Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Ehl-i Sünnet’in Ehl-i Beyt’e Bakışı

Ehl-i Sünnet’in Ehl-i Beyt’e Bakışı

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Ehl-i Sünnet’in Ehl-i Beyt’e Bakışı

Ebubekir SİFİL

Kaşınmaktan kangrene dönüşmeye yüz tutmuş bir meseleyi konuşuyoruz bu kez; “bıçak sırtı” bir meseleyi… Hatır-ı Peygamberî’yi incitmemek için yutkunarak konuştuğumuz, biz yutkundukça istismarcıların, fırsat düşkünlerinin, İbn Sebe’ artıklarının gemi azıya aldığı bir meseleyi…

“Ehl-i Beyt” kavramı, gerek Efendimiz (s.a.v)’e karşı sorumluluğumuz çerçevesinde, gerekse tarih içinde ortaya çıkan “fırkalaşma” hadisesi bağlamında bizim için son derece önemli bir yere sahiptir. Gerek Yüce Kitabımız’da, gerekse Sünnet-i Seniyye’de, Efendimiz (s.a.v)’den sonra O’nun bize “emaneti” olan Ehl-i Beyt konusunda hassas davranmaya çağırıldığımıza göre, Ehl-i Beyt’e karşı sorumluluklarımızın çerçevesini hiçbir belirsizliğe yer olmayacak şekilde netleştirmek durumundayız. Efendimiz (s.a.v)’le ilgili sorumluluklarımızın, O’nun bu dünyadaki varlığıyla sınırlı olmadığı açıktır. O’nun hayatımızdaki merkezî konumu, kaçınılmaz olarak O’ndan sonra O’na ve bize bıraktıklarına karşı sorumluluklarımız konusunu da gündeme taşımaktadır.

Bunun yanında, İslam tarihinde erken dönemlerden itibaren yaşanan birtakım elim hadiseler sonucunda ortaya çıkan ve Ehl-i Beyt’i sahiplenme görüntüsü altında –başta Sahabe nesli olmak üzere– Ümmet’in ana gövdesini Ehl-i Beyt’e karşı ilgisizlikle, ihmalle, hatta “ihanet”le suçlayan, adına “Şiilik” dediğimiz travmanın iddia ve ithamları da maalesef canlı biçimde varlığını muhafaza etmektedir. Bilhassa 1979 devriminden sonra devlet gücüne kavuşan İmamiyye Şiası’nın bu noktada güçlü biçimde işlettiği “kara propaganda”nın İslam Dünyası’nda kendisini alabildiğine yoğun bir tarzda hissettirdiği kimsenin gizlisi değil. Dolayısıyla bütün hassasiyetiyle gündemimizde kalıcı bir yer tutmakta olan bu meselenin bütün boyutlarıyla aydınlığa kavuşturulması, daha doğrusu mevcut aydınlık konusunda bizim bir “hafıza tazelemesi” yapmamız kaçınılmaz bir görev. Bunun için önce ilgili kavramlar konusunda bir hatırlatma yapıp, ardından meseleye geçelim.

İlgili Kavramlar

Ehl-i Beyt meselesi söz konusu olduğunda, onunla birlikte birçok kavram da tabiî olarak gündeme gelmektedir. “Âl-i Resul”, “Evlad-ı Resul”, “Âl-i Ali”, “Itre”, “Seyyid”, “Şerif”, “Haşimî”, “Alevî”… bu kavramların başında geliyor. “Ehl-i Beyt”le başlayalım:

Ehl-i Beyt

Sözlükte “ev halkı” anlamına gelen Ehl-i Beyt (Ehlu’l-Beyt), tabiri, bu anlam sahası içinde bir kimsenin eş(ler)ini, çocuklarını, torunlarını ve yakın akrabasını anlatır. Cahiliye döneminde bu tabir, bu anlamları içine alacak şekilde kullanılmaktaydı. Hatta kadim Arapçada “merhaben ve ehlen” veya “ehlen ve sehlen” tabirleri, yabancı bir muhite giden bir kimseye, “kendini burada yabancı hissetme; burası sana ev halkı gibi yakınlık gösterecek insanların bulunduğu, işlerini kolaylıkla halledebileceğin, kendini yakın hissetmen gereken bir yerdir” anlamında kullanılırdı.[1]

İslamî bir ıstılah olarak ise “Ehl-i Beyt”, sadece Efendimiz (s.a.v)’in pak eşlerini ve temiz neslini anlatmak üzere kullanılır. [2]

Yüce Kitabımız’da birçok yerde farklı bağlamlarda geçen bu tabir, geçtiği her yerde eş ve çocuklarla birlikte “ev halkı” anlamına gelmektedir. Söz gelimi 11/Hûd Suresi 73. ayet-i kerimede, “Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun ey ev halkı” buyurulmaktadır. Hz. İbrahim (a.s)’a gelen meleklerin ağzından nakledilen bu dua cümlesinde, Hz. İbrahim ve eşi Hz. Sâre validemizin kastedildiği açıktır. Çünkü bu cümlenin hemen öncesinde Hz. İbrahim (a.s)’a ve eşi Hz. Sâre validemize evlat müjdesi verilmektedir.

Aynı şekilde 28/el-Kasas Suresinin 12. ayetinde de bu tabir Hz. Musa (a.s) bağlamında geçmektedir. Annesi tarafından ilahî emirle nehre bırakılan ve Firavun hanedanı tarafından bulunarak saraya getirilen kundaktaki Hz. Musa (a.s), ilahî takdirle saraydaki hiçbir kadının sütünü emmemiş, bunun üzerine O’nun bakımı ve emzirilmesi meselesi gündeme gelmişti. Kız kardeşi, saray görevlilerine, O’nun bakımı için uygun bir aile tanıdığını söyleyerek yeniden annesine kavuşmasına vesile olmuştu. Bu ayet bize, Hz. Musa (a.s)’ın kız kardeşinin, Firavun hanedanına, çocuğun bakımı için uygun bir aile tanıdığını söylerken “Ehl-i Beyt” tabirini kullandığını haber veriyor ki, kasdettiği annesinden başkası değildir.

Yine 11/Hûd Suresinin 81. ayetinde, inanmamakta ve o malum çirkinliği işlemekte ısrar eden kavmi helak etmek üzere gelen meleklerin, Hz. Lût (a.s)’a şöyle dediği haber verilmektedir: “Dediler ki: ‘Ey Lût! Şüphe yok ki biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar (kavmin) sana elbette el uzatamayacak. Artık sen ailen ile gecenin bir kısmında yürü ve sizden hiçbir kimse geri kalmasın, zevcen ise müstesna. Şüphesiz ki onlara isabet edecek şey, ona da isabet edicidir. Muhakkak ki onların vadedilen zamanları, sabah vaktidir, sabah vakti ise yakın değil midir?’ ”

Burada Hz. Lût (a.s)’ın ev halkından “ehlike” (senin ehlin) diye bahsedilmekte, “ehlinle birlikte yola çık; onlardan hiç kimse geri kalmasın” cümlesinden sonra, O’na karşı gelmekte ısrar gösteren hanımı bundan istisna edilmektedir. Bir diğer ifadeyle Hz. Lût (a.s)’ın hanımı da esasen onun “ehl-i beyti”ndendir; ancak O’nunla birlikte çıkıp kurtuluşa ermeyi hak etmediği için helak edilenlerle birlikte o da helak edilmiştir.[3]

33/el-Ahzâb Suresinin 33. ayeti, konumuzla doğrudan ilgili ayetlerden birisidir. Orada (32. ayetten itibaren) Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey Peygamber’in hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınıyorsanız (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak bir eda ile söylemeyin ki kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide kapılmasın. Güzel (ve doğru) söz söyleyin. Ve hanelerinizde karar edin ve evvelce cahiliye zamanındaki açılış gibi açılıvermeyin; namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Ve ey Ehl-i Beyt, Allah sizden ancak kiri götürmek ve sizi tertemiz kılmak dilemektedir.”

Görüldüğü gibi 32. ayet doğrudan Ümmehât-ı Mü’minîn’e hitapla başlamakta ve 33. ayette onlara “ey Ehl-i Beyt” diye hitap edilmektedir. Bu da açık bir şekilde göstermektedir ki, Kur’an-ı Kerim’de Efendimiz (s.a.v)’le bağlantılı olarak geçen “Ehl-i Beyt” tabiri, O’nun, mü’minlerin anneleri olan pâk zevcelerini anlatmaktadır.

Konuyla ilgili bir diğer ayet, 3/Âl-i İmrân Suresinin 121. ayetidir. Orada Efendimiz (s.a.v)’e hitaben şöyle buyurulmaktadır: “Hani sen mü’minleri (Uhud’da) savaş mevzilerine yerleştirmek için, sabah erken ehlinden (ev halkından) ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”

Burada da Efendimiz (s.a.v)’in, sabahleyin erkenden yanından ayrıldığı kimselerden, O’nun “ehli” diye bahsedilmektedir ki, kastedilenlerin, Ümmehât-ı Mü’minîn olduğu açıktır.[4]

“Ehl-i Beyt” tabirinin hadis-i şeriflerde hangi anlamda kullanıldığına baktığımızda karşımıza şöyle bir manzara çıkmaktadır: Efendimiz (s.a.v), “Ehl-i Beyt” tabiriyle hem pak zevcelerini, hem de temiz neslini kast etmiştir.

Söz gelimi Efendimiz (s.a.v), Hz. Zeyneb bt. Cahş (r.anha) validemizle evlendiğinde bir düğün yemeği vermiş, yemeğin ardından her bir eşinin odasına gidip kapıdan içeriye doğru seslenerek, “Selâmun aleykum! Keyfe entum yâ ehle’l-beyt?” (Allah’ın selamı üzerinize olsun. Nasılsınız ey Ehl-i Beyt?) diye seslenmiş, onlar da hayır ve afiyet üzere olduklarını bildirmişlerdir.[5]

Sahabe, “Ya Resulallah! Size nasıl salât edelim?” diye sorduğunda Efendimiz (s.a.v) şöyle cevap vermiştir: “Allahım! Hz. İbrahim’in âline salât ettiğin gibi Hz. Muhammed’e, eşlerine ve soyuna da salât et. Hz. İbrahim’in âline bol hayır ve bereket verdiğin gibi Hz. Muhammed’e, eşlerine ve soyuna da bol hayır ve bereket ihsan eyle” deyin.[6]

Bir diğer rivayette Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kim bize, Ehl-i Beyt’e salavat getirdiği zaman tam ve bol ecir almak isterse, ‘Allahım! Âl-i İbrahim’e salat ettiğin gibi, Nebi Muhammed’e, mü’minlerin anneleri olan eşlerine, soyuna ve ehl-i beytine de salât et; zira Sen Hamîd’sin, Mecîd’sin’ desin.”[7] Efendimiz (s.a.v)’in böyle buyurduğu bazı şii kaynaklarda da itiraf edilmektedir.[8]

Bu rivayetlerin de açık bir şekilde gösterdiği gibi Efendimiz (s.a.v), “Ehl-i Beyt” tabirini, pak zevcelerini de içine alacak şekilde kullanmış, onları tabirin dışında tutmamıştır.

Âl-i Resul

“Âl” kelimesi sözlükte “Bir kimsenin ehl-u ıyali, tabileri, ahbabı, dostları” demektir. Bu manada kelimenin aslı “ehl” olup, ortadaki “h” harfinin “elif harfine dönüşmesiyle “âl” haline gelmiştir.[9]

Istılah olarak “Âl-i Resul” tabirinin kimi anlattığı konusuna gelince, bu tabirin, Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in ikinci kuşak dedesi (Abdülmuttalib’in babası, Abdimenâf’ın oğlu) olan Hâşim’in soyundan gelenleri anlattığı söylenmiştir. Bilindiği gibi Hâşim’in dört oğlundan yalnızca Abdülmuttalib’in erkek tarafından soyu devam etmiştir. Dolayısıyla “Âl-i Resul” tabirinin içine Abbâs, Hâris ve Ebû Tâlib’in evlatları girmektedir.[10]

Kendilerine zekât verilmeyen kimselerin “Hâşimoğulları” olarak tahsis edilmiş olması da bu görüşü destekleyen önemli bir husustur.

Bir rivayette Efendimiz (s.a.v)’in, “Âl-i Resul, takva sahibi herkestir” buyurduğu nakledilmişse de, bu rivayet Hadis imamlarınca sahih bulunmamıştır (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/32). Ancak bu rivayeti anlam olarak destekleyen başka nakiller mevcuttur. Sahabe’den birçok kimsenin, takva sahibi olan bütün Müslümanların Efendimiz (s.a.v)’in “âl”inden sayılacağını ifade ettiklerini görüyoruz.

Dolayısıyla “Âl-i Resul” tabirinin, biri dar anlamda sadece Efendimiz (s.a.v)’in soyundan gelenleri, ikincisi biraz daha geniş anlamda Hâşimoğulları’nı ve en geniş anlamda bütün müttaki mü’minleri anlattığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.

Evlâd-ı Resul

Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in bütün çocukları kendisinden önce vefat etmiştir. Sadece Hz. Fâtıma (r.anha) validemiz bunun istisnasıdır. Efendimiz (s.a.v)’in mübarek soyu da, Hz. Ali (r.a)’ın Hz. Fâtıma (r.anha) validemizle yaptığı evlilikten olan çocukları vasıtasıyla devam etmiştir.[11] Diğer kızlarının hiç birisinin soyu devam etmemiştir. Dolayısıyla “Evlâd-ı Resul” denildiğinde aynı zamanda Hz. Ali ile Hz. Fâtıma (r.anhuma)’nın nesli kast edilmiş olur.

Tablo 1: Peygamber Efendimiz (sav)’in soyağacı

Bu evlilikten Hasan, Hüseyin, Muhsin, Ümm Gülsüm ve Zeyneb (Allah hepsinden razı olsun) dünyaya gelmiştir.[12] Muhsin küçükken vefat ettiği için Efendimiz (s.a.v)’in pak nesli Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhuma) vasıtasıyla devam etmiştir.[13] İslam kültüründe yaygın olarak kullanılan “Seyyid” ve “Şerif” tabirleri, ilgili kişinin Hz. Hasan (r.a)’ın veya Hz. Hüseyin (r.a)’ın soyundan geldiğini anlatır. Aşağıda bunları göreceğiz.

Hz. Ömer (r.a), Efendimiz (s.a.v)’e hısımlık temin etmek maksadıyla Hz. Ali ile Hz. Fâtıma (r.anhuma)’nın kız çocuklarından Ümm Gülsüm’e talip olmuş ve kendisiyle evlenmişti (Efendimiz (s.a.v), “Kıyamet günü her türlü akrabalık ve hısımlık münasebeti kesilir. Sadece benim yakınlık ve akrabalığım devam eder” buyurmuştur.]Bkz. el-Hâkim, el-Müstedrek, III,142; el-Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, VII, 64.[/ref]). Bu evlilikten Zeyd ve Rukıyye isimli çocuklar dünyaya geldi. Ancak ikisi de vefat etti ve soyları devam etmedi.

Hz. Ömer (r.a) vefat edince Ümm Gülsüm, Avn b. Ca’fer b. Ebî Tâlib ile evlendi. O vefat edince kardeşi Muhammed b. Ca’fer ile, o da vefat edince bir diğer kardeş Abdullah b. Ca’fer ile evlendi. Onunla evli iken vefat etti ve bu evliliklerin hiç birisinden çocuğu olmadı.

Zeyneb’e gelince, amcasının oğlu Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib ile evlendi. Ondan birçok çocuğu oldu. Onlar içinde sadece Ali ve Ümm Gülsüm yaşadı, diğerleri vefat etti. Dolayısıyla Ali ve Ümm Gülsüm’ün soyundan gelenler de “Evlâd-ı Resul” sayılma payesini elde ederler. Ancak onlar, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhuma)’nın soyundan gelenlere kıyasla daha aşağı bir mertebede kabul edilmiştir. Bunun sebebi, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhuma) efendilerimizin sahip olduğu yüksek mevkiin, kız kardeşleri hakkında söz konusu olmamasıdır (Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhuma) efendilerimiz hakkındaki hadis-i şerifler bunun en açık göstergesidir.).

Hz. Ali (r.a), Hz. Fâtıma (r.anha) validemiz vefat edince, onun vasiyetini yerine getirerek Efendimiz (s.a.v)’in torunu (Hz. Zeyneb (r.anha) validemizin kızı) Ümeyme ile evlendi. (Ümeyme, çocukken Efendimiz (s.a.v) namaz kılarken sırtına binen torunudur. Efendimiz (s.a.v) o düşmesin diye secdeye giderken onu sırtından indirir, kıyama kalktığında tekrar sırtına alırdı.) Ancak ondan çocukları olmadı.[14]

“Seyyid” ve “Şerif” lakapları

358/969 yılından itibaren Mekke emirlerinden Hz. Hasan (r.a)’ın soyundan gelenlere “Şerif”, Hz. Hüseyin (r.a)’ın soyundan gelenlere de “Seyyid” denilmiş ve bu iki lakap, bu tarihten sonra İslam Dünyası’nda yaygın olarak kullanılmaya başlamıştır.[15] Bu çerçevede soyu hem Hz. Hasan (r.a)’a, hem de Hz. Hüseyin (r.a)’a dayanan kimselere hem “Seyyid” hem de “Şerif” denilmiştir. Neseben iki yönden Efendimiz (s.a.v)’e bağlanmak haklı olarak müstesna bir şeref kabul edilmiştir. Meşhur Kelam alimi Seyyid Şerif Cürcânî bunlardan biridir.

Hem anne, hem de baba tarafından Hz. Ali (r.a)’ın soyundan gelenlere “Seyyidu’s-Sâdât” denilmiştir. Ayrıca Hz. Ali (r.a)’ın, Hz. Fâtıma (r.anha) validemiz vefat ettikten sonra evlendiği eşlerinden olan çocuklarına, bilhassa Havle bt. Ca’fer adlı eşinden olan Muhammed b. Hanefiyye’nin soyundan gelenlere de “Seyyid” denilmiş ise de, tarih içinde bu isimlendirme devam etmeyip ortadan kalkmıştır.[16]

“Alevî” nisbesi

Az önce Hz. Ali (r.a)’ın, Hz. Fâtıma (r.anha) validemiz dışındaki eşlerinden olan çocuklarına da –yaygın olmasa da– tarih içinde “seyyid” dendiğini görmüştük. Bilindiği gibi Hz. Fâtıma (r.anha) validemiz vefat ettikten sonra Hz. Ali (r.a) pek çok evlilik yapmış ve bu evliliklerden (Hz. Fâtıma (r.anha) validemizden olan çocuklarıyla birlikte) toplam 14 erkek, 17 kız çocuğu dünyaya gelmiştir.[17] Hz. Fâtıma (r.anha) validemiz dışındaki eşlerinden olan çocukları ve onların devam eden soyları tarih içinde kimi zaman “Seyyid” olarak, kimi zaman “Alevî”, kimi zaman da “Hâşimî” nisbesiyle anılmıştır.

Aynı şekilde tarih içinde “Talibî” diye anılan kimseler de olmuştur. Bunlar da gerek Hz. Ali (r.a)’ın bu çocukları, gerekse kardeşleri Ca’fer b. Ebî Tâlib ve Akîl b. Ebî Tâlib’in çocukları için söz konusu olmuştur (Sehâvî, A.g.e., 2/421). Ancak Hz. Ali (r.a)’ın soyunu diğerlerinden ayırmak için “Alevî” tabirinin diğerlerine göre daha yaygın biçimde kullanıldığını söylemek gerekiyor.

Itre”

Rasul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz, Size iki şey bırakıyorum ki, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece benden sonra artık kesinlikle dalalete düşmezsiniz: Allah’ın Kitabı ve ıtretim, ehl-i beytim” buyurmuştur.[18]

Burada geçen “ıtre” tabiri, bir kimsenin soyu ve nesli demektir. Bu hadiste Efendimiz (s.a.v), “Ehl-i Beyt” tabiriyle “Itre” tabirini peş peşe kullanmıştır ki, bir anlamda bu iki tabirin eşanlamlı olduğunu gösteren bir durumdur bu.

Şia, burada geçen “ıtre” tabirinden hareketle Ehl-i Beyt tabirini Efendimiz (s.a.v)’in soyundan gelenlerle sınırlı tutup, Hz. Ali (r.a)’ın diğer eşlerinden devam eden soyunu, Hâşimoğulları’nı ve bilhassa Ezvac-ı Tahirat’ı bu çerçevenin içine almamıştır. Şia’nın bu noktada meseleyi burada da bırakmayıp, Hz. Ali (r.a)’ın Hz. Fâtıma (r.anha) validemizden devam eden soyu konusunda da sınırlamaya gittiğini görüyoruz. Dolayısıyla burada biraz durum bu noktaya mercek altına almakta fayda var.

Ehl-i Beyt ve Şiilik

Gerek tarih içinde, gerekse günümüzde Şia, Ehl-i Beyt’i sahiplenme görüntüsü altında yoğun bir propaganda yürütmüştür, yürütmektedir. Bunu yaparken de “Ehl-i Beyt” kavramını alabildiğine daralttıkları ve “12 İmam” dışında kalan Evlad-ı Resul (s.a.v)’i ve Âl-i Ali (r.a)’ı Ehl-i Beyt ve Itre’den kabul etmediklerini görüyoruz.

Şiiler bunu yaparken, “Abâ hadisi” diye bilinen rivayetten hareket etmektedirler. Bu yazının başında mealini zikrettiğimiz 33/el-Ahzâb Suresinin 33. ayeti nazil olduğu zaman Efendimiz (s.a.v), Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (r.anhum) abasının altında toplayarak, “Allahım! Bunlar benim ehl-i beytim ve en yakınlarım. Onlardan (her türlü) kiri gider ve onları temizle” buyurmuştur.[19] Bu rivayette anlatılan olayın Ümm Seleme (r.anha) validemizin odasında cereyan ettiğini ve Ümm Seleme (r.anha) validemizin, “Ey Allah’ın Resulü! Ben onlarla beraber (senin ehl-i beytinden) değil miyim?” diye sorması üzerine Efendimiz (s.a.v)’in, “Sen yerinde dur. Sen zaten hayırla birliktesin” diye cevap verdiği nakledilmiştir.

Efendimiz (s.a.v)in, Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i (r.anhum) abasının altında toplayarak yukarıdaki gibi dua ettiği sahih olarak başka kaynaklar tarafından da nakledilmiştir.[20] Ancak hemen belirtelim ki, bu rivayeti nakleden et-Tirmizî dışındaki kaynaklar arasında Ümm Seleme (r.anha) validemizin “Ehl-i Beyt” mefhumunun dışında tutulduğunu gösteren bir ifade yer almamaktadır.

Şunu da zikretmeden geçmeyelim: Bu rivayet Vâsile b. Eskâ (r.a) tarafından da nakledilmiştir. et-Tahâvî, el-Hâkim ve el-Beyhakî tarafından nakledilen bu rivayette Vâsile (r.a), “Ya Resulallah! Ben de senin ehli (beyti)nden miyim?” diye sordum. “Sen de ehli (beyti)mdensin” buyurdu” ifadeleri mevcuttur. Dolayısıyla Şia’nın, bu konuda sadece et-Tirmizî rivayetine dayanarak Ezvac-ı Tahiratı Ehl-i Beyt dışında tutması dayanaktan yoksun, indî bir davranıştır.

Ehl-i Beyt ve Sahabe

Öte yandan Şia’nın, tarih boyunca olduğu gibi bugün de “Ehl-i Beyt taraftarı” görüntüsü altında Sahabe düşmanlığı yaptığına bilhassa dikkat çekmek gerekir. Onların bu tutumunun başta Ehl-i Beyt’i ve Evlad-ı Resul’ü rencide ettiği açıktır. Zira tarih içinde Ehl-i Sünnet dünyanın olduğu gibi, başlangıç döneminde Sahabe’nin de Ehl-i Beyt’le ilişkisi hep saygı-muhabbet ve akrabalık ilişkileri çerçevesinde yürümüştür. Ehl-i Beyt ile Sahabe arasında Şia’nın kurguladığı türden hiçbir gerilim, düşmanlık ve kin yaşanmamıştır.

Bu söylediğimizin en açık delili şudur: Hz. Ali (r.a), Hz. Fâtıma (r.anha) validemiz vefat ettikten sonra birçok evlilik yaptığını yukarıda söylemiştik. Bu cümleden olarak, Leylâ bt. Mes’ûd ile yaptığı evlilikten olan erkek çocuklarından birinin adını Ebû Bekr; Sahbâ bt. Rebî’a’dan doğan erkek çocuğun adını Ömer; Ümmü’l-Benîn bt. Hizâm’dan olan erkek çocuklarından birinin adını Osman koymuştur.[21]

Hz. Ebû Bekr (r.a), Hz. Ali (r.a)’ın kardeşi Ca’fer b. Ebî Tâlib (r.a) şehid olduktan sonra onun dul kalan eşi Esmâ bt. Umeys (r.anha) ile evlendi. Bu evlilikten Muhammed isimli çocukları dünyaya geldi. Hz. Ebû Bekr (r.a) vefat ettikten sonra da Hz. Ali (r.a) bu hanımla evlendi; Yahya ve Avn isimli çocuklar bu evlilikten dünyaya geldi.[22]

Hz. Ömer (r.a), yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şerif dolayısıyla Efendimiz (s.a.v) ile hısımlık bağı kurmuş olarak ahirete göçme arzusuyla Hz. Ali (r.a)’ın kızı Ümm Gülsüm ile evlenme talebini kendisine ilettiğinde Hz. Ali bu talebi tereddütsüz kabul etmişti. Hz. Ömer (r.a)’in Ümm Gülsüm’den Zeyd ve Rukayye isimli çocukları dünyaya geldi.[23]

Şia bu tarihî hakikati inkâr için kelimenin tam anlamıyla “ibretlik” yollara başvurmuş; Hz. Ömer (r.a) ile evlenen kişinin Hz. Ali (r.a)’ın kızı Ümm Gülsüm değil, Hz. Ali (r.a)’ın emriyle Ümm Gülsüm’ün suretine bürünen Necran’lı bir “Yahudi cin” olduğu, Hz. Ömer (r.a)’in –haşa– “mü’min” olmasa da “müslim” olduğunu söylemek gibi tuhaflıklar sergilemiştir!![24]

Hz. Hüseyin (r.a)’ın torunu, Ali Zeynelâbidîn (rh.a)’in oğlu İmam Muhammed Bâkır, Hz. Ebû Bekr (r.a)’ın torunu Kasım b. Muhammed’in torunu Ümm Ferve ile evlenmiş, İmam Ca’fer es-Sâdık bu evlilikten dünyaya gelmiştir. [25]

Hiç şüphesiz Ehl-i Beyt ile Sahabe arasındaki ilişki, konuya ilişkin bir fikir vermesi için zikrettiğimiz bu örneklerle sınırlı değildir.[26]

Ehl-i Beyt’e karşı sorumluluklarımız

Ezvac-ı tahirat’ın, “mü’minlerin anneleri” olduğu, Kur’an ayetiyle sabit bir husustur. 33/Ahzab Suresinin 6. ayetinde şöyle buyurulmaktadır: “Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir. Onun eşleri de mü’minlerin anneleridir…” Dolayısıyla annelerimize karşı hürmette kusur göstermek, Efendimiz (s.a.v)’e karşı hürmette kusur göstermek anlamına gelecektir.

Sahabe-i Kiram (Allah hepsinden razı olsun), Efendimiz (s.a.v)’in terk-i dünya etmesinden sonra ezvac-ı tahiratı her zaman el üstünde tutmuş, onlara, olabildiğince itinalı ve saygılı davranmıştır. Hatta kaynaklar, Cemel Vakası’nda kendisiyle savaşan Hz. Aişe (r.anha) validemize, Hz. Ali (r.a)’ın, nasıl büyük bir ihtimam ve saygıyla muamele ettiğini nakletmektedir. Askerleri mağlup olunca onu, yanına kendi askerlerinden bir grubu vererek Medine’ye yolcu etmiş ve her türlü ihtiyacını gidermiştir.

Ehl-i Beyt’e karşı sorumluluklarımız sadece ezvac-ı tahirat ile sınırlı değildir şüphesiz. Gerek tek tek, gerek topluca Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhum) hakkında varit olmuş pek çok sahih hadis bulunmaktadır. Burada onları sıralayacak olursak bu yazının boyutlarını hayli aşmış oluruz. Onun için teberrüken sadece bir-iki rivayete yer verelim:

Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Size Ehl-i Beytim konusunda Allah’ı hatırlatırım.” (Müslim, Nesâî, Tirmizî)[27]

Yine Ehl-i Beyt’i kastederek şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin ederim ki, sizi Allah için ve benim yakınlığım dolayısıyla sevmedikçe hiçbir Müslüman kişinin kalbine iman girmez.” (Müsned-i Ahmed, tirmizî, Nesâî)

Yine şöyle buyurmuştur: “Size bahşettiği nimetler sebebiyle Allah Teala’yı sevin. Beni, Allah sevgisi için sevin. Ehl-i beyt’imi de benim sevgim dolayısıyla sevin.” (Tirmizî)

Yukarıda “Âl-i Resul” başlığı altında, kendilerine zekât verilmeyen kimselerin “Hâşimoğulları” olarak sınırlandırılmış olmasından bahsetmiştik. Yüce Kitabımız’da zekâttan bahseden ayetlerden birinde şöyle buyurulur: “Onların mallarından, onları kendisiyle arındıracağın ve temizleyeceğin bir sadaka (zekât) al…” (Tevbe, 103). Bu ayetten anlıyoruz ki, zekât verebilecek durumda olan mü’minlerin mallarından zekât olarak vermeleri gereken kısım, bir anlamda onların ve mallarının “temizlenmesi gereken” kısmıdır. Efendimiz (s.a.v)’in bize mukaddes bir emaneti olan genelde Haşimoğulları’nın ve özelde Ehl-i Beyt’in, böyle bir mala muhtaç durumda bırakılmaması, bütün Ümmet üzerine bir görevdir.

Sahabe-i Kiram döneminden itibaren bu Ümmet, Ehl-i Beyt-i Resul (s.a.v)’e, daima edep ve saygı ölçüleri içinde muamele etmiş, onları muhtaç, yoksun ve yoksul bırakmamıştır. Beytülmal’de onlar için daima bir tahsisat bulundurulmuş ve her türlü ihtiyaçları oradan karşılanmıştır.

Malum ve meşhurdur ki, Osmanlı döneminde tesis edilmiş bulunan Nakîbul Eşraflık müessesesi, sadece Evlad-ı Resul (s.a.v)’in istismarlara karşı korunması görevini üstlenmekle kalmamış, aynı zamanda onların hukukunu muhafaza ve müdafaası işini de yürütmüştür. Devlet-i Aliyye bu müessese kanalıyla soy şeceresi sahih olarak tesbit edilen Seyyid ve Şeriflerin kayıtlarını belli defterlerde tutturmuş ve itinayla muhafaza etmiştir. Hiç şüphesiz bu uygulama Evlad-ı Resul (s.a.v)’e gösterilen derin hürmet ve muhabbetin eseridir.

Ehl-i Beyt’in sorumlulukları

Ehl-i Beyt’ten olmak, otomatik olarak insanların hürmet ve muhabbetine mazhariyet doğuran bir mekanizma değildir. Şurası açık bir hakikattir ki, bir insanın kendisini Efendimiz (s.a.v)’e nisbet etmesi, aynı zamanda omuzuna ağır bir mükellefiyeti de alması demektir. Beyaz bir elbise, üzerindeki en küçük bir lekeyi ayan beyan gösterir. Ehl-i Beyt’ten olmak da böyledir. Diğer insanlardan sadır olduğunda dikkat çekmeyen pek çok davranış, Ehl-i Beyt mensuplarından sadır olduğunda göze batar. Dolayısıyla Ehl-i Beyt mensupları diğer insanlara göre daha hassas, daha titiz, takva ve azimet ölçülerine daha bir riayetkâr yaşamak durumundadır.

Bu yazının başında Ehl-i Beyt tabirini açıklarken 33/Ahzab Suresindeki ayetleri zikretmiştik. Ehl-i Beyt’in sorumlulukları çerçevesinde Yüce Allah, bu surenin 30. ayetinde şöyle buyurur: “Ey Peygamber’in hanımları! İçinizden kim apaçık bir çirkinlik yaparsa, onun cezası iki kat verilir.”

Bu hassasiyet, tarih boyunca Evlad-ı Resul (s.a.v) tarafından titizlikle yaşatılmış ve o pak nesil, her zaman topluma önder ve örnek olmuştur. Ne devlete el açmışlar, ne toplumun elindekine tamah etmişler; tam aksine her zaman “veren el” olmuşlar, kanaat ve istiğnanın zirvesinde yaşamışlardır.

Şu Nebevî uyarı da “Ehl-i Beyt” olmanın “kuru bir mensubiyet”ten daha öte bir anlamı bulunduğunu açık bir şekilde göstermektedir: Efendimiz (s.a.v), Hz. Mu’âz (r.a)’ı Yemen’e gönderirken kendisini yolcu etmiş ve pek çok tavsiyelerde bulunmuştur. Bir ara yönünü Medine’ye dönerek şöyle buyurmuştur: “Benim şu ehl-i beytim, insanlar arasında bana en yakın kimseler olduklarını düşünüyorlar. Oysa öyle değil. Benim dostlarım, nerede ve kim olurlarsa olsunlar, müttaki olan kimselerdir.”[28]

Onlar pak neseplerine layık şekilde yaşadıklarında toplum tarafından el üstünde tutulmuşlardır. Ancak nadiren de olsa aralarından bu yükü taşımaya ehil olmayanlar da çıkmıştır. Bu gibi kimseler, sorumluluklarının gereğini yerine getirmektense sadece neseplerini ileri sürerek toplumdan hürmet ve muhabbet beklemişler, ancak aradıklarını bulamamışlardır.

Nitekim Hz. Nuh (a.s)’ın oğlunun ve Hz. Lut (a.s)’ın hanımının, onların ehli olmadığı ilahî vahiy tarafından bildirilmiştir. 11/Hûd Suresinin 46. ve 81. ayetleriyle 15/Hicr Suresinin 65. ayeti bu noktayı açık bir şekilde ifade etmektedir. Dolayısıyla kişi, taşıdığı sorumluluğun gereğini yerine getirmeden kuru bir nesep davası gütmemeli ve nesebi üzerinden insanlara tepeden bakmamalıdır.

Yukarıda kendisinden birkaç alıntı yaptığımız Hadis hafızı es-Sehâvî, adı geçen eserinde şöyle der: “Ebu’l-Aynâ’, Hâşimi sülalesinden gelen birisine beklediği nezaketi göstermemişti. O zat, “Bir yandan her namazda ‘Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ Âli Muhammed’ diyerek bana salat ediyorsun, bir yandan da bana böyle mi davranıyorsun?” diye çıkıştı. Ebu’l-Aynâ’ şöyle mukabele etti: “Ben o cümleleri söylerken tayyip ve tahir (pak ve temiz) olanları kast ediyorum. Oysa sen onlardan değilsin.” [29]

Kendisi de Seyyid olan müfessir allâme el-Âlûsî şöyle der: “İyice anladım ve kanaat getirdim ki, Şerifler arasında öylesi var ki, eğer son nefesini en güzel şekilde vermeye muvaffak olamamışsa Fâtımatu’z-Zehrâ (r.anha) onu görünce canı sıkılır, dedesi (s.a.v), kıyamet günü onun kendisine nisbet edilmesinden utanır.”[30]

Tarih içinde evlad-ı Resul (s.a.v)’den olduğunu iddia ettiği halde muhtelif bid’at mezheplere saparak Ehl-i Sünnet’in karşısında yer alan niceleri olmuştur! Bilhassa Mu’tezile ve Şia içinde bu kabil isimlere sıkça rastlanır. Ahirette ne onların dedeleri olan Resul-i Kibriya (s.a.v) Efendimiz’in yüzüne bakmaya yüzleri olur, ne de Efendimiz (s.a.v) onlara “evladım” diye sahip çıkar!

Hayatını, O’nun pak nesline mensubiyeti en mutena bir emanet gibi kemal-i hassasiyetle muhafaza endişesiyle yaşayan gerçek Seyyid ve Şeriflere ne mutlu. Onları gördükçe Peygamber-i Zişan (s.a.v) Efendimiz’in bir parçasını gördüğü şuuruyla onları el üstünde tutan Ümmete ne mutlu!..

Ebubekir Sifil

Kaynakça/Dipnot

1. Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, III, 136

2. DİA, X, 498

3. Ayrıca bkz. 15/el-Hicr, 65.

4. Bu hususla ilgili olarak ayrıca bkz. 12/Yûsuf, 25, 93; 20/Tâ-Hâ, 132.

5. Müslim, “Nikâh”, 87.

6. el-Buhârî, “Enbiyâ”, 12, “De’avât”, 32; Müslim, “Salât”, 69; en-Nesâî, “Salât”, 250; Ebû Dâvud, “Salât”, 185; İbn Mâce, “İkâmetu’s-Salât”, 25; el-Muvatta, “Kasru’s-Salât”, 22…

7. Ebû Dâvud, “Salât”, 183.

8. Mesela bkz. İbrahim b. Muhammed el-Hammûyî, Ferâidu’s-Semteyn, II, 238;

9. Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, III, 139.

10. Tecrid Tercemesi, V, 295; DİA, II, 305–6.

11. Bkz. Tablo 1.

12. Bkz. Tablo2.

13. Hz. Hasan (r.a)’ın çocukları için bkz.b Tablo 3; Hz. Hüseyin (r.a)’ın çocukları için bkz. Tablo 4.

14. Sehâvî, el-Ecvibetu’l-Mardıyye, 2/416–417.

15. DİA, XXXVII, 41.

16. DİA, XXXVII, 40.

17. Tablo 2’de zikrettiklerimiz, Hz. Ali (r.a)’ın çocuklarından tesbit edebildiğimiz 26’sının isimlerini ihtiva etmektedir.

18. et-Tirmizî, “Menâkıb”, 33; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 26; en-Nesâî, es-Sünenu’l-Kübrâ, V, 45.

19. et-Tirmizî, “Tefsîr” (33/el-Ahzab, 33), 35.

20. Müslim, “Fedâil”, 61; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 107.

21. Bkz. Tablo 2; et-Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk,V, 153–4.

22. Alâuddîn Şemsuddîn el-Müderris, el-Müntekâ, 21. Esmâ bt. Umeys (r.anha)’nın biri Hz. Ca’fer (r.a)’dan, diğeri Hz. Ebû Bekr (r.a)’dan olan adaş oğulları Muhammed b. Ca’fer ile Muhammed b. Ebû Bekr’den her biri kendi babasının daha faziletli olduğunu söyleyerek birbirlerine karşı övünmüşlerdi. Bu durumu uzaktan seyreden Hz. Ali (r.a), anneleri Esmâ bt. Umeys (r.anha)’ya dönerek, “Aralarında sen hüküm ver” dedi. Esmâ (r.anha), “Araplar arasında Ca’fer’den daha hayırlı bir genç ve Ebû Bekr’den daha hayırlı bir yaşlı görmedim” diye karşılık verince Hz. Ali (r.a) şöyle mukabele etti: “Bize söyleyecek söz bırakmadın” diye mukabele etti. Bkz. İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, XVII, 178.

23. el-Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, VII, 111.

24. Bkz. Ali en-Nemâzî, Mestedreku Sefîneti’l-Bihâr, I, 387; Kutbuddîn er-Râvendî, el-Harâic ve’l-Cerâih, II, 330; el-Ukberî, el-Mesâilu’l-Ukberiyye, 29…

25. ez-Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, IV, 406.

26. Konu hakkında geniş bilgi edinmek isteyenler Sahabe tabakatına ait eserler yanında, Ensab kitaplarına, bahusus Lübâbu’l-Ensâb ve Semtu’n-Nücûmu’-Avâlî’ye müracaat edebilirler.

27. Müslim, “Fedâil”, 36; ed-Dârimî, “Fedâilul-Kurân”, 1…

28. İbn Ebî Âsım, Kitâbu’s-Sünne, I, 93.

29. Bkz. es-Sehâvî, a.g.e., II, 422.

30. el-Âlûsî, Ğarâibu’l-İğtirâb, 201.

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Risâle-i Nur’da “Ehl-i Beyt”

Risâle-i Nur’da "Âl-i Beyt" Derleme İkinci Nükte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i …

Kapat