurlardan, insanla alâkalı bazı bahisleri hazırlamış. Üstad, kalem karıştırdığı yerleri kağıtla kapattırmış ve böyle neşretsin diye ikaz etmiştir.

f. Necip Fazıl, Şemsettin Yeşil gibi zatların da bazı teşebbüsleri Üstadı rahatsız etmiş ve o zaman Üstadın talebeleri tarafından durdurulmuştur.

g. Sungur Ağabey’in “Anarşi ve Çareleri” kalıcı bir eser değil, güncel bir eseridir. Merhum Sungur Ağabey otuz kırk sahife kadar, ehl-i idare ve millete yol göstermek için lahika mektubu mahiyetinde yazmıştı, “Devamı için çok ısrar ettiler, ben de öyle ise tamamlayınız, diye verdim.” demişti.

Bir şey daha ilave etmek isteriz, Afyon Hapsinde Nur talebelerinin yazdığı “Risale-i Nur nedir ve hakikatlar muvacehesinde Risale-i Nur ve tercümanı ne mahiyettedir?” başlıklı takriznamede şu ifadeler vardır:

“Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvî ve bir kemal-i nâmütenahî mevcud olduğundan ve hiçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meş’ale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’an’ın füyuzatına vâris olduğu meşhud olduğundan; onun esası nur-u mahz-ı Kur’an olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envâr-ı Muhammedîyi (A.S.M.) hâmil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risalet’in ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevî zâtın mazhariyeti ve kemalâtı ise o nisbette âlî ve emsalsiz olduğu güneş gibi aşikâr bir hakikattır.” (Şualar, sh. 670)

Demek Risale-i Nur sıradışı bir eserdir. Ve hatta, Kur’andan ve hadisten sonra en mühim hüccet-i imaniye Risale-i Nur’dur, diyebiliriz. En azından biz Nur talebelerinin kanaatı böyledir.

Evet Risale-i Nur bütün nazarları Kuran-ı Hakim ve hakikatlarına çeviriyor, biz de fikir ve düşüncemizi, istidad ve kabiliyetlerimizi, bütün ve manevi güç ve kuvvetimizi o Kuranî ve imanî hakikatlara çevirmeliyiz, dağıtmamalıyız.

Sünuhattaki şu ifadeler bize gereken mesajı veriyor zannediyorum.

“Eğer cemaat-ı İslâmiye’nin hacat-ı zaruriye-i diniyesi bizzât Kur’ana müteveccih olsa idi, o Kitab-ı Mübin, milyonlarca kitablara taksim olunan rağbetten daha şedid bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur. Ve bu suretle nüfus üzerinde bütün manasıyla hâkim ve nafiz olurdu. Yalnız tilavetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.” (Sünuhat – Kuran’ın hakimiyet-i mutlakası)

Evet, zaman ahirzamandır, sahibüzzamanın programına kanaat etmeliyiz. Kur’an-ı Hakîm ve hakikatları bize kafi ve vafidir. Bizim vazifemiz onu talim ve neşirdir. Cenab-ı Hak’tan ümidimiz, duamız bizleri istikamet dairesinde istihdam etmesidir.

“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz: Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın!…” (Mektubat, sh. 427)

Kusura bakmayınız biraz uzadı, dua ve selamlarımızla…


Mevzu ile ilgili, Üstad’ın taleberinin lâhikası

Risale-i Nur’u Risale-i Nur İle İzah Etmek

Aziz, sıddık kardeşlerim!
Onuncu Şua namında, yazdığınız Fihriste’nin İkinci Kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risale-i Nur benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve haşiyelerle beyanı ve isbatı size tevdi’ edilmiş tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki: Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettim ise de çalıştırılamadım.

Evet Risale-i Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin herbirisine, meselâ Kur’an’ın kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’ edilse ve hâkeza. Mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir. Zannederim ki, hakaik-i âlîye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok.  Barla (Rnk) – 370

  • Risale-i Nur’un dersine, akıldan başka, çok letaifin de hisseleri olduğu gibi taallümünde de muallimlere muhtaç değildir.
  • Risale-i Nur, en avama kadar ders veren sühulet-i beyan sahibidir.
  • Risale-i Nur, ekseriyetle ilham ile yazıldığından, fikir ile tasarruf edilmemeli.
  • Zaman ve şartların değişmesiyle düsturların değişmeyeceğine dair bir parçadır.

Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin meslek ve meşrebine dair Kur’andan ders aldığı çok muazzam bazı hakikatleri, hizmet-i imaniyede bulunan Nur Şakirdleri için daima tazelenen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz değişmez düsturumuz, maddî – manevî her türlü engeller karşısında muvaffakıyete, rıza-yı İlahîye îsal edici en ehemmiyetli rehberimiz manasıyla neşrediyoruz.

Çünki Risale-i Nur’un dairesi çok genişlemiş; çok muhtelif efkâr ve mizaç sahibleri, bu hizmet safında yer almışlardır. Elbette bütün efkâr, kanaat, meslek ve meşrebler üstünde makam-ı sıddıkiyette yer tutmuş ve şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt’in mümessili olarak hizmet-i Kur’aniyenin başına geçmiş Üstad Bedîüzzaman’ın a’zamî ihlas, a’zamî sadakat ve a’zamî fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Ta ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an Şakirdleri kıyamete kadar bu düsturlar müvacehesinde hareket etsinler. Muvaffakıyetin ve rıza-yı İlahîye nailiyetin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’i kanaat getirsinler.

… Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edilmesi gereken bedihî bir hakikat vardır ki, o da şudur: Risalelerde, mektublarda, lâhikalarda defalarca yazıldığı gibi mübarek Üstadımıza müracaat edenler ve ziyarete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumiyetle daima görüyorlardı ki:
Üstadımız onların nazarlarını Risale-i Nur’a tevcih ediyordu. Acaba bunun sırr-ı hikmeti ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tahşidat yapıyordu?

Evet bu muazzam bir hakikattır ve Hazret-i Bedîüzzaman’a kâfil bir muazzam hakikatın ifadesidir ki, dersimizi hakaik-ı Kur’aniye ve envâr-ı imaniye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldığımız gibi, birbirimizle manevî münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düsturlarımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.

… Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-ı imaniyedir, ZAMAN ve ZEMİNE GÖRE DEĞİŞMEZ EBEDÎ HAKİKATLARDIR. O kudsî hakaikın ders ve taliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gelecek mes’eleler de herhalde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler… (Hizmet Rehberi – MUKADDİME)

Risale-i Nur’un te’lifi, zuhuru ve neşri ile beraber hizmet-i Nuriyenin ve ders-i Kur’aniyenin taliminde ve îfasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vaki’ olacak binler ahval ve hücuma maruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlasla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’aniyenin inkişafında sühulete medar olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zarurîdir, kat’îdir, bedihîdir.

İşte Hazret-i Üstad’ın bu gibi şübhe götürmez hakikatlara ve mes’elelere isabetle parmak basıp dikkati çekmesi, talebelerini ikazda bulunması, elbette bu hizmet-i kudsiyenin ehemmiyeti iktizasındandır. Hem bu lâhikaların bir kısmı, ihtiyaca binaen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın her zaman tekerrürü melhuz bulunduğundan daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevidir. Nitekim yüzer vakıalar, hâdiseler ve mes’elelerde bu ihtiyaç, kendini göstermiştir…

Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Hizmetkârları
Tahirî, Zübeyr, Hüsnü Bayram, Mustafa Sungur, Bayram

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Manevî Hayata Hizmetleri

Üstad Said Nursi’nin Manevi Hayata hizmetleri   Bedîüzzaman Hazretleri hayatını ‘eski Said’ ve ‘yeni Said’ …

Önceki yazıyı okuyun:
“Dindar bir muâllime eski zamanın velileri gibi bakıyorum”

Bediüzzaman: Öğretmenlere her gün için 10 altın verirdim Üstad (Bediüzzaman Said Nursi) muâllimliğe (öğretmenliğe) çok önem verirdi Bugün 24 Kasım Öğretmenler günü. Bugün vesilesiyle Bediüzzaman Said Nursi...

Kapat