Erdemli Şehrin Belası

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Modern dindarlık küçük muhitleri kaybetmekle dindarlığını yitirmiştir. Kent, erdemli şehrin belasıdır. Lütfi Bergen yazdı

“İslam garip başladı, başladığı gibi (bir hale) dönecektir. Ne mutlu gariplere!” 
(el-Cami‘ li Ahkamil-Kuran IV, 172, Ayrıca bk. Sahihu’l-Müslim 232, 251. Hadisler, Sunenu İbn-i Mace II, 1319 (no: 3987, 3988)Şehir

Modern dindarlar şehir yapılarını kent olmak adına bozdular. Böylece her sokağı merkezdeki camiye ulaşan büyük bir cemaat olma hususiyetini kaybettik. Bundan sonraki zamanın en büyük meselesi kentleşmedir. Kentleşme ile beraber modern dindarlık da kendine ait olmayan bir kültürün uygulayıcısı olmaktan kurtulamamış görünüyor. “Bina ile zina çoğaldığı zaman” diye boşuna denmemiştir.

Modern dindarlık mahalleyi kaybederek neyi kaybetti?

Kent, müslüman toplumu “hak”lar ve “özgürlük”ler mefhumu içinde bozuyor; birbiriyle alakasız bireyler topluluğuna döndürüyor. Menfaatimizin bastırdığı yerde “hak”, hevamızın bastırdığı yerde de “özgürlük” söylemleri geliştiriyoruz. Bir başkasına boyun eğdirdiğimiz her talebimiz “hak” halinde algılanıyor. Bize verilenleri dilediğimizce harcayabildiğimiz mekânlar da bizi “özgür” kılıyor. Oysa ne başkasına boyun eğdirme hakkımız ve ne de dilediğimiz gibi harcama özgürlüğümüz bulunmamaktadır. Bunları bize kent sağlıyor, şehirde iken böyle değildi. Şehir bizi “büyük aile” düzeninde, mahalle düzeninde terbiye eder; yaşlılara, dullara, yetimlere “aramızda” yer açardı. Apartman kulelerinden tekebbür etmiş modern kent, müslümanca yaşamanın mekânı olan müstakil evlerle sırt sırta verip mahalleler şeklinde teşkilatlanmış şehir değildir. Asıl akıl dışı olan şey bir ülkenin nüfusunun yüzde yirmisinin yaşadığı, başı sonu belli olmayan uçsuz bucaksız bina sıradağlarıdır. Hangi Ferhat olsa bu dağları delip aşamaz! Modern dindarlık anlasın ki, bu bir “Yaprak Dökümü”dür.

Kent

Modern dindarlık, “büyük düşünmek” dâvâsının peşinde koşarken; mektep, mescit, hamam, kitaplık, tekke, cami, hamam etrafında şekillenmiş mahrem ve adem-i merkezî mahallesini elinden kaçırdı. Kendi kendini yönettiği çıkmaz sokaklarını, yaya yollarını, oyun alanlarını, şadırvanını, cumbalı pencerelerin ardındaki serinliğini, avlularını, komşularını, bahçedeki kümesini, kümesteki horozunu, horozun sabahı çağıran uzun uzun ötüşünü kaybetti. Kendi maaşını kendisinin ödediği gece bekçisini, geceyi yırtan bekçi düdüğünün sesini, arnavut kaldırımlarının emniyetini, yardımlaşmayı, tuz ya da bir tutam maydanoz için komşu kapısını çalmayı tarihin arabasına yükleyip gönderiverdi. En önemlisi, modern dindarlık, müslüman adamların yalan söylemez, hırsızlık yapmaz, adam öldürmez, komşunun kızına yan bakmaz, kem söz söylemez, haram lokma yemez bir insanlar topluluğu olma hususiyetlerini kaybetti. Bu, mahalleyi dağıttığı için böyledir. Modern dindarlık, neyi kaybettiğinin farkında değilmiş gibi davranıyor da dört duvardan oluşan konut ve büroların hücrelerinden müslümanların hayrına bir ikbal bekliyor. Ortaçağ’ın meşhur “kent insanı özgürleştirir” sloganına sarılıyor. Evet, doğru, kent Ortaçağ’da adamı özgürleştiriyordu. Toprak kölelerini özgürleştirip, gözü dönmüş kapitalistlere proleter kılıyordu.

George SimmelKent nedir?

Kentler, antik batıda ortaya çıkmış bir toplum organizasyonudur. Farklı toplumsal tabakaları bir araya getiriyor. George Simmelşöyle demişti: Kentler, sınırları belirsiz genişlikte ve kaygı üretici ‘açık alan’lar üretiyor. Kalabalıklar ve geniş mekânlar, kırdaki yoğunlaşmış dar mekânların teması kolaylaştıran hayatıyla derin bir çelişki oluşturuyor. Kırın yoğunlaşmış ilişki biçimleri, kentlerde, kişiye herkese karşı derin kayıtsızlık imkânı veren ilişkilere dönüşüyor. Metropol kalabalığıyla kıyaslandığında insanın kendini böylesine yalnız, böylesine kaybolmuş hissettiği başka bir yer yok. Pratik hayatın hesaplı mantığı bu tavrı teşvik ediyor. Bireyin iç huzurunun yerini belirsiz tedirginlik, çaresiz telaş, bıkkınlık duygusu alıyor. Mahşerî kalabalığın muazzam sayıda insanla ticarî ve meslekî ilişkisi, bireyleri fiziksel yakınlıklara itiyor ama beraberinde insanlarla ruhsal mesafelerin oluşmasına da sebep oluyor. Hemen her şey para ekonomisi içinde elde ediliyor. Bu ortamda birey kendini, ancak diğer insanları “değersizleştirerek” koruyabiliyor. Öteki insanı, satıcı, müşteri, bakıcı, hizmetçi, görevli kişiler olarak görerek başardığı bu “korunma” insanlardan uzaklaşma ve onlara karşı kayıtsızlık geliştiriyor.

Bireyin “farklı olma”, “yapmacıklık” gibi tavırlar geliştirmesi para ekonomisi ile desteklenecektir. Sahtelik ve kayıtsızlık, kişisel bir özgürlük sağlar. Dünyanın dinamik karakterinin paradan daha çarpıcı temeli kalmaz. Diğer yandan insan-insan ilişkisinde tek münasebet “tüketim” vesilesiyle belirecektir. Hareket halinde olan tek şey “para”dır, hareketi olmayan her şey hareket halindeki “para” karşısında söner. Para katıksız bir mübadele ve Kentetkileşimdir. Toplumsallaşma ile beraber insan, cemaatten ayrılma, sivil topluma katılma, rekabetçi uzmanlaşma biçimine döner. Modern dindarlık küçük muhitleri kaybetmekle dindarlığını yitirmiştir.

Doğa adamı yurttaşa evrilirken mutsuzluğa yakalanıyor

Benim kanaatim dinlerin kentlerden kaçmakla işe başladığı yönündedir. Hiçbir peygamber kent kurmamıştı. Musa (as) kavmini kentten çıkarmış, Yusuf(as) kentin başına geçtiğinde Mısır’ın silolarında bulunan tahılı kıtlığın pençesindeki insanlığa adaletle dağıtmıştı. Nihayet Peygamber Efendimiz (asv) zamanında “kent” Mekke’den çıkarılmış ve “şehir” Medine’ye hicrete mecbur bırakılmıştı. Modern dindarlar şehri yıkıp, “Kent dindarlığı sivildir” demeye başladılar. Bu cümlede, kentin dindarlaşmayı artırdığı fikri ile “kent”in “devlete karşı” konumlandığı zannı bir arada seslendirilmiş oluyor. Sanılıyor ki “kent” geliştikçe devlet küçülmekte ve birey için bağımsız, muhtar, belki otonom alanlar açılmakta. Ancak bu cümleyi telaffuz eden zevatın  “civil”, “civic”, “civilition” kavramları üzerinde yeniden düşünmesi gerekiyor.

Avrupa kültüründe “sivil” düşünce denildiğinde özellikle feodal toplumun yıkılışını hazırlayan “burjuva” ideolojisi hatıra gelmelidir. Liberalizm, devleti “sivil toplumun” bir sonucu olarak ortaya çıkarıyor. Ben ancak, diğer mülk sahipleriyle birlikte bir topluma katılabiliyorsam, bir sözleşme yapabiliyorsam, kendimi mülk sahibi ve özgür kabul edebilirim, diyor. Mülk sahipleri değiş-tokuş sözleşmesinden kaynaklanan akidlere giriyorlar. Fakat mülksüzler karşısında şiddet kullanmak söz konusudur. Devlet işte burada arada durarak, sözleşmeyi garanti altına alıp hırsızlığa engel olmaktadır. Bu nedenle Locke, insanları iki gruba ayırır: Doğal durumda yaşayanlar, yani iş güçlerinden başka bir şeye sahip olmayanlar ve sivil toplumda yaşayanlar, yani mülk sahipleri. Doğa durumu insanın yalıtılmışlığını ve sınırlı ihtiyaçlara sahip olduğunu gösterir. Doğa durumunda özel mülkiyet “hak” değildir. Çünkü mülkiyet “cemaat”e aittir. J. J. RousseauRousseau da böyle demişti: “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip, “Bu bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan uygar toplumun gerçek kurucusu oldu, der Rousseau (J. J. Rousseau, İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı, Say, 1982: 114).

Rousseau’nun kuramında doğa adamının yurttaşa evrilirken mutsuzluğa yakalandığı vurgusu vardır. Doğa durumunda insan kendisiyle, doğanın bütünüyle ve cemaatiyle bütünüyle vasıtasız bir birlik içindedir. Bireyle doğa arasında farklılaşma yoktur.  Özgürlüğü bir “hak” olarak değil, tabii bir yasa olarak yaşar. Sivil toplumda ise insan, birliğini kaybettiği bir cemiyette yaşamaya başlar, “tabii yasa”dan kopar, “hak” sahibi olur, ben-sevgisine ve bencilce taleplere yönelir. Yurttaş olmak, bireyin (burjuvanın) siyasal yaşamın ayrılmaz parçası haline gelmesidir. Doğal toplumdan sivil topluma geçişte devlet ideal bir zorunluluk olsa bile, devletin her üyesinin aynı derecede yurttaş olmayabileceği gözden kaçmamıştır. Bütün bireysel menfaatlerin birbiriyle çatıştığı bir alandır “sivil toplum”. Hobbes, “insan insanın kurdudur” derken bunu kastediyordu. Her kesin hem herkesle kavgalı olduğu, ama dâhil olduğu topluluğun menfaatlerini savunmak adına iktidarla Şehirda mücadele ettiği bir dünya vaad ediyor “civil”. Bir müslüman “civil” olabilir mi? Bir müslüman, başka bir müslümanın kurdu olabilir mi? Modernlik ve kent bunu dayatıyor.

Biz ‘köy türküleri’ söylerken aslında şehri istiyoruz

Şimdi burada yukarıdaki bir çuval lafın ne anlama geldiği sorulacaktır. Biz müslümanlar istesek de “sivil toplum”un üyesi olamayacağız. Bu, İslam’ın bir kent dini ve müslümanların da “burjuva” olmaması nedeniyle böyledir. Müslümanlar burjuvalar üreten kent yaşamını aşmayı hayatlarının temel meselesi yaparak “müslümanca yaşama”nın imkânlarını zorlayabilirler. Mahallelerini ve cemaatini kuramayan bir din, modernleşmenin alternatifi haline gelemeyecektir. Müslümanlar artık dünyaya “nasıl boyun eğdirebilirim” zihniyle bakıyorlar. Tabiata Robinson gibi bakmak aslında kapitalist olmaktı.

Robinson ve CumaDaniel DefoeRobinson Cruseo’yu 1719’da yazdı. Hikâyenin müslüman toplumları ilgilendiren bir yönü var: Batılı zihin insana ve tabiata mülkiyet gözüyle bakıyor. Bu bakışı müslümanlar da yapabilecek midir? Robinson, gemisi batıp yıllarca tek başına kalmak mecburiyetine düştüğü adaya savrulduğunda bir burjuva gibi davranmıştı. Adayı “mülk” edinmişti. Adada küçük bir mağarada yerleşmiş, batan gemisinden kurtardığı aletlerle kendine kapitalist bir dünya kurmuştu. Nihayet adaya gelen esiri de kendine köle kılıp adını Cuma koyacak ve onu kendine hizmet etmeye ikna edecektir. Cuma köle olunca, efendisinin dilini öğrenmek zorunda bırakılır ve kendi kavramlarıyla düşünmek imkânını yitirir.

Hayy bin Yakzan

Bu hikâyenin ilham kaynağı olan hikâyeyi müslüman adamlar yazmıştır. Hayy b. Yakzan adlı kitapta İbn Tufeyl, adaya sepet içinde gelen bir bebeğin ceylanlar tarafından bakılıp büyümesini anlatır. Hayy büyürken ölüm, yaradılış, bozuşma, ruh, Allah fikrine gelir. Adaya kaçan bir sufi vesilesiyle konuşmayı öğrenir. Ortaya çıkan şudur: Sufinin irşad ile öğrendiği şeyi, Hayy işrak ile öğrenmiştir. Yani düşünce dilden öncedir. Sufi için de, işrakî aydınlık için de, hakikat, kentin dışındaki hikmet arayışının, derin tefekkürün derununda saklıdır. Zaten put kıran İbrahim de hikmete kentin dışında bir arayış, riyazet ve işrakın aydınlığında vasıl olmuştu.

Onun için biz “köy” türküleri söylerken, aslında kentlerden kurtulmak istiyoruz, şehir istiyoruz. Kentler bizi zehirliyor.

Dünyabizim

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Nübüvvetin hakikatine ve nübüvvet-i Ahmediyeye (asm) dâir / Mesnevî-i Nuriye’den; Reşhalar

Reşhalar بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ TENBİH Hâlık-ı âlem’i bize tarif ve ilan eden deliller ve …

Kapat