Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Ene ve Zerren’in Zıddiyet Cihetiyle Âyinadarlığı

Ene ve Zerren’in Zıddiyet Cihetiyle Âyinadarlığı

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Ene ve Zerren’in Zıddiyet Cihetiyle Ayinadarlığı

Öz.

Ene ve Zerren’ in
Zıddiyet cihetiyle ayinadarlığı
Öz.
• Cenab-ı Hakk’ın Ahzâb Sûresinde: ‘Emaneti’ göklere, yere ve dağlara niçin ‘teklif’ ettiğinin hikmetleri,
• Hz. Peygamber (as) “Nefsini (kendini) bilen rabbini bilir hadisiyle, Ya Rabbi eşyanın hakikatini bana göster ” duasının birlikte müzakeresi,
• Enaniyet ile cismaniyet arasındaki irtibatın mahiyeti ve Zıddiyet cihetiyle ayinadarlıkta farklı boyutlar,
• Ene ile nefis arasındaki farklılık,
• Mutlak ‘ene’ karşısında ‘nisbi enaniyetlerin’ var edilişinin hikmeti,
• Ene ve zerrenin zıddiyet cihetiyle ayinadarlığında, ‘Zât ve sıfat’ ayırımını yapılması..
• Ve zıddiyet cihetiyle ayinadarlığın, hangi sıfatlar ile sınırlı olduğu..

  • Cenab-ı Hakk’ın Ahzâb Sûresinde: ‘Emaneti’ göklere, yere ve dağlara niçin ‘teklif’ ettiğinin hikmetleri,
  • Peygamber (as) “Nefsini (kendini) bilen rabbini bilir hadisiyle, Ya Rabbi eşyanın hakikatini bana göster “duasının birlikte müzakeresi,
  • Enaniyet ile cismaniyet arasındaki irtibatın mahiyeti ve Zıddiyet cihetiyle ayinadarlıkta farklı boyutlar,
  • Ene ile nefis arasındaki farklılık,
  • Mutlak ‘ene’ karşısında ‘nisbi enaniyetlerin’ var edilişinin hikmeti,
  • Ene ve zerrenin zıddiyet cihetiyle ayinadarlığında, ‘Zât ve sıfat’ ayırımını yapılması..
  • Ve zıddiyet cihetiyle ayinadarlığın, hangi sıfatlar ile sınırlı olduğu..

Anahtar kavramlar.

Nefis, Enaniyet, cismaniyet, zıddiyet, ayinadarlık, mülk, melekût.

Nefsin ve eşyanın hakikati:

Ahzâb Sûresinin yetmiş ikinci ayetinde Cenab-ı Hakk: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındı ve ondan korktu. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir”[1] buyuruyor.

 Ahzâb Sûresinin bu âyeti ile ilgili Sözler ’de yapılan tefsirde Cenab-ı Hakk’ın: Göklere, yere ve dağlara teklif ettiği emanetlerin çok olduğu, semavat ve arzın, hamlinden korkarak imtina ettikleri cihetin “Ene” olduğu ve insanın cehlinden dolayı onu yüklendiği belirtilir.[2] 

Onuncu Söz’de kısaca “Ene” olarak ifade edilen bu ‘emanetin’, “insanın istidatları” olduğuna işaret edilerek ve bu istidada tevdi edilen mana ve vazife ise ‘Ene’nin’, “Küçücük cüz’i ölçüleriyle, sanatçıklarıyla Halikını (yaratanını), muhit (her tarafı kuşatan) sıfatlarını, külli şuunatını (işlerini), nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilmek.” olarak açıklanır.[3]

Bahsin devamında, ruhun bir latifesi olan ‘Ene’nin’, bir elif kadar ince, zaif ve naifliği ve insanın diğer yarısı olan, cismanîyetten olan ‘Zerratın ’, bir nokta kadar küçüklüğü ile beraber sema, zemin ve dağların tahammülünden izhar-ı acz ettikleri emanetleri birlikte hamlettiklerine dikkat çekilir.[4]

Çünkü daha ‘elest bezmi’nde iken: اَلَسْتُ بِرَبِّكُم hitabını işiten ene ve zerre, قَالُوا بَلَى cevabını birlikte vermişlerdir.[5] Ruhlar âleminde başlayan bu birliktelik dünyada, berzahta, haşirde ve ebed-ül âbâd yolculuğunda devam eder.

Bu dünyaya eşyanın hakikatini keşfetmek ve kendisinin (nefsin) ne olduğunu bilerek, Rabbini tanımaya gelen insanın önünde, dış dünyada Zerre ile dünyada ise Ene ve Enaniyetin mahiyetinin bilinmesi ile aklın önüne hakikate giden iki kapı açılır.

Çünkü Hz. Peygamber (as) âfâkî âlemdeki eşyanın mahiyeti için; “Ya Rabbi eşyanın hakikatini bana göster”[6] diye dua ederken,  enfüsî âlemdeki nefsin hakikati ve mahiyetinin bilinmesiyle ilgili olarak da; “Nefsini (kendini) bilen rabbini bilir ve nefsini (kendini) en iyi bileniniz rabbini en iyi bileninizdir”[7] buyurmuştur.

Bu hadiste Hz. Peygamberin (as) bilinmesini ve görülmesini istediği, ‘nefsin ve eşyanın hakikati’, onların kendilerine bakan ciheti değil, dünyanın birinci ve ikinci yüzleri olan Cenab-ı Hakk’ın esmasına ve ahirete bakan cihetleridir.[8]  

Çünkü ‘’Muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: “Hakikî hakaik-ieşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.”[9]

 Veya ‘’Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Çünkü bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar.”[10]

Kâinat kitabından nokta gibi olan ‘Zerre’ ile ruhun bir kuvvesi olan ‘Ene’ ve Enaniyetle Rabbini bilmenin, müteaddid vücuhundan, bir vechi, Ene ve Zerrenin, Esma ve sıfatların tecellilerine zıddiyet cihetiyle ayinadarlığıdır.[11] 

Acz, fakr, kusur, eksik, ihtiyaç, cehalet ve noksaniyet gibi nekaisle hemhal olan Ene ve Zerre zıddiyetle, mutlak cemal ve kemalde olan esma-i İlahiyenin hazine ve definelerinin bir anahtarı oluşu, Sözler’de de şöyle ifade edilir: 

Zıddiyet cihetiyle’Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır.’’

Künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyeyi ve kudretin gizli definelerini açacak olan ‘Ene’, sadece bir anahtar değil, mahiyetinin camiiyeti itibariyle bir anahtarlar külçesidir.[12] Mahiyetinin câmiiyeti ve muhtelif cihetlerinin çokluğu, açılması gereken kapıların kesretindendir.

Çünkü ‘Kâinat kapıları zahiren açık (gibi) görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını’’ açtığı için; ‘’Sıfât ve esmasının marifetini, enaniyete bağlamıştır.’’[13]

 Eşyanın diğer yarısını oluşturan ve Hz. Peygamberin (as) hakikatinin bilinmesini istediği, ‘Zerrelerden’ mürekkep olan varlık ise ‘cismaniyettir.’

Cismaniyetin zahiren kesif, karanlık, soğuk ve camid oluşunun yanında Esma-ı Hüsnaya zıddiyet cihetiyle ayinadarlık edişi açısından bir zerreye ve zerrelerden mürekkep olan ‘cismaniyete’ baktığımız zaman:

Cismaniyet: Esma-i İlahiyenin en cem’iyetli (bir) âyinesi, ve hilkat-ı kâinattaki makasıd-ı İlahiyenin en zengini ve faal (bir) merkezi, ve ihsanat-ı Rabbaniyenin en çok çeşitleri, ve beşerin ihtiyacat dilleriyle Hâlık’ına karşı dualarının ve teşekküratının en kesretli tohumları cismaniyettedir. Maneviyat ve ruhaniyat âlemlerinin en mütenevvi çekirdekleri yine cismaniyettedir.”[14]

Hz. Üstad bu son cümlede ‘âlemi cismaniyetin’ bazı çok küçük cüz’ileri’nin ‘ruhaniyat ve maneviyat âlemlerinin küllî mertebelerine’ açılan birer kapı, geçilen birer köprü veya bir çeşit ‘berzah’ olduğunu belirterek, Yirmi Sekizinci Lem’a’da bu hususta biraz daha geniş izahatlara yer verir.

Mesela: “Biz nasıl ki ağzımızdaki hava ile hurûfat ve kelimâtı ekiyoruz, birden sünbülleniyorlar. Yani, havada, âdetâ zamansız bir anda, bir kelime bir habbe olup hâric-i havada sümbüllenir..

İşte, evâil-i sûredeki الۤمۤ طٰسۤ حٰمۤ gibi hurûf-u kudsiye-i şifre-i şifre-i İlâhiye hava zerrâtı içinde zamansız münâsebât-ı dakika-i hafiye tellerini ihtizâza getirecek birer düğüm ve birer düğme harfi oldukları (için)..

Mevcudât-ı havâiye olan hurûfât, kudsiyet kesb ettikçe… Kur’ân hurûfâtı olduğundan âhizelik vaziyetini aldığı ve düğmeler hükmüne geçtiği ve sûrelerin başlarındaki hurûfat daha ziyade o münâsebât-ı hafiyenin uçlarının merkezî ukdeleri, düğümleri ve hassas düğmeleri hükmünde olduğundan, vücud-u havâîleri bu hâsiyete mâlik olduğu gibi,  vücud-u zihnîleri dahi, hattâ vücud-u nakşiyeleri de bu hâsiyetten hassaları ve hisseleri var.

Demek o harflerin okumasıyla ve yazmasıyla, maddî ilâç gibi şifâ ve başka maksatlar hâsıl olabilir.”[15]

Ayrıca, ‘cismaniyet’ ile ruh ve ‘ruhaniyat’ arasında çok ince ve derin bağlar olduğunu, çünkü bu sebepler dünyasında, ruhun bazı hikmetlere binaen ‘cismaniyet’ ile irtibatlandırıldığını hatta kısmen kayıtlandığını söyler. 

“Meselâ: Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.”[16] Kulak penceresiyle işitir, burun vasıtasıyla kokular âlemini hisseder. Mercimek kadar olan kuvve-i hafızasına binlerce cilt kitabı yerleştirir ve hakeza..

Cismaniyetin anası olan ‘toprak’ ile ‘nefsin’ zıddiyet cihetiyle ayinadarlığı, en yüksek semavattan Hâlık-ı Semavat’a daha yakın bir yol oluşları:

Mesnevi-i Nuriye’de cismaniyetin dört temel rüknünden birisi olan toprak unsuru için şu veciz cümleler yer alır. “Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda îsal eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek semavattan Hâlık-ı Semavat’a daha yakın bir yoldur.

Zira kâinatta tecelli-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ı hilafete ve Hayy, Kayyum isimlerinin cilvelerine en uygun topraktır. Nasılki arş-ı rahmet su üzerindedir. Arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir âyinedir. Evet kesif bir şeyin âyinesi ne kadar latif olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir. Ve nuranî ve latif bir şeyin de âyinesi ne kadar kesif olursa, o nisbette esmanın cilvelerini cilâlı gösterir.”[17]

 Yirmi Sekizinci Sözde ‘toprak’ unsuru ile ruhun bir sıfatı olan ‘nefsin’ birçok ortak özellikleri sebebiyle daha farklı manalar yüklenmiştir. Mesela:

Nasıl (ki) toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır; fakat masnuat-ı İlahiyenin bütün enva’ına menşe’ ve medar olduğundan bütün anasır-ı sairenin manen fevkine çıktığı gibi… kesafetli olan nefs-i insaniye; (dahî) sırr-ı câmiiyet itibariyle, tezekki etmek şartıyla bütün letaif-i insaniyenin fevkıne çıkabilir.. (çünkü), cismaniyet; en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı esma-i İlahiyedir. Bütün hazain-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir.”[18] 

‘Ene’ ve ‘Zerre’ ile ilgili bu örnekler onların kendilerine bakan yönleriyle aciz, zayıf, naif, kesif, karanlık, cehil, camid, eksik, noksan ve kusurlu olmalarına karşın Cenab-ı Hakk’ın esmasına ve ahirete bakan cihetleriyle:

  • En yüksek semavattan Hâlık-ı Semavat’a daha yakın bir yol olduğu ve
  • Cenab-ı Hakkın, Sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlandığı için:

 Hz. Peygamber (as) âfâkî âlem için, “Ya Rabbi eşyanın hakikatını bana göster”  derken, enfüsî âlem için, “Nefsini bilen, Rabbini bilir” buyurmuştur.

 Bu hadis-i şeriflerde haber verildiği gibi  ‘eşyanın hakikatini’ ve ‘nefsini bilen’ herkes, ‘Zât-ı Akdes’in varlığını’ aklen idrak edebildiği ve kalben Rabbine bakabildiği gibi,[19]ene’ ve zerrat veya cismaniyet dürbün ve anahtarlarıyla da esma, sıfât ve şuunatına bakabilir. Yani ‘ene’ kendindeki küçücük ölçücükler ile Cenab-ı Hakk’ın ilim, kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmaların şuunatıyla, muhit, hududsuz ve mutlak olan tecellilerini idrak eder ve onların mahiyetini yavaş yavaş anlayabilir.[20]

Ene ve nefsin farklılığı:

Buraya kadar okuduğumuz kısımlarda on civarında ‘NEFİS’, yirmi civarında ‘ENE’  kelime ve kavramları geçmiştir.   Bir anlam kayması olmaması için yakın manalı bu kelimelere kısaca temas edeceğiz.   

Risale-i Nur külliyatında, İnsandan bilinmesi istenen ‘kendisi veya kendilik’ bazen ‘Ene’ ile bazende ‘nefis’ kelime ve kavramları üzerinden anlatılmıştır. Bunlar müteradif kavramlar olmayıp manaları farklıdır.

Çünkü: “Nefisten kasıt, insanın nötr, yani hayra da şerre de gidebilecek hissiyatın tümüne verilen genel bir tabirdir.

Ene, yani benlik ise: Nefis diye isimlendirdiğimiz, genel hissiyat ve ölçülerden, bir cüz ve bir cihazdır, gayesi ise yukarıda izah ettiğimiz gibi vahid-i kıyastır. Yani Allah’ın mutlak sıfat ve isimlerini anlamakta kullanılan bir kıyas vasıtası ve aracıdır.

(Yani) İrade, benlik, şehvet, gadap, akıl, hevabunların hepsi büyük emanetin parçalarıdır. Her birinin vazifesi ve işleyişi farklılık arz eder.

Bunların emmare olan, yani; kötülük ve şer yönünün bütününe nefis denilmiş“Ene nefistendir; ama nefis eneden ibaret değildir.” şeklinde tarif edebiliriz.”[21]

Bu tesbite göre ister vahid-i kıyas yoluyla olsun, isterse zıddiyet cihetiyle ayinedarlık şeklinde olsun, nefsin ve enaniyetin asıl yaratılış gayeleri marifetullahtır.

 Çünkü Canab-ı Hakk,  Zâriyat Sûresinde: وَ مَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَ اْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ  yani “Cinleri ve insanları ancak Bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım”[22] buyuruyor. Bu âyeti şerh eden, Ben; “Bilinmeyen gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bilineyim diye halkı (kâinatı) yarattım” hadîs-i şerifiyle insanların ve cinlerin niçin yaratıldıkları daha açık ve bedihi bir şekilde beyan edilmiştir.

Hz. Üstad bu âyetin tefsirinde, âyetin evvelinde bulunan اُعْبُدُوا emri ilahisinin (İbn-i Abbas‘ın tefsirini de naklederek) ibadetten kastedilen emrin bir manasının da insanları tevhide davet etmek yani Canab-ı Hakkk’ı isimleri ve sıfatlarıyla bilmek ve tanımak olduğunu söylemiştir.

Fakat bu isim ve sıfat tecellilerinin mutlak, muhit ve hudutsuz oldukları için, R. Nur külliyatının birçok yerlerinde bir ‘nisbiliğe’ ve ancak bir ‘vahid-i kıyas’ yoluyla bilinebileceği belirtilir. Çünkü sınırlı bir varlık olan insanın mutlak, muhit ve hudutsuz olan tecellileri idrak ve ihata edemeyeceği üzerinde durulur.

Yukarıda zikredilen âyet ve onu tefsir eden hadîs-i şerifte Cenâb-ı Hakk, ‘bilinmek ve tanınmak için yarattığı halkın ve kâinatın’  ilk defa nasıl ve ne şekilde başladığı ile ilgili Kütüb-i Sîtte’de yer alan diğer bir hadîs-i şerife göre:

 ‘’Hz. Peygamberin (as) huzuruna (Hayber’in fethi sırasında) Yemen halkından bir grup gelerek ey Allah’ın Resûlü!”: “Biz dinimizi öğrenmeye ve bu (yaratılış) işinin başı ne idi, onu senden sormaya geldik!” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (as) mahlûkatın ve Arş’ın başlangıcını anlatmaya başladı: “Bidayette Allah vardı, O’ndan önce başka bir şey yoktu. O’nun Arş’ı suyun üzerinde bulunuyordu. Sonra gökleri ve yeri yarattı” buyurdu. [Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed’u’l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.’’[23] 

Muhyiddin-i Arabî bu hadîs metninde geçen (idi) anlamındaki (kâne) lafzının zaman kaydı verdiğini ifade eder. Arabî; zaman ve yaratılış sürecinin, (kâne veya idi) kelimesi ile ifade edilen bir vakte tekabül ettiğini söyler.[24]

Merhum Elmalılı Hamdi Efendi de bu süreçte şu farklılığa dikkat çeker: Cenab-ı Hakk ezelde “inayet-i ezeliyesini, yani âlem-i takdir, halk ve icad fiillerini isdar ediyordu. Diğer bir tabirle “kün” emrini veriyordu. Âlemin yaratılması bunu takip ettiBinaenaleyh halk ezelî, mahlûk zamanî oldu”[25] demiştir.

Bu açıklamalara göre; yukarıda geçen ‘küntü kenzen…’ hadîsi ile “Bidayette Allah vardı, O’ndan önce başka bir şey yoktu” hadîsini beraber okuduğumuzda, varlıkta fiziki zaman faktörünün, Cenâb-ı Hakkın âlemi yaratmayı irade etmesiyle değilde, yaratmaya başlamasıyla birlikte ortaya çıktığı şeklinde anlaşılıyor.

 İmam-ı Rabbanî de yaratılış ve fiziki zaman sürecinin, başlamadan önceki hâli, ile başladıktan sonraki hâlini şöyle izah eder: “Bir ve tek olan Allah, mutlak tecelli halindeyken yalnızdır, kendi kendiyledir ve hiçbir şey yaratmıyordu”

Tecellisini kısıtladığında ve kayıt altına almaya başladığında, (eşya) var olmaya başlar. Allah’ın İsim ve Sıfatları da bu kayıtlardır. Bir başka deyişle Allah tecellisini çeşitli biçimlerde eksilterek şeyleri “var, çok ve çeşitli” yapıyor”[26] der.

İsim ve sıfatların mutlak olan tecellileri, mahdud alanlarda tezahürü için taayyün ve teşahhusa, bunlar için de zıdlıklara hem ihtiyaç hem de zaruret olması.

Hz. Bediüzzaman ise eserlerinde bazı istisnalar dışında ekseriyetle, ‘Esmanın eşya şeklinde tezahürü’ olan varlıkların yaratılışını, ta kâinatın evveline gidip orada isbat ve izah etmek yerine, hâdiseyi şimdiki zamana getirip, herkesin bildiği ve bizzat şahit olduğu müşahhas vakıalardan ve her an yaratılan varlıklardan misaller verir.

Meselâ verdiği yağmur örneğinde; “Yağmur geliyor. Yağmuru zahiren intac eden esbab; hayvanatı düşünüp, onlara acıyıp merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu malûmdur. Demek hayvanatı halkeden ve rızıklarını taahhüd eden bir Hâlık-ı Rahîm’in hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ yağmura “rahmet” deniliyor. Çünki çok âsâr-ı rahmet ve faideleri tazammun ettiğinden, güya yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş, katre katre geliyor.”[27] Veya “katreler suretinde hazine-i Rabbaniyeden akıyor”[28] der.

Daha sonra yağmur örneğini küllileştirerek, kâinat çapında cerayan eden bütün maddî ve manevî hâdisatı ve vakıatı, ‘yağmurla’ temsil ve teşbih edip şu örneği verir: “Güya umum inkılablar ve küllî tahavvüller, birer manevî yağmurdur”[29] ki:

 “şu mahlukatın şu seyelanı, gayet hakîmane rahmet ve ihsan dairesinde; ve şu seyeranı, gayet alîmane hikmet ve intizam dairesinde; ve şu cereyanı, gayet Rahîmane şefkat ve mizan dairesinde baştan aşağıya kadar hikmetlerle, maslahatlarla, neticelerle ve gayelerle yapılıyor.. (demek ki Cenab-ı Hakk) “kudretiyle hayat verip tavzif eder. Sonra hikmetiyle terhis edip, mevte mazhar eder; âlem-i gayba gönderir. Daire-i kudretten, daire-i ilme çevirir[30] der.

İmam-ı Rabbani’nin kâinatın evveline giderek, ‘Canab-ı Hakk, mutlak tecelli halindeyken, tecellisini kısıtlayarak eksilterek veya kayıt altına’ alması şeklinde yapmış olduğu yaratılış ve âlem tarifini, Hz. Bediüzzaman Sözler’de daha müşahhas hale getirip, yaratılmış olan ‘şeyleri’ veya isim ve sıfatların mutlak olan tecellilerini, mahdud alanlarda tezahür eden, taayyün ve teşahhussunu ikiye ayırarak tahlil eder. Bunlar:

  • Varlığın kendimizle alakalı hissi (psikolojik) yönüne: ‘Ene’ veya ‘nefis’
  • Varlığın vücud-u haricî boyutu olan, cismanî veya fizikî kısmına: Mevcudat (Tabiat) ve onun en küçük birimine Zerre der.

İsim ve sıfatların mutlak olan tecellileri, mahdud alanlarda Ene ve Zerre şeklinde tezahürü için taayyün ve teşahhusa, bunlar için de ‘zıdlıklara’ hem ihtiyaç hem de zaruret olduğu belirtilir.

Bu zarurete binaen, Risale-i Nur külliyatına göre ‘ene ve zerrenin’ yaratılışının en önemli hikmetlerinden birisi ‘zıddiyet cihetiyle ayinadarlıktır.’  ‘Esmanın eşya veya varlık şeklinde tezahürünün’ maddî ve fizikî cihetle ilk mukaddimesi olan ‘zerrenin’ ve onun terkipleri olan cismaniyetin, yaratılış biçimleri Nur Külliyatının, birçok yerinde ‘zıddiyet’  kelimesiyle ifade edildiği gibi bazende:

  • Tecessüm,
  • Takattür
  • Tecessüd, İncimad, mücessem[31] ve
  • İn’ikad kelimeleriyle izah edilir.[32]

R. Nur Külliyatında insan ve yağmur gibi müşahhas örnekler ile ‘Esmanın eşya şeklinde tezahürünü’ ifade eden bu kelimelerin geçtiği metinler dikkatli okunduğu zaman, canlı varlıklar ile ilgili cümlelerde ‘tecessüd, incimad, ve mücessem’ gibi kelimeleri kullanılırken cansız varlıklar ile ilgili cümlelerde ise ‘İn’ikad, tecessüm ve takattür’ kelimeleri kullanılır.

Fakat Tecessüd, incimad, tecessüm, mücessem ve takattür kelimeleriyle ifade edilerek yaratılan bu varlıklar,  zahiren ve fiili durumları itibarıyla sanki ‘hilkat hükümetine’ bir ‘zıddıyet’ veya ‘muhalefet’ unsuru gibi görünür.

Çünkü bu varlıkların ortaya çıkışları, Esma ve sıfatların (sanki veya zahiren) tahdit edilmesi ile veya mutlakın mukayyed ile sınırlandırılmasıyla var olmuşlar gibi görünüyor.

Mesela: 30. Söz’de ‘ene ve zerrenin’ var oluşları ve lisan-ı halleri itibariyle “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diyerek mutlak mülk üzerinde bir hak iddia ederek taksimat ve tahdit yaptığı ifade edilir.[33]

 Zahiren menfi gibi görünen bu hâlin, hakikatte öyle olmadığı, “O Allah her şeyi en güzel şekilde yarattı” âyetinin tefsirinde,  zahiren menfî gibi görünen bu ‘tahdit ve zıddiyetleri’ şöyle izah edilir:

Önce, ‘kâinattaki her şey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir” diyerek ana temayı belirttikten sonra şu tafsilatı verir;

“Kâinatta maksud-u bizzât ve küllî ve şümullü olarak yaratılan ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir. Şerler, kubuhlar, noksanlar ise; hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabîlinden tebaî olarak yaratılmışlardır ki; hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nev’lerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar.[34]

“Binaenaleyh umum fünunun şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten neş’et eden istikra-i tâmmın tasdikıyla sabittir ki: Hilkat-ı âlemde maksud-u bizzât ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayr ve hak ve kemaldir. Amma şer ve kubh ve bâtıl ise; tebaiye ve mağlube ve mağmuredirler. Eğer çendan savlet etseler de muvakkattır.”[35]

Muhammed İkbal’de aynı manayı: “Âlem, Allah’ın karşısında duran bir ‘muhalefet unsuru’ değil, bilakis bir ‘sünnetullah’[36] olduğunu beyan eder.

Hz. Bediüzzaman Şualar’da; bu ‘sünnetullah’ kanununu, Canab-ı Hakk’ın, kelam sıfatından gelen hakaik-i İslâmiye ve İmaniyenin her bir menfî meselesinin dahi, müsbet bir hakikatin ünvanı ve perdesi olduğu gibi, kudret sıfatından gelen kevnî âyetlerdeki hiss-i zahiriyeye münasip düşmeyen, yaratılışların da birçok müsbet hakikatlerin perdesi ve ünvanı olduğunu söyler.[37]

Ayrıca ‘sünnetullah’ kanunlarında câri olan,  ‘zıddiyet’ yönüyle tezahür eden hikmetlere dikkat çeker. Çünkü acz, zaaf, kusur, naks,  fakr gibi menfi cihetle, esma ve sıfat tecellilerine ‘âyine’  oluşun, büyük ve derin manaları olduğunu izah ederek, aslında bu ‘zıddıyet’ ve zahirî ‘muhalefetin’ zannedildiği gibi olumsuz bir şey olmadığını söyleyip, âfakî ve enfüsî âlemlerdeki tecelli ve tezahürlerini örnekleriyle izah eder:

Âfakî âlemdeki zıddiyet: “Evet şu mevcudat âyinelerdir. Fakat zulmet nura âyine olduğu gibi, hem karanlık ne derece şiddetli ise o derece nurun parlamasını gösterdiği gibi, çok cihetlerle zıddiyet noktasında âyinedarlık ederler. Meselâ: Nasılki mevcudat acziyle kudret-i Sâni’a âyinedarlık eder, fakrıyla (da) gınasına âyinedar olur.”[38]

Enfüsî âlemdeki zıddiyet: Enfüsî âlemdeki zıddiyetin en önemli numunesi nefis olduğu için nefsi muhatab alarak onunla yaptığı bir mükâlemede:

“Şimdi ey nefis! Birkaç Sözde kat’î isbat etmişiz ki; asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, acizden yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibariyle sen, onlarla Fâtır-ı Zülcelal’in kemal, cemal, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun”[39] der.

Âfakî ve enfüsî âlemde yapılan bu genel tanımlamadan sonra Otuzuncu Söz’de:

  • Melekût âleminden olan Nefsin en küçük bir versiyonu veya cüz’ü olan, ‘Ene’ ile
  • Varlığın Mülk boyutunun en küçük bir temsilcisi olan ‘Zerrenin mahiyeti ’ ile ilgili daha tafsilatlı bilgilere yer verilir.

  Sözlerde ‘Ene’ ile ilgili tafsilatın ve tahlillerin yer aldığı ve bahsimize doğrudan temas eden soru ve cevap şeklinde müzakere edilen bir bölümünde denilir ki: 

“Niçin Cenab-ı Hakk’ın sıfât ve esmasının marifeti, enaniyete bağlıdır?

“Çünki mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir had çekilse, o vakit bilinir.

İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder.

  “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile, onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. Meselâ: Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.” der ve cüz’î ilmiyle onun ilmini fehmeder ve kesbî san’atçığıyla o Sâni’-i Zülcelal’in ibda-i san’atını anlar.

Meselâ: “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş.” der. Ve hâkeza… Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene’de münderiçtir[40] der.

 Zıddiyet’in ayinadarlık boyutu ile ilgili diğer örnekler:

Bediüzzaman daha sonra ‘zıddiyet itibariyle ayinadarlık’ ciheti için, fizikî âlemden ‘hava su’ ve ‘toprağın’ güneşin tecellilerine mazhar olmalarındaki farklılıklara şu örnekleri verir:

“Nasılki arş-ı rahmet su üzerindedir. Arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir âyinedir.

Evet kesif bir şeyin âyinesi ne kadar latif olursa, o nisbette suretini vâzıh gösterir. Ve nuranî ve latif bir şeyin de âyinesi ne kadar kesif olursa, o nisbette esmanın cilvelerini cilâlı gösterir. Meselâ:

  • Hava âyinesinde yalnız şemsin zaîf bir ziyası görünür.
  • Su âyinesinde şems, ziyasıyla görünürse de elvan-ı seb’ası görünmüyor.
  • Toprak âyinesi (ise) çiçeklerinin renkleriyle şemsin ziyasındaki yedi rengi de gösterir.”[41]

“Nasıl (ki) toprak suya, havaya, ziyaya nisbeten kesafetli, karanlıklıdır; fakat masnuat-ı İlahiyenin bütün enva’ına menşe’ ve medar olduğundan bütün anasır-ı sairenin manen fevkine”[42]çıktığını söyler.

Yukarı bölümlerde de kısmen temas edildiği gibi, varlıkların yaratılışında mülk ve melekût diye tanımlanan iki cihet var. Bu tasnife göre:

  • Nefsin en küçük bir versiyonu veya cüz’ü olan ‘Ene’ varlığın melekût boyutunu,
  • Eşyanın en küçük bir birimi olan ‘Zerre’ ise varlığın ‘mülk’ boyutunu oluşturur.

  Melekût boyutuyla zıddiyet

Mülk’ boyutundaki ‘Zerre/eşya’ ile melekût boyutundaki ‘Ene’ ve ‘Enaniyetin’ mahiyetine baktığımız zaman, esma ve sıfatların mutlak ve muhit tecellilerine olan ‘zıddiyetleri ve muhalefetleri’ her ikisinin de ortak özellikleri olduğu görülür.

Mesela ‘nefsin’ en küçük bir cüz’ü olan ‘Ene’ ve ‘Enaniyetin’ mahiyeti Otuzuncu Sözden yaptığımız iktibasta şöyle izah edilmişti:

“Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar” denildikten sonra  ‘enaniyetin’ bunu nasıl yaptığı şöyle anlatılır:  ENE;

  • Kendinde bir rububiyet-i mevhume,
  • (Bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvuruyla farazî bir had çizerek,)
  • Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder. (Ve)
  • “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar.

Fakat ‘enaniyetin’ sıfât ve esmanın muhit ve hudutsuz olan tecelliyatı üzerinde yapmış olduğu bu taksimat hakiki olmayıp, kendi mahiyeti gibi farazî ve vehmîdir. Yani  “Enaniyetin, (bu tavrı) haksız temellük ve âyinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri gelir.”[43]Ene’ bu farazî ve vehmî olan, tahayyül ve tevehhümünü, kalbin en zayıf hadimleri arasında olan, tasavvur ve tahayyül hisleri üzerinden yapar.[44]

Bu müthiş analojide esma ve sıfatların ‘zıddı’ olan ve ‘nefsin’ mahiyetinde bulunan acz, zaaf, kusur, naks ve fakr gibi menfi sıfatlara rağmen, enenin daire-i mülkünde mevhum rububiyetini ilan etmesine kadar, geçici olarak izin verildiği görülür.

Bu teşbihte bahsimizin ana fikrini oluşturan en önemli cümle: esma ve sıfatların mutlak, muhit ve hudutsuz olan tecellisi üzerinde ene ve ‘enaniyetin’, malikiyet dava edip, zıddiyet’ cihetiyle, ayinadarlık için temsilî ve farazî de olsa hat çekmesidir.

Hz Üstad ‘enenin’ bu durumunun miri malı üzerine gecekondu yapan bir adam gibi : “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye farazî ve vehmî bir malikiyet dava ettiğini söyleyerek, Eneye şöyle der: “Ey ene! Sen hududlar ve kayıtlar ile öyle sıkışmış bir acz-i mutlak ve fakr-ı mutlaksın ki bu vehmi ve farazi tasavvurunla esma ve sıfatlara hakiki bir hudut ve kayıt koyamazsın”[45]der.

Sonrada “Ehakkın müddet-i taharrîsi zamanında, bâtılın vücuduna bir nev’i müsamaha var” diyerek ‘enenin’  zahiri, geçici, farazî ve vehmi olan bu malikiyet duygusunun makûl olduğunu çünkü zihnî ve fikri idrak duygusunun bu merhaleyi yaşamadan, esma ve sıfatların mutlak, muhit ve hudutsuz olan tecelli ve tezahürlerini anlaması mümkün olmadığı üzerinde durur.

 Daha sonrada; ‘enenin’ “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini de birisi yapmış ve tanzim etmiş.” Cümlesiyle de benlik ve malikiyet duygusunun idrak ve işleyiş biçimini nazara vererek, bunun çok mühim bir akıl ve mantık yürütme biçimi olduğunu söyler. 

Çünkü bu şekilde ‘Ene’de: “Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyatın münderiç”[46]olduğunu belirtmekle ‘enenin’ mahiyeti ve işlevi ile ilgili çok önemli bir tespit yapmış olur. Çünkü “Bazen, bir anahtar bir hazineden (daha) ziyade ehemmiyetli”[47]olur.

Mülk boyutunun yaratılışı ve zıddiyet

Hz. Bediüzzaman eserlerinde, ‘Mülk boyutunun yaratılışını’ afakî dairede ‘semayı’ ve ‘yıldızları’; enfüsî dairede ise varlıkları meydana getiren ve cismin en küçük parçası olan ‘zerreyi’ veya ‘atomu’ modelleyerek izah eder.

  Yaratılışın genel bir tanımlaması ve tarifi için önce, kâinatı ve âlemi çok büyük bir ağaç ile temsil ederek konuya şöyle bir giriş yapar ve der:

 “Şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere manasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; anasır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.”[48]

Bu giriş cümlesinde kâinat bir ‘şecere-i hilkat’ şeklinde temsil edilirken, Lemalar’da nakledilen bir hadis-i şerifin tefsirinde  اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ Yani: “Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir” teşbihiden hareketle kâinat ve âlem cismanî boyutu cihetiyle, içinde küçük ve büyük balıkların yüzdüğü bir denize benzetilir. Bu teşbihte;

  • Deniz esir maddesini,
  • Büyük balıklar yıldızları,
  • Çok küçük balıklar ise zerreleri veya atomları temsil eder.[49]

Bazıları hadiste geçen “Mekfûf” kelimesine ‘men’ olunmuş, yasak edilmiş veya durdurulmuş gibi manalar vermişler. Bu farklı anlamlara göre hadiste geçen “Mevc-i mekfûf” tabiriyle bu Hadis-i Şerifi; “Sema, dalgaları durdurulmuş veya dondurulmuş bir denizdir” şeklinde de anlamak mümkün oluyor. Hz. Üstad Kayyumiyet bahsinde, bu hadis-i şerife atfen yapmış olduğu izahatta yıldızları ve atomları bir anda görebilecek bir dürbün misali verir ve der:

Esir maddesinden oluşan Sema denizine ve atomlara nazar-ı dekaik aşina ile bakışta: “Hayalimizi bütün kâinatı temaşa edecek; biri, en uzak şeyleri; diğeri, en küçük zerreleri gösterecek iki dürbün yapıp;

Bakıyor (ve) görüyoruz ki, milyonlar küreler, yıldızlar, direksiz olarak havadan daha latif olan madde-i esîriye içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor.

Sonra hayalen ikinci dürbünüyle bakıyoruz görüyoruz ki, zîhayat mahlukat-ı arziyenin herbirinin zerrat-ı vücudiyeleri, yıldızlar gibi muntazam bir vaziyet alıp hareket ediyorlar. (Zerratın bu hareketleri) seyyar yıldızlar gibi, mevlevîvari iki hareket-i muntazama ile hareket”[50] ettikleri görülüyor der.

Hz. Bediüzzaman bu cümle ile “Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir” hadisini biraz daha açarak farklı manalar yükler; şöyle ki:

  • Evvela Sema denizini meydana getiren unsurun ‘esir maddesi’ olduğu,
  • Sonra “Mevc-i mekfûf” tabiriyle semadaki yıldızların ve cismanî varlıkların en küçük boyutu olan zerratın /atomların, hareketlerinin “durdurulmuş veya dondurulmuş” olmaları tamamen değil ‘kısmen’ olduğu,
  • Çünkü hadis-i Şerifteki teşbihin sadece hareket ile ilgili olmadığı belki yıldızların ve zerratın taayyün ve teşahhusatları; yani her bir yıldız ve zerratı diğerlerinden temyiz ve tefrik edici özelliklerinin olduğu,
  • Ayrıca Sema denizindeki yıldızların ve onların en küçük boyutu olan zerratın ‘kısmen’ dediği hareketlerinin de ‘mevlevîvari iki  çeşit hareket-i muntazama’ oldukları belirtilir.

Şecere-i hilkat ve sema denizinin yıldız ve zerre temsillerine küllî bir nazar ile bakıldığı zaman; her ikisinin evvelinde bir hareketin olduğu, daha sonra bu hareketin ‘nisbî ve kısmî’ ölçeklerde ‘durdurularak’  veya ‘dondurularak’ varlıkların taayyün ve teşahhusla birer muayyen hüviyet kazandıkları belirtilir. Bilahare bu taayyün ve teşahhus eden varlıkların yani, ‘Şecere-i hilkatin dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri olduğu belirtilerek;

  • Anasır dalları,
  • Nebatat ve eşcar yaprakları,
  • Hayvanat çiçekleri,
  • İnsanlara ise meyveleri denilir.

Kâinatın ve içindekilerin yaratılışı ile ilgili verilen ağaç ve sema örneğinde,

  • Dondurulmuş veya durdurulmuş sema denizi ile
  • ‘Yaratılış ağacındaki’ varlıkların dal, yaprak, çiçek ve meyve ile temsil edilmesi, ‘Esmanın eşya şeklinde tezahürünün’ müşahhas örnekleridir.

Ayrıca sema denizinin dondurulmazdan veya durdurulmazdan evvel, yani ‘Esmanın eşya şeklinde tezahürü’ olan, Şecere-i hilkatin’ dal, yaprak, çiçek ve meyve şeklinde görünmezden evvel, var olduğu anlaşılan Ulûhiyet dairesindeki hal, hareket ve fiili durumun:

Zât-ı Âkdesin; şe’n, şuunat, esma ve sıfatlarının mutlak, muhit, kayıtsız, hudutsuz ve nihayetsiz ‘gayr’ olmaksızın kendi kendine bir tecelli halinde olduğu anlaşılmaktadır.[51] Çünkü:

  • Dondurulmuş veya durdurulmuş sema denizi ile
  • Şecere-i hilkatin dal, yaprak, çiçek ve meyve şeklinde görünüşleri;

Esma ve sıfatların mutlak ve muhit alan tecellilerini, ‘kısmen kayıtlayan ve kısıtlayan’, ‘Kün’ emriyle, ‘zıddiyet cihetiyle  ‘ayinadarlığa’ izin verilmesi (veya görmek ve görünmek sırr-ı muktezasınca irade edilmesi)  yaratılışa ait verilen ilk emirler veya kayıtlar olduğu anlaşılmaktadır.

Araştırmacı yazar Sadık Yalsızuçanlar bu meselede çok önemli bir noktaya dikkat çekerek şöyle der:

 “Kutsal kitaplar Rabbimizin bizimle konuşması değildir, sadece O’ndan gelen emirdir. O emreder ve O’nun “emr”iyle gerçekleşir varlık. Varlık gerçekte Allah’ın varlığıdır ve var olanlar da O’nun bin bir Esma’sının donmuş halleridir. Eğer tecelli sürekli ve kesintisiz olmasaydı var olanlar donuk, kristalize ve kaskatı olurdu. Var olanlardaki hareket Esma’nın kesintisiz tecellisindendir.”[52]

 Burada en dikkat çeken cümle aslında donuk olması lazım gelen eşyadaki ‘hareketin Esma’nın kesintisiz tecellisi’ olması tespitidir…..

İmamı Rabbani, Muhiddin-i Arabî ve Yunus Emre’de ‘Esmanın eşyada tezahürü’: 

  Yazının önceki bölümlerinde de zikredildiği gibi, İmam-ı Rabbaniye göre: ‘Esmanın eşya üzerinde tecelli ve tezahürünü’, “Bir ve tek olan Allah, mutlak tecelli halindeyken yalnızdır, kendi kendiyledir ve hiçbir şey yaratmıyordu” 

Tecellisini kısıtladığında ve kayıt altına almaya başladığında, (eşya) var olmaya başlar. Allah’ın İsim ve Sıfatları da bu kayıtlardır. Bir başka deyişle Allah Tecellisini çeşitli biçimlerde eksilterek şeyleri “var, çok ve çeşitli” yapıyor[53] demişti.

İşte yaratılışın ‘afakî’ boyutu hadiste “Mevc-i mekfûf” tabiriyle donmuş bir deniz şeklinde tasvir ve temsil edildiği gibi Bediüzzaman da kâinatın ‘enfüsî ‘boyuttaki en küçük bir modeli olan insanı şöyle tasvir ve temsil eder.

“İnsan, hikmet ile yapılmış bir masnudur. Ve Sâni’in gayet hakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delalet ile sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir. Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır. İncimad etmiş bir kudret-i basîre olduğu gibi öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor.”[54]

‘’..Cümlede kullanılan kelimelere dikkat ettiğimiz zaman, hadisi şerifte, âlemin afakî  boyutu olan sema, “Mevc-i mekfûf” tabiriyle donmuş bir deniz şeklinde tarif edildiği gibi;

Bediüzzaman da bu hadisi şerif muvacehesinde; İlim, irade ve kudret gibi sıfatların, âlemin enfüsî boyutunu temsil eden ve canlı varlıkların bir misal-i musağğarı ve halifesi olan, insanda tecelli ve tezahürlerini, “tecessüd, incimad ve mücessem” kelimeleriyle ifade etmiştir.’’

Yunus Emre: Şiir lisanıyla aynı manayı; ilim, irade ve kudret tecellilerinin tezahürlerinin insan şeklinde cismanî âlemde görünmesine, ‘Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm’ şeklinde terennüm eder.

 Muhiddin-i Arabî: ‘Esmanın eşyada tezehürünü’ özetle şöyle tarif eder: “kâinatta yaratılan bütün eşya ve varlık, o Sonsuz, Hakk ve Mutlak Varlığın tecelli ettiği ‘nokta taayyünleri’ ve teşahhuslarıdır.

Esmâ ve sıfatlar ise o şekillerin alâmetleridir; şekiller belli olduktan sonra onlara takılan işaretlerdir ki, diğer şekiller ile karışmasınlar.”[55]

Hz. Mevlana ise: “Bizim “a’yân-ı sâbite”miz, Hakk’n sıfât ve esmâsının ilm-i ilâhîsine mün’akis olan zilleridir[56] der.

Hz. Bediüzzamana göre, yaratılışın mahiyeti ve farklı merhaleleri:

 ‘Esmanın eşya şeklinde tezahürü’ hususunda, İmamı Rabbaninin ve Muhiddin-i Arabînin izahatlarını, Mütekellimîn ulamasının isbat-ı Vâcib-ül Vücud meselesindeki; “Âlem, mütegayyirdir. Her mütegayyir, hâdistir. Her bir hâdisin, bir muhdisi, yani mûcidi var. Öyle ise bu kâinatın kadîm bir mûcidi var”[57] diyerek yapılan izah tarzına benzerliği cihetiyle, usul bakımından bu tarzı tercih etmez.

 Çünkü daha ziyade kâinatın evveline giderek yapılan Saniin isbatı ve eşyanın yaratılışları ile ilgili bu izahatları statik oluşları cihetiyle Kur’ani bir usul olmadığını söyler.

  Özellikle İmamı Rabbani ve Muhiddin-i Arabînin, ‘Esmanın eşya şeklinde tezahürü’ hususundaki izahatlarını, yani eşyanın ilk yaratılışı olan ‘ibda’ veya ‘icad’ cihetini “Cenab-ı Hak önce bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır”[58] diyerek onlara katılsa da, ‘inşa’ boyutunu çok fazla nazara vermedikleri için eksik bulduğunu ima eder.

Çünkü yaratılışın ‘ibda ve inşa’ ciheti veya ‘halk ve icad’ boyutları kâinatın evvelindeki ilk yaratılış ile olmuş bitmiş değildir. Sürecin devam ettiği ile ilgili Hûd Sûresindeki yedinci ayete dikkat çeker.

وَ كَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ “Arşı su üzerindeyken…[59]

âyeti, şu madde-i esîriyeye işarettir ki, Cenab-ı Hakk’ın Arş’ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esîri halkettikten sonra, cevahir-i ferd’e kalbetmiştir.”[60] diyerek yaratılışın diğer safhaları için, Rahman Sûresi 29. âyetini örnek gösterir.

Çünkü Rahman suresi 29. âyette işaret edildiği gibi Zat-ı Akdesin ‘her an yeni bir işte’ olmasına binaen, o ilk yaratılan cevhereye her an farklı farklı tecelliler ile halk ve icadın devam ettiğini söyler.

Bediüzzaman her zaman sitayişle bahsettiği o Zâtların görüşlerinin de bir mütemmimi sayılabilecek şimdiki zamanla beraber mebde ve mead ile ilgili, daha birçok müşahhas yaratılış örnekleri verir.

Ve ‘Esmanın eşya ayinesindeki tezahürleri’ muvacehesinde, şimdiki zamanla beraber, mebde ve meadı da ihata eden daha dinamik ve aktif olan, birçok yaratılış tarifleri yapar. Özellikle Rahman suresi 29. âyetine atfen yapmış olduğu tefsirlerinin birisinde:

Zât-ı Akdes..kâinat kitab-ı kebirini ve mevcudatın muhtelif mektubatını ânen fe-ânen tazelendirmek; yani yeniden yeniye manidar yazmak; yani bir tek sahifede ayrı ayrı binler mektubatı yazmak ve herbir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemma-yı Akdes’in nazar-ı şuhuduna izhar etmekle beraber; bütün zîşuurun nazar-ı mütalaasına göstermek ve okutturmak iktiza[61] ettiklerini söyler.

R. Nur Külliyatında ‘Esmanın eşya ayinesindeki tezahürleri’ veya yaratılışın mahiyeti ve farklı merhaleleri en çok, “mevcudatın daire-i ilimden daire-i kudrete çıkmaları” veya “daire-i kudretten daire-i ilme geçmeleri” cümleleriyle ifade edilir.

Mesela: Mektubatta geçen bir cümlede;  “Cenab-ı Hak öyle bir Kadîr-i Mutlak’tır ki; adem ve vücud, kudretine ve iradesine nisbeten iki menzil gibidir.(mevcudatı) gayet kolay bir surette oraya gönderir ve (oradan) getirir”[62]der.  

Şualar’daki benzer bir cümlede ise ‘Esmanın eşya ayinesindeki tezahürü’ şöyle izah edilir: “Eşyanın icadı, ya ademden olur, (İbda) veya terkib suretinde sair anasırdan ve mevcudattan toplanır. (inşa).. Onun ilminde suretleri ve vücud-u ilmîleri bulunan eşyaya vücud-u haricî vermek ve zahir bir ademden çıkarmak ise:

  • Bir kibrit çakar gibi,
  • Veya göze görünmeyen bir yazı ile yazılan bir hattı göze göstermek için, gösterici bir maddeyi üstüne geçirmek ve sürmek gibi,
  • Veya fotoğrafın âyinesindeki sureti kâğıt üstüne nakleden kolay ameliyat gibi,

Gayet kolay bir surette Sâni’in ilminde plânları ve proğramları ve manevî mikdarları bulunan eşyayı, “Emr-i Kün Feyekûn” ile adem-i zahirîden vücud-u haricîye çıkarır”[63]der.

Veya O Zât-ı Âkdesin: “ilm-i ezelîsinin âyinesinde bulunan mahiyet-i eşya ve suver-i mevcudata gayet sühuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir ve âlem-i manadan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir.”[64] Bu tespitlere göre, hâdis olan eşyanın, Zât-ı Âkdesin İlm-i ezelîsinin âyinesinde veya ‘A’yan-ı sabitede’ var oluşları eşyanın ‘ibda’ cihetini, vücud-u haricîye çıkışları ise ‘inşa’ cihetini tezahür ettirdikleri şeklinde anlaşılıyor. 

  Âlemin mülk boyutu ile ilgili yaratılışın, ‘ibda’ ve ‘inşa’ sürecini özetleyecek olursak:

  • Hûd Sûresinin yedinci ayetinin tefsirinde belirtilen: ilk defa yaratılan Esîr maddesinin cevahir-i ferd’e kalbederek,(zerre) Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmasıyla;
  • Hadis-i şerifte “Mevc-i mekfûf” tabiriyle ifade edilen, ‘semanın dondurulmuş veya durdurulmuş’ hâli eşyanın ve varlığın ‘ibda’ boyutunu,
  • Rahman Sûresi yirmi dokuzuncu âyette işaret edilen, “Zât-ı Akdesin, kâinat kitab-ı kebirini ânen fe-ânen tazelendirerek; yani yeniden yeniye manidar yazması, varlığın ‘inşa’  boyutunu oluşturuyor.”
  • Veya Lem’alar’dan iktibas ettiğimiz diğer cümleye göre ise: İlm-i ezelînin a’yân-ı sabitedeki mahiyet-i eşyanın varlığı ‘ibda’,
  • A’yân-ı sabitede var olan eşyanın, vücud-u haricî giydirilerek, âlem-i manadan âlem-i zuhura getirilmesi ‘inşa’ boyutunu oluşturuyor.[65]
  • Bu ikili yaratılış sistemi bu dünyaya ait olup, Âhiretteki yaratılış safhasında ise : “Hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri (olduğu) için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç” olmadığından ‘inşa’ boyutunun değil, ‘ibda’ boyutunun bir esas olduğu belirtilir.[66]

   Zıddiyetin ene ve zerrede en zirve noktaya ulaşmasının hülasası.

R. Nur Külliyatında esma ve sıfatlara zıddıyet cihetiyle âyinadarlık noktasında en mühim örneklerden birisi ene ve zerrenin vücut mertebeleridir.

Çünkü yaratılmış olan Ene ve zerrenin varlık ve vücut mertebeleri çok farklıda olsa, esma ve sıfatlara zıddiyet noktasındaki ayinadarlıkta eşittirler.  Aynen “mahlukatın, mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi  (ve) mahlukiyet nisbetinde bir[67] olmaları gibi, ‘Ene ve zerrenin’ mahiyetindeki ‘zıddiyet’de Hâlık ile mahlûk arasındaki, en büyük ortak paydadır. Çünkü:

  • Zât-ı Akdesin; kıdem ve bekası, vacibü-l vücud olması ve kendi varlığı ile var olması gibi sıfatlarının iktizası olan, yaratılmamış ve zaruri varlık olmasına mukabil;
  • Eşyanın mümkünattan olup, yaratılmış ve hâdis olması, kendi varlığıyla var olamadığı ve daima başkasının varlığıyla var olmak zorunda olması, zıddiyetin en zirve noktasıdır.

Hz. Bediüzzaman, olmasıyla olmaması müsavi olan imkân dairesindeki mümkün varlıkları vücud mertebeleri itibarıyla ikiye ayırarak;

  • Vücud-u nisbi ve farazi kısmına ‘ene’  
  • Vücud-u harici denilen ve cismanî ‘zerrelerden’ yaratılan eşyanın tamamına ise ‘tabiat’ der. 

Yukarı sahifelerden buraya kadar ‘Enfüsi âlemdeki zıddiyet cihetiyle ayinadarlık’  bahsi ile ilgili iktibaslarda, enaniyetin mahiyetini ve ne olduğunu izah eden tespitleri, tekrar özetle ifade edecek olursak; Ene ve Enaniyet:

  • Cenab-ı Hakk’ın sıfât ve esması; muhit, hududsuz, şeriksiz olduğu için, Onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz.
  • Öyle ise hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, Farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar.
  • Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder.
  • “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat yapar. “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir” cümleleriyle özetlenebilir.

Ene ve zerrenin Zıddiyet cihetiyle ayinadarlıkta zirve olma sebeplerinden biriside, en çok esma-i ilahiyeye ayine olacak bir şekilde yaratılan mahiyet-i câmialarıdır. Görebilenler için ‘Ene ve zerre’ kendi görünen ve bilinen küçücük varlıklarının ve zahiri mahiyetlerinin aksine, sonsuzluğa açılan bir kapı veya bütün kâinata denk uçsuz bucaksız bir ‘umman’ gibi olduğunu, Muhyiddin-i A’râbî şiir diliyle gayet veciz bir şekilde şöyle ifade etmiştir:

“Muhyiddinem, dervişem

Hak yoluna girmişem

On sekiz bin âlemi

Bir zerrede görmüşem”[68] demiştir.   

Benlik ve mutlak benlik

Hz. Bediüzzaman Otuzuncu Söz’de verdiği temsilde, ‘Enenin’: “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur” diye bir taksimat (yaptığını ve ben) “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir” örneğinde, ‘Benlik’ duygusunun verilişini ve varlık sebebini, Ulûhiyet ait şuunatın, yani isim ve sıfatlarının bilinmesine ve tanınmasına bağlamıştı.

Fakat verilen temsilde zahiren ve farazîde olsa Ulûhiyet tasavvurunun sınırlılığı veya sınırlandırılmasına imkânî bir hal varmış gibi anlaşılabilecek yoruma açık bir ihtimal görünüyor.

Çünkü temsildeki ‘ene’ bu malikiyet  iddiasıyla adeta, İlahi hürriyeti sınırlama anlamına gelebilecek bir hak iddia ederek, mülk üzerinde mutlak mâlikiyet ve hâkimiyete karşı bir ‘muhalefet’ ve ‘zıddıyet’ arzeden tavır içine girdiği görülüyor. Bu farazî tasavvur, sınırlı Ulûhiyet düşüncesine açık gibi görünüyor. Bu ihtimal ile ilgili;

Muhammed İkbal eserlerinde bu endişeye gerek olmadığını söyleyerek, sınırlı Ulûhiyet endişesini izale eden şöyle bir izah getirir.

‘Mutlak vücut’ ve varlık sahibi Allah olduğu gibi ‘mutlak benlik’ de Allaha aittir. Mutlak benlik sahibi olan Allah maddenin en alt düzeyi olan atomdan (zerreden) insana kadar uzanan bütün varlık mertebelerinde bir benlik yaratır.

Farklı derecelerde gerçekleşen bu benlik dünyada en yüksek derecesine insan varlığında ulaşır. İnsanın mutlak bene en yakın varlık oluşunun sebebi budur. Kudret sıfatından gelen bu nisbî benliklere, Canab-ı Hakk kendi sıfatlarından bazı numünecikler verir. Bu benlikler nisbî ve izafî olup birçok kayıtlar ile sınırlı varlıklardır. Bu benlik veya hürriyeti, ilahi hürriyete karşı bir tehdit unsuru veya muhalefet objesi olarak görmek doğru değildir.

Çünkü bu benlikler dışardan değilde, bizzat İlahi zatın kendi tercih ve tayin ettiği benlikler olduğu için sınırlı bir Ulûhiyet tasavvuruna sebep olmazlar. Çünkü onlar kendi başına var olan mutlak benliğe karşı duran muhalefet unsurları değil bilakis birer sünnetullahtırlar.[69]

R. Nur külliyatında bu ‘sünnetullahın’ küllî bir kanun olduğu ve İlahi Zâtın bu âlemi kanunlar ile sevk ve idare ettiği belirtilir.

Bu külli kanunun bir veçhi olan müşahhas ve mücerred varlıkların vücudları ve sıfatları hiçlikten yokluktan âdemden veya ‘âdem-i sırftan’ yaratılmasına, yokluk karanlıkları üzerine vücud nurlarını ‘sermek’  veya  ‘serpmek’ kelimeleriyle ifade edilir.  

Buna göre, hiçlik, yokluk, âdem veya âdem-i sırf üzerine serilerek ve serpilerek yaratılan, maddi ve manevi mevcudatta görünen ‘taayyün veya teşahhusu;  benlik ene ve enaniyet’ olarak anlamak mümkün görünüyor.  Şualar’da bu ‘taayyün’ veya ‘teşahhusta’  görünen‘ ‘benlikler’ ‘teşehhusat-ı İlahiyeyi’ veya ‘şahsiyet-i İlahiyeyi’ derecelerine göre temsil ederek gösteren ‘ayineler’ olarak tarif ve tavsif edilir.[70]

Hz. Bediüzzaman’ın Otuzuncu Söz’de ‘benlik’ için verdiği temsil ile Muhammed İkbal’in ‘mutlak benlik ve izafî benlik ile anlattığı ‘ene’ veya ‘enaniyet’; ifadeleri az farklı da olsa mahîyet itibariyle aynıdır.

Çünkü esas itibariyle ene; “bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı ulûhiyetin bilinmesi (için var edildiği) Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım (olmayıp) Belki hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil (edilebildiği fakat) ilim ve tahakkukla hakikî  vücudunun lâzım”[71] olmadığı üzerinde durulur.

   Ayrıca R. Nur külliyatında ‘ene’ ile ilgili şu farklı tarif ve tanımlamalar yapılır:

  • “Mahiyet-i insaniyedeki ene; hassas bir mizan ve doğru bir mikyasdır. 
  • Muhit bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi’ bir âyine ve kâinata güzel bir takvim, bir ruznamedir”[72]
  • “ İnce bir elif, bir tel, farazî bir hattır.[73]
  • “Mahiyeti harfiyedir. Yani başkasının manasını taşıyor, fehmeder.
  • Vücudu, tebaîdir. Yani başka birisinin vücudu ile kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder.
  • Mâlikiyeti, vehmiyedir. Yani kendi mâlikinin izni ile; surî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir.
  • Hakikatı, zılliyedir. Yani, hak ve vâcib bir hakikatın cilvesini taşıyan mümkin ve miskin bir zılldir.”[74]

Varlığın cismanî boyutunu oluşturan, ‘eşya /zerre’nin, zulmanî ve nuranî perde oluşu:    

Hz. Bediüzzaman birçok hadis kaynaklarında rivayet edilen “Cenab-ı Hak yetmişbin hicab arkasındadır”[75] hadis-i şerifindeki ‘yetmiş bin’ rakamının çokluktan kinaye olduğunu belirttikten sonra bu hicabların ‘zulmanî, nurani, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfâtî (gibi)yetmiş binler’[76] olduğunu söyler.

Miraç bahsinde bu; “Yetmiş bin perdenin, berzah-ı esma ve tecelli-i sıfât ve ef’al ve tabakat-ı mevcudat[77] oluşunu ilave eder.   Bizim bahsimizin bu bölümü ‘maddî ve ekvanî’ veya ‘tabakat-ı mevcudat’ tabir edilen tenteneli perdelerin, esma ve sıfat tecellilerine, ‘zıddıyet’ cihetiyle ‘ayinadarlık’ eden ‘cismani’  kısmıdır.

 Hz. Üstad, âlemdeki ‘maddî ve ekvanî’ perdelerin, zahirî ve sathi nazarlara, ‘tabiat’ ve ‘tesadüf’ gibi, görünmelerinin hakikat-i halde  “cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlahiyenin perdesi”[78] olduğunu belirttikten sonra; 

  “Âlem-i maddiyat ve şehadetin, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perde[79] veya gölge gibi serildiğini söyleyerek, bu gölge ve perdelerin, mahiyet ve hakikati ile ilgili olarak da muhakkikîn-i evliyadan şu iktibası yapar:

“Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.”[80] Kendisi buna ilaveten mevcudatta görünen her şeyin, cilve-i esma-i hüsnanın çok perdelerden geçmiş gayet zaîf ‘gölgeleri veya gölgelerinin gölgeleri’[81] olduğunu ekler.

Yukarıda zikredildiği gibi Bediüzzaman önce bu perdelerin, gölgelerin veya hicapların bazılarının ‘zulmanî, bazılarının da ‘nuranî’ olduğu tesbitini yapar. Sonrada marifetullah yolculuğunda ‘Mahiyet-i eşyanın’ kâmil manada bilinmesi ve idrak edilmesi için, ‘zulmanî’ perdelerin, ‘nuranî’, perdelere inkilab ettirilebileceğini veya ortadan kaldırılmasının mümkün olduğunu söyleyerek,  bunun için eserlerinde özetle şu şartları sayar:

  1. Allah’ın esma-i hüsna, sıfat ve şuunatına ve tecellilerine, Allah canibinden bakmak lâzım gelir. Bu bakış ise ancak nur-u imanla olabilir. Eğer mümkinat cihetinden cüz’î fikir ve müşteri nazarıyla bakılırsa, bu nazarın;[82] hakikatı i’lam ederek Kâinatta tecelli eden sıfât-ı mutlaka-i muhitayı alıp zihne ilka edemez..[83]
  2.  Cenâb-ı Hakkın yaratmış olduğu mahlûkat ve ‘Masnuatın arkasında (zulmanî ve nurani) yetmişbin perdeler vardır. Hâlıkın bütün masnuatı def’aten bir nazarda görünebilirse, siyah perdeler ortadan kalkıp, nuranîlerin”[84]  kalacağını söyleyerek şu müşahhas misali verir.
  3.  “İşte eğer bütün rûy-i zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden dinleyebilsen يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ   hazinesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın[85] der. 

Bu üç paragrafta ‘zulmanî’ perdelerin kaldırılarak, ‘Mahiyet-i eşyanın’ kâmil manada bilinmesi ve idrak edilebilmesi için dikkat çeken en önemli cümleler: 

  • Esma-ı hüsna, sıfat ve şuunatın tecellilerine, Allah canibinden bakmak.
  • Mümkinat cihetinden, müşteri nazarıyla ve cüz’î fikir ile bakmamak.
  • Küll-i bir nazar ile Hâlıkın bütün masnuatına def’aten birden bakmak veya dinlemek.

Bu esaslar muvacehesinde âleme ve eşyaya bakılabilinirse, cüz’î nazarın küllîleşek, siyah perdelerin (yani, zıddıyet arz eden zulmanî perdelerin) ortadan kalkıp nuranileşerek ‘Mahiyet-i eşyanın’ kâmil manada idrak edilebileceği; çünkü ‘Nur ve nuraniyatın, kendisini gösterdiği gibi başkasını göstermesi’ hakikatına binaen, eşyanın mahiyetinin hakkıyla bilineceği ve görülebileceği belirtilir. …

Ene ve zerrenin zıddiyet cihetiyle ayinadarlığında zât ve sıfat ayırımını yapılmasıdır:

 Yukarı bölümlerde geçen bir hadîs-i şerifte Cenab-ı Hakk’ın: Ben; “Bilinmeyen gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bilineyim diye halkı (kâinatı) yarattım” Buyurduğu nakledilmişti.

İslâm âlimleri, Cenab-ı Hakk zamandan ve mekândan münezzeh olduğu için, hadîste geçen, Gizli bir hazine idim” ifadesini, “Gizli bir hazineyim” şeklinde anlamak gerektiğini, buradaki “idim kelimesinin zamanı ifade etmediğini önemle belirtmişlerdir”[86]

Bununla beraber, Zâriat Sûresini tefsir eden, “Bilinmek istedim, bilineyim diye halkı (kâinatı) yarattım” hadîs metni ile Canab-ı Hakkın her türlü ihtiyaçtan münezzeh ve mukaddes oluş hakikati ve esası, Bilinmek istemesiyle’ nasıl te’lif edilebileceğini akla getirmiştir. R. Nur Külliyatında bu soruya verilen cevaplar iki şıkta tahlil edilir. Bunlardan:

Birincisi, ‘Görmek ve görünmek sırrıdır’, yani: Her kemal ve cemal sahibi, fıtraten cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o muhtelif esma dahi, daimî ve sermedî oldukları için, daimî bir surette Zât-ı Akdes hesabına tezahür isterler”[87]

Bu cümlede akla gelen mukadder soruya verilen cevapta en dikkat çeken nokta ‘Bilinmek ve görünmenin’ irade edilişinde, Zât ve Sıfat ayırımının yapılmasıdır.

İkincisi; Çünkü Zât-ı Akdesbilinmek ve görünmek’ gibi her türlü ihtiyaçtan münezzeh olmakla birlikte esma, sıfat ve şûunatının, mahiyet ve hakikatleri ‘görünmeyi ve bilinmeyi’ iktiza ve istilzam ettikleri belirtilir. “Nasıl ki Güneş ziya vermeksizin mümkün değildir”[88] aynen öylede, “Kudret-i İlahiye (dahi) âlem-i ekberde, şaşaalı bir surette haşmet-i rububiyetini”[89] göstermeksizin mümkün değildir, denilerek şu diğer örnekler verilir:

Esma-i İlahiyenin iktiza ve istilzam ettikleri hâlâtı gösteriyor ki, meselâ: Rahîm ismi şefkat etmek ister, Rezzak ismi rızık vermek iktiza eder, Latif ismi lütfetmek istilzam eder ve hâkeza bütün esmanın birer birer muktezası vardır. İşte herbir zîhayat hayatıyla ve vücuduyla o esmanın muktezasını gösterir.”[90]

Bu tesbit ve izahatlara göre, ‘Ene ve Zerrenin’ zıddiyet cihetiyle ayinadarlığının doğru okunabilmesi ve anlaşılması için, Hz. Üstadın dikkat çektiği zât ve sıfat ayırımını yapılmasıdır: Çünkü ‘Ene ve Zerrenin’ zıddiyet cihetiyle ayinadarlığı, ‘Zat-ı Akdes’e’  nisbetle değil, ‘Esma ve Sıfatlara’ nispetledir.

Bahsin daha iyi anlaşılabilmesi için, İ. İcaz’daki Sıfatların ‘Zat-ı Akdes’e’ olan nisbetine kısaca temas edeceğiz.

İ. İcaz’daki sıfatların Zât-ı akdese olan nispeti ile ilgili bahis, Celali ve Ayni sıfatlar, Cemali ve kemali sıfatlar ve de Fiili sıfatlar olarak, üç ana başlık altında tahlil edilmiş. Bediüzzaman Hz. bu bölümde özetle şöyle der:

  1. Zât-ı Akdesi selbi yani menfi cihetle niteleyen, Celali/Ayni sıfatlar: vücud, kıdem, beka, vahdaniyet, muhalefetün lil havadis, kıyam-ı binefsihi, dir. Bu selbi ve tenzihi sıfatlar; Zât-ı akdes ile aynileştirerek  Zât’ın aynı olduğunu,
  2. Zât-ı Akdesi müsbet cihetle niteleyen, Cemali / kemali sıfatlar: hayat, ilim, irade, kudret, sem, basar, tekvin, dir. Bu Cemali /kemali sıfatlar için: Zât’ın ne aynı ne gayrı olduğunu.
  3. Zât-ı Akdesi Fiili cihetle niteleyen sıfatlar: Tahlik:(yaratmak) İmate:(öldürmek) Terzik: (rızıklandırma) İnam: (nimetlendirme) gibi.. Fiili sıfatlar için ise; onların mahlûkat ve masnuata baktıklarını söyler.[91]

        Bu tasnife göre; Cenab-ı Hakk’ın:

  • Fiilî sıfatları doğrudan mahlûkat ve masnuata bakar.
  • Zât’ın ne aynı ne gayrı olan hayat, ilim, irade, kudret, sem, basar, tekvin, gibi Cemali /kemalî sıfatlar, hakiki ve mutlak anlamda Zât-ı Akdesde bulunur. Fakat mecazi ve nisbî anlamda masnuat ve mahlûkata da verilmiştir.
  • Fakat Zât’ın aynı olan vücud, kıdem, beka, vahdaniyet, muhalefetün lil havadis, kıyam-ı binefsihi gibi selbî ve tenzihî sıfatlar, sadece ve sadece Zât-ı akdese baktığı ve ona has olduğu için masnuatta ve mahlûkatta bunların karşılıkları yoktur.

Bu tespitlere göre: ‘Ene ve Zerrenin’ zıddiyet cihetiyle ayinadarlığı, Cenab-ı Hakk’ın, Celali /Ayni sıfatlarının değil, Cemali / kemali ve Fiili olan sıfatlarının mecazi ve nisbi anlamları cihetiyledir.

Çünkü ‘Zât’ı Akdesin’ ve Zât-ı Akdese ait olan Celali/Ayni sıfatlarının, zıtlarının dahi olmadığı sözlerde şöyle ifade edilir.

“Zât-ı Akdes-i İlahî’nin şeriki, naziri, zıddı, niddi olmadığı gibi, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ sırrıyla sureti, misli, misali, şebihi dahi olamaz. Fakat  وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına ve sıfât ve esmasına bakılır.[92]

Yani Zât’ ve Zât-ı Akdese ait olan Celali/Ayni sıfatlarının değil, Cemali / Kemali ve Fiili olan sıfatlarının mecazi ve nisbi anlamları cihetiyle ‘Ene ve Zerrenin’ zıddiyet cihetiyle ayinadarlığı mülahaza edilebilir.

Çünkü “Sâni’-i Kâinat, elbette kâinatcinsinden değildir. Mahiyeti, hiçbir mahiyete benzemez.”[93]

   Hem, sadece ‘Zıddıyla’ bilmek mutlak kemali ifade etmiyor.

  Çünkü Zâti hakikatler nisbi hakikatler gibi zıtlara ihtiyaç duymazlar.

  Her genellemenin yanlış veya eksik olma kaidesine göre, zıtlara ihtiyaç duymayan bazı hakikatlerde vardır. Onlar nisbi hakikatler gibi gayra bakmazlar. Zıtları olsun olmasın tebeddül etmezler. Zira zâtidirler. Zâti olan meziyetler ve faziletlerin gayra bina edilmediğini anlatıldığı Otuz İkinci Söz’de:

SUAL: “Bir şeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemali olabilir?”

 ELCEVAB: Şu sual sahibi, hakikî kemali bilmiyor. Yalnız nisbî bir kemal zannediyor. Hâlbuki gayra bakan ve gayra nisbeten hâsıl olan meziyetler, faziletler, tefevvuklar; hakikî değiller, nisbîdirler, zaîftirler. Eğer gayr, nazardan sâkıt olsalar; onlar da sukut ederler. Meselâ: Sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazileti, soğuğun tesiri iledir. Yemeğin nisbî lezzeti, açlık eleminin tesiri iledir.

Onlar gitse, bunlar da azalır. Hâlbuki hakikî lezzet ve muhabbet ve kemal ve fazilet odur ki; gayrın tasavvuruna bina edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzât bir hakikat-ı mukarrere olsun.

“Lezzet-i vücud ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i  marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i beka ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü suret ve kemal-i zât ve kemal-i sıfât ve kemal-i ef’al” gibi bizzât meziyetler; gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül etmez.

 İşte Sâni’-i Zülcelal ve Fâtır-ı Zülcemal ve Hâlık-ı Zülkemal’in bütün kemalâtı hakikiyedir, zâtiyedir; gayr ve masiva, ona tesir etmez. Yalnız mezahir olabilirler.”[94]

Nail Yılmaz (11.8.2021-Soma okuma programı)

Dipnotlar:

  1. Ahzâb Sûresi, 33:72
  2. Sözler ( 535 ) – Mesnevi-i Nuriye ( 200 )
  3. Sözler ( 87 )
  4. Sözler (112-535 )
  5. Sözler ( 112 )
  6. https://sorularlaislamiyet.com/
  7. İmam-ı Gazâlî. Mearicül-Kuds. Sh. 9
  8. Sözler ( 625 )
  9. Sözler ( 627 )
  10. Sözler ( 473 )
  11. Sözler ( 535 )
  12. Sözler ( 128 )
  13. Sözler ( 536 )
  14. Şualar ( 228 )
  15. Lem’alar. Sh. 453-454-455
  16. Sözler ( 27)
  17. Mesnevi-i Nuriye ( 241 )
  18. Sözler ( 498 )
  19. Sözler ( 127- 262)
  20. Sözler ( 536 )
  21. https://sorularlarisale.com/benlik-ene-ve-enaniyetin-farki-nedir-nefis-ile-ene-ayni-sey-midir?
  22. (Zâriyat Sûresi, 51: 56)
  23. İ. Canan. Kütüb-i Sîtte. 6. Cilt. sh.360
  24. ( F ütûhatı Mekkiye. Terc . Selahaddin Alpay. Esma Yayınları. İstanbul. Sh.222)
  25. (https://www.risalehaber.com/allah-kainati-yaratmadan-once-ne-yapiyordu-371941h.htm. 15 Şubat 2020)
  26. http://derinakintilar.com/35/sifat-ve-suunat-farki-ve-birlik-ile-ilgisi/ Ömer Asalettin ORUÇ: sh.8
  27. Sözler ( 680 )
  28. Asa-yı Musa ( 101 )
  29. Sözler ( 232 )
  30. Mektubat ( 240 )
  31. (Mesnevi-i Nuriye ( 182 )
  32. (İşarat-ül İ’caz ( 187-189 )
  33. Sözler ( 536 )
  34. İşarat-ül İ’caz ( 27 )
  35. Muhakemat ( 40 )
  36. i.a. 22.cilt. Sh. 19
  37. Şualar ( 102 )
  38. Mektubat ( 241 )
  39. Sözler ( 359 )
  40. Sözler ( 537 )
  41. Mesnevi-i Nuriye ( 241 )
  42. Sözler ( 498 )
  43. Şualar ( 81 )
  44. (Mesnevi: 296 (nesil)
  45. (Mesnevi: 305 (nesil)
  46. Sözler ( 537 )
  47. Mektubat ( 425 )
  48. Sözler ( 579 )
  49. Lem’alar ( 67 )
  50. Lem’alar ( 351 )
  51. (https://www.risalehaber.com/allah-kainati-yaratmadan-once-ne-yapiyordu-371941h.htm. 15 Şubat 2020)
  52. Köprü Dergisi.91. sayı. Sh: 140
  53. http://derinakintilar.com/35/sifat-ve-suunat-farki-ve-birlik-ile-ilgisi/ Ömer Asalettin ORUÇ: sh.8
  54. Mesnevi-i Nuriye ( 182 )
  55. Bahaeddin SAĞLAM http://www.turkish-media.com/forum/blogs/entry/4820-marifet-i-ilahiye-ile-ilgili-uc-onemli-not/
  56. Mesnevî-i şerif şerhi Tercüme ve şerh AHMED AVN KONUK 1. Cilt sh. 315 (pdf)
  57. Sözler ( 684 )
  58. İşarat-ül İ’caz ( 187 )
  59. (Hûd Sûresi, 11:7.)
  60. İşarat-ül İ’caz ( 188)
  61. Mektubat ( 288 )
  62. Mektubat ( 59 )
  63. Şualar ( 24 )
  64. Lem’alar ( 322 )
  65. Lem’alar ( 322 )
  66. Sözler ( 113 )
  67. Lem’alar ( 114 )
  68. https://www.zaferdergisi.com/makale/10415-ince-bir-mesele.html
  69. i.a. 22.cilt. Sh. 19
  70. (Şualar.9-10 )
  71. Sözler ( 536 )
  72. Sözler ( 538 )
  73. Sözler ( 537 )
  74. Sözler ( 539 )
  75. Sözler ( 197 )
  76. Sözler ( 198 )
  77. Sözler ( 568 )
  78. Sözler ( 677 )
  79. Sözler ( 509 )
  80. Sözler ( 627 )
  81. Lem’alar ( 15 )
  82. (İşarat-ül İ’caz. 162)
  83. (Mesnevi-i Nuriye. 131)
  84. Mesnevi-i Nuriye ( 217
  85. Sözler ( 669 )
  86. i.a: 25. Cilt. Sh: 258
  87. Mektubat ( 288 )
  88. Sözler ( 61 )
  89. Mektubat ( 234 )
  90. Mektubat ( 294 )
  91. İşarat-ül İ’caz ( 15 )
  92. Lem’alar ( 101 )
  93. Mektubat ( 249 )
  94. Sözler ( 619 )
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Ramazaniye

Ramazaniye, Ramazan ayının faziletleri, Ramazan orucunu tutmanın gerekliliği ve faydalarını manzum olarak anlatan eserlerdir. Ramazaniyeler …

Kapat