Ana Sayfa / İLİM - KÜLTÜR – SANAT – FİKRİYAT / Kelimeler & Kavramlar / Ferâset ve basîret kavramları hakkında

Ferâset ve basîret kavramları hakkında

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

Basiret ve firaset

İslam söz konusu olduğunda bilginin/ilmin kaynağı ve araçları bellidir ve de bilgiye ancak ‘taallüm’le ulaşılır. Taallüm, bilgiyi usulüne uygun bir çaba göstererek, zorlanarak ve azar azar elde etme demektir. Bazı hikâyelerde anlatıldığı gibi, akşamdan cahil yatılıp sabahtan âlim kalkılmaz. Böyle menkıbeler anlatılsa bile, işin başından beri İslam’ı anlayan ve aktaran zevat hep ilmin çilesine gereğince katlanan âlimlerdir, menkıbe sahipleri değildir. Hz. Peygamber’in şu hadisi şerifi bunu gösterir: “İlim ancak tallüm ile fıkıh da ancak tefakkuh ile elde edilir…” (Beyhakî, Sahih).

Tefakkuh da teallüm gibi tefa’ul kalıbındadır ve bu kalıbın özelliği olarak tefakkuh da, fıkhı zorlanarak, parça parça elde edebilme demektir. Kul gerekli iradeyi ve çabayı göstermeden Allah onu kura ile belirleyerek âlim yapmaz. Bu O’nun sünnetine aykırıdır. Ama ilim elde edenler bunun gereğini yaparlarsa Allah da onların ilmine bereket verir, onlara bilmediklerini öğretir. “Allah’a karşı takvalı olun, O size bilmediklerinizi öğretir” (2/282).

Bunu Buharî’deki kudsî bir hadisi şeriften de öğreniyoruz. “Allah buyurmuştur ki, benim bir dostuma düşmanlık edene ben harp ilan ederim. Kulumun bana yaklaştığı şeylerden en sevdiğim, benim ona farz kıldıklarımdır. Kulum farzlardan sonra nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder ve nihayet ben de onu severim. Sevdiğimde de onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Artık benden bir şey isterse kesin veririm, kendisini bir şeyden korumamı isterse kesin korurum…” (Buhari). Demek ki, farzlardan sonra nafileleri de yaşamakla kul adeta Allah ile görmeye başlar. Bu mecazi ifadeden bir vahdet-i vücut da çıkmaz.
İşte bunun sonucunda kulda oluşan kabiliyet ve melekenin adı Basiret’tir.

Basar gözle görmekse, basiret de gönülle görmektir ve basiret bilgi ile amelin bütünleşip sürmesinden oluşan bir tekâmülün sonucunda oluşur. Bu sebeple Allah’ın bilmesine basiret denmez, çünkü O’nun ilminde azdan başlayan bir tekâmül yoktur.

Furkan bir fark edebilme gücü ise, sanki basiret bunun daha ileri ve tekamül etmiş seviyesidir. Basiret sahibi olmuş insanlar sadece basarla/beş duyu ile ve baştaki gözle okunanları değil, gönül gözüyle okunanları da görebilirler. Visamların, yani bir takım belirtilerin anlamlarını çıkarabilirler. Visam işaret ve belirti demektir. Bunları okuyabilene de mütevessim denir. Allah bazı konular için; “Bunda mütevessimlerin göreceği ayetler vardır” buyurur (15/75). Demek ki, tevessüm farklı bir anlama derecesidir.

Basirete benzer bir kavramımız da firasettir. Firaset, at bakım ve biniciliğini çok iyi yapma anlamındaki feraset kelimesiyle alakalıdır. Türkçe’de firaset yerine feraset kelimesi kullanılır. Hatta şimdi yazarken görüyorum ki, Word’ün imla kılavuzu bile firasetsiz, bu anlamda firaseti değil, feraseti tanıyor. Basiretle firaset arasında şöyle ince bir fark bulunuyor olabilir: Basiret tefekkür ve teenni ile ulaşılan bir algı iken, firaset bunda maharet kazanmış olma sebebiyle anında ve çok çabuk doğruyu bulma yeteneğidir. At biniciliği de bu çabukluğu hatırlatır.

Müminler Medine’ye hicret ettiklerinde su sıkıntısı yaşadıkları için Hz. Osman bir Yahudi’nin kuyusunu satın almak ister. Yahudi yeni müşterileri sebebiyle ondan iyi para kazandığı için satmaz. Bunun üzerine Hz. Osman aynı bedelle yarısını satmasını teklif eder. Yahudi bunu kârlı görür ve kuyunun yarısını ona satar. Gün aşırı kullanmak üzere anlaşırlar. Hz. Osman kendi sırasında kuyuyu sebil eder, herkes iki günlük suyunu temin edince Yahudi’ye müşteri kalmaz. Bunun üzerine kalan yarısını da satmak zorunda kalır. Bu olay Hz. Peygamber’in hoşuna gider ve “müminin firasetinden korkun, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” der.

Gerek Furkan, gerek basiret, gerek tevessüm, gerekse firaset salt bilgi ile kazanılacak anlama gücü ve yeteneği değildirler. Onun için, ne kadar bilgili olursa olsun, din bir müsteşrikten öğrenilmez. Mesela İslam’ın kader anlayışını M. Watt’tan öğrenemezsiniz.
Şunu da söyleyebiliriz: Bunların her hangi birisiyle ulaşılan bilgi de aslında bir gayb bilgisi değildir, herkesin okuyamadığı işaretlerin okunmasıyla hasıl olan bilgidir.

Görülüyor ki, bizim Kur’an-ı Kerim’i anlamayı bir mesele haline getirmemizde bu özelliklerden uzak oluşumuzun da etkisi vardır. Hatta bazılarımız pozitif bilimin laboratuvarına girmeyen böyle konular konuşulduğunda dudak büküp geçerler bile. Demek daha almamız gereken çok mesafe var.

Faruk BEŞER- Yeni Şafak

Ayrıntı için:

FERÂSET / FİRASET

‘Firaset’, ileriyi görmek, düşüncede tutarlı olmak, bir şeyde düşünerek davranmak, basiretli hareket etmek, bir şeyin gerçek özelliklerini görebilmek, demektir.

Firaset, telaffuz farkı ile Türkçe’de ‘Feraset’ olarak da kullanılmaktadır.

İnsan, olayların iç yüzünü görebildiği, sonuçlarını önceden tahmin edip, düşünebilme yeteneğine sahip olduğu sürece firasetli sayılır.

Bir Müslüman kalbini kin, nefret, nifak, çekemezlik, düşmanlık vb her türlü kalp hastalıklarından temizleyip, iman nuru ve takva muhabbeti ile doldurduğu zaman, aynaya yansıyan eşyanın sureti gibi bazı sırlar cilalanmış olarak kalbine yansır, ‘başkalarının gönlündeki saklı olan şeyleri de keşfedebilir ki, işte bu gerçek ‘firasettir’. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.): “Müminin firasetinden sakınınız; zira, O Allah Teâlâ’nın nuru ile bakar.”[1] buyurmuştur.

Firaset yeteneğinin iman nuru ile yakından alakalı olduğunu bildiren şu ayeti burada hatırlamak gerekir:
“Ey iman edenler! Şayet Allah’tan ittika ederseniz, o size fürkân (hem zahir, hem batında hak olanı olmayandan, iyiyi kötüden, temizi habisten ayırt edici bir marifet ve nur) verir.” [2]

Yukarıda sözü edilen hadis üzerinde iki ayrı yorum yapılmıştır:
Birincisi, hadisin görünene delalet ettiği anlamdır ki, bunu Allah Teâlâ, evliyasının kalbine koyar da, onlar da bunun sayesinde kerâmet, izanlı zan ve hades (başkalarının bilmediği şeyleri bilebilme yeteneği) çeşitleri ile insanlardan bazısının durumlarını bilirler.

İkinci görüşe göre ise, hadiste sözü edilen firaset, delillerle, tecrübelerle, yaratılış ve ahlâkla öğrenilen bir tür (maharettir) ki, bazıları insanların bâtın hallerini bu maharetleri sayesinde bilebilirler.

Bu, denemelere dayanan ve rasyonel izahın da hadislerde açıklamasını bulmak mümkündür. Zira Hz. Peygamber (s.a.v.) mümini akıllı, zeki ve ince görüşlü olarak tavsif etmekle, iman ve takva sayesinde elde ettiği firaset sayesinde her türlü hile, tuzak ve entrikaya da düşmemesi gerektiğini de şu hadisleri ile işaret etmişlerdir:

“Mümin bir kovuktan iki defa ısırılmaz.” buyurulmuştur.[3]

Firaset, iki nevidir:
Birincisi, genel anlamda firaset: Birtakım karine, alâmet ve işaretlerle gizli bir şeyi istidlâl etmek ve vâkıf olmak. Buna hikemi firaset de denir. Bu tür firaset yeteneği eğitim ve öğretim ile geliştirilir.

İkincisi Vehbi firaset: Bu firaset ‘insanın kalbinde olan şeye muttali (bilmek) olmak diye tarif edilir ve ‘şer’i firaset’ adını da alır. Müminin firaseti nurani ve vehbi’dir. Tasavvufta şeyhlerin kalplerde olanı bilmeleri, müritlerini murakabe etmeleri firaset esasına dayanır.

İlk İslâm kaynaklarında firaset kelimesi, ‘keşf’ ve ‘ilham’ anlamında kullanılmaktadır. İlham ve firaset sayesinde çok nadir hallerde bazı kimseler bazen geçmişte, halde ve gelecekte olanı bilirler, başkasının ne düşündüğünü tespit edebilirler.

Kuşkusuz Allah (c.c.) müminlere bir takım basiretler ve nurlar tahsis ve lûtfetmiştir. Onlar bu sayede firasette bulunurlar. Aslında basiret ve nur denilen şey, bilgiler (marifet)’dir. Rasûlullah (s.a.v.)’in “Mümin Allah’ın nuru ile bakar.” Hadisi bu anlamda düşünülmelidir. Hadis, “Mümin, Allah (c.c.)’ın tahsis olarak kendisine verdiği ve onu benzerlerinden ayırdığı bir ilim ve basiretle bakar.” anlamına gelir. İlme ve basirete ‘nur’ adının verilmesi yeni ve garip bir şey değildir. Bunun (nurun) üfleme (nefh) ile tanımlanması uzak bir ihtimal değildir. Bundan amaç halktır. Yani nefh ile (halk) yaratmak kastedilmiştir, üfledim, demek, yarattım demektir. Nefh demek nur, nazar ve marifet demektir, yaratmak da bu anlama gelir.

Firaset imanın kuvveti oranında gerçekleşir. Bunun için imanı en kuvvetli olan firaseti en keskin olan kimsedir.

Tasavvuf yolcularından biri anlatıyor: Bağdat’ta idim. Çölde yolculuk yaparken, ihtiyaç duyulan bir su kovası, bir ip bir de nalin satın alabilmem için Murtaiş bana on beş dirhem para getirecek, şeklinde kalbime bir fikir doğdu. Bu sırada kapı çalındı, kalktım, kapıyı açtım ve birden Murtaiş’i karşımda gördüm. Yanında bir çıkın vardı. ‘Bunu al’ dedi. Efendim zahmet ettiniz, istemez, dedim. ‘Bizi üzme, al şunu, ne kadar istemiştin?’ dedi. On beş dirhem, dedim. ‘Tamam içinde on beş dirhem var.’ dedi.

Firaset ve diğer konularda görülen keşif ve ilham türünden olan bilgiler, ender rastlanan olaylardır. Fakat mümkün ve gerçek konulardır. Bunun bir kuralı, zamanı ve yeri de yoktur. Onun için keşif ve ilhamın sınırlarını genişleterek devlet ve toplum hayatında ilişkilerin buna bağlanması doğru olmaz.[4]

Tasavvufta firaset, Allah (c.c.)’ın nuru ile bakma ve görme şeklinde de tarif edilir. Bu tanıma göre de, firaset ‘basiret’ ile eş anlamlıdır.

Ticarette firaset, ekonominin geleceğini görebilmek, ticaretteki dalgalanmalara karşı hazırlıklı olmak, yapacağı işi çok iyi öğrenmek, çalışacağı yeri ve çevreyi çok iyi tesbit etmek, pazar durumunu yani hedef müşteri kitlesini araştırmak, piyasa şartlarını takip etmek, ülke ekonomisini yakından izlemek, satacağı malın üretim kaynaklarını ve üretim sürekliliğini takip etmek, bütün bunları birlikte ve bir bütün olarak değerlendirmek suretiyle nasıl kâr edeceğinin hesabını iyi yapabilmektir. Yani ticarette mevcut ekonominin ve çevrenin bilgilerinden yararlanarak ileriyi görmektir. Firasetsiz yani ileriyi göremeyen kimseden tüccar olmaz.

Siyasette feraset, yönettiği devleti ve toplumu kalkındırmak, düşmanlarına karşı korumak ve güçlü hale getirmek için ileriyi görmektir. Bir yönetici için feraset temel bir özellik ve bu görev için de temel bir esastır.
[1] İbnu Hanbel, İman, 82.
[2] Enfal sûresi, 8/29.
[3] Buhari, Edeb, 83.
[4] Kuşeyri Risalesi, S. Uludağ.

 

BASÎRET

‘Basiret’; görme, görüş, idrâk etme, bir şeyin iç yüzünü bilme, doğru ve ölçülü bakış, uzağı görebilme ve önceden sezgi anlamlarına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de genel olarak ‘görme’ anlamının yanında özellikle ‘hakikati keşfetme, doğru yolu tanıma, hidayete erme, gerçeği yanlıştan, hakkı bâtıldan ayırma yeteneği’ anlamlarında kullanılmış ve bu bakımdan manevi körlük ve sapıklığın zıddı olarak gösterilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “De ki: Kör insanla gören insan bir olur mu? Artık hiç düşünmez misiniz?” “Bu iki grubun örneği, kör ve sağır ile gören ve işitenin durumu gibidir; hiç bunlar birbiri ile eşit olurlar mı? Artık düşünmez misiniz?”

“Her kim bu dünyada körlük ettiyse, o artık ahirette de daha kör ve gidişçe daha şaşkındır.”

“Sen körleri de, sapıklıklarından hidayete erdirecek de değilsin! Sen ancak âyetlerimize iman edeceklere duyurabilirsin ki onlar müslüman olup selâmet bulurlar (kurtuluşa ererler).”

Aslında basiret, Allah’ın (c.c.) sıfatlarından biri olan ‘Basar’ın kullarındaki görüntüsüdür. Bu tecelliden nasibi olmayanların gözlerinde perde vardır. Allah (c.c.) buyuruyor: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir perde inmiştir. Onlar için büyük bir azap vardır.” Kur’an, küfür, nifak (münafıklık), hırs, kin gibi olumsuz inanç ve duygular yüzünden kalp gözü körleşmiş ve basireti bağlanmış kimseler hakkında körler, kalpleri olup da bununla idrak edemeyenler ve bakar körler gibi tabirler kullanır.

İnananları basiretli, inkârcıları ise kör sayar. İşte âyet: “Siz onları doğru yolu göstermeye çağıracak olsanız, duymazlar ve onların sana baktıklarını görürsün de onlar görmezler.” Buradan hareketle diyebiliriz ki ‘basiret’, kavram olarak, duyular üstü bir görme anlamındadır. Bir anlamda kalbin görmesi ya da kalbin bir şeyi idrak edip anlamasıdır.

Baştaki göz, fizik şartları mevcut olduğu zaman (ışık, görme duyusu, boyut, mesafe gibi) cisimleri ve eşyayı görür. Fiziki gözün bu görmesine ‘Basar’ denir. Kalp ise, bu fiziki şartlara bağlı görmenin ötesini anlayabilme, sonsuza uzanabilme yeteneğine sahiptir.

Basiret’in Boyutları

İdrak, bir şeyi anlamadır. ‘Basiret’ idrakin bu yüceliğe ulaşmasıdır. İnsan, evrendeki duyular ötesi özellikleri, insanın derinliklerindeki sırları, eşyadaki ilâhî yönleri bu basiret duygusuyla anlar, idrak eder.

Basiret, bir anlamda hakkı görebilme ve onu doğru olarak tanıma yeteneğidir. Basireti bağlanmış kimse, kalbi kör kimsedir. O, haktan habersizdir, Hakk’tan gelen çağrıyı görecek yeteneğini yitirmiştir. Kalbinin bu özelliği ve gücü kaybolmuştur. Allah (c.c.)’tan gelen vahiy, yani Kur’an âyetleri birer ‘basiret’tir. “Doğrusu size Rabbinizden ‘basiret’ler geldi; artık kim (bunları) görürse kendisi içindir, kim de kör olursa (görmezse) kendi aleyhinedir.” Allah (c.c.)’ın ayetleri, insanın gerçeği görmesini, kalp gözünün açılmasını sağlayan nurlardır.

Bunları görmemek ve bunlarla kalbi aydınlatmamak, tek kelime ile körlüktür. Allah (c.c.)’ın ayetleri karşısında ikili oynayan münafıklar ise kördürler, sağırdırlar. Şu ayette ise İman gerçeğini bulamayan kâfirler, diğer canlılara benzetilmektedir: “Onların kalpleri vardır; bununla kavrayıp anlamazlar, kulakları vardır bununla duyup anlamazlar, gözleri vardır; bununla görmezler. Bunlar tıpkı dört ayaklılar gibidirler.

Dört ayaklı yaratıklar da bazı sesleri duyarlar, bazı şeyleri görürler ama ne olduğunu anlamazlar.” Basiret, aynı zamanda Allah (c.c.)’ın hükümlerine uygun yaşama bilincidir. Bu bilinçle yaşama ise insanın yapabileceği en akıllıca iştir. Bunu başardığı taktirde kısa dünya hayatının sonunda sonsuz bir cennet hayatını kazanacaktır. Basiret’siz olanlar ise, Allah (c.c.)’ın hükümlerine arkalarını dönerler ve başkalarının hüküm ve kuralları ile hayatlarına yön verirler.

Peygamber (s.a.v.) insanları bir hayale, bir belirsizliğe, temelsiz şeylere asla çağırmamıştır. O’nun davet ettiği ilâhi mesaj, mantıklı, isbatlı, anlaşılan ve basiretle idrak edilebilen gerçeklerdir. O’nun kuruntularla ve aslı esası olmayan şeylerle ilgisi yoktur. Bu davet, körü körüne, batıl ve bozuk amaçlara, nefsin isteklerine bir davet değildir. Bu davet, ne dediğini bilen, hikmete çağıran bir peygamberin davetidir. Kur’an-ı Kerim, basiret sahiplerini ifade ederken ‘ulü’l-elbab’, (akıl sahipleri), ulü’l-ebsâr’ (basiret sahipleri) ve ulü’n-nühâ’ (sağduyu sahipleri) deyimlerini kullanmaktadır.

Bu gibi basiret sahipleri, nefislerinin isteklerine kapılarak günaha dalmazlar, kalplerini günahlarla kirletmezler ve karartmazlar, böylece onlar ilâhi bir bağış olarak bir nur’a kavuşurlar. Basiret sahibi olarak manevî gerçekleri olduğu gibi idrak ederler. Bu şekilde basiret sahibi olmayan bakarkörler, kalp gözü kapalı olanlar; Allah (c.c.)’ın ayetleri karşısında sağır ve kör kesilirler.

Ne o ayetleri anlarlar, ne de o ayetlerin arkasındaki gerçekleri idrak ederler. Sürekli günah ve isyanda oldukları için kalpleri bu basiret nurunu kaybetmiştir. Bu nedenle Hakk’ı anlamakta, kabul etmekte ve gereğini yapmakta güçlük çekerler. Tasavvufçular, insanın dış âlemi gören bedendeki iki gözüne karşılık kalbin de iç âlemi gören iki gözü bulunduğunu kabul eder ve buna aynü’l-kalp, dide-i cân, çeşm-i batın, marifet gözü ve kalp gözü gibi isimler verirler.

Bedendeki göz, görülür âlemdeki varlıkları, olayları, renkleri ve şekilleri gördüğü gibi gönül gözü de manevi âlemdeki hakikatleri görür. Bedendeki gözler insanlarla hayvanlar arasında ortaktır, fakat kalp gözü insanlara özeldir. Basiret gözü her insanda kuvve (potansiyel) halinde vardır. Bazı kimselerde bu göz Allah (c.c.) vergisi olarak doğuştan açık olursa da çok defa his perdesiyle örtülü olduğundan onu mücahede (nefsin arzularına karşı dayanma) ile açmak gerekir.

Bazı insanların kalp gözü çabuk, bazılarınınki ise geç açılır. Basireti açılanların duyular ötesi gerçekleri görmelerinin de değişik dereceleri vardır. Tasavvufta basiret, Allah (c.c.)’ın nuru ile bakma ve görme şeklinde de tarif edilir. Bu tanıma göre de ‘basiret’, firaset ile eş anlamlıdır. Ticarette basiret, yapacağı işi çok iyi öğrenmek, çalışacağı yeri ve çevreyi çok iyi tesbit etmek, pazar durumunu yani hedef müşteri kitlesini araştırmak, piyasa şartlarını takip etmek, ülke ekonomisini yakından izlemek, satacağı malın üretim kaynaklarını ve üretim sürekliliğini takip etmek, bütün bunları birlikte ve bir bütün olarak değerlendirmek suretiyle nasıl kâr edeceğinin hesabını yapabilmektir.

Yani ticarette mevcut ekonominin ve çevrenin bilgilerinden yararlanarak ileriyi görmektir. Basiretsiz yani ileriyi göremeyen kimseden tüccar ve iş adamı olmaz.

islamahlaki.com

Faydalı ise lütfen bağlantıyı paylaşınız, tavsiye ediniz. Kaynaksız kopyalamanıza rızamız yoktur.

İlginizi Çekebilir

Hisbe, İhtisab – Hisbe Teşkilâtı ve Muhtesib

Hisbe ( الحسبة ) Arapça’da “hesap etmek, saymak; yeterli olmak” anlamlarındaki hasb (hisâb) kökünden türeyen ihtisâb …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Önceki yazıyı okuyun:
Nazardan Nasıl Korunmalı?

Efendimiz'in (a.s.m.) “Nazar haktır, kader ile yarışan bir şey olsaydı, nazar değme işi yarışıp onu …

Kapat