Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Makaleler / Evliyaya Tuzak Olan Ay Yüzlü Güzeller

Evliyaya Tuzak Olan Ay Yüzlü Güzeller

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

EVLİYAYA TUZAK OLAN HAYALLER, İLÂHÎ BAHÇELERİN AY YÜZLÜ   GÜZELLERİNİN AKİSLERİDİR.

 Öz

      Nail YILMAZ

Marifetullah yolculuğu sonuçtan ziyade süreç  esaslı olması Mevlâna Celaleddin’in “Evliyaya tuzak olan hayaller..beytinin tarihsel değil her zaman aktüel olduğunu göstermesi bakımından çok önem arzediyor. Bu makalede beyte muhatab olan özelde evliyaların, genelde bütün müminlerin Marifetullah yolculuğunda nasıl sırat-ı müstakim üzere olacaklarının, bir kısım özelliklerine dikkat çekilir. Ayrıca bu manevî yolculuklarda idrak edilmesi gereken, hakaik-i imaniyenin bazı ince, yüksek ve engin meselelerinden bahsedilir. Mesela:

  • “Esma ve sıfat-ı İlâhî tecellilerinin evliyaullahın ayaklarına” nasıl ‘tuzak olduğu,’
  • ‘Güzellik ile tuzak ilişkisi’ arasındaki gayet ince ve dakik nüanslar,
  • Cüz’i hakikatlerden küllî hakikatlara, nasıl intikal edileceği,
  • Aklî ve kalbî nazarın külliyet kesp ederek, müşahhas varlıklardan mücerret hakikatlere geçiş sürecinde, akıl ve nakil dengesinin korunması,
  • Marifetullah yolculuğunda, Şahsiyet-i İlâhiyenin ve sîma-i Rahmanî’nin, kâinat nisbetinde genişlenip dağılarak nasıl ve niçin gizlendiği,
  • Ancak çok büyük ve ihatalı kalbî gözlere göründüğü halde, niçin herkesin nazar-ı kalbîsinin göremediği gibi hususlar üzerinde durulacaktır.

Bu makalede Mevlâna Celaleddin’in “Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleri”[1] olduğunun anlatıldığı beytinde, ‘güzellik ile tuzak ilişkisi’ arasında parlayan ‘tevhid sırlarını’  müzakere edeceğiz.  

Makalenin ana temalarından birisi, ‘şahs-ı manevi’ penceresinden bakılarak, Şahsiyet-i İlahiyenin ve ‘sıfât-ı seb’aca manevî bir sîma-i Rahmanînin nasıl anlaşılması gerektiği, bahsin en önemli kısmını teşkil ediyor.  

 Makalenin ilerleyen bölümlerinde ise Fussilet Suresinde beyan edilen: “Biz ayetlerimizi hem âfâkta, hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz;”[2] ayetindeki ‘‘tevhid sırrının’ enfüsî ve afakî dairelerde nasıl tecelli ettiğini mütalaa edeceğiz.

Son bölümde ise; enfüsî ve afakî dairelerde tecelli eden ‘tevhid sırlarının’ gaibane ubudiyetten, hazırane ubudiyete nasıl inkılap ettiğini anlamaya çalışacağız.  

Bediüzzaman Hz. eserlerinde naklettiği, Mevlâna Celaleddin’e ait olan “Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir” cümlesini, bahsin geçtiği kaynaklara bakıldığı zaman, metnin ana temasının şu başlıklar altında tahlil edilmiş olduğunu görüyoruz:   

  • Mevcudat ve mahlûkat üzerinde müşahade edilen güzellikler, Cenab-ı Hakk’ın cemal-i manevisini gösteren İlahi tecelliler olması,  
  • Hiçbir şey O’nun misli gibi değildir” ayetinin de işaretiyle Canab-ı Hakkın Esma ve sıfatlarının güzelliği, hiçbir yaratılmış güzelliğe benzememesi,
  • “Esma ve sıfat-ı İlahiye tecellilerinin evliyaullahın ayaklarına” ‘tuzak olması’ ise, seyr-î sülûktakî evliyaların, o ani ve fani güzelliklere mana-i ismiyle bakıp gönlünü onlara kaptırmaması gerektiği,
  • Çünkü bütün bu güzellikler Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz güzelliğini gösteren yaratılmış, fâni numûneler olduğu,
  • Evliyaullahın seyr-i sülûk-u ruhanîlerinde bu güzellikleri görüp onlara gönüllerini kaptırarak aşık olsalar bile, bu aşk-ı mecazi tuzağından kurtulup aşk-ı hakikiye geçmeleri gerektiği vurgulanmaktadır.

Çünkü Mevlâna Celaleddinî Rumî, İmam-ı Rabbanî  gibi tasavvuf erbabı evliyaların, seyr-î sülûk-u ruhanilerinde “Evliyaya tuzak olan hayallerin”,[3] Bediüzzaman’ın mesleğinde ise hakikat ve marifetullah yolculuğunda, bazen nuranî, bazen zulmanî (yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfâtî) yetmiş binler hicaplar, berzahlar, perdeler araya girdiğini söylerler.[4]

Bu seyr-i sülûk yolculuğunda perdelere takılmamak ve berzahlara düşmemek için araya giren bu nuranî ve zulmanî tecellilerin “Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri (ve) kavanin-i hadsiyeleri”[5] ile doğru okunması halinde onların hakikatte birer hicap ve berzah değil İlahî güzellikleri gösteren birer âyineler oldukları belirtilir.

 Ayrıca, ‘Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri’ ile okunması gereken, seyr-i sülûk-î ruhanîde evliyaullaha ve hakikat ve marifetullah yolculuğunda diğer müminlere,  görünen bu nuranî ve zûlmanî perdelerin, ekseriyetle âlem-i yakaza, rüya, keşif, keramet ve zuhurat şeklinde tezahür ettiğine dikkat çekilir.[6]  

Bediüzzaman Mektubat’ta bu hallere muhatab olan talebelerinden birinin sorduğu bir soruya verdiği cevapta, O da İmam-ı Rabbani gibi, “Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat güneşinin hâdimiyim ki, size ondan haber getiriyorum ” diyerek Mevlana’nın “Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleri”[7] olduğunu anlatan beytini hatırlatır. 

Anlamaya çalıştığımız bu beyitlerde Mevlâna, İmam-ı Rabbani ve Bediüzzaman, özelde evliyaullah’ın seyr-i süluk-î ruhanideki hallerini, genelde ise bütün ehl-i imanın marifetullah yolculuğundaki karşılaşabilecekleri ‘güzellik ile tuzak ilişkisine’ dikkat çekerler.

Çünkü imtihanın zirve yaptığı bu seyr-i süluk-î ruhanide ve marifetullah yolculuğunda, irade ve aklı dinlemeyen hissiyatlar ve onların önüne konulan mülk ve melekût âleminin ‘zehirli balları’ vardır. Fakat bu beyitte birinci muhatab evliyaullahtır.

Çünkü اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ “O Allah herşeyi en güzel şekilde yarattı”[8] ayetinde de ifade edildiği gibi, Cenab-ı Hak mülk ve meleküt âlemini o kadar güzel yaratmış ki o maddî ve manevî güzelliklere takılmamak çok kolay bir iş değildir.  

Bir şairin dediği gibi, “Hüsn odur ki, ihtiyar elden gider” veciz ve nefis ifadesiyle,  etrafımızdaki maddî ve manevî güzellikler, o kadar cazip ki adeta akılları, kalpleri, ruhları ve nefisleri mıknatıs gibi kendine,  yani varlığın mana-i ismi cihetine ve dünyanın üçüncü yüzüne çekiyor. Herkes Hz. Yusuf (as) gibi sırtını dönüp kaçamıyor.[9]

Bununla beraber güzelliği sadece suret, cemal ve vech şeklinde anlamak “O Allah her şeyi en güzel şekilde yarattı” ayetini sınırlamak anlamına gelir. Çünkü:

“Lezzet-i vücud ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i marifet ve lezzet-i iman ve lezzet-i beka ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü suret ve kemal-i zât ve kemal-i sıfât ve kemal-i ef’al”[10] gibi varlığın mana-i harfi cihetini oluşturan ‘hüsünlerin’ çok boyutları var.

Hüsn ile muhabbet iki bedende bir ruh gibi olmasından veya ruh ikizi olmalarından, nerede bir ‘hüsn’ varsa onu gölge gibi takip eden ‘muhabbet’ hakikatı, ehl-i kalp ve ehl-i aşk için marifetullah yolculuğunun, çok mühim rükünlerinden birini teşkil ediyor.

Bununla beraber, tasavvufi gelenekte Hüsn ile muhabbet arasında irade ve ihtiyarın kontrolu müstakil bir konu başlığıdır. Çünkü ‘Güzellikler ile muhabbet arasında  (neredeyse) irade ve ihtiyarı ref eden birçok sırlar olmasından, ‘Hüsn’ karşısında duygu ve hissiyatların kontrolü, marifetullah yolcuları için imtihanın zirve noktalarından birini teşkil ediyor.

Muhtevası bakımından; Şeyh Galib’in ilk tasavvufî romanlardan birisi sayılan ‘Hüsn-ü Aşk’ isimli, eserinde bu mesele çok geniş örnekler ile ele alınmış. Bahis ile ilgili geniş izahat için o esere bakılabilir.

Burada konumuz itibariyle asıl olan “esma ve sıfat-ı İlahi tecellilerinin evliyaullahın ayaklarına” nasıl ‘tuzak’ olduğu, bahsin en merak edilen kısmını oluşturuyor.

  Muhtelif risalelerde ve özellikle On Sekizinci ve Yirmi Dokuzuncu Mektuplarda:

Mülk âleminde marifetullah yolculuğunda ilerleyen müminlerin önlerine çıkan ‘Güzellikler içindeki tuzaklar’ veya ‘zehirli ballar’ daha müşahhas ve objektif karakterlere sahip olmasıyla sürecin murakabesi ve tahkikatı, imkân dâhilinde görünürken;

Evliyalullahın melekût âlemindekî  seyr-i sülûk-u ruhanilerinde  yakaza, rüya, keşif, keramet ve zuhurat şeklinde tezahür  eden, ‘Güzellikler  ile beraber gelen tuzaklar’ daha mücerred hususî ve ferdî (sübjektif) olması risk ihtimalini artırmaktadır.

Bediüzzaman bu noktada, “Evliyaya tuzak olan bu hayallerin” vartasına düşmemek için ‘asfiya-i muhakkikinin’ “Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri (ve) kavanin-i hadsiyeleri” ile yapacakları tahkikat ve tasdikinden geçmesi gerektiğini söyleyerek,  hayallerine aldanan bazı veliler ile ilgili şu örnekleri verir:

“Çok ehl-i velayet var ki; bir sineğin bir tavus kuşuna nisbeti gibi, kendinden o derece büyük olanlardan kendini büyük görür ve öyle de müşahede ediyor, kendini haklı buluyor. Hattâ ben gördüm ki: Yalnız kalbi intibaha gelmiş, uzaktan uzağa velayetin sırrını kendinde hissetmiş, (bazı zatlar) kendini kutb-u a’zam telakki edip o tavrı takınıyordu.[11] 

Bir başka çarpıcı örnek ise Lemalar’da şöyle geçer: “Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Her birisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre “Güneş’in bir aksi bende vardır” der. Fakat “Ben de deniz gibi bir âyineyim” diyemez. Öyle de:

Esma-i İlahiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamat-ı evliyada öyle meratib var. Esma-i İlahiyenin herbirisinin bir güneş gibi kalbden Arş’a kadar cilveleri var. Kalb de bir Arş’tır, fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.

İşte ubudiyetin esası olan, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı uluhiyete karşı secde etmeye bedel, naz ve fahr suretinde gidenler; zerrecik kalbini Arş’a müsavi tutar. Katre gibi makamını, deniz gibi evliyanın makamatıyla iltibas eder. Kendini o büyük makamata yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için tasannuata, tekellüfata, manasız hodfüruşluğa ve birçok müşkilâta düşerler ”[12] der. 

 Bahsimizle alakalı; birçok Menâkıb kitaplarında geçen, Şems-i Tebrîzî ile Mevlânâ arasında geçen çok müşahhas bir örnek var. Kaynaklarda vakıa şöyle nakledilir. Özetle:

Şems-i Tebrîzî bir gün Mevlânây’a; Ey dünya ve mana âlemlerinin sultanı; Bayezid-i Bistâmî, ilahi tecellilerin karşısında demiş ki: Ya Rabbi, o kadar senin esma,  sıfat ve şuunat tecellilerine mazhar olduk ki,  dolup dolup taştık. Artık hiçbir yeni tecelliye mazhar olacak halînin ve mahallinin olmadığını söylemiş. Hâlbuki Hz. Peygamber (as) miraca gittiği Canab-ı Hakkı bizzat gördüğü halde yarabbi seni hakkıyla bilemedik seni hakkıyla tanıyamadık sana hakkıyla şükredemedik seni hakkıyla tesbih ve tazim edemedik, bu nasıl olur, demiş. Mevlânâ bu soruya şu cevabı vermiş:

Bir su bardağına bir miktar su koyarsan, bardak hemen dolar ve sonra da hemen taşar.  Hâlbuki denizlere ve okyanuslara onca yağmur yağar , dereler ve nehirler akar, alttan birçok kaynamalar olur, buna rağmen hiçbir zaman, denizlerin taştığı görülmemiştir, der. Şems bu cevabı duyunca bir müddet kendinden geçer ve sonrada bayılır.[13]

Bu tesbitlere göre bir hakikatı idrak etmek veya iman etmek ne kadar ehemmiyetli ise de, her daim o hakikat üzere olmak veya hakikatlar arası bir denge kurmak, yani sırat-ı müstakim üzere devam etmek veya edebilmek, o hakikatten daha ehemmiyetli bir mana olduğu anlaşılmaktadır.

Risale-i Nur Külliyatında Mevlâna Celaleddin’in dersimizin ana konusunu teşkil eden 

آنْ خَيَالاَتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ ٭ عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ  beytine mütercimler farklı meal ve manalar vermişler. Alt yazılı Nesil, Söz ve Yeni Asya baskılarında: “Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir“[14] cümlesiyle mealler verilmiş. Bazı mütercimler de bu Farsça ibareye: “Evliyaullahın ayaklarına tuzak olan, esma ve sıfat-ı İlahiyenin tecelliyatıdır” şeklinde mana ve mealler vermişler. Ben bu ikinci mealin orijinal metne daha uygun bir mâna olduğu kanaatindeyim.

Bu beyte verilen mealler az farkla ana temayı belirlemekle beraber asıl nazara verilmek istenen ana fikrin ‘güzellik ve tuzak’ ilişkisi olduğu açıktır. Marifetullah yolcusunun gerek mülk âleminde, gerekse meleküt âlemlerinde her biri birer imtihan vesilesi ve çeldirici olan güzelliklere manay-ı ismiyle bakarak, takılıp kalmadan manay-ı harfiyle bakıp yoluna devam etmesi istenmiştir.

Nitekim Efendimizin (as) bir gece Refref’e binerek çıkmış olduğu miraç yolculuğunu anlatan Necm Sûresinin, “Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı”[15] ayeti kerimesi,  belki de tam bu manaların hem bir me’hazı,  hemde en ileri seviyesi olan velâyet-i Ahmediye (a.s.) mertebesinde yaşanmış en  güzel bir örneğini ve numunesini teşkil ediyor.

Hz. Bediüzzaman, Mevlana’nın “Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir.” Sözünü bir ‘tevhid sırrı’ olarak tahlil ediyor. Çünkü marifetullah yolculuğu, manevî ilimler ve özellikle tasavvuf ıstılahı hep sırlarla ve sembollerle ve temsillerle ifade ediliyor. (Herhalde namahrem olanlar nazar etmesin diye olsa gerek)

 Bununla beraber R.Nur mesleği tarz ve usul bakımından öncelikle tasavvuf değil, tahkik mesleği olduğundan, ‘tevhid sırrının’ fazilet ve sevabından ziyade, bir ilm-i kelam disiplini içinde tahlil ettirerek bir tefekkür-ü ilmiye yaptırır.

Çünkü R.Nur mesleği tarz ve usul bakımından öncelikle Evliya meşrebi değil ‘asfiya-i muhakkikînin’ mesleğidir.[16] 

Bediüzzaman Hz İkinci Şua isimli eserinde Mevlâna Celaleddin’in “Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir” beytinin aslında bir ‘tevhid sırrı’ olduğunu tahlil ederken, kelime-i tevhidin, mülkî ve melekûtî cihetleriyle, enfüsî ve afakî dairelerinden, cüz ile küll, cüz’î ve küllî mertebelerine kadar en geniş ve en dakik cihetlerini nazara verir. Mesela: Hâlık-ı Kâinat olan Zât-ı Akdes‘in manevî şahsiyeti ile ilgili olarak:

  • Kâinat nisbetinde genişlenip, dağılıp, gizlenen,
  • Şahsiyet-i İlahiyenin,
  • Ve sıfât-ı seb’aca manevî bir sîma-i Rahmanînin,
  • Azamet ve Kibriya’nın perde olup, herkesin kalbinin göremediği,
  • Ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere nasıl göründüğünden ve nasıl görünebileceğinden bahseder.

Önemli not:            

Bediüzzaman Hz. İkinci Şua isimli eserinde yer alan ve buraya kadar müzakere ettiğimiz Mevlâna Celaleddin’in beyti ile ilgili mütalaamızın bundan sonraki bölümlerinde gelecek olan ‘tevhid sırları’ ile ‘mertebe ve makamlarını,’ birinci,  ikinci ve üçüncü cümle başlıkları altında tahlil etmeye devam edeceğiz.

BİRİNCİ CÜMLE: Hz. Üstad birinci cümlede kelime-i tevhidin tekrarının hikmeti ile kimler tarafından nasıl ve şekilde idrak edilebileceğinin izah edildiği mevzuya şöyle başlar:

“Tevhidde cemâl ve kemâl-i İlahînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin mânevî rızıklarını kelime-i tevhid olan Lâilâhe illâllah zikrinde ve tekrarında buluyorlar.

(Çünkü) kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniye tahakkuk etmesi içindir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِى لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ Yani:  “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, “Lâ ilahe illallah” kelâmıdır.” [17]

Hz. Üstad Kelime-i tevhidi bütün külliyatta çok farklı cihetlerden ele alarak, değişik tahliller ve tefsirler yapmış. Fakat İkinci Şuanın bu bölümünde, kelime-i tevhidin fazileti ile ilgili naklettiği hadis-i şerifin, şerh ve izahında kısaca genel bir tanımlama yaptıktan sonra, kelime-i tevhidin biraz daha  ‘nazar-ı dekaik-aşina’ ile bir tahkikat-ı ilmiye gerektiren enfüsî, derûnî ve gizemli cihetlerini nazara vermiş. Yani bu makam ‘tevhidin’  isbatı değil, tahkiki,  tafsili ve çok yönleriyle engin bir tefsirinin yapıldığı bölümdür. Yani:

“Tevhidde cemâl ve kemâl-i İlahînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin mânevî rızıklarını kelime-i tevhid olan Lâilâhe illâllah zikrinde ve tekrarında buluyorlar ’’

cümlesine dikkat ettiğimiz zaman, tevhid’in önce cemâlî sonra kemâlî cihetleri nazara verildikten sonra, cemâlîn kalben görülebileceği, kemâlîn ise, ruhen hissedilebileceği ifade edilir. Cümlenin diziliş ve kuruluş biçimine göre, cemâlîn kalben görülmesi evliyaya, kemalin ruhen hissedilmesi ise asfiyaya hasredilir.

Mesnevi Nuriye’de evliyaullahın özellikleri anlatılırken: ‘Ehl-i şuhud dediğimizden maksat, evliyaullahtır. Zira velayet sahibi, avâmın itikat ettiği şeyleri göz ile müşahade ediyor’’ denilir. Buna göre evliyaullahın tevhid hakikatlarını hem kalben hem de göz ile müşahade ettikleri anlaşılıyor.

Evliyaullahtan daha yüksek bir makamda olan ‘asfiya-i muhakkikinin’ ise tevhid hakikatlarını, hem göz ile hem de kalben müşahade ettikleri gibi, Kitab ve Sünnetin desatir-i kudsiyeleri (ve) kavanin-i hadsiyeleri[18] ile ruhen de bir “şuhud-i hissi ‘’ ile müşahade ettikleri belirtilir.[19]

Fakat Lem’alar’da:Tevhidde cemâl ve kemâl-i İlahînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi”ni “Cenab-ı Hakk’ın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak ve âyât ve şahidlerin âyinelerinde cilvelerini görmek ve temaşa etmek iktiza ediyor ki” diyerek “kalben görmeyi ve ruhen hissetmeyi” şartlara bağlar. Bunlar:

  1. “senin üstünden geçen, kalbine gelen ve aklına görünen herbir nuru tenkid parmaklarıyla yoklama ve tereddüd eliyle tenkid etme!
  2. “Sana ışıklanan bir nuru tutmak için elini uzatma; belki gaflet esbabından tecerrüd et, onlara müteveccih ol”  belki kendi kendine gelmesi için dur ve bekle,  denilir.[20]

Bu paragraftaki ilk cümleyi ve sonraki cümleleri beraber okuduğumuz zaman Lâilâhe illâllah zikrinin tekrarında evliya ve asfiyanın, en tatlı zevklerini ve en şirin mânevî rızıklarını bulmaları kelime-i tevhidin bütün celalî ve cemalî esmaları ihata etmesine bağlanmıştır.

Kelime-i tevhidin bütün esmayı ihata etme hakikatına binaen, Lâilâhe illâllah zikrinin tekrarında, Celalden cemale, cemalden celale geçişlerin olduğu belirtilir. Hz. Üstad,  Mesnevide bu geçişlerin nihayeti olan kemal mertebesini, yani celal ile cemali birleştirerek bir ayinede görmeyi ‘cem’ [21] diye tarif eder.

Tevhidin en ince sırlarından birisi olan ‘makam-ı cem’ ise bir ‘nazar-ı dekaik aşinayı’ gerektirmektedir. Hz. Üstad bu inceliği külliyatta ‘sırr-ı tevhid’ diyerek kavramlaştırıp, çok yaygın olarak kullanır. 

 Bahsimizle ilgili bölümde anahtar niteliğinde olan ‘sırr-ı tevhid’ kavramı sahifenin başında,  ortalarında ve son kısımlarında tam dört kez zikredilerek ayrı bir vurgu yapılması,  sanki bahsin anlaşılması ‘tevhid sırrının’ açılması ile yakından ilgili olduğunu gösteriyor.

Çünkü kelime-i tevhid ile ilgili Mesnevi’deki bir başka cümlede:

 “Lâ ilahe illallah” kelâmı, esma-i hüsnanın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delalet ettiği sıfatlar itibariyle bir kelâm iken bin kelâm oluyor. “Lâ Hâlıka illallah“, “Lâ Fâtıra, Râzıka, Kayyume illallah” gibi… Binaenaleyh terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor” [22]  

Burada da yine kişinin “Lâ ilahe illallahkelâmını söylerken içindeki binlerce kelâmları ‘söylemiş’ olmasını, o şahsın  ‘terakki’ etme şartına bağladı. Dikkat edilecek olursa yine, terakkinin mahiyetiyle ilgili bir açıklama yapmadı, neticesini söyledi. Yani yine sırlı bir cümle kurdu. Bu sahifenin ikinci cümlesi biraz daha konuya açıklık getirir.

İKİNCİ CÜMLE: “Evet bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahîyi gösterir.”[23]

 Bu cümleyi önce müzakere açısından ‘Tevhidin sırrı nasıl cemal-i İlahîyi gösterir?’ şeklinde bir soru cümlesine çevirirsek; cevap olarak da zihnimizi ısındırmak ve en basite indirgeyerek anlamak için:

Birinci sözdeki o meşhur örnekte: “Evet, nasıl ki görsen: Bir tek adam geldi. Bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin; o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir. Devlet namına hareket eder. Bir padişah kuvvetine istinad eder.” denilmişti.

Bence bu harika örnekte ‘tevhidin sırrının celali ‘ tecellisi nazara verilmiş. Çünkü birtek asker ‘Devlet namına hareket etmek ve bir padişah kuvvetine istinad etmekle birden kendi kuvvetinden bin derece belki nihayetsiz güce erişerek binler adamı cebren emrine âmade ediyor.

Nur külliyatının birçok yerlerinde Nevilerde celalî, ferdlerde cemalî[24] tecellilerin hâkim olduğu belirtilmekle beraber, bazen de celal içinde cemal, cemal içinde celalî tecellilerin olduğu belirtilir.

 İkinci şuanın bu paragrafında ise ‘bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahîyi gösterir.” denildi.

Birinci Sözden iktibas ettiğimiz asker örneğinde nokta-i istinat sırrı var idi. Bu paragrafta ise ferd ile nev’in, cüz’î ile küllinin, müşahhas ile mücerredin ittisal sırrı var. Ama her iki örnekte de ferdin nev’e, cüz’i nin külliyete ve müşahhasın mücerrede dönüşerek sonsuzluk ve sermediyet sırlarını ifade etme manası var.

Bu paragrafın tam izahı: Ferd ile nev, cüz’i ile külli ve istikra ile ta’lil kelimelerinin tam açılması ve anlaşılmasına istinat etmektedir. Bir sonraki bölüm olan Üçüncü cümlede, bu kavramlar ile ilgili yeterli açıklama gelecektir.

ÜÇÜNCÜ CÜMLE“… eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal, ne de o ulvî kemali gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Âdeta baş aşağı olup elmastan şişeye döner.”[25]

Yukarıdaki paragraflarda ‘bir meyve, bir çiçek, bir ışık’ örneğinde verilen üç misalde olduğu gibi, nasıl ki bir tek meyve, çiçek ve ışık gibi bir ihsan, ’tevhid sırrıyla’ birden ferd iken, nev; müşahhas iken mücerred ve cüz’î iken küllî bir ayineye dönüşmüştü. Bütün bu manalar tevhid ve ittisal sırrıyla tahakkuk etmişti.

İşte bütün bu kudsî ve ulvî manalar baş aşağı düşüp ipi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılması ‘tevhid sırrının ’ aradan çekilmesiyle ortaya çıkıyor. Üstad HZ. 29. Sözde canlı ve cansız varlıkları yine bir tevhid bağlamında ve ‘Hayat’ üzerinden yaptığı bir mukayese ve muvazenede şöyle der:

Hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecelli-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir âyinesidir. Bak hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa yetimdir, garibdir, yalnızdır. Münasebeti yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır.

Başka kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten madumdur. Çünki ne hayatı var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne şuuru var ki, taalluk etsin. Şimdi bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına. Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder (ve) diyebilir ki: “Şu bütün eşya, malımdır. Dünya, hanemdir. Kâinat, mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür. [26]

Demek ki tevhiddeki ittisal kanunuyla az ile çoğu eşitleyen, küçük ile büyüğü omuz omuza getiren ve cüz’îyi  küllîye dönüştüren bir sır var.

Bu üçüncü cümledeki  ’tevhid sırrı’ önemli ölçüde bir çiçek ve meyve üzerinden anlatılıyor. Çiçek ve meyve üzerinden anlatılan ’tevhid sırrının’ açılması, ferd ile nev, cüz ile küll ve cüz’î ile küllînin ve istikra ile ta’lil, kelime ve kavram farklarının çok iyi anlaşılması ile yakından ilgili olsa gerek.

Her ne kadar bu manalar ehlince malum ise de, her bayram namazını hocaların namazdan önce tarif ettiği gibi, külliyatta çok az geçen bu ince ve dikkat gerektiren kavramların zihnimizde güncellenmesi için, “Cüz-Küll ve Cüz’î Küllînin farklarını fark etmek adına kısaca kaynaklara bakıyoruz.

“Cüz-Küll: Küll, bütündür, cüz ise bütünün bir parçasıdır. Cüz, küllün bütün özelliklerinden sadece bir tanesini üzerinde barındırır. Mesela; insan bir külldür, yani bütündür, parmak ise bu küllün bir parçasıdır. İnsan denilince bütün azalar ve özellikleri akla gelir; ama parmak denildiği zaman, sadece parmak ve kendine mahsus özelliği akla gelir. Cüz-küll ilişkisinde, parça-bütün ilişkisi hâkimdir, parça ile bütün arasında rabıta ve bağ zayıftır.

Cüz’î – KüllÎ: Cüz’î, küllÎnin küçültülmüş bir modelidir. Küllîde ne varsa, hepsi cüz’î de de vardır. Cüz’î ile küllî, keyfiyeten aynı, kemiyeten farklıdır. Küllîde azametli ve haşmetli olan meseleler, cüz’î de de aynen; ama küçültülmüş ve mütevazı olarak vardır. Cüz’î ye bakarak küllî hakkında fikir edinilebilir. Mesela; insan cüz’î iken, insanlık küllîdir. İnsanlıkta ne varsa aynısı insanda da vardır. İnsan ile insanlık arasında sadece kemiyet farkı vardır.”[27]  

 “KüllÎ,  bir nevi manevi bir şahıstır, Cüz’î ise o manevi şahsın bütün özelliğini taşıyan bir ferddir.”[28]  

Bu tariflerden bizi ’tevhid sırrı’na bir adım daha yaklaştıran bir tanımlama çıktı. O tanımlama ‘manevi şahsiyet’ kavramıdır. Yani Cüz’î likten KüllÎyete, Ferdiyetten nev’e ve istikra’dan ta’lil’e intikalde bir ‘manevi şahsiyet’ kavramının oluşması ’ tevhid sırrı’nı önemli ölçüde anlaşılır kılıyor. Şöyle ki;

Üstadın verdiği her üç misalde yani ‘bir meyve, bir çiçek, bir ışık’ örneğinde göz önündeki ferdi, müşahhas ve cüz’i varlıkları, tevhiddeki ittisal kanunuyla, o hâli hazırdaki ve şimdiki zamandan tecrit edilerek fertten nev’e dönüştürüp zaman ve mekân kaydından çıkarılarak önce küllîleştiriliyor.

Sonrada müşahhas olan şimdiki zaman ve mekân kaydından tecrit ile mücerred bir boyuta taşınıp ‘manevi şahsiyet’ elbisesi giydiriliyor. Peki, buna ne ihtiyaç var. Üstad niçin böyle bir tefekkür sistematiği ile tevhidi anlatıyor?

Çünkü bütün isim, sıfat ve şuunat’ın  mücmel bir manası demek olan tevhid hakikatinin külli tecellisi, zaman ve mekân kaydına sıkışmış olan bir meyve, bir çiçek, bir ışık’ gibi, ferdî, cüz’î ve müşahhas varlıklarda ve ayinelerde tam tecelli edip manasını ifade edemediğinden “Ne o kudsî cemali, ne de o ulvî kemali gösterebilir” yani gösteremez diyor.

Ancak o meyve, o çiçek, o ışık’ gibi varlıkları:

  • Ferdiyetten nev’e,
  • Cüz ’ilikten küllîyete,
  • Müşahhaslıktan mücerretliğe,
  • Mülkten melekûte taşıyarak veya dönüştürerek;

ancak ‘Manevi şahsiyet’ kavramı ile ifade edilebilecek küllî ve kudsî ayinelerde ‘cemal-i İlahînin (nasıl) görülebileceğinin’ pratik çalışmasını Üstad Hz 32. Söz’de şiirsel bir dille şöyle anlatır:

“Eğer bir çiçekte esmayı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennet’e bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaşa et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmayı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.

 İşte, Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır.

Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasılki insan, küçük bir âlemdir.  Huriler nev’i ve ruhanîler cemaatı ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. 

Hem herbiri külliyetiyle; hem herbir ferdi, tek başıyla Sâni’-i Zülcemal’inin esmasını gösterdikleri gibi; onun cemaline, kemaline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı âyinelerdir.  Ve nihayetsiz cemal ve kemaline ve rahmet ve muhabbetine birer şahid-i sadıktır. Ve o cemal ve kemalin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtıdır, birer emaratıdır. İşte şu nihayetsiz enva’-ı kemalât, daire-i vâhidiyette ve ehadiyette hâsıldır.”[29]

Burada anahtar kavram ‘Manevi şahsiyettir’ bahsin anlaşılması için ‘Manevi şahsiyet’ terkibi ile ilgili biraz tafsilat vermek gerekmektedir.

‘Manevi şahsiyet’ R.Nur külliyatında “şahs-ı manevî” şeklinde kavramlaştırılarak çok yaygın biçimde yaklaşık üç yüz elli defa ve farklı anlamlar yüklenerek kullanılmış.

Konumuzla çok yakından ilgili olan “şahs-ı manevî” terkibinin, R.Nur külliyatındaki kullanılış biçimlerine göre, üç ana başlık altında tasnif ederek, dersimize hem bir katkı; hem de, gelecek olan ‘dördüncü cümle’ ye zihnî bir altyapı ve ihzarîye olur düşüncesiyle külliyatta geçen ‘şahs-ı manevî’ kavramını kullanılmış örnekleriyle  bir kısmını iktibas ettik:

  1. Hükmî şahıslar ve vücud-u ilmisî olan varlıklarda şahs-ı manevî: Adliyenin, Avrupa’nın, bürhanların, tesanüdün, zamanın, sefahet ve dalaletin, külliyatın, birer şahs-ı manevîleri olduğu..
  2. Vücudu haricisî olan varlıklara izafe edilen şahs-ı manevî: Cemaat şekline giren eşyanın, her bir cebelin, sahip olduğu kuvvet cihetiyle meclisin, cemaatin, şakirtlerin, kumandan-ı a’zamın ve insan-ı kâmilin birer  şahs-ı manevîleri olduğu..
  3. Şahs-ı manevîye izafe edilen sıfatlar ve manalar: Şahs-ı manevînin konuşması, Cemaatın ruhu olması, bir veliyy-î kâmil hükmüne geçip inayata mazhar olması, zamanın bir âlimi olması, hakikî vâris olması “Ferîd” makamına mazhariyeti, kerameti, şahs-ı manevînin fikri, şahs-ı manevînin, bâki ve muktedir bir kuvvet- zahr ve rehber olması, cüz’iyetten küllîyete çıkarması gibi sıfatlar ve manalar izafe edilmiştir.

Lügatlere göre şahs-ı manevî: İki ciltlik Nesil külliyatının lügatçesine göre şahs-ı manevînin tarifi şöyle yapılmış: “Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen manevi şahıs, bir şahıs olmadığı halde kendisine bir şahıs gibi muamele yapılan şirket, cemaat ve cemiyet gibi ortaklıklar.” Veya: “Aynı gaye için çalışan bir topluluğun manevi şahsiyeti” gibi tarifler yapılmış.

Bu tarifler Üstadın şahs-ı manevîye yüklediği manaları tamamen olmasa da kısmen karşılıyor. Bahsimiz itibariyle ‘şahs-ı manevî’ kavramına daha çok kelamî, irfanî ve marifetullah bağlamında tariflere ihtiyaç var. (İnşallah bir gün birisi veya birileri yapar.)

Bizim burada asıl kurmak istediğimiz irtibat Cüz’iyattan külliyata geçişte ‘şahs-ı manevî’ irtibatının kurulmasıdır. Üstad Hz. bu irtibatı 29. Söz’de şu cümlelerle kurmuş:

“Şu kâinatın mevcudatına nazar-ı dikkatle bakılsa görünür ki: Cüz’iyat gibi külliyatın dahi birer şahs-ı manevîsi vardır ki, birer vazife-i külliyesi görünüyor. Onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ: Bir çiçek, kendince bir nakş-ı san’atı gösterip, lisan-ı haliyle esma-i Fâtır’ı zikrettiği gibi; küre-i arz bahçesi dahi, bir çiçek hükmündedir. Gayet muntazam küllî vazife-i tesbihiyesi vardır.”[30]

Bu üçüncü cümlede asıl aradığımız anahtar cümle veya ana fikir de diyebileceğimiz, ‘parça bütün ilişkisidir.’ (cüz- küll) veya ‘ferd nev ilişkisidir.’ (cüz’i-küllî) Bu irtibatlar ise aradaki ortak paydaları kemiyeten ve keyfiyeten ne derece fark ettiğimiz ile ilgilidir.  Bu irtibatı kurabildiğimiz ölçü ve nispette ‘şahs-ı manevî’ sırrını ve ona bağlı olarak da, ’tevhid sırrının’ veya ‘tevhid nurunun’ anlaşılacağı kanaatindeyim.

Dördüncü cümleye geçmeden evvel son olarak,  İbn Sina’ya atfedilen üçgen örneği konuya biraz daha açıklık getirecektir. Özetle:

Önümüzde duran üçgen şeklinde bir tahta parçası, zahiri duygularımızın idrak konusudur. Bu üçgen tahta parçası üç özelliği ile bize hitab etmektedir. Bunlar

  • Tahta oluş mahiyetiyle
  • Üçgen oluş suretiyle
  • Cüz’i oluş varlığıyla

Bu üç özellik insanın hissiyat yani zahiri duygular ile ulaşacağı bilgiler alanına girer. Birisi, önümüzde duran üçgen şeklindeki bu tahta parçasını sakladığında, karşımızda olmadığı için artık duyu algımızın değil, muhayyilenin yani hayal gücümüzün konusu olur.

Tahayyülden taakkul’e geçip, bu üçgen formu olan tahta parçasını, maddesinden tecrit ederek düşünebilirsek, yani “üçgen” kavramından “üçgenlik” kavramına geçebilirsek, mâkûlata adım atmış oluruz. Bu adım bizi müşahhastan mücerretliğe, cüz’iyetten külliyete, ‘üçgen’ olan şahıstan ‘üçgenlikşahsı manevisine götürecektir.[31] 

Not: Bundan sonra gelecek olan dördüncü besinci ve altıncı bölümlerde:

  • Şahsiyet-i İlahiye ve sîma-i Rahmanî Kâinat nisbetinde nasıl genişlenir  ve dağılarak gizlenir..
  • Ancak çok büyük ve ihatalı kalbî gözlere göründüğü halde, niçin herkesin kalbi göremez?

Cümleleri bahsin ana temalarını oluşturacaktır.

DÖRDÜNCÜ CÜMLE: Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfât-ı seb’aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ve اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hitaba muhatab olan zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder.”[32]

 Not:  çok dikkat gerektiren bu dördüncü cümle konunun ehemmiyetine ve derinliğine binaen biraz daha tafsilatlı bir şekilde ve iki bölüm halinde müzakere edilecektir.

Birinci bölümde özellikle ‘tevhid sırrı’ ve ‘şahsiyet-i İlahiye’ kavram ve terkiplerinin nasıl birbiriyle örtüştüğü ile ilgilidir.

İkinci bölümde ise: ‘tevhid sırrı ve nuru ile külliyet’ arasındaki irtibat üzerinde durulmaktadır. 

BİRİNCİ BÖLÜM: Bu cümlede “tevhid sırrıyla” kâinata bakıldığı için, kâinat yaratılmış bir ağaca benzetilmiştir. 31. Söz’de ‘şecere-i hilkat’ yani ‘kâinatın yaratılmış ağaç’ olmasıyla ilgili bir temsildeki tafsilat bahsimize biraz daha açıklık getiriyor.

 İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere manasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; anasır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.[33]

Bu temsile göre Kâinata bakıldığında kâinatın tamamının canlı kabul edildiği, fakat  şecere-i hilkatin meyveleri olan zihayat” cümlesindeki ‘meyveden’  kastedilen mananıninsanlar’  olduğu anlaşılıyor. Buna göreşahsiyet-i İlahiye’  terkibi içindeki mahfî olan bütün manalar  genelde bütün zîhatlarda.. fakat özelde ancak, ‘insan meyvesinde’ (yani ayinesinde) tecelli ve tezahür ettiği anlaşılmaktadır.

Bu tecelli ve tezahürün mahiyeti ve işleyişi ile ilgili yukarıda bir miktar izahatlar yapılmakla beraber, özellikle Tevhid sırrı’ ve “Şahsiyet-i İlahiye terkiblerinin kaynaklara göre lûgavî ve ıstılahî manalarının biraz daha açılması ve izah edilmesi gerekiyor, şöyle ki:

Lügatlere göre: Tevhid: Birleme anlamına geliyor. Tabi ki tevhid kelimesinin çok farklı tarif ve tanımlamaları var. Fakat konu içerisinde kullanılış şekli ve R.Nur külliyatı ıstılahına göre, özellikle bu bölümde vahidiyet ve ehadiyetin birlikteliği veya ittisali manalarına;  yani cüz’î ve küllî ayinelerdeki tecellilerin ittihad ettirilerek bir ayineye dönüştürülmesi anlamlarına gelmektedir.

Bununla beraber akaidî ve tasavvufî kitaplarda tevhidin tarifi ile ilgili, tevhid-i fiil, tevhid-i esma, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat gibi başlıklar altında birçok izahatlar var. Ama buradaki ’Tevhid sırrı’ terkibi vahidiyet ve ehadiyetin birlikteliği veya ittisalini ifade eden ‘Tevhid’ dir.

Şahsiyet-i İlahiye ise: Cenab-ı Hakk’ın, ancakmevcud-u meçhul’ ünvanıyla ifade edilebilecek bir Şahsiyet-i İlahiyesi vardır. Üstadın İ.İcaz tefsirinde ifade ettiğine göre,  Zât-ı Akdes sadece mücerred (soyut) bir varlık olmayıp bizzat ve bilfiil ‘müşahhas’ bir varlıktır.[34]

Çünkü Resulü Ekrem (as) kabı kavseyn de “Zât-ı Zülcelal’i bizzat göz ile müşahede etmiştir.”[35]

Ancak bunun idraki, ihatası ve mahiyetinin bilinmesi bizim için mümkün olmadığından biz ancak onu, isimleri, sıfatları ve şuunatı’nın kâinattaki tecelli ve tezahürlerini ‘Şahsiyet-i İlahiyesi’ şeklinde anlayıp belki bir derece onlarla Zât-ı Akdesi mülahaza edebiliriz. Zaten Üstad Hz. bu manaya “unvan-ı mülahaza”[36] der.

İşte bütün kâinata tecelli eden ve binlerce, belki sonsuz isim ve sıfatları mücmelen ‘sıfât-ı seb’a’ şeklinde ifade edilmiş. Bütün R.Nur külliyatında ‘sıfât-ı seb’a’ nın kâinatı ihata eden külli tecellinin vahidiyet, ferdlerdeki cüz’i tecellinin ise, ehadiyet olduğu herkesin malumudur.

Yukarıda da kısmen temas edildiği gibi galiba burada asıl merak edilen husus; şahsiyet-i İlahiyenin, sîma-i Rahmanînin ve sıfât-ı seb’a (terkibiyle özetlenen) temerküz-ü esmaî nin” nerede, nasıl ve kime tecelli ettiği ile ilgili olsa gerek?

Bence bu sorunun cevabı metin içinde geçen: şecere-i hilkatin meyveleri olan zihayatta” cümlesiyle verilmiş. 32. Söz’den yaptığımız iktibasta;  kâinatın azîm bir ağaca benzetildiği ve şecere-i hilkatin meyveleri olan zihayatların insanlar’ olduğu belirtilmişti. Buna göre şahsiyet-i İlahiye,  sıfât-ı seb’aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî” nin kâinat ağacının meyveleri olan insanlarda tecelli ettiği anlaşılıyor.

Şimdi bu izahatlardan sonra ikinci cümlede geçen “Evet bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahîyi gösterir” cümlesine tekrar dönmemiz gerekiyor.

Üstad Hazretleri burada tevhidin sırrını veya nurunu anlatırken, yani cüz’inin nasıl külli bir ayineye dönüştüğü ile ilgili “bir meyve, bir çiçek, bir ışık”  diyerek üç misal vermişti.

Bu üç misalden asıl kastedilen manaların:

  • Meyve ile bir insanı
  • Çiçek ile insanlık nev’ini
  • Işık ile de insana ve insanlığa ihsan edilen nurun, hidayet ve iman nimetlerinin verilmesi olmalıdır.

Çünkü Üstad Hz. burada cüz’iden külliye, fertten nev’e ve ehadiyetten  vahidiyete geçilerek külli tefekkürün nasıl yapılacağını anlatmakla beraber, kâinat çapındaki büyük ayineye herkesin bakamayacağı, dolaysıyla aynı özelliği taşıyan bir insan ayinesinde ve şahsiyeti maneviyesinde “şahsiyet-i İlahiyenin (numuneleri olan) sıfât-ı seb’aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ‘nin” görülebileceğini söylüyor. Emirdağ Lahikası’nda bu mesele şu şekilde anlatılır:

“Evet ben, Hülâsat-ül Hülâsa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nev’in lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfât ve esma-i İlahiyeyi ilmelyakîn ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür.

Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o câmi’ mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmayı tasdik eder.

 Hem çok kolay, hem hazır yanındaki âyinesinde, hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi kazanır ve اِنَّ اللّهَ خَلَقَ اْلاِنْسَانَ عَلَى صُورَةِ الرَّحْمنِ hakikî bir manasını anlar. Çünki Cenab-ı Hak hakkında suret muhal olmasından, suretten murad sîrettir, ahlâk ve sıfâttır”[37]der.

Dördüncü cümledeki zikredilen manaları hûlasa ederek bir cümle halinde ifade etmek gerekirse: Zât-ı Akdes’in bütün esma, sıfat ve şuunatıyla ifade edilebilen ‘şahsiyet-i İlahiyesinin’ tecelli ve tezahür edebildiği en külli ayinenin ancak kâinat ağacının insan meyvesinde,  Hakikat-ı insaniye haritasında ve insanın şahsiyet-i maneviyesinde olduğu anlaşılıyor. Üstad Hz. Yine, bu bahisle ilgili olarak Mesnevi-i Nuriye’deki bir cümlesinde:

“Kâinatın uzak çöllerine gidip Sâni’in isbatı (yani esma sıfat ve şuunatıyla ifade edilen ‘şahsiyet-i İlahiyesin i’ görmek için) deliller toplamaya ihtiyaç yoktur. Bir kulübecik hükmünde bulunan içerisinde oturduğun cisim kafesine bak!”[38] der.

İkinci bölüme geçmeden evvel Fatiha Suresindeki “iyyake” hitabına muhatap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder.” Cümlesini müzakere açısından kendi cümlelerimizle ifade edecek olursak:

 ‘iyyake nabudü ve iyyake nestain’ diyebilen kişinin nazarına, derecesine ve iman mertebesine göre; Zât-ı Akdesin enfüsî ve afakî dairelerde yani, gerek kâinatın geniş dairelerinde, gerekse zihayatın (özelliklede insanın) mahiyet ayinesinde ve cephesinde esma, sıfat ve şuunat şeklinde tecelli ve tezahür ederek taayyün eden, ancak ‘sıfât-ı seb’a’ diyerek ifade edilebilen ‘şahsiyet-i İlahiyesinin’ görünmesi bilinmesi ve idrak edilmesi olmalıdır. .

İKİNCİ BÜLÜM:

“Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfât-ı seb’aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî ve iyyake nabudü ve iyyake nestain deki hitaba muhatab olan zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder.”[39]

iyyake nabudü ve iyyake nestain’ sırrının bulunduğu bu cümleye bakarak bu ayet niçin burada yer aldığını anlamaya çalışmak ve ayetle konu bağlantısını kurmak için tekrar bu cümleye döndük. .

2. Şua’nın 1. Makamının 1. Meyvesi’nde baştan buraya kadar

  ‘ meyve, çiçek,  ışık’ gibi misallerle nazarımızı:

  • Ferdiyetten nev’e,
  • Cüz ’îlikten küllîyete,
  • Müşahhaslıktan mücerretliğe,
  • Enfüsî delilerden afakî delillere,
  • Mülkten melekûte taşıyarak veya dönüştürerek;

bizi ehediyetteki enfüsî, Cüz’î cemalî delillerden, vahidiyetteki küllî, afakî ve celalî tecellilerin içindeki ‘bir çeşit cemal-i İlahîyi göster’ mişti. Hatta bizim ders metnimizde olmayan ama bu bahsin hemen bir önceki sahifelerinde de çok önemli şu üç misali vermişti:

Meselâ; iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise; tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârane olan küllî ve umumî iaşeleri ve vâlidelerini onlara müsahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman’ın cemal-i lâyezalîsi kemal-i şaşaa ile görünür.”[40]

“Hem meselâ, müdhiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa; birden zemin denilen hastahane-i kübrada bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilâçları ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlak’ın cemal-i şefkati ve mehasin-i rahîmiyeti küllî ve şaşaalı bir surette görünür.”[41]

“Hem meselâ: Dalâletin gayet müdhiş manevî elemini hisseden bir adama, iman ile hidayet ihsan etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden o cüz’î ve fâni ve âciz adam bütün kâinatın hâlıkı ve sultanı olan Mabudunun muhatab bir abdi olmak ve o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şaşaalı bir mülk-ü bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek ve onun gibi bütün mü’minleri dahi derecelerine göre o lütfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve sîmasında, bir Zât-ı Kerim ve Muhsin’in öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemal-i lâyezalîsi görünür ki, bir lem’asıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da âşık  yapıyor.”[42]

Verilen bu üç misalden anahtar niteliğinde altı çizilecek üç cümle:

  • İktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına süt göndermek olan cüz’î fiil,
  • Müdhiş bir hastalıktan kıvranan bir hastaya şifa ihsan etmek olan cüz’î fiil,
  • Müdhiş manevî elemini hisseden bir adama, iman ile hidayet ihsan etmek olan cüz’î fiil.

Verilen her üç misalde de süt, şifa ve hidayet gibi cüz’î fiillerin, tevhid sırrıyla ve nuruyla bakılınca nasıl küllî bir nimete dönüştüğünü gördük. Fakat Üstadın tarif ve talim ettiği gerçek küllîyet ve tevhid sırrı ve nuru” daha henüz tam tezahür etmediği için, ‘iyyake nabudü ve iyyake nestain’ burada yer almış.

Çünkü yukarılarda geçen tevhid tarifi; R.Nur külliyatı ıstılahına göre, özellikle bu bölümde vahidiyet ve ehadiyetin birlikteliği veya ittisali ile sırr-ı tevhid ve nuru” ortaya çıkıp tezahür ediyordu. Yani daha henüz, gerçek ve külli anlamda vahidiyet ve ehadiyetin birlikteliği vuku bulmadı.

Çünkü şimdiye kadar, ehadiyetten vahidiyete çıkarak kısmi bir küllîyet anlatıldı. Hâlbuki vahidiyetten de ehadiyete gelerek, gaibane ubudiyetten; hazırane ubudiyet ile de küllîyet kesb edilirse ancak o zaman tevhid sırr-ı ve nuru” tam tezahür edecek. İşte ‘iyyake nabudü ve iyyake nestain’le bu sır açığa çıkıyor. Bu iki paragrafı bir cümle ile özetlemek istersek:

         Tevhid sırr-ı ve nuru ile tam külliyet kesbetmek için:

  • Önce enfüsî” tefekkür ile ehadiyetten vahidiyete (istikra)
  • Sonra vahidiyetten afakÎ tefekkür ile ehadiyete gelinir. (ta’lil)
  • Daha sonrada bu iki tefekkürün ittihad ve ittisaliyle (cem) tevhid sırrı ve nurunun” tezahürüyle nazarî veya kalbî küllîyet hâsıl olur.

Çünkü Üstadın yaptığı bu tevhid tarifi 33. Söz’ün ana konusu olan Fussilet sûresinin 53.ayetidir. Bu ayette Canab-ı Hak: “Biz ayetlerimizi hem âfâkta, hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz Onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun”[43] buyuruyor.

23. Söz’ün son kısmında da kısmen temas edildiği gibi, Fatiha suresinin ‘iyyake nabudü ve iyyake nestainayetine kadar, Vahidiyet tecellileriyle Cenab-ı Hakk’ın gâibane bir tefekkür ve tezekkür yapılarak tavsif edilmiş. Yani:

  • Âlemlerin Rabbi,
  • Rahman, Rahim olan,
  • Din gününün sahibi gibi …

Fakat Fatiha suresinin 5. Ayetindeki “iyyake” ile Zât-ı Akdese  ‘sen’ diyerek hitap etmek, Vahidiyetteki gibi gaibane değil,  ehediyet sırrı dolaysıyla hazırane bir hitab olduğundan, bu suredeki 5. ayetle Vahidiyet ile ehediyet delilleri ittifak ederek enfüsî ve afakî ayetlerin ittisal etmesiyle küllîyet sırrı tavazzuh etmiştir.

Ayrıca; Fussilet suresinin 53. ayetinde de anlatılan enfüsî ve afakî delillerin birlikteliği veya vahidiyet ve ehediyetin ittisaliyle ancak Üstadın kast ettiği tevhid sırrı taayyün ederek, küllîyet manası tezahür edecektir.

 Çünkü Fussilet suresinin 53. âyetinin tefsirinin yapıldığı 33. Sözde, 1. Pencere’den 30. Pencere’ye kadar hep afakî deliller ile vahidiyet tecellileri nazara verilmiş. 31. Pencere’ye gelince Üstad Hz. şu notu düşerek tefsirine devam etmiş:

“Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkikîn-i evliyanın mufassal kitaplarına havale ederek yalnız feyz-i Kur’andan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz”[44]

Anlayabildiğim kadarıyla Üstad Hz. burada diyor ki: Marifetullah ve hakikat yolculuğu ya,  muhakkikîn-i evliyanın ve ehl-i tarîkatın tarzında olduğu gibi “seyr-i enfüsîve “seyr-i âfâkî” ile  seyr-i sülük etmektir.[45]

Veya Üstadın ‘Kur’anî  tarz dediği ilim içerisinde hakikata yol açarak’ “seyr-î enfüsî” ve “seyr-î âfâkî” tefekkür ile veya “seyr-î âfâkî” ve “seyr-î enfüsî” tefekkür ile hakikat ve marifetullah yolculuğu ile tevhid sırrı ve nurunu idrak ederek tam külliyet kesbetmektir.[46]

BEŞİNCİ CÜMLE:“Yoksa o şahsiyet, o ehadiyet, o sîma, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir… herkesin kalbi göremez”[47]der.  

Hz.Üstad bu ittisalden meydana gelen kâinat genişliğindeki  büyük ayinede tecelli ve tezahür eden Zât-ı Akdesin ‘şahsiyet-i İlahiyesi nin’ cemali genişlendiği ve gizlendiği için herkes göremez diyor.

ALTINCI CÜMLE: Ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür.  Çünki azamet ve kibriya perde olur, herkesin kalbi göremez. Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki; onun Sâni’i, onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Âdeta o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zâtın manevî bir teşahhusu, bir taayyünü imana görünür.”[48]

Size biraz gerip gelebilir ama ben ne zaman bu görmek, görünmek ve görememek gibi konularla karşılaşsam hep aklıma Shakespeare atfedilen, “olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!” sözü gelir. Bu örneği konunun çok ilgi çekici olduğunu ifade etmek için verdim.

Çünkü gerçekten çok heyecanlı ve çok geniş bir konu. Bununla ilgili müstakil bir çalışma yapılsa birçok sorulara cevap ve külliyattaki bazı müşkül meseleler tavazzuh eder kanaatindeyim. İnşallah bir gün birisi bunu yapar. Ama konunun beni çok aştığının idrakiyle yine de anladığım kadarıyla, kırık dökük ifadelerimle de olsa birkaç şey söylemek isterim:

Shakespear’in o meşhur sözünü konuya uyarlayarak bir giriş yapmak istiyorum. Mademki bütün mesele “olmak ya da olmamak” demiş o meşhur adam. O zaman:

Görmek için olmak, olmak için’de, “Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır”[49] Prensibini hayata hayat yapmak lazım olduğu anlaşılıyor.

Çünkü külliyet kesbederek Zât-ı Akdes’in ‘şahsiyet-i İlahiyesini’ hem kâinatın geniş dairelerinde hem’de zihayatların, özellikle insanların şahsiyeti maneviyelerinde görünmesi “iyyake” hitabından geçiyor. Buna binaen, Üstad Hz. Bu Altıncı Cümlede sanki bihakkın “iyyake” veya ‘ente’ diyebilmenin şartlarını sıralamış. Yani:

  • Önce bu görmenin ancak kalbî gözler ile olabileceği,
  • Sonra bu kalbî gözlerin çok büyük ve ihatalı olması gerektiği ,
  • Daha sonra da, azamet ve kibriya perde olacağından, küçük kalp ve zayıf gözle olamayacağı belirtilmiş.

Anlayabildiğim kadarıyla bu üç şartı yerine getirebilecek kişi ve şahısların,  Fatiha suresinin 5. Ayetindeki “iyyake” ‘ancak sana’  veya birçok ayetlerde geçen ‘ente’ yani ‘sen’ hitabını bizim yaptığımız gibi taabbudî ve taklidî bir surette değilde bihakkın içini doldurarak yaşayabilenlerin, külliyet kesb eden kalbî gözleriyle olabileceği anlaşılıyor.

Yukarı kısımlarda da geçtiği gibi ya, muhakkikîn-i evliyanın yaptığı gibi enfüsî ve afakî  seyr-i sülûk ile veya ehl-i ilim ve ehl-i hakikatın yaptığı gibi enfüsî ve afakî tahkikat ve tefekkür ile külliyet kesb edebilen kalp sahipleri, kâinat nisbetinde genişlenip, dağılıp ve gizlenen’ ‘şahsiyet-i İlahiyeyî’ görebilecekleri anlaşılıyor.

Ancak bu idrake ve iman mertebesine ulaşabilenlerin ya nebi ve resuller veya onlara çok yakın büyük zatlar olduğu külliyatın birçok yerlerinde dağınık olarak ifade edilmiş. Mesela bu mertebelerde seyeran edenlerden birisi olan İmam-i Rabbani Hazretleri Mebde ve Mead isimli eserinde bu mertebeye gelenlerin müşahedelerini, tecellilerin farklılığı bakımından ikiye ayırır.

  1. Esma ve sıfat tecellileri: Kalben suret veya mana olarak görünür.
  2. Zat tecellisi ise: Suret ve manalardan tecrit edilmiş bir şekilde idrak edilir”[50] (Rü’yet) der.

Ayrıca kalben veya nazaran, külliyet kesb ederek “iyyake” veya ‘ente’ diye hitab edebilenlerin bir kısmı iradî bir kısmı da gayri iradî bir şekilde bu marifetullah yolculuğuna giderler veya sevk-i İlahî  ile gönderilirler. Bunlardan bir kısmı R.Nur külliyatında geçtiği gibi Nebi ve Resullerdir. Mesela bunlardan iki tanesi Lem’alar’da kıssaları malum olan Yunus (as) ile Eyyüb (as)dır.

 Her ikisinin de hikâyeleri birbirine çok benziyor. Çünkü her iki nebi de yaşamış oldukları onlarca hadisat ve vakıalara  bakılırsa, celalî isimlerin vâhidiyet burcundaki tecellileriyle imtihan olduktan sonra, yani afakî delilleri bizzat yaşayarak gördükten sonra enfüs de nur-u tevhidî” görerek   ‘ente’ demişlerdi.

Yunus (as) لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ  

“Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendime zulmedenlerden oldum.”[51]

Eyyüb (as)  اِذْ نَادَى رَبَّهُ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِين

“Ey Rabbim! Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.”[52]

8. Söz’de ise bu mesele çok basite indirilerek herkesin anlayabileceği çok garib bir temsil ile anlatılmış. Temsilde bir kısım esrarengiz olayların tılsımını çözen o meçhul şahıs, başına gelen bu hadiselerden, afakî tahkikatını veya seyr-i sülükünü tamamlayarak, “O mahfî hâkime” şöyle demişti:

“Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtınadüştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.”[53] Nidasıyla malum vakıayı bizzat yaşayarak, afaktan enfüse, vahidiyetten ehadiyete intikal edip, O mahfî olan ‘hâmi-i meçhulüne iltica ederek’ ‘ente’ ‘ente’ deyip “nur-u tevhidi”  ve  ‘şahsiyet-i İlahiyeyi’ hadisat ve vakıalar üzerinden görmüştü.

(Önemli not: Bundan sonra gelecek olan iki örnek doğrudan Cenab-ı Hakk’ı isimleri, sıfatları ve şuunatı’larıyla bilmek ve kalben görmek demek olan, ‘Şahsiyet-i İlahiyesi’ ile değilde, bizzat  ‘Zât-ı Akdesin Rü’yet’i’ ile ilgili olmakla birlikte, usul bakımından aynı ortak özellikleri taşıdığı ve konuya katkısı bakımından onları da buraya çok kısa özetle iktibas ettik. )

 R.Nur külliyatında bu verilen üç numuneye benzer, daha onlarca örneği bulmak mümkün. Fakat bunların en enteresanı Resülü Ekrem’in (as) miraç yolculuğu örneğidir. Çünkü:

Risâle-i Nûr’a göre, “Levlâke” hadisinin bir manası Canab-ı Hakkın; ‘Sen olmasaydın Ben âlemleri yaratmazdım.’ Veya “Bütün eşya ve eflâki senin için yarattım habibim.”  Fermanına mukabil, Resülü Ekrem (a.s) miraç yolculuğu ile “Ben de senin için onların hepsini terk ve feda ettim. diyerek yapmış olduğu yolculuk,[54] daire-i kesretten daire-i vahdete, daire-i mülkten daire-i melekûte, daire-i vahidiyetten daire-i ehadiyete, gaibane ubudiyetten, hâzırane ubudiyete, gidişin en nihaî ve uç örneğidir.  

Niyetim 31. Söz’ü size özetlemek değil. Miraç yolculuğu ile ilgili bir – iki noktaya temas edip konuya devam etmek istiyorum. Şöyle ki: Resülü Ekrem (as) o gece Refref’e binip çıkmış olduğu miraç yolculuğunu anlatan Necm Sûresinin, “Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı.”[55] Ayetî kerimesi, marifetullah yolculuğunun nasıl yapılacağının en nihaî sınırlarından birisini bildiriyor.

O gece Resülü Ekrem (as) daire-i imkândan çıkıp daire-i vücub âlemlerine uruç ederken, acaba neleri terk etti de bu ayet ; “Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı”[56] diyor. Dersin baş kısmında da temas edildiği gibi Evliyaya tuzak olan hayaller, İlahî bahçelerin ay yüzlü güzellerinin akisleridir” sözünü Mevlâna Celaleddin’e söylettiren acaba bu sırlar mıydı? Her ne ise, İdrak-i maali bu küçük akla …..

Ayrıca; “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o gecede (huzur-u şahaneye kabulü esnasında) Cenab-ı Hakk’a karşı selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ demiş. Yani: “Bütün zîhayatların hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve Sâni’lerine takdim ettikleri fıtrî hediyeler, ey Rabbim sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla sana takdim ediyorum[57]  demiş.

Bu örneklerden bizim payımıza düşen kısmı ise, biz nebiler ve ehass-ı havas gibi, bîhakkın bilfiil “iyyake” ve ‘ente’ diyemesek de (ancak taabbuden ve takliden söylesek de) bittasavvur, bilhayal, bil’iman, bil’irade, bilkasd, bil’iştiyak binniyet, suretinde diyerek, sonuca değil sürece bakarak marifetullah yolculuğumuza devam etmeliyiz.

Çünkü 21. Söz’de, bu yolculuğun hangi derece ve kademesinde olunursa olunsun fütura ve yeise düşmeden daima ümit ve şevkle ubudiyete devam edilmesi gerektiğinin belirtildiği paragrafta: 

“Sakın deme: “Benim namazım nerede, şu hakikat-ı namaz nerede?” Zira bir hurma çekirdeği, bir hurma ağacı gibi, kendi ağacını tavsif eder. Fark yalnız icmal ve tafsil ile olduğu gibi; senin ve benim gibi bir âminin –velev hissetmezse– namazı, büyük bir velinin namazı gibi şu nurdan bir hissesi var, şu hakikattan bir sırrı vardır –velev şuurun taalluk etmezse-“[58]

Çünkü bütün isimlerin en azam mertebelerinde olan, miraca ve Rü’yet’e mazhar olan “Resul-i Ekrem (as) dahi, “Mâ arafnâke hakka marifetike Ya Ma’rûf  (Ey bütün mahlûkat tarafından bilinen Rabb’im, seni hakkıyla bilemedik ve seni hakkıyla tanıyamadık)” demiş.

Son örneğimiz de kelimullah olan Musa (as)’ın “Taleb-i Rü’yet” hâdisesi ile ilgilidir:[59] 

A’râf suresi 143. âyeti kerimesinde: “Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin.

Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim” dedi.

Bu âyeti kerimenin bir cümlesinde Cenab-ı Hakk;  لَنْ تَرٰين۪ى   yani “Beni göremezsin” buyurmuş. “İnsan-ı Kâmil” denilen meşhur bir kitabın sahibi Seyyid Abdülkerim (k.s) gibi (bir) evliya-i meşhure”[60] Besmelenin Şerhi isimli eserindeki tasavvufi tefsire göre, bu ayeti kerimeyi şöyle tefsir etmiş. Özetle:

Bütün mutasavvıfın-i kiram hazeratı.  لَنْ تَرٰين۪ى  ‘Len terani’ yani “Beni göremezsin  Hitab-ı ilahiyesine dikkatle bakarsan görürsün” demek olduğunu anlarsın  buyurmuşlardırMutasavvıfın-i kiram hazeratı keşfe müsteniden yaptıkları bu tefsire göre bu ayette Cenab-ı Hakk’ın: “Beni göremezsin” demekten maksat: ‘sen sen oldukça beni göremezsin, sendeki senlik ortadan kalkınca elbette görürsün’ şeklinde anlamışlar.[61]

Üstad Hz. de aynı manayı 24. Söz’de “Nefsindeki eneyi yırt, hüveyi göster” cümleleriyle ifade etmiş.[62] Bütün buraya kadar yapılan şerh ve izahları özetle bir iki cümle ile ifade etmek gerekirse: Dersin en başından beri anlamaya çalıştığımız asıl konu ‘Şahsiyet-i İlahiyenin’ enfüsî ve afakî dairelerde kalben nasıl görüneceği idi.

 ‘Miraç’ ve ‘Taleb-i Rü’yet’ örnek vakıalarıyla da gördük ki her iki halde de asıl tılsım ve sır ‘ENE’ nin çözülmesi ile ilgilidir. Yani ‘ENE’ sırrını tam çözerek külliyet kesb edebilenler, hem ‘Şahsiyet-i İlahiyeyi’ kalben müşahade edebildikleri gibi, hem’de Zât-ı Akdesin huzuru kibriyasına kabul edilerek, vicahen “iyyake” veya ‘ente’ diyerek hitab edebiliyorlar.

Zaten Üstadımız da miraç bahsinin en can alıcı cümlelerinden birisi olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi’rac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.”[63] veya çıksınlar demiş.

       Dipnotlar

  1. Şualar ( 9 )
  2. Fussilet .
  3. İ.Rabbani. Mebde ve Mead: Terc. Mustafa Özgen. Sh. 143-144-145. Yasin-yayınevi.
  4. Sözler ( 198 )
  5. Mektubat (81- 83)
  6. Mektubat (81- 83)
  7. Mektubat ( 346 )
  8. Secde Suresi 32/7
  9. Yusuf suresi. 12/25
  10. Sözler ( 619 )
  11. Mektubat ( 447 )
  12. Lem’alar ( 132 )
  13. (https://www.beyaztarih.com/makale/iki-okyanusun-kavusmasi-mevlana-ve-sems
  14. Şualar ( 9 )
  15. Necm Suresi. 53/17
  16. Şualar ( 437 )
  17. Şualar ( 9 )
  18. Mektubat (81- 83)
  19. (Mesnevi nesil baskı Sh. 513.)
  20. 128
  21. Mesnevi-i Nuriye ( 125 )
  22. ,,          ,,          ( 236 )
  23. 209
  24. Şualar ( 9 )
  25. Sözler ( 506 )
  26. http://www.sorularlarisale.com/makale/17264/
  27. 2 Ciltlik külliyat Nesil baskı Sh: 250
  28. Sözler ( 631 )
  29. Sözler.512-515
  30. Ekrem Sefa GÜL. YAKÎNÎ İMANIN İMKÂN VE MAHİYETİ. Doktora tezi. Sh: 53 Kelâm Bilim Dalı.  Ocak 2016. 
  31. Şualar ( 10 )
  32. Sözler 579
  33. İşarat-ül İ’caz ( 18 )
  34. (Sözler: 581)
  35. Mesnevi-i Nuriye ( 131 )
  36. Emirdağ Lahikası-1 ( 146 )
  37. Mesnevi-i Nuriye ( 68 )
  38. Şualar ( 10 )
  39. Şualar ( 7 )
  40. Şualar ( 7 )
  41. Şualar ( 8 )
  42. 41/ 53.
  43. Sözler ( 686 )
  44. Sözler ( 686 )
  45. 446
  46. Şualar (10 )
  47. Şualar. 10
  48. 460
  49. İmam-ı Rabbani. (Mebde ve Mead: Sh. 143-144-145)
  50. Enbiyâ Sûresi, 21: 87.
  51. Enbiyâ Sûresi, 21: 83.
  52. Sözler ( 36 )
  53. Emirdağ Lahikası-1. 84 )
  54. Necm Sûresinin: 53/17
  55. Necm Suresi. 53/17
  56. Şualar ( 93 )
  57. Sözler ( 273 )
  58. Sözler ( 249 )
  59. Mektubat ( 81 )
  60. (Abdülkerim el Cili. Besmelenin şerhi sh:90- kitsan yayınları.)
  61. Sözler ( 359 )
  62. ,, ( 579 – 580 )
Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Leyle-i Berat Hakkında (Âyet, Hadis, Risale-i Nur)

BERAT: Nişan, rütbe ve imtiyaz için verilen resmî belge, kurtuluş. Sitemizde Berat Gecesi ile İlgili yazılar …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Temizlik Âdabı

Temizlik Âdâbı İmân ve İslâmiyet denilince akla "temizlik" gelir. Temizlik îmândandır. Hakiki imân sahibi olanların …

Kapat