Ana Sayfa / KASTAMONU / İz Bırakanlarımız / Ezan Muhaciri Kastamonulu Hâfız Zekai Sarsılmaz Hocaefendi

Ezan Muhaciri Kastamonulu Hâfız Zekai Sarsılmaz Hocaefendi

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Ezan muhaciri hafız Zekai Sarsılmaz hoca

Dr. Metin ERKAYA

1932’de ezan Türkçe okunmaya başlayınca; “Terk i diyar edeceğim. Ezan aslına dönünceye kadar da dönmeyeceğim. Uydurma ezan okumamaya yemin ettim” diyerek müezzinlik görevini bırakıp Kıbrıs’a oradan da Medine’ye hicret eden EZAN MUHACİRİ Hafız Zekai Sarsılmaz Hocaefendi’nin ibret dolu hayatı…

İsmail Zekâi Sarsılmaz Hocaefendi, 01.07.1897 tarihinde Kastamonu’da doğmuştur. Babası Mustafa Efendi, annesi Zeliha Hanım’dır. Konya merkez ilçe Bâb-ı Aksaray Mahallesi nüfusunda kayıtlıdır. İlk tahsilini Akif Paşa İlkokulu’nda Aladağlı Tevfik Efendi’den yaptı. Hafızlığını Aziziye Camii imamı Ahmed Efendi’den tamamladı.

1909’da Konya’da açılan Islah-ı Medâris’e girdi. Burada Zeynel Abidin EfendiRıfat Efendi, Ahmed Ziya EfendiHasan Kudsi Efendi ve Ali Kudsi Efendi’den okudu. Konya Islah-ı Medaris’in mescidinde görev olarak üç yıl burada müezzinlik yaptı. Islah-ı Medaris 1917’de kapanınca, Konya Dârü’l-Hilâfe Medresesi’ne girerek buradan mezun oldu. Millî Mücadele yıllarında askerliğini Antalya’da çavuş olarak yaptı.

Vazife aldı

1922’de Aziziye Camii’ne müezzin oldu. 10 yıl Aziziye Camii’nde imamlık görevini sürdürdü. Ramazanlarda, bayram günlerinin seher vakitlerinde okuduğu naat, ilâhi, salâ ve ezanlarla tek başına Konya halkını vecd ve istiğraka boğardı. Coşkun mizacı, bıkmak, usanmak bilmeyen okuma aşkı ve yeteneği kendisini herkese sevdirmişti.

Ali Ulvi Kurucu, kendisinden iki yıl ders aldığı hocası Hafız Zekâi Efendi’yi şöyle anlatır: “1930’larda Konya’da koro halinde ilâhi, mevlid, kaside okuyan ve okutturan tek şahıs, Aziziye camii müezzini Zekai Efendi idi. Sesi çok güzeldi. Makam bilir kabiliyetli bir zattı. Yalnız talebelerine öğrettiği ilahileri nota ile değil de dümtek usulüyle geçerdi. İlk öğrendiğim ilahi, Zekai Hoca ile talebelerinden dinlediğim İbrâhim Hakkı Erzurûmî Hazretleri’nin hüzzam makamında bestelenmiş eseridir:

Şol Cennetin gülzârına,
Girsin bugün Allah diyen:
Kanmak için enhârına,
Gelsin bugün Allah diyen.

Sonra uşşak makamında söylenen diğer bir ilahiye geçtik:

Allah emrin tutalım,
Rahmetine batalım,
Bülbül gibi ötelim,
Gel zikredelim Hakk’ı…

Zekai Hoca’dan bunlara benzer epey ilahi meşk ettim.

Zekâî Efendi, Kıbrıs’ta Mevlevî Tarikatına intisab etmiştir. 30 Eylül 1934 Pazar günü Lefkoşe Mevlevîhanesi’nde sema’ yaptıktan sonra, şu kıt’ayı söylemiştir:

Kalpte iman, dilde zikrimden başka yok metâım;
Ney, kudüm, hem âyin ile devam eder semâım.
Bende oldum hicretimde Celâleddîn-i Rûmî’ye;
İsm-i celâlle dönerek tennuremi açarım.

Zekai Efendi, Kıbrıs’ta görev yaptığı camilerin minber, mihrap ve duvarlarına ayet-i kerime ve hadisi şerif hattı nakşederdi. Bunlardan biri de Magosa Lala Mustafa Paşa Camii minberindeki ta’lik hattıyla yazılan; (Elâ bi-zikri’llâhi tatmeinnü’l-kulûb) “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28) ayet-i kerimesidir. 

Medine günleri

1935’de önce Mekke’ye, ardından Medine’ye giden Zekâi Efendi, Medine günlerini şöyle anlatır:

“- Kıbrıs’ta üç sene zor dayandım. Medine-i Münevvere’ye muhacir oldum. Ezan aslına dönmediği için, ben de Türkiye’ye dönmedim. Üç senedir benimle Kıbrıs’ta olan hanım:

“- Öyleyse sen hele bir Medine’ye git. Ben Konya’ya gideyim, anamla babamla görüşeyim. Sen sonra beni istet!” dedi. Konya’ya döndü. Ben de Kıbrıs’tan Mekke’ye gittim. Orada biraz kalıp Medine’ye geldim. Oradan hanımı çağırdım. Fakat bizim hanım Kıbrıs’taki alâkasızlığı görmüştü. Sıkıntı da çekmiştik. Paramız kalmamıştı. Hatta hanıma fazla para verememiş, ancak Konya’ya gidebilecek kadar verebilmiştim. Konya’dan bana mektup yazdı:

“- Ben artık başka yerlere gidemem. Sen memlekete dön. Burada herkes seni seviyor. ‘Zekâi Efendi… Zekâi Efendi…” diyorlar. Hiçbir mevlit sensiz okunmazmış herkesin sana sevgisi var” dedi. Böyle bir zaman geçti. Ben hanımı Medine’ye çağırırım, o beni Konya’ya çağırır. Neticede hanım Medine’ye gelmedi.”

Zekai Efendi, 15 yıl Medine’de Medresetü’n Nücah’ta Kuran-ı Kerim öğretmenliği yaptı. Daha sonra Bab-ı Cibril‘e nakledilerek dini ilimler, Kuran-ı Kerim ve musiki öğretmenliği yaptı.

Arafat’ta doğan çocuk

Ali Ulvi Kurucu, Mekke’ye geldiklerinde, Medine’den gelen Zekai Hoca ile birlikte yaya Hac yapmaya karar verirler. Ali Ulvi Kurucu şöyle anlatır: “Bu Hac 1940 yılının Ocak ayında idi. O yıllarda otomobil çok az. Ne benzin kokusu, ne de motor gürültüsü var. Vasıta olarak yalnız ambulanslar ve hacıların çadırlarını taşıyan büyük askeri kamyonlar var. Hacıların yarısı deveyle, yarısı da bizim gibi yayan çıkıyor.

Arafat’taki vazifeler bittikten sonra ve Arafat’tan yürüyerek Müzdelife‘ye doğru gidiyoruz. Bu gidişte duyulan sadece; ‘Lebbeyk, allahümme lebbeyk’ sesleri idi. Müzdelife’ye yaklaştık. Hocam Zekâi Efendi ileride bir yerde bir kadın kafilesi görmüş. Dedi ki:

“-Yeğenim, şurada, hepsi beyaz giyimli, siyah kadınlardan bir topluluk var. Ayakta halka olmuşlar. Acaba namaz mı kılıyorlar? Burada namaz kılınmaz. Daha Arafat‘tayız, henüz Müzdelife hududuna girmedik. Peygamber Efendimiz, akşam ve yatsı namazlarını orada kıldığı için, Müzdelife‘de kılınması şarttır. Onlar bunu bilirler. Zikir mi yapıyorlar acaba bu saatte? Şunu anlayabilir misin?” dedi. Kalabalığa yaklaştım. Yaşlı bir hanım çıktı.

“- Teyze, hocam selam söylüyor. Kimsiniz siz, nerelisiniz, ne yapıyorsunuz?” dedim.

“-Oğlum, biz Nijeryalıyız. Yayan olarak yola çıkalı altı ay oldu. Hanımlar bir kafile, erkekler bir kafile. İçimize bir gelin katılmıştı. Hamileymiş, doğum zamanı geldi. Bugün akşama kadar sancı çekti, şimdi burada doğuruyor. Onu bekliyoruz” dedi.

Hoca’nın yanına döndüm. Vaziyeti anlattım. Hoca başladı ağlamaya:

“- Yeğenim, bu iman, nasıl iman ki, gelini evinde oturtmuyor. Ölürsem, Hac borçlusu öleceğim diye altı ay yürümeyi göze aldırıyor. Şu çocuk da ne bahtiyar bir çocuk ki, şu zaman ve şu mekânda doğuyor. Dünya seslerinden ilk işittiği ses, (Lebbeyk, allahümme lebbeyk) oluyor” dedi.

Ağlaya ağlaya Müzdelife‘ye girdik. Nijeryalılar, Maliki mezhebinde oldukları için, fakir de olsalar, eğer yürümeye, yürüyerek Kâbe’ye gelmeye güçleri yetiyorsa, üzerlerine Hac farz oluyor. Çünkü İmam Malik Hazretleri; “Gücü yetene hac farzdır” kaidesindeki, güç şartını böyle tefsir etmiştir. Bizdeki gibi ayrıca zenginlik aranmaz.”

Türkiye’ye dönüş

Türkiye‘de ezan 1950’den sonra yine aslına dönünce, Zekai Hoca da ziyaret için 1954’te Konya’ya gelmişti. O sırada kendisinin Konya’dan komşusu ve dostu olan Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Diyanet İşleri Başkanı idi. Zekai EfendiKonya‘dan sonra Ankara‘ya gider ve Diyanet İşleri Başkanı’nı da ziyaret eder. Hayırlıoğlu ona:

“- Zekai Efendi, sesin henüz güzel iken, değişmeden, seni burada vazifelendirelim. Hacı Bayram Camii imamı vefat etti. Gel seni oraya imam yapalım!” teklifinde bulunur. Zekai Hoca’nın bu teklife gönlü akar, fakat bir türlü karar veremez. Türkiye’den Medine-i Münevvere‘ye dönünce Kadiri şeyhi Şeyh Ziyaeddin Efendi‘ye gider.

“- Efendim, bir istihare ricasına geldim” der. Şeyh Ziyaeddin Efendi:

“- Hayırdır inşallah? deyince; Zekai Efendi ona vaziyeti anlatır. Şeyh Efendi kısa bir düşünmeden sonra şu cevabı verir:

“- Zekai Efendi, sizin gönlünüz oraya akmış. Benim tavsiyem, cisminiz burada ruhunuz Ankara‘da olacak olduktan sonra, fani cismin Türkiye‘de olsun da, baki ruhun burada olsun, daha evladır, Oralarda, Medine-i Münevvere‘yi yâd ettikçe ağlarsın. Burada kalırsan, gözlerin kurur, ağlayamazsın. Çünkü gönlün oraya meyletmiş. Kalırsan bu serveti de kaybedersin.”

Bunun üzerine Zekai Efendi, 1955’de Türkiye’ye dönerek Ankara Hacı Bayram Camii’nde göreve başladı. Burada müezzinlik, mevlithanlık ve imamlık yaptı.

Hacı bayram Camii imamlığı

Ankara’da Zekai Efendi ile ev komşuluğu da bulunan Prof. Dr. Abdülkerim Abdülkadiroğlu onun hakkında şunları yazmaktadır: Hocaefendi merhumu, cami ve cemaatle biraz münasebeti bulunan yerli ve yabancı herkes tanırdı. O bir ocak idi. Isınmaya ihtiyaç duyan herkesin, bir yerlerden ocağa elini uzatması gibi, Hoca’nın sohbetleri ve ikramıyla gönül pasını silmek isteyenler, bilhassa çeşitli sebeplerle Anadolu’dan Ankara’ya gelenler, Hacı Bayram Camii civarında bir otelde kalarak, Hoca’nın elini öperler, iltifat ve latifelerine maruz kalmaktan dünyalar verilmişçesine mutlu olurlar, o çevrede bulunan pek çok kimse ile tanışma fırsatını da böylece yakalarlardı, Hoca merhum, Nasreddin Hoca’nın biraz değişik devamı gibiydi.

Hocaefendi yıllar görmüş, tecrübeli hoş bir zât idi. Tokalaşmada (musafaha) insanlardan bazılarına duyulan bir sıcaklık vardır ve bu bağı koparmak kolay olmaz. İşte Hoca bu kuvvetli bağın son temsilcilerinden biri idi. Hoca merhumun camiye girerken ve çıkarken devamlı eli öpülürdü. Bu tanışma zamanlarını hoş latifeleriyle öylesine süslerdi ki, bunları unutmak mümkün değildir.

Güçlü bir sesi vardı. İhtiyar olmasına rağmen, bu güçlü sesin gençlik hâlini tahmin etmek hiç de zor olmazdı. Bilhassa farzlardaki iftitah (namaza başlama) tekbirini söylemesi ile Hacı Bayram Camii‘nin çatısının (ki kubbeli değildir) çatırdadığını sanırdınız.

İmamlık bir bakıma liderlik, emir komuta zinciri içinde, komutanlık demektir. Hoca’nın tekbir komutunda bu hal tam manasıyla yaşanırdı. Onu yakînen tanımayarak tesadüfen bu camiye gelenler, onu bu güçlü tekbiri ile tanırlar ve memleketlerine döndüklerinde böylece anlatırlardı.”

Çok cömertti

Hoca’nın hiç unutulmayan tarafı, cömertliğiydi. Kapısının nerede ise 24 saat, bu camiye yolunu uğratan herkese, dolayısıyla dünyaya açık olması idi. Çünkü Arap ülkelerinden gelenlerin sayıları da epeyce yekûn tutardı.

Lojman olan evi (caminin batı cephesinde, aşağıya inen merdivenlerin ortasında ve sağ tarafta) üç öğün değil, her zaman, ama ortalama günde beş defa sofranın açıldığı, her defasında en az on kişinin bulunduğu bir Halil İbrahim Sofrası gibi idi. Camiden çıkınca, latife yollu tanışmayı müteakip, Hocaefendi’nin evine gidilir ve sofrasına oturulurdu. Tabiî bu arada gelen hediyeler de, (Nasîbüke yusîbüke, velev kâne tahte’l-cebel) “Nasibinse, kısmetin varsa dağın altında bile olsa gelir seni bulur.” kabilinden, ortalıkta hemencecik tüketilirdi.

Hocanın bu yükünü çekmek her yiğit hanımın kârı değildi. Hocanın yanına uğrayanlardan yardıma muhtaç olanlara, memleketine dönüş parası bulamayanlara yaptığı ve vesile olduğu yardımların miktarını ve sayısını bilebilmek gerçekten zordur. Onun en büyük ikramlarından birisi de ehl-i Kur’an’dan birisi gözüne ilişirse, namazdan sonra mihrabiyeyi mutlaka ona okuturdu. Türkiye’nin muhtelif il ve ilçelerinden gelen ehl-i Kur’an’ı şaşılacak bir şekilde tanırdı.

Hattatlığı ve yazı örnekleri

Öğrencilerine Kuran-ı Kerim tilaveti öğrettiği gibi hüsnü hat dersi de verirdi. Zekai Efendi’nin yazısı çok güzeldi. İmzası, “Sarsılmaz” olan soy isminin Arapça karşılığı “lâ yetezelzel” şeklinde çok güzel fakat bir o kadar da okunması zor, giriftti.

Hoca misafirliğe gittiği evlerde, eski geleneğin bir devamı olarak, bir vesile ile pencere kenarına, kapı pervazına, ya da duvarın uygun bir yerine bir ayet, bir hadis veya Arapça bir ibare yahut bir beyit yazarak güzel bir hatıra bırakırdı. En çok da: (Ed-dünyâ sâah, fe’c’alhâ tàah) “Dünya gelip geçiverir, göz yumup açıncaya kadar; sen burada Allah’a güzel kulluk etmeğe bak!” anlamına gelen Arapça ibareyi yazardı. 

Er kişi niyetine

Zekai Hoca’nın cenaze namazı kıldırması da çok heyecanlı ve komutları mükemmel olurdu. Bazıları adeta cenazelerinin onun nöbetçi olduğu gün ve vakitlerde kaldırılmasını niyaz ederlerdi. Kendisinden anlatılan şu olay, onun nüktedanlığına da güzel bir örnektir. Camiye bir albayın cenazesi getirilir. Askerî tören de yapılacaktır. Müezzin Efendi;

“-Allah için namaza, meyyit için duaya, er kişi niyyetine…” der demez, Hoca tekbir alacakken bir albayın, er olarak ahirete gitmesine gönlü razı olmadığı için olacak, hocanın kulağına:

“- Hocam! Er değil, albay idi” demesiyle, hoca da onun kulağına:

“- Pekiyi, oğlum, albay niyetine…” deyip tekbir alması unutulmayacak olaylardan biridir. 

Hazır cevaptı

Bir gün, Hacı Bayram-ı Veli Camii imamlığı sırasındaydı. O bir çayhanede otururken Konyalı bir zat gelir. Bu adam, bir gün önce Hoca’nın evine gitmiş, orada yoğurt yemiş, çok beğenmiş:

“- Hocam, yoğurdunuz çok güzeldi, nereden alıyorsunuz, köyden mi geliyor?” diye sorar. Hoca da:

“- Hanım evde yapıyor.” der. Adam:

“- Öyleyse çok müstesna bir maya kullanıyorsunuz!” diyerek, Hoca’dan yoğurdun mayasından ister; Hoca da verir. Bu zat, bir müddet sonra tekrar oraya gelerek Zekai Hoca’ya:

“- Hocam, dün maya vermiştiniz, onunla yoğurt çaldık, ama tutmadı. Mayanız bozukmuş” deyince, Zekai Hoca cevabı yapıştırır:

“- Mayaya bahane bulma! Senin sütün bozuk!”

Mehmed Zahid Kotku Efendi anlatıyor

Cemaati nasıl tanıyacağız? Bizim Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî Camii’nin imamı var, Zekâi Sarsılmaz Hoca, kulakları çınlasın, hasta yatıyor ya…

“- Sen beni tanıdın mı?” dedikleri vakitte;

“- Nasıl tanıyım ben seni? Sen beni bir kere evine çağırdın mı?” dermiş. İnsanlar arasında muarefe öyle sokakta olmaz ki… İnsanların birbirleriyle tanışması, bilişmesi birbirleriyle kaynaşmasıyla olur. Sen bize gelirsin, ben size giderim. Sen benim evimi bilirsin, ben de senin evini bilirim.

“- Filan nerede oturuyor?” diye sordukları vakit de;

“- Filan mahallede, filan numaralı evde oturuyor” dersin. Bilmiyoruz ki kimin nerede oturduğunu… Bilmek imkânı da yok bu memlekette… Allah kusurlarımızı affetsin…

Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Efendi anlatıyor

Rahmetli Hacı Bayram Camii imamı, nur içinde yatsın, makàmı a‘lâ olsun, Zekâî Efendi vardı, “Zekâî-yi lâ yetezelzel” derdi, soyadı Sarsılmaz’dı çünkü… Odasının duvarına kocaman “Hiç” yazmış, hiçbir şey yâni.

“- Bu ne?” diyenlere;

“- O benim imzam” diyordu.

Kendisinin hiç olduğunu öyle latîfe yollu söylüyordu rahmetli. Yâni yok olmak, benlikten tamamen sıyrılmak, bir zerre olmak, zerre bile olmamak, hiç olmak… Evliyaullahın asıl hali budur. Yâni tevazuun en ileri derecesi ve benlikten sıyrılmanın en üstün mertebesi… Kendi beşeri şahsiyetine, dünyevî varlığına ait hiç bir sıfat yok, her şey Allah’ın onun üzerindeki tecellisi… Kendisini tamamen Allah’ın iradesine teslim etmiş, tam teslimiyet sahibi.

(…)

Yazının devamı için tıklayınız

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Seyyid Hasan Efendi

Müftü es-Seyyid Hasan Efendi 1083/1673 yılında Kastamonu Müftüsü olarak görev yapan es-Seyyid Hasan Efendi, aynı …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
İtikat ve Hitabet Okulları Haftaya Sığmaz Manada

İTİKAT VE HİTABET OKULLARI HAFTAYA SIĞMAZ MANADA İçinde bulunduğumuz hafta, kısa adıyla İmam- Hatip liseleri …

Kapat